Etiket arşivi: Adem Güneş

Allah Kimseyi Evliliği İle İmtihan Etmesin

Bir karı koca gelmişti yanıma… Boşanmaya karar vermişler.

“Ayrılma kararımızı uzun uzun düşünerek verdik. Bu konuda bizi ikna etmeye çalışmayın lütfen. Ayrılırken çocukları zarara uğratmak istemiyoruz, bu konuda yardım ederseniz seviniriz.” dediler.

“Tamam; ancak ayrılış sürecini yeterince bilmeliyim ki çocukları zarara uğramaktan koruyabilelim.” dedim.

Önce beyefendiyi yalnız dinledim…

-“Neden ayrılıyorsunuz?”

Cevap netti: “Nankör… Ne kadir bildi ne kıymet! Bir sorun kendisine, kendi yaşıtı hangi arkadaşının arabası varmış, bırakın arabası olmasını, kendi arkadaşlarının ehliyet almasına bile kocaları izin vermezken ben ona araba aldım. Ama hata etmişim… Çalışmıyor kendisi; ama benim kredi kartımı o taşır. Sorun bakalım bir kez, yaptığı harcamalarla ilgili hiç hesap sormuş muyum? Daha ne anlatayım… Biraz birikmiş param vardı, ev alalım dedik, tapusunu eşimin üzerine yaptım… Ben bunları yaptım ama Allah insanı nankör etmeyegörsün, 2 yıldır ayrılacağım diye tutturdu, sonunda ben de ‘ne hâlin varsa gör’ dedim.”

-“Eşinizi seviyor musunuz?”

“Çok seviyordum; ama artık değil…” dedi.

Beyefendi dışarı çıktı, hanımefendi ile görüştüm.

“Eşiniz size her türlü imkânı sunmuş, araba almış, ev almış, kendi kredi kartını size tahsis etmiş.” dedim.

“Evlilik ev ile, araba ile olmuyor hocam… Ben eşime yıllardır ulaşmaya çalışıyorum, ama o duyarsız. Hissiz bir adamla evlenmişim, tam 10 yıldır bunun acısını çekiyorum.”

Adam kadına “nankör”, kadın adama “duyarsız” diyordu.

Devam etti kadıncağız: “En son olayımızı anlatayım. Bunca yıllık evliyiz. Eşimle bir gün dışarı çıkıp el ele yürüyemedik. Sevmez böyle şeyleri. Etrafımda insanlar var, eşleri ile kahve içmeye gidiyorlar, çay içiyor, sohbet ediyorlar, bizimki sohbet etmez. Elinde bir cep telefonu, oynar durur. Geçen ay bizim evlilik yıldönümümüzdü. Eşime sürpriz yapayım istedim. Yemek masasını özene bezene hazırladım. İki kırmızı mum aldım, bir başa birini, diğer başa öbürünü yaktım. Servis tabaklarını çıkarttım, baş başa sohbet ederek yemek yeriz diye hayal ettim. Eşim akşam 7’de gelecekti… Gelmedi. Telefon ettim, cevap vermedi. Mesaj gönderdim, ‘yoldayım’ diye kısa bir cevap yazdı. Saat 8 oldu yok, 9 oldu gelmez… Mumlar yana yana bitti. Çocuklar babalarını beklerken uyuyup kaldılar. Saat tam 23’te geldi. Ben sinir küpü olmuşum. Kapıyı açtığında bağırdım birden. ‘Neredesin sen ya, neredesin!’ dedim… Trafikte kaldığını söyledi. Ben akşama kadar hazırlık yaptığımı söyledim. Evlilik yıldönümümüz olduğunu söyledim. O da öfkeliydi, ‘Bağırma bana!’ dedi. ‘Ne istiyorsan onu söyle!’ dedi. Ben de ona ‘Dışarı çıkmak istiyorum, evli olduğumu hissetmek istiyorum, dışarıda insanlar eşleri ile yürüyor, ben de el ele tutuşup yürümek istiyorum, anladın mı?’ dedim. ‘Tamam, abartma, bağırma!’ dedi. Çıktık dışarı… Yürüdük, yürüdük, ama hiç konuşamadık. Bir ara döndü, bana baktı, ben bir şey söyleyecek diye sevindim. Ama o ‘Bu kadar yeter mi?’ dedi. Sanki fino köpeğinin gezme ihtiyacını gidermişti de geri dönmek için ‘Bu kadar yeter mi?’ diye soruyordu. Kalbim nasıl incindi anlatamam. Ve o gün artık ayrılmaya kesin karar verdim.”

Beyefendiyi davet edip bu olayı anlattım. O gün akşam eşine ‘Yeter mi bu kadar?’ diye sorup sormadığını sordum. Şaşın şaşkın yüzüme baktı: “E, sordum… Ne varmış bunda? Sormamalı mıymışım? Bu da mı suçmuş?”

Bu adam üniversite mezunu idi… Ama bir kadını anlayabilecek duyarlılıkta bir yaşam tecrübesi yoktu. Muhtemelen kendi anne babasından da dinlememişti yeni nesil bir genç hanımefendinin ihtiyaçlarının neler olabileceğini. Babası gibi baba olmayı marifet zannediyordu. Bir aile danışmanından yardım almayı da gereksiz bulmuşlardı. ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ diye öğretmişti toplum onlara.

