Etiket arşivi: Adem Güneş

İyi de hocam nasıl seveceğim?

Çocuk televizyon tvBirçok ebeveyn, çocuk terbiyesinin davranış öğretmek olduğunu sanıyor. Bu nedenle birçok evden “düzgün dur, düzgün otur, dişlerini fırçala, erken yat, erkek kalk” bağırtıları duyuluyor…

Hâlbuki çocuk terbiyesi demek çocuğa “davranış öğretmek” değil, onlara “irade” kazandırmaktır. Ve kazandığı bu iradeyle de “doğru ve yanlış” seçimler yapabilmesi için ona kültürünü, değerlerini, din ve ahlak kurallarını öğretmek için rehberlik yapmak demektir.

Bakın isterseniz, bugün anne babaların çocuklarından şikâyet ettikleri birçok olumsuz özelliklerin, onların “irade yoksunluğu”ndan kaynaklandığını göreceksiniz.

-“Bu çocuk neden akşamları oturup bir saat boyunca ders yapamıyor?”

Çünkü kendisini bir saat boyunca bir masada tutabilecek güçte iradesi yok.

-“Peki bu çocuk neden sabahları vaktinde kalkamıyor?”

Çünkü kendisini yataktan kaldırabilecek iradesi yok.

-“Ya bu çocuk neden bir türlü namaz kılamıyor?”

Çünkü kendisine gücü yetmiyor, iradesi yok da ondan.

Aslında anne babalar, çocuklarına baskı ve zorlamayla davranış öğretmeye çalışırken onların iradelerini kırdıkları gibi, kendileri ile arasındaki büyülü bir bağ olan “aidiyet” duygusuna da zarar veriyor.

Çocuk, kendisini zorla yataktan kaldıran, söylene söylene servise bindiren, odasını toplamadığı için aşağılayan, ödevler yüzünden her gün vaaz veren ebeveynine karşı bir süre sonra sağır oluyor, ne söylerse söylesin ebeveyn çocuğa tesir edemediğini görüyor.

Hâlbuki çocuk ancak kendisini güven ve emniyet içinde hissettiğinde ebeveyn yanında duygu dünyasını geliştirir ve aidiyet hisseder.

Çocuk, kendisini sözle inciten, tehditle aşağılayan ebeveyni ile aidiyet duygusu kuramaz. Böylesi çocuklar ya dışarıda kendilerine bir güvenli liman arar ya da kendi duygu dünyalarını sevgiye ihtiyaç duymayacak kadar “bastırırlar.”

Bu bir çocukluk dramıdır. Çocukluk döneminde duygularını bastırmayı öğrenmiş bir çocuk, yetişkinlik döneminde eşine ve çocuklarına karşı kendini bırakmışlık içinde sevgi veremez.

Bir gün aile içi sorunlarına çözüm arayan genç bir çift ile görüştüm. Kadın, eşinin kendisine karşı ilgisiz olduğundan şikâyetçi: “Eşim, akşam işten gelir gelmez televizyon kumandasına yapışıyor ve uykusu gelene kadar televizyondan gözünü ayırmıyor.”

Sonra beyefendi ile konuştum. “Bakın eşiniz nasıl da sizin ilgi ve sevginize muhtaç.” dedim… Aldığım cevap çok ilginçti: “İyi de hocam, ben eşimi nasıl seveceğimi bilmiyorum ki seveyim…”

Bugün, aile içi sorunların temelinde, “sevebilme yeteneği” elde edememiş ve birbirine karşı neredeyse sevgi dilencisine dönmüş eşlerin itirafları yatıyor.

Bu genç beyefendiye çocukluk döneminin nasıl geçtiğini sordum. Aldığım cevap duymaya çok alışkın olduğum cevaptı: “Annem hep iş güç telaşında bir kadındı. Kendisini ya mutfakta veya evin içinde bir yerlere koşturmaca içinde görürdüm. Babam ise her zaman yorgun ve uyuyan bir adamdı. Onlar beni çok sevdiklerini söylerler ama ben o sevgiyi içimde hiç duyamadım. En zor durumlarımda anne babam beni hiç anlamadı. Çocuk diye geçiştirdiler. Geceleri tek başıma yatmaktan korkar, anneme seslenirdim. Annemin cevabı hep aynı olurdu: ‘Gelmeyeyim yanına! Fena yaparım, yat çabuk!

