Sürgün-Hapis yılları içinde yazılan Risale-i Nurlar
9 Kasım 1922 Perşembe günü TBMM’de Bediüzzaman için kapsamlı bir karşılama merasimi yapılır ve verilen bir önerge üzerine de kürsüde gaziler için kısa bir tebrik konuşması yapar ve ardından da dua eder. Bediüzzaman Ankara’da bulunduğu altı aylık süre içinde, hayatının gayesi olarak gördüğü ”ŞARK ÜNİVERSİTESİ PROJESİ” için bir çok girişimde bulunur ve önemli görüşmeler yapar. 163 milletvekilinin imzası ile teklif onaylanır ve 2 Şubat 1923’te Meclis Başkanlığına sunulur. 17 Şubat’ta komisyona gönderilen ve o yılın bütçesinden yüz elli bin liranın tahsis edilmesini öngören bu kanun tasarısı, Eğitim ve Şeriat komisyonuna gönderilir ama bir netice çıkmaz. Ankara’da M. Kemal’ le geçen olaylı görüşmeden sonra ayrılıp Van’a gitmeye karar verir.Van’a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17 Nisan 1923’tür. Bu biletin en önemli özelliği özelliği, “ESKİ SAİD’İ YENİ SAİD’E GÖTÜREN BİR BİLET” olmasıdır…
Bediüzzaman, Van’da bir süre kalır, bir müddet sonra da insanlardan uzakta olmak için birkaç talebesini yanına alıp Erek dağına çıkar ve oradaki bir mağarada hayatını devam ettirmeye başlar. Hz. Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce Hira Mağarası’nda bir süre insanlardan uzak kalması, ondan sonra gelen ümmetinin içindeki maneviyat dünyasının ileri gelenleri tarafından da uygulama alanı bulmuştur. Yaşadıkları ortamdan rahatsızlık duyanlar, insanlardan uzakta Rabbiyle baş başa kalacakları mekânları tercih etmişlerdir.
14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan bilim ve tasavvuf alimi Hacı Bayram-ı Veli ise Ankara’da adıyla anılan caminin altında birÇilehane yaptırır. Çilehane, manevi olgunluğu elde etmek üzere 40 gün süreyle insanlardan ayrılıp kalınan küçük bir odadır. Orada yalnızca Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek, onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmekten başka bir şeyle meşgul olunmazdı.
Bediüzzaman Erek dağında tam bir inziva hayatı geçirirken Şeyh Sait İsyanı patlak verir. İsyandan önce kendisine başvuranlara nasihat eder, ’’ bu milletin çocuklarına silah çekilmez’’ diyerek isyana katılmayıp hatta yatıştırıcı rol de oynar. Buna rağmen, isyandan sonra doğu’daki nüfuzlu aileleri batı Anadolu’ya sürgüne gönderen hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek dağından alarak sürgüne gönderir. Ve Bediüzzaman Said Nursi’’nin 40 gün değil, bir ömür sürecek çilesi bundan sonra başlar.1926-1954 yılları arası onun hayatındaki çileli yıllardır. Bu çileli ömürle beraber ileriki yıllarda bütün dünyaya dağılacak ve çeşitli dillere çevrilecek olan Risale-i Nurlar’ın yazılması da bu çileli ömrün meyveleri olacaktır.
1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan Ramazan ayında (15 Mart-12 Nisan), kızaklara bindirilerek, Trabzon’a, oradan deniz yolu ile İstanbul’a götürülen Said Nursi burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi tutulur. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Şeyh Said isyanı ile hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varılmasına rağmen Ankara’dan gelen bir emir üzerine Bediüzzaman’ın Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulması emrediliyordu.
İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya‘ya ve nihayet oradan da kara yolu ile 1926 yılının Mayıs ayında Burdur’a getirilir. Ancak Said Nursi’nin buradaki sohbetlerinden endişe edilince, sekiz ay sonra bu kez onu Isparta’ya sürgün ederler. ‘’Nurun ilk kapısı’’ ilk sürgün yeri Burdur’da yazılmıştır
25 Ocak 1927‘de Isparta’ya getirilen S. Nursi, burada da sohbetlerine devam etti ve her geçen gün etrafında insanlar toplanmaya ve çoğalmaya başladı. Ancak bu durum uzun sürmedi,20 gün sonra da Barla’ ya gönderildi. Van-İstanbul-Burdur-Isparta-Barla hattındaİLK UZUN SÜRELİ SÜRGÜN HAYATI başladı.