Sonra ne mi oldu? “Biz boşanmaya kesin kararlıyız.” deseler de birbirlerini başka başka bakış açıları ile anlamaya başladıklarında kararlarından vazgeçtiler.

Şimdi, ikinci baharlarını yaşıyorlar…

Allah kimseyi evliliği ile imtihan etmesin…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

Teknoloji Aile İçin Fırsata Dönüşebilir!

Son dönem ebeveynlerinin çocuklarıyla çatıştığı en büyük alan çocuklar ve teknolojik bağımlılıklar. Anne ve babalar biraz da korkularının yönlendirmesi ile,  yasaklarla ve kavgalarla çözmeye çalışıyorlar problemi. Pedagog Doktor Adem Güneş ise bu konunun anne ve babalar açısından fırsat olabileceğini söyleyerek, ebeveyn ve çocuk ilişkisi açısından yapılması gerekenleri şöyle anlatıyor:

“Akıllı telefondaki oyunlar da, bilgisayar da, internet de aile içinde bir araya gelmenin, birlikte oyunlar oynayarak keyifli vakit geçirme fırsatına dönüşebilir. Teknolojik gereçler yasaklanarak değil, birlikte kullanarak nasıl kullanılacağı çocuğa aktarılır.

Çocuğu ile yere uzanıp oyun oynayan bir babanın verdiği huzur ömür boyu unutulmaz.”

Elbette teknolojik cihazların işlevi önemli. Adem Güneş teknolojik cihazların ikiye ayrıldığını söylerek ailelere şu önerilerde bulunuyor:

“ Teknolojik cihazlar aktif ve pasif olarak ikiye ayrılır:

Aktif teknolojik cihazlar;  Kontrolü kendi elinde aktif bir şekilde tutan cihazlardır. Televizyon ve Online oyunlar buna örnektir. Bunlar kullanıcıyı aktif şekilde kendisinde tutar. Çocukta irade kullanımı güçlenmedikçe bu gereçlerin ciddi bağımlılık oluşturma riski vardır. Bir süre sonra ihtiyaç haline dönüşür. Çocuk ergenlik öncesi hiçbir yaş döneminde aktif teknolojik gereçlerle meşgul edilmemelidir.

Pasif teknolojik cihazlar, offline oyunlar, Wii, XBox, iPad ve “SAR Değeri Düşük” telefonlarla oynanan oyunlarıdır. Bu oyunlarla çocuğun tanışmasında en erken yaş 3/4 dür. İdeal olanı ise okul çağında haftada belirlenmiş “1 gün” ve maksimum 2 saattir. Bu oyunların anne baba ile birlikte oynaması aidiyet duygusunu geliştirir.

Ailede aidiyet duygusu gelişimi için ayrıca haftanın bir gününü evde “sinema günü” ilan etmek, ailecek keyifli vakit geçirme üzere düzen oluşturmak başarılı bir aile yapısının örneğidir. Bu filmler kimi zaman eğitici, kimi zaman belgesel, kimi zaman sinema filmleri şeklinde planlalanabilir.”

Vahdet Gazetesi

Çocuğa namazı nasıl tebliğ etmeli?

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) “Çocuğunuz yedi yaşına gelince namazı emredin” buyuruyor. Bu hadis-i şeriften çocukların namaza ne zaman başlaması gerektiği net bir şekilde anlaşılıyor.

Ancak her şeyin bir adabı vardır düşüncesinden yola çıkarsak bu emretme, diğer bir deyişle tebliğ nasıl olmalı? Bu emir ve tebliğ çocuk ruhuna uygun, çocukların anlayabileceği şekilde nasıl yapılmalı? Bu ilk namaz tebliğini nasıl yapmalı ki çocuğumuz namazın önemini, namaz kılmanın gerekliliğini anlayabilsin?

Böylesine önemli bir konuda bu ve benzeri soruları Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş’e sorduk.

Bir ilki yaşamak, her şeyin ilkini yaşamak genelde insan üzerinde, özelde de çocuk ruhu üzerinde ne gibi etkiler bırakır?

İlk, iz bırakır. İlk öğrenilen şeyler genellikle kalıcı olur. İlkler hisleri de beraberinde getirir. Daha sonra aynı şeyler tekrar ettikçe hisler ortadan kalkar. Kişinin ilk sevdiği kişi hep aklındadır. İlk öğretmeni hep aklındadır. Ortaokul, liseyi unutur ama ilkokul öğretmenini, anaokul öğretmenini unutamaz. Çünkü öğretmen olarak gördüğü ilk kişi kendisinde o hisleri de beraberinde oluşturmuştur. Hisler aslında kişinin ruhuyla bağlantı kuran kanallardır. Hisler dışarıdaki yaşam ile içerideki yaşam arasındaki bağlardır.

Bu açıdan bakıldığında çocuğun ya da insanın yaşayacağı her bir ilk oldukça önemlidir. Kalıcı olmak açısından önemli olduğu gibi ayrıca anlamlanma açısından da önemli. Mesela çocuk okula ilk başladığında öğretmeni ne kadar sevecen bulursa, öğretmenin anlamı artık sevecen bir şekilde olur. Çocuk, daha sonra baskıcı bir öğretmenle karşılaşsa o zaman onu “Bu öğretmen iyi değil” diye anlamlandırır. Yani ilkiyle kıyas ederek anlamlandırır. O açıdan bizim çocuklara sunacağımız şeylerin ilki veya çocuklara sunulacak şeyin kendisi bizzat önemlidir.