Evet, yanına gelinmeyen çocukların fena yetiştiği bir ülkede yaşıyoruz.

Eğer çocuklarınızın vefasız, hayırsız olmasını, anormal davranışlarda bulunmasını istemiyorsanız, onları sevin. Hem de çok sevin. Koşulsuz sevin…

Adem Güneş / Aksiyon

Kaygının ilacı, emniyet ve güven duygusudur

Kaygı, bir tetikçidir… Kimin ruhunda var olursa, o ruhun kimyasını bozar. Anormal davranışlara yol açar. Mesela, aslında hiçbir çocuk “yalancı” değildir. Yalan söylemek insanın özünde yoktur, çünkü insan “iyidir.” Ancak, çocuğu azıcık kaygılandırırsanız, çocuk “kendini korumak için” yalana başvurabilir. Sınavdan zayıf alan bir çocuk, anne babasının üzüleceği “kaygısı” ile, sınav notunun yüksek olduğu yalanını söyleyebilir. Burada, çocuğun bizzat kendisine ve onun yalan davranışına odaklanmak yerine, onun yalan söylemesine neden olan “kaygı” ortadan kaldırılırsa, yalan söyleme eğilimi de ortadan kalkacaktır…

Veya aslında hiçbir çocuk “saldırgan” değildir. Ancak çocuğu kaygılandırırsanız, çocuk “kendini korumak için” saldırgan bir davranış sergileyebilir. Mesela, yeni bir kardeşi dünyaya gelen çocuk, annesinin kardeşi ile daha çok ilgilendiğini ve kendisinin artık daha az sevildiğini zannederse “kaygılanır”. Böylesi bir kaygı hâli, bu çocuğun küçük kardeşine yönelik “şiddet”, “kıskançlık” ve “zarara uğratma” eğilimini artırır. Burada, çocuğun saldırgan davranışından daha önemli olan şey, çocuğun anne sevgisini kaybediyor olduğu kaygısıdır. Böylesi bir çocuğun tekrar “normalleşebilmesi” ancak onun duyduğu kaygıdan arınması ile mümkündür…

Kaygı, bugüne ait düşüncelerle oluşmaz, geleceğe ait belirsizliktir kaygıya sebep olan şey… Sınavından zayıf alan bir çocuğun kaygısı, zayıf aldığı dakikalara ait değildir, sonrası ile ilgilidir. “Biraz sonra anne babama ne diyeceğim?” düşüncesi kaygıyı oluşturur…

Kaygının iki ilacı vardır. Birincisi “anı yaşamak” prensibidir. “Sonuca” odaklanmak değil, “süreci” yaşamak üzere kişi yetenek geliştirirse, kaygının ilk panzehirini almış olur. Ancak bu yeterli değildir. Kişinin kaygıdan arınması için kendini “emniyette” hissetmesi gerekir.

Ne antidepresanlar, ne de sakinleştiriciler… Kaygının en etkin ilacı “emniyet” ve “güven” duyusudur.

Yazılıdan zayıf alan bir çocuk, ebeveynine karşı kendini hâlâ emniyette hissederse, kendisinin zarara uğramayacağının “emniyetini” ruhunda duyuyorsa, böylesi bir çocuğun yalan söylemesi ihtimal dahilinde değildir… Veya annesinin sevgisini kaybetmeyeceğinden emin olan çocuk, kardeşini kıskanmayacak, ona karşı saldırgan davranışlar sergilemeyecektir…

Çocuk davranışlarının normalleşmesi için, pedagojinin uyguladığı en temel prensip “çocuğun kendini emniyet ve güven içinde hissetmesi” prensibidir…

Koşulsuz bir sevgi içinde çocuğa, “sen beni sevmesen de ben seni seviyorum” güveni verildiği sürece çocuk kaygılarından arınır, davranışları normalleşir…

Günümüz ebeveynleri, çocuklarında gördükleri anormal davranışlarla mücadele etmek için çoğu defa, zaten kaygılarından dolayı anormal davranmaya başlamış olan çocuğun üzerine baskı ve zorlamalarla giderek yeni yeni kaygı alanları oluşturuyorlar… Böylesi bir durum ise çocukta yeni yeni anormal davranışlara yol açıyor…