Barla, Isparta’nın merkeze bağlı küçük bir beldesidir. Bediüzzaman Said Nursî,’nin insanlarla irtibatını kesmek için 1926′ da başlayan sürgün hayatının bundan sonraki yılları, 1934′e kadar kuş uçmaz kervan geçmez misali bir dağ köyü olan Barla’da göz hapsinde geçecektir. Fakat bu süre içinde de Risale-i Nurların da büyük bir kısmı kaleme alınır.
Burada ilk yazdığı eser “Haşir Risalesi“ oldu.‘’Sözler’’,’’ Mektubat’’ ın tümü ve ‘’Lem’alar‘’kitabının da Yirmi Altıncı Lem’a’ya kadarki bölümleri Barla’da yazılmıştır.
Hükümet, S.Nursinin Isparta valisine gönderdiği şikayet mektubunu bahane ederek 25 Temmuz 1934tarihinde onu Isparta merkezine getirtir. Böylece Barla-Isparta hattı ile sürgün hayatının 2. kısmı başlar. Isparta’da kaldığı dokuz aylık zaman diliminde ‘’İhtiyarlar Risalesi, İktisat Risalesi ve Hastalar Risalesi’’ adı ile bilinen üç tane uzun risale yazılır ve etrafa dağıtılır.
Ancak yüz yirmi talebesi ile birlikte Mayıs 1935‘te tutuklanıp ESKİŞEHİR HAPİSHANESİ‘ne konur. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi heyeti on bir ay sonra, son kez Bediüzzaman ve talebelerini muhakeme ederek, Bediüzzaman’a on bir ay hapis cezası ile Kastamonu’da mecburi ikamet cezası verir.
1936 Mart‘ında tahliye edilerek, Kastamonu‘ya gönderilir.Başta ‘’Ayetü’l- Kübra Risalesi“ olmak üzere ‘’Şualar’’ kitabının Üçüncü Şua‘dan Dokuzuncu Şua‘ya kadarki risaleleri burada yazıldı . Kastamonu’daki yine uzun yıllar sürecek olan 3.sürgünü de 1943 yılına kadar devam eder.
Kadir Gecesi’ne isabet eden 27 Eylül 1943 de, buradan alınıp önce Anakara‘ya, oradan da Isparta‘ya götürülür. Burada da bir ay nezarette tutulduktan sonra Denizli’ye götürülerek, civar illerden tutuklanarak getirilen talebelerinin olduğu Denizli Hapishanesinekonur. Kastamonu-Ankara-Isparta hattı Denizli hapishanesinde son bulur.‘’Eskişehir’de bana bir ayda çektirdiklerini burada bir günde çektiriyorlar’’ diye hapishane şartlarının kötülüğünü anlatır. Fakat her şeye rağmen hizmetine devam eder . On bir meseleden oluşan’’ Meyve Risalesi’nin dokuz meselesiileOn İkinci ve On Üçüncü Şualar ‘’burada yazılır.
Yargılama sonunda mahkeme heyeti, Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaalarını dinledikten sonra, 16 Haziran 1944’te oy birliği ile tüm mahkumların beraatına ve hemen salıverilmelerine hükmeder. Buna rağmen savcı, mahkumları beraat ettirmeyerek cezalandırılmaları için diretir ve davayı Ankara’daki temyiz mahkemesine gönderir. Temyiz mahkemesi, 30 Aralık 1944’te bu başvuruyu reddederek Denizli Mahkemesi’nin beraat kararını onaylar.
Talebeleri ile birlikte tahliye edilen S.Nursi ‘yi, Denizli‘de halk büyük ilgi ile karşılar. Şehir Palas oteline yerleşen S.Nursi, burada bir buçuk ay kaldıktan sonra Afyon ilinin Emirdağ ilçesine mecburi ikamet etmek üzere ayrılır. Fakat burada yaşadıkları için de Bediüzzaman, talebelerine gönderdiği mektuplarda kendisine yapılanların “Denizli hapsini arattığını” ifade ediyor.
23 Ocak 1948′de başta Bediüzzaman olmak üzere, civar illerde bulunan çok sayıda talebeleri de tutuklanarak Afyon Cezaevine konurlar. Böylece, daha önceki mahkemelerin beraat kararları hiçe sayılarak, aynı iddialarla tekrardan dava açılır. Eskişehir ve Denizli hapishanelerinin şartlarını mumla aratacak Afyon hapishanesi ve mahkemesi süreci başlar. Mahkeme, nihayet 6 Aralık 1948’de kararını verir. Bediüzzaman’a yirmi ay, bir çok talebesine de altı ve on sekiz ay aralığında değişen hapis cezasına hükmeder. Karar hemen temyiz edilir. Yargıtay altı ay sonra, 4 Haziran 1949 da Afyon Mahkemesinin ceza kararını bozar. Bu karar üzerine Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekirken, Afyon Mahkemesi ve özellikle gaddar savcısı, oyalama süreci başlatarak Bediüzzaman’ın yirmi ay hapiste kalması tamamlandıktan sonra serbest bırakır.