Peki bir şeyin merasimle yapılması, törenle yapılması, yine genelde insan ruhu üzerinde, özelde de çocuk ruhu üzerinde nasıl bir etki bırakır?

Bir davranışın ya da bir eşyanın anlam kazanması o eşyanın üzerine yüklediğiniz ruhla ve duyguyla alakalıdır. Örneğin eşine çiçek alan birisi akşam eve geldiğinde “sana çiçek aldım” diye uzatmış olsa o çiçek hiçbir anlam taşımaz. Ama verilme sırasında eğer iltifat içerisinde, değer içerisinde, o dakika bir şekilde anlamlandırılarak çiçek verilmiş olsa hanımefendi bir ömür boyunca o çiçeği saklar, kurutur, kitapların arasına koyar. O atmosferi oluşturmak o ana anlam katacağı için oldukça önemli.

İkinci olarak o anki hisler bir referans kaynağı olacağı için, bir tören düzenlenmesi veya bir merasim düzenlenmesi çocuğun içerisinde uyandıracağı hisler açısından oldukça önemli. Merasim, eşyaya anlam katıyor. Yoksa hiçbir eşyanın değerini kendi içerisindeki şekline, şemailine göre anlamlandırmıyoruz. Mesela altın aslında bir metal parçasıdır ama bu altına anlam kazandıran şey o altını değerli bulan insanların davranışlarıdır. O yüzden merasimler anlam katma açısından ve hislerin oluşması açısından oldukça önemli.

İlk iki soruyu biraz müşahhas hale getirmek istiyorum. Osmanlı’da şehzadelerin kılıç kuşanma merasimi var. Yani çocuk yaşındaki şehzade belli bir yaşa girince ilk kılıcını kuşanıyor ve bu bir merasimle yapılıyor. Bunun bu şekilde yapılması, şehzadenin üzerinde yani çocuğun üzerinde ona ne gibi etkiler bırakır?

Olaya bir kutsiyet kazandırılıyor. Bu merasim salt bir kılıç kuşanma değil, o kılıcın bir anlam taşıması açısından önemli. Kuşanmış olduğu kılıca bir kutsiyet kazandırılmış oluyor. Böylelikle onu bir kutsal değer olarak atfediyor.

Günümüzde de şu anda üniversitelerde mesela doktorasını alan kişiler, yüksek lisansını alan kişiler için de tören yapılıyor. Doktora törenlerinde kişiye bir cübbe giydiriliyor. Bu olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Hocalar ayağa kalkıp alkışlıyor. Böylelikle o kişi aslında doktorayla ilgili bir anlam kazanıyor ve elde ettiği o doktora ruhunda yeni açılımlar oluşturuyor.

Sadece doktora törenlerinde değil, törenlerde, merasimlerde yapılan işin aslında ne kadar kutsal olduğu ya da o buluşmanın amacının ne kadar kutsal olduğunu oradaki kişilerin davranışları belirliyor. Mesela mahkemede karar okunacağı sırada herkesin ayağa kalkmış olması, o kararın kutsiyeti, değerliliği açısından önemli. Dolayısıyla bir şehzadenin kılıç kuşanma töreni, tören sırasında herkesin ayakta bulunması, sadece bir kılıcı “al sana kılıç” diye vermek değil, kılıç kuşanırken çok önem verilen kişilerin ayağa kalkması, bu merasimin kutsiyet ifade eden bağlantılarını kurma açısından önemlidir.

Bunlar yapılınca şehzadenin ruhu daha mı olgunlaşıyor yani?

Şöyle düşünün: Merasimde bulunan babası yani padişah çok önemli kendi gözünde. Hiç kimse için ayağa kalkmamış, hiç kimseye boyun eğmemiş bir baba var. Ayrıca merasimde sadrazamlar, vezirler, lalalar, kadılar gibi hem makam olarak hem de kişilik olarak değerli insanlar var. Ve bu merasimde tüm bu insanlar ayağa kalkıyor, şehzadeye sevgi ve saygı gösteriyor. Bu, şehzadeye şunları çağrıştırır: Kuşandığı bu kılıç, babasını ayağa kaldıracak derecede kutsiyete sahip.

Efendimiz (a.s.m.) “Yedi yaşına girince çocuklarınıza namazı emredin” buyuruyor. Bu emri, çocuklara ilk namazı emretmeyi nasıl yapmalıyız? “Hadi yavrum, yedi yaşına geldin, artık namaz kılmalısın!” mı demek yoksa bunu bir merasim içerisinde bir tören havası içerisinde mi yapmak çocuk üzerinde daha iyi bir etki bırakır?