Önümüzdeki hafta çocuklar karneleriyle evlere gelecekler… Karneleri ellerine geçtiğinde, kim bilir kalpleri ne kadar da pır pır atacak; “Acaba annem babam ne diyecek?” diye akşamı bekleyecekler…

Eğer çocuğunuzun başka başka anormal davranışlar edinmesini istemiyorsanız, elinize aldığınız karneye şöyle bir göz ucu ile bakın, düşük notlarını görseniz bile, onu incitmeyin, üzmeyin. “Bu ne biçim karne!” diyerek kaygılandırmayın. Ona “Bunlar hep gelip geçici şeyler oğlum/kızım” diyerek karneyi bir kenara koyun, çocuğunuza coşku ile sarılın… Korkmayın, “Çocuğum bunu suiistimal edebilir” kaygısından siz de kurtulun.

Unutmayın, siz de kaygılarınızdan arınabildiğiniz kadar normal bir ebeveyn olacaksınız.

Hem unutmayın, çocuğunuzun elinde tuttuğu karne, sadece çocuğunuza ait değil. Eğer çocuğunuzun zihinsel bir sorunu yoksa karnedeki notlar aynı zamanda o dersi anlatan öğretmenin notudur… Öğretmenin, öğretmeyi ne kadar başarabildiğinin notudur… Bunun da ötesinde, çocuğunuzun elinde tuttuğu karne, aynı zamanda bir ebeveyn olarak sizin de karnenizdir… Bütün bir yarı yıl boyunca, çocuğunuzla ne kadar ilgilenip ilgilenemediğinizi çocuğunuzun karnesine bakarak görebilirsiniz…

Adem Güneş / Aksiyon

Çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretme ve hafızlık eğitimi

Değerli Anne Babalar,

Konuya adım adım açıklık getirmeye çalışırsak eğer,

1- Çocuklarda, 2 yaş dönemi dile karşı oldukça hassas oldukları bir dönemdir. Çocuk bu dönemde, her bir yeni kelime ile çok ilgilenir ve hemen o kelimeyi kullanmak isterler…

Çocuklar bu dönemde bitmek bilmeyen bir hevesle ve keyifle kelimelerdeki melodileri çıkarma gayretindedirler. Bu dönem ikinci dil öğrenimi için çok uygundur. Zira çocuklar eşyanın ismini ilk duyduğu kelime ile hafızasına yazar ve kalıcı belleği oluşturur. Bu dönemde çocuğa eşyanın isimleri ve fiiller iki dilde öğretilirse çocuk zorlanmadan iki dilini birden geliştirir. (Ancak bu iki dil aynı yetişkin tarafından verilmemesi gerekir)

2- 2 yaş dönemi çocukların eşya ve olayların isimlerini öğrenmeye en yatkın dönemleri olsa da, Kur’an-ı Kerim’i bu dönemde ezberletmeye çalışmak yanlış olur. Zira çocuk bu dönemde sadece eşya ve olayların isimlerini öğrenmektedir, henüz ezber yapma becerisi gelişmemiştir.

3- Çocuklar 3,5 – 4 yaşlarına geldiklerinde kelime dağarcığı oldukça yükselmiştir ve artık kelimeleri kullanmaktan keyif almaya başlar. Bu dönemde çocuklar uzun kelimeleri ve cümleleri “taklit” yolu ile öğrenme surecine girerler. Şiir ezberlemekten, şarkı sözü ezberlemekten büyük keyif alırlar. İşte bu dönemde çocuklara Kur’an-ı Kerim’i keyifle ezberlemesine “zemin” hazırlanabilir. Bu zemin, çocuğun keyifle bir şarkı sözü ezberlemesi gibi, doğal yaşam içinde duyduğunu ezberlemesi şeklinde olmalıdır. Yoksa bir ders suretinde ezberlemeye çocuk benliği tepkisel davranır… .

3- Çocuk 3,5 yaş döneminde keyifle yürüteceği bir ezber yeteneği vardır ama henüz bu dönemde harflerden, kelimeler ve cümleler yapma duyarlılığı ve merakı yoktur. Dolayısı ile bu yaş dönemi de çocuklar Kur’an ezberliyor olsa da, harfleri öğretmek doğru olmaz.

4- Çocuklar 6 yaşına geldiklerinde ise, yazı okumaya, yazı ile cümleler kurmaya duyarlılığı başlar. İşte çocuk eğer 3,5-4 yaşında Kur’an dinleme ve ezber yapma süreci yaşamışsa, 6 yaşından sonra da ezberlediği Kur’an’ı harflerle de okuyup hafızlığını sürdürebilir.