‘’Beşinci Şua’’ olan ‘’El Hücettüzzehra ‘’risalesini burada telif etmeye başlamıştır.
İnsanlık tarihi içinde hem yazarı hem de eserleri, Risale-i Nurlar kadar çile çeken, ömrü hapislerde ve sürgünlerde geçen yazdıklarından dolayı mahkemede yargılanan bir kişi gelmemiştir.
Yine Ankara’dan gelen emir üzerine Afyon‘da polis gözetiminde mecburi ikamete tabi tutulur. Yetmiş iki gün burada tutulan Bediüzzaman 2 Aralık 1949’da hapis öncesi ikamet ettiği Emirdağ‘a geçer. Demokrat Parti iktidarının ilk üç senesindedeEmirdağ‘da ikamet etmeye devam eder.
Üç ay kadar İstanbul’da kalan Bediüzzaman tekrar Emirdağ’ına gelse de 23 Ağustos 1953’te Isparta‘ya yerleşmek üzere oradan da ayrılır. Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirir. Merkez Isparta olmak üzere, sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gider. Eski mekânlarını ziyaret eder, dostlarıyla görüşür, talebelerine “dersler” yapar. İstanbul, Ankara ve Konyaya gidip çeşitli ziyaretlerde bulunur. Kitapları için açılan mahkemelere katılır.
Bediüzzaman23 Mart 1960 günü Urfa’daki İpek palas otelinin 27 numaralı odasında sabaha karşı vefat eder ve Balıklıgöl’deki mezarlığa geçici olarak defnedilir.
DİĞERESERLERİN YAZIM TARİHLERİ
1-1911 ve 1912 yıllarında
Kızıl İcaz, Muhakemât, Münazarât, Hutbe-i Şamiye, Deva-ül Yeis, Teşhis-i İllet, Divanı HarbiÖrfî ve Nutuklar.
2-Birinci Cihan Harbi esnasında da ‘’İşarât-ül İ’câz’ı-‘’ adlı eseri Arapça telif etmiştir.
3-1948-1949’da ‘’Elhüccet-üz Zehra’’ risalesinin telifi ile eserler tamamlanmıştır.
1946’ ya kadar telifat orijinal olarak elle, Osmanlıca yazılıp çeşitli şekil ve tarzlarda etrafa gönderilmiş ve elle çoğaltılarak yayılmıştır.
1946’ da üç teksir makinesi alınarak, risaleler kolayca çoğaltılıp halkın istifadesine sunulmuştur.
1950 yılına kadar teksir makineleriyle çoğaltılan risaleler; 1950’den sonra yeni harfle Türkçe olarak matbalarda basılmaya başlanmıştır. Yeni harflerle matbada ilk basılan eser, Üstadımızın’’KüçükTarihçe-ihayat‘ı’’dır.
1954’ den itibaren de külliyatın matbalarda Latin harfleriyle bastırılması ve dağıtımı en yoğun biçimde gelişmiştir.
Siirt battaniyelerinin mucidi Mehmet Ali Tuncel, Afyon Cezaevi’nde Bediüzzaman Hazretleri’ne bir battaniye hediye etti. Üstad kabul etmedi, ‘Git torununun üzerine ört!’dedi. O torun, Cevat Tuncel büyüdü, tam 50 yıldır o battaniyeyi saklıyor.
Farklı bir güne uyandı Siirt. Askerler köyü bastı, bütün ahaliyi topladı meydana. Rütbeli bir komutan yüksek bir yere çıkıp bağırdı: “Arama var. Arama…” Artan uğultular eridi kısa bir süre sonra. Köylüler sebebini sor(a)madan evlerinin kapılarını eli silahlı misafirlere açtı.
Öğle vakitlerinde askerler yorulmuştu, dinlenmek için bir yer aradılar. Komutanın emriyle askerler köylülerin şaşkın bakışları arasında ayakkabılarıyla camiye girdi, köyün ibadethanesine… İmam sesini çıkaramadı, dışarı çıkarılan cemaat, hayretler içinde olan biteni izledi. Askerlerin cami bahçesine bağladığı atların kişnemeleri soğuk bir tokat gibi çarptı köylülerin suratına.
Topluluğun ileri gelenlerinden ilim irfan sahibi halıcı Mehmet Ali Efendi, bu duruma daha fazla tahammül edemedi, alçak sesle komutana seslendi: “Evim karşısı, isterseniz boşaltayım, orada kalın. Bahçesine atları bağlayın. Lütfen ama lütfen camiyi boşaltın.” Komutan kızdı bu çıkışa, askerlere konuşanı tutuklamalarını emretti. Sessizlik derinleşti, bir kelepçe takıldı Ali Efendi’nin koluna, düştü mahpus damına.