Aslında bu siyah-beyaz çizgisi gibi birbirinden ayrı olan ve şimdiden sonra artık böyle olacak denilen bir şey değil. Yedi yaş öncesinin de hazırlıkları var, yedi yaşından sonraysa çocuğa artık namazlısın diye duyurma var. Yedi yaşından önceki bir çocuk eğer atmosfer olarak namazlı bir atmosferde yaşadıysa, babasının seccadesini serdiyse, kendisine ait bir seccadesi olduysa, evin içerisinde zaten “namaz bir yaşam tarzıysa” çocuk öylelikle yabancı bir şeyi değil, zaten yıllarca kendisine tanıdık olan bir şeyin bir gün babasıyla oturup göz göze geldiğinde ona duyurulması lazım. Belki de kendisinin çok da beklediği, abilerinin ya da kendisinden öncekilerin namaz kıldığı gibi, babasının imam olup da kendisine namaz kıldırdığı gibi, “Şimdi senin henüz vaktin değil. Sen şimdi yanımızda dur ama senin vaktin gelecek” diye beklettiği bir yaş dönemi olması lazım. Yedi yaş geldiğinde de “Oğlum artık sen bundan sonra namazlısın ve namaz kılman bu andan itibaren başladı” diye mutlaka bir konuşma veya söylediğiniz gibi bir merasim veya tören atmosferi oluşturarak çocuğa duyurulmasında fayda var.

Burada merasimden daha ziyade altyapı çok daha ehemmiyetli oluyor anladığım kadarıyla.

Bu altyapının en önemli unsuru namazın o aile tarafından değerli olduğunun çocuğa hissettirilmesi, çocuğun da namaz kılmayı beklediği bir şey olması lazım. Mesela gençler şimdi neyi bekliyorlar? 18 yaşına gelip ehliyet alacağım diye bekliyorlar. Çünkü ehliyet alma onun için bir anlam taşıyor. Aynı onun gibi ailelerin de namazı çok kıymetli, çok aziz tutması lazım ki çocuk ona eriştiği zaman kendisinde bir değer ifade etsin.

Namazlanmış bir çocuğa da saygısız davranılmaması lazım. Eğer çocuk namazlanmasıyla birlikte ne kadar saygın bir konuma eriştiğini fark ederse, o namaz ile bütünleşilmiş bir namaz olur, ruhla bütünleşilmiş bir namaz olur.

Peki altyapı oluşturulmasında başka nelere dikkat edilmesi gerekiyor?

Çocuğun namaza değer veren kişiyle kurduğu bağ çok önemli. Mesela evin içerisinde babayla çok saygın bir ilişki kurmamış bir çocuk, babanın namaz kılıyor olmuş olması, çocuğun namaz kılacağı anlamına gelmiyor çok defa. Hatta namazdan soğuması anlamına geliyor. Çocuklar için dinî eğitimin ana unsuru, dinî eğitim verecek kişinin sevilmesiyle oluşan bir şeydir. Çocuk, dini anlatan kişiyi severek o dinin mensubu haline gelir. Hiç kimse –peygamberler dışında- Allah’ı tanıyarak Müslüman olmadı. İnsanlar peygamberleri sevdiği için anlattıkları şey değerli oldu. Dolayısıyla çocuğunu namaza alıştırmak, namazlı hale getirmek isteyen bir velinin namaz öncesinde yapacağı şey, kendisini sevdirmek olmalıdır.

Namazı sevdirin” ya da “İbadeti sevdirin” derken, “Kendinizi sevdirin” kısmı eksik kalıyor. Mesela bugün camilerde, kürsülerde hoca dini, ibadeti anlatıyor. Ama o hocayı kişi sevmediği sürece o hocanın anlattığı şeylere de değer vermezler. Dini eleştiren kişilere bir bakın, dini eleştirmekten ziyade dini yaşayan kişiyi eleştiriyorlar.

Altyapı konusundan sonra tekrar merasime dönmek istiyorum. Çocuğa yedi yaşına geldiğinde ilk namazını bir merasimle kıldırmak gerekirse böyle bir tören düzenlemek gerekirse burada nelere dikkat edilmesi gerekiyor?

Pedagojinin en temel prensibi şudur: İki şey arasında birbiriyle bağlantı kurulmaması lazım. Yani eğer çocuk merasimle namaz arasında bağlantı kurar, tören beklentisine dönüştürürse yanlış olur. Ve eğer o atmosferde namaz kılmanın anlamından daha büyük bir tören ortamı oluşturulmuşsa o zaman namaz anlamını yitirir, tören anlam kazanır. Çocuk bir daha da öyle bir tören olmayacağı için bu sefer boşluğa düşmüş olacak. Burada çok abartmadan, çok büyütmeden ve belki de kendisine tebliğ edilme sırasında yapılacak olan bir tören olması lazım. Yoksa doğum günü pastası, lambalar söndürülmüş, mumlar yakılmış bir vaziyette değil.

Böyle bir merasimde örneğin dede bir tarafa oturmuş, amca bir tarafa, dayı bir tarafa oturmuş, herkes hazirun şeklinde bir tarafa oturmuş… Yiyecek içecekten ziyade orada değerli bulunan kişiler bir kenarda oturmuş bir halde çocuğa tebliğ edilmelidir. Ve o tebliğ sırasında müzik çalarak, oyun oynayarak, pastanın mumlarını yakarak değil Kur’an okunarak, namazın önemi vurgulanarak, çocuğun anlayabileceği şekilde “Bugünden itibaren sen Allah indinde namaz kılan bir delikanlı olarak defterine kayıt oluyorsun. Ve biz annen, baban, deden ve büyük annen olarak bu senin bir makam yücesine çıkmış olmana şahitlik yapıyoruz. Seni böylesi bir makamda gördüğümüzden dolayı aile olarak iftihar ediyoruz. Biz senin için dua ediyoruz. Kendimiz için dua ediyoruz. Bu anda elde etmiş olduğun bu makamı bir ömür boyunca elinden kaybetmeyesin” şeklinde bir konuşma yapılmalı.