Süreç böyle olursa çocukların duyarlılık dönemine denk gelen bir eğitim süreci yaşatılmış olur.

Selamlar,

Adem Güneş

Anadolu Pedagojisi

Madem ki bu topraklar üzerinde Yunuslar, Mevlana’lar, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, Muhammed Raşit Erol’lar, Bediüzzamanlar, Esat Coşan’lar, Fatih’ler, Yavuzlar, Alparslanlar yetişmiş ve onları yetiştiren anneler ve babalar bu topraklarda yaşamış…

O halde bu gün yapılacak şey, gözümüzü farklı kültürden kanımıza karışan ve bizimle doku uyuşmazlığı sağlamayan çocuk terbiyesi usullerini değil, Anadolu insanının pedagojik usullerini su üzerine çıkartmaktır. Bu topraklar üzerinde yüzlerce yıldır uygulanan “kişilikli insan” yetiştirme tecrübelerinin bu gün de kullanılmasıdır.

Günümüz uzmanlarına düşen en en önemli görev, Anadolu pedagojisinin felsefesini su üzerine çıkartmaktır. Eğer böyle olunmaz ise, yabancı kelimeler girdabında boğulur, evham olan bir isana “obsesif” deme komikliğini sergiler, Bediüzzaman çocukluk yıllarında minarelerin tepesinde yürüyor diye “Hiper Aktif” çocuk tesbiti koyar, Hacı Bayram Veli halk içine çıkmıyor “çilehanesinde” gözyaşı döküyor diye “asosyal kişilik bozukluğu” etiketi yapıştırır…

Pedagoji, kültürel öğeleri dikkate almadan çocuk terbiyesinde fikir yürütemez. Çocuklarda davranışları incelerken yaşanılan toplumun özellikleri, kültürel yapısı, hatta çocuğun içinde bulunduğu aile yapısı hesap edilmeden çocuk hakkında bir kanaate varılamaz. Eğer siz Doğu Anadolu’da yaşayan halkı tanımamış, onların yaşamlarını görmemiş, duymamış bilmemişseniz, koca bir çağa ışık tutacak olan Bediüzzaman’ı hiperaktif davranış bozukluğu var diye ilaçla söndürmeye kalkarsınız… Yada sessiz ve derinden oturuşu ile etrafa üfül üfül sekine yayan Mevlana hazretlerinin “Sosyal Fobi”si var dersiniz…

Maalesef günümüzde, çok yaygın bir kanaat ile zeki çocuklar hiperaktif diye uyuşturucu ilaçla tedavi edilmeye kalkılıyor, toplum içinde yüzü kızaran bir kız çocuğunun durumu “haya” duygusu hesaba katılmadan sosyalleşmesi için telkinlerde bulunuluyor… Hasbilik duygusu gelişmiş, başkalarının derdi ile dertlenen kişilere “bağımlılık” teşhisi konulup, kazanılmış böylesi özellikler, terapi ile yok edilmeye çalışılıyor…

Halbuki konuştuğunuz kişi eğer Anadolu insanı ise, bir uzman olarak kullandığınız kelimeler Anadolu insanının anlayacağı kelimeler olmalı… Teknik terimleri yarım yamalak İngilizce aksanı ile söyleyerek komik duruma düşmemeli. Ve eğer, karşınızda duran kişi bir Anadolu insanı ise, kullandığınız yol ve yöntem Anadolu Pedagojisi olmalıdır.

Anadolu Pedagojisi Nedir?

Anadolu Pedagojisi, çocuğu fıtrat üzerine yetiştirmek ister. Çocuğun fıtratını bozacak her türlü davranış ve tazyikten uzak durur. Çocuk anne babası ile birlikte iken olduğu gibidir, istendiği gibi değil. Yanlış yapmaktan korkmaz, anne baba da yanlışları deşelemekten hoşlanmaz. Yanlışlar doğruya doğru giden bir işaret taşıdır diye kabul edildiği için ne kadar yanlış yapılırsa o kadar kalıcı bir öğrenme olur diye hesap edilir.