Birkaç gün sonra Ali Efendi, Afyon’da cezaevinde açtı gözünü. Ailesinden habersiz aylarca yattı içeride. Kuran okudu, namaz kıldı, dua etti. Bir gün gardiyanlardan biriyle sohbet ederken iki koğuş ilerisinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yattığını öğrendi. İnanamadı. Bitlis’te günlerce yanında bulunduğu, bildiği herşeyi kendisinden öğrendiği çile insanı yan tarafta mıydı! Sevindi, şaşırdı, üzüldü… Bir çok duyguyu yaşadı aynı anda. Üstad, ‘Muhammet Ali’ diye hitap etmiş, iki defa Siirt’teki evinde ziyaret etmişti. Sonraları günler birbirini eskisinden daha hızlı kovaladı.
Ali Efendi bir gün, gardiyanın yardımıyla cezaevinden kaçtı. Afyon’dan çıkarken evlerinin önünde kendi dokuduğu halıların serildiği bir ev gördü. İçeri girdi, borç para istedi. Ev sahibi kırmadı onu, 2,5 lira verdi. Ali Efendi yakalanma korkusuyla köyüne döndü. Dünyalar askerden gelip oğlunu göremeyen babanın oldu. Hasretler dindikten sonra Ali Efendi, yanına bir battaniye alıp tekrar çıktı yola. Ailesi yakalanır diye engellemeye çalıştı ama nafile. O koymuş kafasına, gidecek Üstad’ın yanına.
Hapishanenin önüne gelince kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu. Besmele çekti, Bediüzzaman Hazretleri’nin öğrettiği bir duayı okuyup içeri girdi. Bir keramet gerçekleşti sanki… Kimse “Nereden geliyorsun, kimsin?” diye sormadı. Üstad’ın karşısında dili damağına yapıştı, “Buraya nasıl geldin?” sorusuna cevap bile veremedi. Görüşmenin sonunda elindeki battaniyeyi Üstad’a uzattı. Üstad “Hayır.” dedi: “Ben hediye almam. Al bunu sizin evde başını okşadığım turuncu kafalı çocuğun üzerine ört. Benden ona hediye olsun.” Ali Efendi, kahverengi, krem çizgili battaniyeyi evine dönünce torunu Cevat’ın üzerine örttü.
***
Sandıkta saklı
Üstad vefat etti, Cevat büyüdü zamanla. Akrabaları battaniyenin hikâyesini anlattı uzun uzadıya. İstanbul’a göç edince sandık içine kondu battaniye, uzun süre çıkarılmadı dışarıya. Cevat trafik kazası geçirdi bir gün. Kafatası iki yerinden kırıldı, 1.5 yıl kalkamadı ayağa. Hayata tutunmak için bir şeyler yapması gerekiyordu, düşündü taşındı tekvandoya başladı. Hocası B Takımı’na kaptan yaptı onu. Yüzünü kara çıkarmadı, İstanbul’da yapılan ilk şampiyonada takımı finale çıkardı. Federasyon kurulunca milli takıma alındı hemen. Bu sırada evlendi Cevat. Gözü gibi baktığı battaniyesi yer değiştirdi, eşinin sandığına girdi. Yıllar birbirini kovaladı, arada çıkarıp baktı, göz yaşı döktü. Hatta bir dönem evin duvarlarına astı, tüyleri döküldüğü için yeniden sandığın bir köşesine sakladı.
Ziyaretine gelenler oluyor
Cevat’ın altı çocuğu oldu. Hepsi de onun gibi karateyi seçti. Biri 90’lı yılların sonunda Avrupa şampiyonu, biri geçtiğimiz yıl dünya şampiyonu oldu. Eve onlarca madalya geldi, ama hiç biri battaniye kadar değerli olmadı Cevat için. Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kasımpaşa’da komşuluk yaptığı, Turgut Özal döneminde Saadet Partisi’nden milletvekili aday adayı olduğu yılları unutabilirdi belki ama ‘Üstadın başımı okşayışını unutmam, unutamam.’ dedi, eşe dosta. Avcılar’daki bir terör saldırısında oğlunu kaybeden Cevat Hoca aynı semtte bir spor kulübü çalıştırıyor şimdi. Battaniyeyi görmek isteyenler oluyor ama eşi beyaz nakışlı bir örtünün içinde saklıyor. Keçi kılından yapılan battaniye, naftalin kokuları içinde Üstadın izlerini ve bu hikayeyi fısıldıyor bakanlara, görenlere…