Bu merasim esnasında çocuğa hediye vermek gerekir mi? Eğer verilecekse nasıl hediyeler verilmeli?

O anın üzerine başka bir şey koymamak lazım. Yani oradaki değer, çocuğun namazlı olmasının değeri, eğer hediyelerle namazı bütünleştirecek olursak çocuğun heyecanını hediyeler alır ve namaz heyecanını çabuk söndürmüş oluruz. Orada en büyük şey çocuğa onun tebliğ olunması lazım. Onun haricinde bir şey sunulsa kıymetten düşer. Eğer yapılacaksa o anı hatırlatan üzerine bir şey takılabilir. Mesela ailede bir geleneğe çevrilecekse, örneğin öpüp başa konulan bir Kur’an-ı Kerim verilebilir çocuğa. “Bu benim babamdan kalan Kur’an-ı Kerim. Bundan sonra sende de olsun” denilebilir mesela. Bir kolye takılabilir çocuğa ve “Bu kolye üzerinde bulunduğu sürece inşaallah sen namazında daim ol. Eğer kolyen kaybolur veya düşerse bir kolye üzerinde taşı” denilebilir mesela.

Verilecek hediye bir cübbe olabilir. Eskiler bunu yapıyorlardı. Bir sarık olabilir. Ama tek bir şey olması lazım. O anı hatırlatan bir tek şey… Manevî değeri olan bir şey hediye edilmeli.

Burada önemli olan bir şey var. O tebliğ, anlatım sırasında kişilerin pürdikkat ve ciddiyet içerisinde olması, o olayın veya kendisine verilen vazifenin ne kadar önemli olduğunu çocuğa hissettirmesi açısından önemli. Anne kalkıp gidip geliyor, yemek hazırlıyor, çayları koyuyor, o sırada “Başka bir şey isteyen var mı?” gibi dikkat dağıtıcı bir şeyler oluyorsa, o ana ait manevî atmosfer bozuluyorsa o zaman beklediğiniz bir netice oluşmaz.

Burada çocuk 40 yaşına gelmiş de olsa, geçmişe baktığında annesinin oturduğu yerde ciddi bir şekilde duruyor ve kıpır kıpır dudaklarıyla dua ettiği anı hatırlaması lazım. Babasının kendi karşısına gelip de, çocuğuyla karşı karşıya gelip tebliğ yaparken akıttığı gözyaşını hatırlaması lazım. Ve o tebliğ yapılırken alnından öptüğünü hatırlaması lazım. Ve kendi çocuğuna da aynı şekilde yapacağı bir miras olarak hatırlaması lazım…

Sizin söylediğiniz çerçevelerde düzenlenecek olan bu merasimin bir videoya kaydedilmesi veya bir fotoğrafının çekilmesi, internette paylaşılması ve ileride izletilmesi müspet bir etki mi, menfi bir etki mi bırakır çocuk üzerinde?

Çok iyi olur. Yani günümüzde böylesi modeller eksik. Eğer aile isterse böylesi modelleri bir takım sosyal paylaşım sitelerinde yayınlayabilir. Kendilerinin yaptığı bu örnek davranışı başkalarının yapması da örnek olmuş olabilir. Tabii bu ailenin kendi bileceği, kendi mahremiyeti içerisinde bulunan bir şey. Ama olması çok iyi olur.

Çocuğun ileride dönüp kendisinin de izlemesi açısından çok iyi olur böylesi bir şey. Ama merasim esnasında yapılacak video ve fotoğraf çekimi merasimin asıl anlamını bozmamalı, oluşturulan manevî atmosfere zarar vermemeli.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Aileyi fark etmek, huzurun ön şartıdır!

Günümüzde huzurlu bir hayat için gerekli şartların başında “çok çalışmak, çok kazanmak, çok harcamak” gibi kriterler sunulur. Huzuru yakalamak için de çok çalışılır, hatta bu uğurda aileler, eşler, çocuklar ihmal edilir. Bahane de hazırdır: “İşimde başarılı olup çok kazanayım ki size daha fazla vakit ayırabileyim…

Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş ise bunun tam tersini söylüyor. Güneş, dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerektiğine vurgu yaparak “Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır” diyor.

Güneş, kendisiyle yaptığımız söyleşide huzurlu bir hayat için öne sürülen gerekli kriterleri yeniden gözden geçirmemiz gereken bilgiler verdi.

Günümüzde modern hayat adı verilen yaşam tarzı, yani sürekli bir yerlere yetişme, sürekli bir yerlere koşturma, sürekli bir şeyler yetiştirme, şehrin kargaşası içinde kaybolma aile hayatımızı ve çocuklarla olan irtibatımızı nasıl etkiliyor?