Anadolu Pedagojisinde her bir çocuk ayrı bir çocuktur. Çocuklara eşit davranılmaz, adaletli davranılır. Çocukların farklılıkları göz önüne alınarak, ona göre muamelede bulunulur. Bir çocuk çok duygusal, diğeri çok sosyal ise, bu iki çocuk aynı şekilde sevilmez, aynı şekilde elbise alınmaz, aynı okullarda aynı gelecek beklentisi olmaz…

Anadolu Pedagojisinde, ceza ile korkutmak, mükafat ile suni tetikleme yapılmaz. Peygamber Efendimizin çocuklara hiç ceza vermeden yetiştirdiği düşünülerek, çocuğa ceza vermenin onu izzetsiz kılacağı, onu yüzsüzleştireceği düşünülerek cezadan uzak durulur. Adına atasözü dense de menşei belli olmayan şiddet içerikli tüm tavsiyeler Anadolu pedagojisine ters düşer. Anadolu pedagojisi “Kızını dövmeyen dizini döver” diye değil “Kızını döven dizini de döver” diye olaylara bakar… Anadolu pedagojisinde çocuk istemediği bir davranışı mükafat karşılığında yapmaya teşvik edilmez. Böylesi bir halin çocukta suni duygular gelişeceğini, çocuğun sahte benliğe bürüneceği düşünülerek mükafat hissini çocuktan bir beklentiye dönüştürmemeye çalışır.

Anadolu pedagojisinde Anne babalar potansiyel bir çocuk bağımlısı olduğu düşünülerek, anne babaların çocuklarından bağımlılık riskini “bağlılık” çizgisine getirmesi tavsiye edilir. Anne babaların büyük yanılgısı olan, “nasıl olsa çocuğum beni sevmek zorunda, ben onun anne babasıyım” yanılgısından kurtarmak ve anne babaya kendilerini çocuklarına sevdirmeleri gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunur.

Anadolu pedagojisinde, anne babalığın çocuğun duygularını tanımadan yapılamayacağı bilindiği için anne babalara “hissedebilme” kabiliyetini elinden alan her türlü farklı alanlara yoğunlaşmayı engellemeye çalışır. Anadolu pedagojisi çocuk merkezcidir. Aile çocuğun dünyasına göre şekillenir.

Anadolu pedagojisinde anne babaların asli görevlerinden biri çocuklarının “biyolojik ritmi”nin bozulmamasını sağlamaktır. Günümüz insanının en büyük sorunlarından biri olan “hızlı yaşamak” ve “hissetmeden yaşamak” alışkanlığı Anadolu pedagojisinde daha başlangıçtan itibaren anne babalar tarafından “yavaş yaşayarak” “hissederek yaşayarak” engel olunmaktadır.

Anadolu pedagojisinde, çocuğa sunulan sevgiler koşulsuzdur. Çocuk kendisinin koşulsuz olarak sevildiğini bilir ve hiçbir sevgi gösterisi karşısında minnet duygusu yaşamaz. Eğer çocuk da kendisini seveni sevecek ise, o kişinin kendisini sevdirebildiği ölçüde geri dönüşüm sevgisi gerçekleşecektir. Böylece çocuğa kendisini sevdirmek için çalışan yetişkin, kendilerinde yanlış olan davranışları otomatik olarak düzelttiği için “çocuktan terbiye olma” Anadolu pedagojisinin özünü oluşturur.

Adem Güneş

İnsanlığı zirvelere taşımış terbiye yöntemi

Osmanlı Devletinin bir kum torbasının boşaldığı gibi bütün değerlerinin santim santim tarumar olduğu günlerde, yerlere saçılan altın tozlarından biri de göz kamaştırıcı bir tarihi geçmişi bulunan “pedagoji” bilimi idi.

Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte yüzyıllardır büyük bir özenle oluşturulan, en hasas ellerde damıtılarak berraklaştırılan “muhteşem insan” yetiştirme sanatı da göz göre göre yok olup gidiyordu, bir daha geri dönmemek üzere…

Ve bir zamanların Alparslanları, Fatih’leri, Yavuz’ları, Yunus’ları yetiştiren Taptuk Emre’ler bir hikâye kahramanı gibi çizgi hikâyeciklere dönüşmekte geç kalmamıştı.