Modern hayat hızlı akıyor. Bir taraftan belli kazanımları oluşturma çabası, bir taraftan kariyer oluşturma çabası, bir taraftan hayatın belli yerlerine tutunabilme ve orada kalabilme çabası var. Ayrıca modern hayatın bizim kültürümüzün dışında tanımladığı başarı kriterleri var. Bunlar hem bizim kültürümüzün dışında hem de insan ruhunun huzuru ve mutluluğunun dışında olan şeyler. Kim ne kadar iyi bir makam sahibi ise başarılı olarak adlandırılıyor, kim ne kadar çok sosyal itibarı yüksek olan mesleğe sahipse başarılı olarak algılanıyor, kimin ne kadar parası çoksa o kadar kaliteli olarak algılanıyor.

Modern hayatın başarı kriterleri insan ruhunu huzursuzluğa götüren ve belki de başardım zannettiği zaman içerisindeki huzursuzluğu artıran kriterler. Halbuki biz insanı psikolojik olarak ele alacak olursak insan kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir yaşam içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir meslek içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir evlilik içerisindeyse, kendisinin doyabileceği noktada durabilen bir ekonomik büyüyüş içerisindeyse, belli bir noktadan sonra burada yeter diyebilecek bir kariyer yükselişinin içerisindeyse, sosyal alandaki kazanımlarını belli bir noktada durdurabilecek bir güce sahip ve bununla birlikte kendi içine derinleşecek bir başarıyı elde etmişse onun adına psikolojik olarak bu kişi başarmıştır diyebiliriz. Ama sanayi toplumunun ve dijital çağın getirdiği hız insanı huzurlu etmekten daha çok, bir hedef belirleyip o hedefe ulaştırıp daha sonra bir sonraki hedefi gösterip sürekli bir tatminsizlik içine sürüklüyor.

Sanayi toplumu, aslında bir bakıma insana kazanımlar elde ettiren ama bir bakıma mutsuz eden serüvenin adı olmuş oluyor.

Peki bütün bu koşturmaca içerisinde kişi ailesini, eşini ve çocuklarını fark edebiliyor mu yoksa tamamen unutuyor mu?

Sanayi toplumuna bakıldığında aile şu anda çok da öyle hedefe konmuş bir yer değil. Batı’da çok defa bireysellik ön planda tutuluyor. Sanayi toplumu reprezentatif insan öngürüyor. Bir insan konferans salonunda yüzlerce kişinin karşısında ellerini açıp konuşabiliyorsa, bir şirketi yönetebiliyorsa, televizyonlara çıkabiliyorsa yani dış dünyaya hitap edebiliyorsa kişiyi başarılı olarak tanımlıyor. Oysa sizin söylediğiniz aile, çocuk vs. şeyler içe dönük başarının birer karşılığı. Aile kurabilmek dışa dönük bir şey değildir. Kendi içerisinde yeterliliği hissedebilen, kendi içerisinde huzuru bulan, kendi içerisinde sadakati olan, kendi içerisinde duyularıyla, hisleriyle var olan bir kişi aile kurabilir. Modern dünya ise daha çok dışa dönük insanı tercih ediyor. Dış dünyada birçok kişi var ki çok başarılı ancak içe dönük yaşama baktığınız zaman huzursuzluklar, gerginlikler, öfke bozuklukları, duygu durum bozuklukları, narsist bozukluklar, eşiyle anlaşamama, çocuklarıyla anlaşamama ve hayatın birçok noktalarında huzursuzluklar içerisindedir.

Dış dünyaya karşı konuşabilen, televizyona çıkabilen, konferanslar verebilen insanın iç dünyasında yani aile yaşamında da başarılı olması gerekmez mi?

Kişi dış dünyada var olduğu zaman onun duygu dünyasından istekleri olan kişiler yok. Dış dünyada kendisinden sevgi isteyen, kalıcı sevgi isteyen bir kişi yok karşısında. Dış dünyada daha çok yüzeysel bir iletişim içerisinde olunduğu için çok da problem değil dış dünyayla iletişim içerisinde olmak… Ancak çocukla iletişime geçmek, eş ile iletişime geçmek daha derin, daha uzun süreli karşılığı olan şeyler. Bir televizyon konuşması içerisinde kişi o sırada konuştuğu kadar konuşur, ancak mesela çocuklarla iletişimde güven ister, sakinlik ister, babalık ister, dokunmak ister, göz göze gelip kahvaltı yapmak ister çocuk… Tüm bunlar televizyondaki konuşmada veya salonlarda konuşmada ya da bir siyasi partinin lideri olmak gibi şeyler değil.

Dış dünyada başarılı bir insanın iç dünyasında da başarılı olabilmesi için daha doğrusu dış dünyayı fark ettiği gibi ailesini de fark edebilmesi için, her iki tarafı da başarıyla götürebilmesi için neler yapması gerekir?

Aslında dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerekiyor. Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır.

Kişi her hâlükârda dışarıda başarılı oldu ama içeriyi çok defa ihmal ettiyse o zaman klasik tanımıyla kişinin kendi eliyle zaman planlaması yaparak kaliteli iletişim halinde olması lazım. Eğer böyle bir şeyi başarabilirse dışarıda başarılı olmayı yakalayan kişi, içeriden de destek alırsa başarısı iki kat, üç kat artar. Yapılan çalışmalar da onu gösteriyor. Bunu bilen şirketler çalışanlarının aile yaşamını, aile içi iletişimini desteklemek üzere seminerler ve kurslar düzenliyorlar. Kişinin aile içindeki iletişimini düzenli hale getirdikten sonra şirketin performansı da artıyor.

Formül aslında tersten işliyor yani. Önce aileni fark et ki iş hayatında da başarılı olabilesin. Fakat günümüzdeyse tam tersi gibi düşünülüyor, “Ben ne kadar çok çalışırsam, ne kadar kendimi işime adarsam o kadar çok başarılı olurum” deniliyor.

Günümüzde bir yanılgı sonucu kişi dışarıda başarıyı elde etmek istiyor, bunun için de aileyi ihmal ediyor. Şu anda zaten ailelerin yaşadığı temel problem bu… Yani “Birazcık daha kazanayım sizle ilgileneyim, daha yukarıya çıkayım sizle ilgileneyim, milletin meselesini halledeyim sizle ilgileneyim…” Oysa kişi çocuklarını, eşini, evini ihmal ettiği için aile problem haline gelmiş. Kişilerin önce kendi ailesini kurgulaması lazım. Gençlere büyük büyük hedefler göstermeden önce bunun anlatılması gerekir. Kişinin bir numaralı hedefi ailesini kurgulaması, aile sistemini nasıl yükselteceğini düşünmesi, eşiyle muhabbetini nasıl arttıracağını, çocuğuyla birlikte nasıl bir birliktelik içerisinde olması gerektiğini düşünmek olmalıdır. Gençlere bunlar anlatılmalı, bu bilinç kazandırılmalıdır. Bir delikanlı eşiyle birlikte dirilmeye başlayınca gözleri çakmak çakmak olur. O kişi hangi işi yapıyorsa zaten başarılı olur.

Aileyi fark etmek, hissetmek diğer başarıların da tetikleyicisi bir anlamda…

İçte kendi derinliğini elde etmeden dışarıya doğru yönelmiş olan kişilere baktığımızda ham olduklarını, çiğ olduklarını, söylediklerinin aksine davrandıklarını, güven oluşturamadıklarını görüyoruz. Dışarıda bir şekilde başarıyı elde etmiş ama kendi içsel derinliği olmayan böyle kişiler aslında topluma da zarar veriyor. Çünkü elde etmiş oldukları başarı başkalarına da örnek oluyor. “Falancanın ailesi yok, falanca zaten iki kere üç kere ayrılmış dördüncüsüyle birlikteymiş, falanca zaten eşini dövüyormuş” gibi şeyler gençlerin “Demek ki aile olmadan da olabiliyor, sevgi olmadan da olabiliyor, sadakat olmadan da olabiliyor” diye düşünmelerine yol açıyor.

Amerikan ve Avrupa filmlerinin bazılarında şöyle sahneler vardır: Patron, çalışanını daha iyi tanıma adına onun evine akşam yemeğine giderek çalışanın aile hayatını tanımak ister. Aslında bu film sahnesi Batı yaşantısında bir gerçektir. Aile hayatında başarı o kültürlerde özellikle yüksek düzeyde yöneticilerde aranan bir şeydir. “Aile hayatı zayıf olan kişinin işteki verimliliği de sadakati de o kadar zayıf olacak” diye kişiyi ailesiyle birlikte tanımak ister patron.

Aileyi fark etmenin en temel unsuru nedir peki?

Bir beyefendi, bir hanımefendi ailesini kurgulamak istiyor ve yaşamı gerçekten yaşamak istiyorsa eşiyle birlikte çocuklarıyla birlikte yaşamak istiyorsa yapacağı en önemli şey ailedeki hayatı yavaşlatmak olacaktır.

Mesela peşi sıra planlanmış 3-4 tane günlük etkinlik yerine sadece bir tane etkinlik yapmak… “Sabah 8’de kalktık, çocuk okula gitti, saat 12’de geldi, saat 13’te şunu yapacağız, saat 14’te şuraya gidelim, saat 15’te arkadaş gelecek, saat 17’de şu olacak, saat 19’da şu yapılacak…” Kişi bu kadar enerjiyi taşıyamaz. Dolayısıyla yapabildiği kadarına razı olmak gerekir. Özellikle akşam saat 6’dan sonrasını, 7’den sonrasını aile dışında başka şeylere planlamamak gerekli. Eşi eve geldiği zaman bir kadın hâlâ telefonla konuşuyorsa, eşi varken internetin arkasındaysa bu kişi yaşamı yavaşlatamaz. Çünkü zaten zihnen bir sonrakine ya da aklının kaldığı yere odaklı olduğundan dolayı yavaşlayamaz.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Süt Bankası Yerine Güven Bankası

sut cocukSüt bankası, son günlerde bolca tartışılan ve çoğu kişiyi kaygılandıran bir konu.