Hâlbuki Anadolu toprakları göz kamaştırıcı güzellikte insanlar yetiştiren bir merkezdi… bu merkez daireye kim girerse girsin, hangi dinden olursa olsun, hangi etnik köken olduğu da fark etmez, insan olmanın zirvesinde kimliğe bürünüyordu…

Anadolu toprakları üzerindeki pedagojik yaklaşım öyle bir iksir sunuyordu ki üzerinde yaşayan kişilere, en kaba saba insan bile o iksiri içtiğinde, İstanbul Beyefendisi, İstanbul Hanımefendisi kimliği ile anılmaya başlıyordu…

Binlerce metrekarelik bu coğrafyada, hiçbir çocuk annesini dövmüyor, hiçbir öğrenci hocasını öldürmüyor, hiçbir abla erkek kardeşini öldürdükten sonra sandığa saklamıyor ve hiçbir erkek en yakınındaki kızı testere ile kesmiyordu…

Anadolu toprakları üzerinde doğal bir yaşam vardı… Anne babalar çocukları ile öylesine doğal iletişim içinde yaşıyorlardı ki, ne kimse anne baba olduğu için kendinde “azamet” ve güç var diye düşünüyor, ne de çocuklar böylesi saygın bir ortamda anormal davranışlar sergiliyorlardı… Anne babalar, çocuklarına evlerindeki aziz bir misafir gibi davranıyor, çok defa çocuklarının başında dua ederken, “Acaba, tarihin o büyük ismi bizim evde mi misafir” diyerek çocuklarına saygıda kusur etmiyorlardı…

Çocuk yetiştirmek Anadolu’da bu günkü gibi tek annelerin üzerine atılmamıştı. Çocuğun yetişmesinden herkes sorumlu idi, ama bu sorumluluk çocukların yanlış yaptıklarında kulakları yukarı doğru çekilerek ve zavallılaştırılarak değil, çocuklara hedefler vererek onları geleceğe hazırlamaklar şeklinde oluyordu. Çocuk bazen bir komşunun yanında, bazen bir yolcunun yanında, bazen bir mürebbinin yanında hayal dünyasının büyüklüğüne göre dolup dolup taşıyordu…

Herkes herkesin çocuğunun yetişmesinde rol oynuyordu. Ondandır ki, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’ye bir cihan devleti kurması konusunda fikir hocalığı yapan kişi ne annesidir, ne de babasıdır… Osman Gazi’yi gece yatamaz hale getiren kişi Şeyh Edebalı’dır… Çünkü çocuk terbiyesi öyle tek başına annelerin sorumluluğuna bırakılmayacak kadar ciddi bir sorumluluktur… ne geleceğin o dev ismini tek başına yetiştirecek güç ve kudrettedir ne de çocuk bir kişiden dolabilecek kadar basit bir varlıklardır…

Sadece Osmanlı değil. Osmanlı’dan önceki dönemlere de bakıldığında bu milletin ortak karakterinin “İnsan yetiştirmek” olduğunu görmekteyiz… İşte insan yetiştirmekte uzmanlaşmış olan bir milletin elindeki bütün usul ve yöntemleri terk ederek, çocuk yetiştirme konusunda her şeye yeniden başlaması, oldukça acınacak bir haldir.

Psikoloji Reform, Pedagoji Form için vardır

Psikoloji’nin kelime anlamı, “ruh bilimi” dir. İnsan ruhuna mercek tutar ve onun ruh dünyasında neler yaşıyor, yaşadığı olaylar davranışlarına nasıl aksediyor onun üzerinde araştırmalar yapar. İnsanda bozulmuş olan ruh dünyasını yeniden inşa etmeye çalışır.

Pedagoji ise çocuk bilimi demektir. Ve henüz bozulmamış, tertemiz bir vaziyette anne babanın elinde bulunan çocukların dünyasını yakından inceleyerek anne babaya, eğiticiye çocukların ruhunu bozmadan nasıl yetiştirilmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunur.

Bu açıdan bakıldığında, psikoloji yıkılmış ruhların, duyguların yeniden düzene sokulması ile uğraşırken, pedagoji ise insanın daha çocukluk yıllarında ruhunu bozulmaması için tedbirler alır. Yani psikoloji yeniden inşa olan “reform” ile uğraşırken, pedagoji sıfırdan inşa etmek olan “form” ile uğraşır.

Bir şeyin bozulmuş halini yeniden eski haline getirmek, o şeyi sıfırdan yapmaktan zordur. Yıkılmak üzere olan bir binayı tamir ve tadilatla ayakta tutmak oldukça zordur ama o binayı ta başlangıçta yıkılmayacak vaziyette planlamak ve inşa etmek daha kolaydır.

İşte bu sebepledir ki, Anadolu topraklarında “pedagoji” oldukça yayın olduğu halde, psikoloji bilimi çok kabul görmemiştir. Özellikle Osmanlı “mürebbi” (pedagog) ve “mürebbiye” (bayan pedagog) ler ile her aileye çocuklarını yetiştirmede destek olduğu halde, her aileye bir psikolog gereklidir diye düşünmemiştir.

Anadolu pedagojisinde insanın bozulmuş olan ruh dünyasının tamiri için daha çok tasavvuf ehli gönül dostları rol oynamışlardır. Zira Anadolu Pedagojisinde bir kişiye tavsiyede bulunacak olan kişinin tavsiye ettiği konuyu kendisinin dört dörtlük yaşıyor olması şartı vardır. Hal böyle olunca, bir psikolog otomatik olarak gönül dostu hüviyetini kazanmış olması gerekir.

Batı çocuğu buldu, doğu çocuğu yok etti

Göz kamaştırıcı bir hassasiyet ile çocuk yetiştiren Anadolu insanını gören Batılı bilim adamları, çocuğa bakış açısını değiştirdi. Bir zamanlar içinde günah ve şeytan ile dünyaya geldiği konusunda şüphe duyulmayan ve onun için daha doğduğu günden itibaren vaftiz edilerek günahlarından arındırılan çocuk, bir süre sonra Avrupa Çocuk Hakları Sözleşmesi ile insan olmanın hak ettiği değere yükseliyordu. Bu yükseliş öyle bir yükselişti ki, ondokuzuncu yüzyılda hiçbir bilim dalı pedagoji gibi hızlı bir yükseliş yaşamamıştı. Pedagoji daha 19 uncu yüzyılın başında Psikoloji bilimi içinde yer alırken, bu tarihten sonra ayrı bir bilim dalı haline gelmiş, bu da yetmez gibi hızlı bir şekilde alt branşlar oluşmaya başlamıştı.

Örneğin, çocukların medyadan etkileşiminin nasıl olduğunu incelemek üzere “medya pedagojisi”, farklı kültürden çocukların birbiri ile etkileşimini gözlemlemek üzere “transkültürel pedagoji”, davranış bozukluğu olan çocukların davranışlarla ilgilenmek üzere “ortopedagoji”, çocukların nasıl öğreneceğini mercek altına almak üzere “eğitim pedagojisi” gibi onlarca alt branşlar oluşmuş ve oluşan bu branşlar her biri kendi sahasında yeni bir bilim dalı olabilecek kadar büyümüştür sadece bir yüz yıl kadar geçen sürede.

Avrupa, Anadolu insanının bin yıldır uyguladığı usulleri keşfetmenin ve bunlara birer bilimsel nitelik kazandırmanın keyfini yaşarken, yıkılan Osmanlı’nın altında kalan Anadolu insanı da, sanki bir okus pokus ile Avrupa’nın Ortaçağ döneminde çocuk terbiyesindeki bilinçsizliğine adım adım düşmeye başladı.

Bir zamanlar, evlerinde aziz birer misafir olarak kabul ettikleri, onlara cihan devleti kurmaları için ufuk verdikleri çocuklar, maalesef artık evlerde tekme ve tokatlarla dövülür, yakalarından tutulup duvarlara atılır, henüz aklı ermez denilerek küçük düşürülür hale getirildi.

Böylesi bir yok oluş süreci sadece halk arasında değil, aynı zamanda bilim dünyasında da yerini aldı. Avrupa’nın binbir özen ile bulup geliştirdiği “pedadgoji” bilimi bir süre sonra Türkiye üniversitelerinden kaldırıldı. Bin yıllık bir birikimin kökleri böylece ortadan tamamen kaldırılmış oldu.

Halbuki bir zamanlar Anadolu topraklarında hedef olarak konulan insanlık noktasında mükemmel olma hedefi bu gün Avrupa tarafından ele alınmakta, bu konuda bilimsel çalışmalar yapılmakta, ancak bin yıllık bir süreçle ve ince ince tecrübeler ile oluşmuş olan Anadolu Pedagojisi henüz Avrupa’da meyvelerini vermedi.

Adem Güneş