Konunun dinimizce sakıncaları zaten ilahiyatçılarca ortaya konuldu. Emzirme konusunda hassasiyet taşıyan bir anne olarak devletin başlatmak istediği bu uygulamaya benim de itirazım var. Amaç nedir bu uygulamada desek, alacağımız cevap: “Anne sütü alamayan bebeklere, bilim adamlarınca formülü taklit edilemeyen mucizevi gıdayı sunmak… Daha sağlıklı nesiller için…

Bu konu benim bir hayli garibime gitti açıkçası. Sonuçları sakıncalı olmasa bile uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Annelerin çoğu kendi çocuğunu emzirmekten acizken, sanki kendisi lütfediyormuş gibi yavrusunun ağzına çarparcasına göğsünü tıkarken, “Vah zavallı yavrucuklar, karınları aç kalmasın, sağlıklı büyüsünler.” deyip, tanımadığı çocuklara yavrusuna çok gördüğü sütten mi ayıracak? Bu bence bir hayal! Bir anne kendi bebeklerine gösteremediği şefkati, tanımadığı ve yüzünü bile görmediği bir bebeğe nasıl gösterecek? Banka için süt toplanması nasıl sağlanabilir? İş yerinde, evinde işlerle boğuşan anne bu fedakârlığı yapabilir mi? Buna enerji ve zaman ayırabilir mi ya da ayırmak ister mi? Günümüz annelerinin pek çoğu, uzmanlar “bebeğinizin sağlığı için 2 yıl emzirin.” diye bağırırken bile buna sabredemezken, süt bankası için süt verir mi? Kendi yavrusunun zarar görmemesi için bile zevklerinden vazgeçemeyip, emzirirken sigara içen kimi anneler mi başka çocukların sağlığını düşünecek? İstisnalar olacaksa da pek çoğu için cevabın “hayır” olacağını düşünüyorum.

Denirse ki bebeğini kaybeden anneler sütünü bağışlasın, Allah herkesin yavrusunu korusun, zaten üzüntüden sütün kesildiğini hepimiz biliriz. Kaldı ki emilmeyen bir göğüsten süt yavaş yavaş çekilir ve süt kanalları bir süre sonra boşalır. Sütü çeken bir kuvvet olmazsa vücut süt üretemez.

Yeni doğmuş bir yavrunun karnını doyurmaya ihtiyacı vardır, evet, ama asıl ihtiyacı olan güven duyabileceği sıcak bir kucaktır. Karnını her türlü doyurursunuz bebeğin, içeriği anne sütüyle kıyaslanamasa da devam sütleriyle de beslersiniz. Ama ya ihtiyacı olan güven duygusu? Annesini kaybetmiş bir bebeğin ihtiyacı olan sıcaklığı bir sütanne telafi etmeye çalışabilir, ama biberon denilen plastik parçasıyla içilen sütün içeriği ne olursa olsun bu ihtiyacı karşılayamaz. Ancak bir sütanne sorumluluğunu taşıyan bir kadın, emzirdiği çocukla gönül bağı kurabilir. Bu gönül bağı kurulmadan, kan bağışı yapmak kadar kolay olmaz süt bağışı, hiç kolay bir şey değil.

Pedagog Adem Güneş, “Çocuk anneden sadece süt emmez, daha da önemlisi güven emer.” diyor. O halde bebeklerin midelerini dolduracak sütten daha önemli şeyler yok mu konuşulması gereken?

“Çocuğum yesin de sağlıklı olsun.” diye ağzına kaşık tıkılan, “Yok, sen daha doymadın.” ısrarlarıyla iradesi kırılan, “Yemezsen üzülürüm.” diye duyguları sömürülen, “Bitirmezsen Allah seni taş eder.” diye korkutularak mideleri dolan ama ruhları boşalan çocukların ebeveynlerine karşı kaybettikleri güvenleri, yeniden kazanmaları için GÜVEN BANKALARI kurulmalı bence. “Çocuğumuz sağlıklı olsun.” derken ruh sağlığını tahrip eden anne babalara bir “Dur!” denmeli. Bütün çocukların fıtraten açlığa dayanamaz bir yapıya sahip olduğu ve birşekilde karınlarını doyurabilecekken, güven duygusu yoksunluğunun telafisinin olmadığı herkese anlatılmalı.

Nice anne sütü almış çocuklar ruhları mengeneye sıkıştırılmış gibi buhranlarla boğuşuyor büyüdüklerinde. Bu süt bankası yerine güven bankası yapılsın, yapılsın ki çocukların yaşama enerjilerini kıran anaokulu öğretmenleri, kişiliklerini hiçe sayan ilkokul öğretmenleri nasıl düzelir; cezalar sayesinde yaşamaktan soğutulan çocukların ruhları nasıl temizlenir, sorularına cevap bulunsun.

Sokakta, okulda, evde nereye gittiği ve ne yaptığı belli olmayan, kendi anne babasının, öğretmenlerinin dâhil hiç kimsenin umurunda olmadığı çocuk ruhlarının tahribatına çözüm bulsun önce devlet. Günümüz çocuklarının dillerine dolanan müstehcen şarkılardan, izlenen müstehcen ötesi görüntülerden kurtarsın tertemiz beyinleri, her şeyden önce.

“Yeni doğan her bebek, ne pahasına olursa olsun anne sütü içsin.” deyip projeler üretenler, önce o yavruların büyüdükleri aile ortamı, eğitim gördükleri okul ortamı ve saygı görmedikleri sosyal ortamları nasıl çocuk ruh sağlığı için daha uygun hale getirebiliriz diye düşünmeliler.

İnternette manidar bir cümle ile karşılaştım: “Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar.” Ben de bu anlamlı cümleye şunu eklemek istiyorum:

Tuhaf şey! Daha sağlıklı büyüsün diye anne sütü veriyorlar, sonra da güven duygusunu tahrip edip, ruhsal gelişimini hiçe sayıyorlar.

Gonca Anıl / Cocukaile.net