Etiket arşivi: ahiret

Tac ve Hil’ate Giden Yol

Biz unutsak da, bizi asla unutmayan iki hakikat var: Ahirete açılan yol ve yol üstündeki ölüm hakikati. Ne yoldan dönme ne de ölümle taçlanan dünya yolunda bu tacı giymemek söz konudur.

Bu yolda yürürken şu ikaza dikkat etmeliyiz: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”[1]

Her şeyimize dikkat etmeliyiz. Her şey içinde ve istikametinde hareket ederken ölüm tacını giymeye gafil yakalanmamalıyız. Çünkü gaflet ile ve fısk ile giyilen bu tac ve hil’at insana esefler, pişmanlıklar getirecektir.

Dünya hayatında tac ve hil’ata giden yol asla süt liman olmamıştır ve olamaz da. Maddi ve manevi sarsıntılar daima olmuştur. Çünkü nefs-i emaremiz her an devrededir ve teyakkuz halindedir. Biz gaflete dalarsak sarsıntıların yarıkları ve zelzelelerin yıkıntıları altında kalırız.

Haliyle, sarsıntıları durdurmanın ve mani olmanın imkânı yok. Adetullah şekli, nizamı, kaidesi böyle. Bazı tedbirler almak, dahası yaşanan ânî ve bilhassa kitlevî günah girdapları karşısında hazırlıklı olmak ve tedbir almak bizlerin elinde.

Evet, tedbir ve hazırlık noktasında, Rabbimiz tarafından insanın ihtiyar ve iradesine bir hisse, bir paye, bir mesuliyet verilmiştir. Hülasa, zararı azaltmak ve asgarî seviyeye indirgemek için azami derecede hassasiyet göstermemiz icap eder. Aksi halde, ceremesi de semeresi de büyük olacaktır.

Öte yandan, ölüme her an hazır olmak gibi, temel bir kulluk görevimiz var.

Asıl vazifesini ve mükellefiyetlerini unutan, yahut ihmal eden insan, dünyada manen huzursuzluklarla va ukbada da büyük hasarla karşı karşıya kalıyor.

Ölüm tacına hazırlıksız şekilde yakalanıp hil’atini gafletle giymek facirliktir.

Allah, bizlere iki cihanda da huzurlu, güvenli ve istikametli bir hayat nasib eylesin.

“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”[2]

“Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.”[3]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Lem’alar (136)
[2]Şualar (472)
[3] Mektubat (73)

Kaynak: RisaleHaber

Çoğu Az Olana Feda Etmemek Lazım

Çoğu Az Olana Feda Etmemek Lazım

  • “Risale-i Nur başta otuz üç adet Sözler’dir ve Sözler namıyla yâd edilir. Fakat Otuz Üçüncü Söz müstakil değil, belki otuz üç adet Mektubat’tan ibarettir ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil, belki otuz bir adet Lem’alardan mürekkeptir ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuz bir adet Şualardan mürekkep olacak.”[1]
  • “iman yalnız ilim ile değil.. imanda çok letaifin hisseleri var.”[2]
  • “Milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar.”[3]
  • “Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder.”[4]

Risale-i Nur Külliyatı, Furkan-ı Hakim’in yüzde 10 olan muamelat kısmına değil; yüzde 90 olan “Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile İbadet[5]meseleleri üzerinde durmaktadır esasen. “Vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir.”[6] Bu sebepler neticesinde ilmihal ve fıkıh gibi mesaille değil temel meselelerle ders vererek iman hakikatlerinin ruh, kalp ve akıl gibi bir insanın bütün varlığına sirayet etmesi ve muhkemleşmesini sağlamaktadır.

Tabikî Risale-i Nur gibi ulum-u a’liye sınıfından olan bir eseri alelade bir eser gibi bir çırpıda okuyup anlamak mevzubahis değildir ve olamazda.

Ciddi hakaikle meşguliyet de kalp, ruh ve hissiyatla müteveccih olmakla mümkünüdür. Biri eksik olursa netice de çokta istenen gibi olmamakta. Okurken, kesretten sıyrılmak ve mücerret hakikate teveccühün elzemiyeti aşikardır.

Okurken,

  • Bedeni sıhhat bir gerekliliktir. Bir uzvumuz arızalıyken akıl ve kalbimiz o uzvumuzla meşgul olacaktır.
  • Hissi olarak teveccühün şartıysa hakikatlere taaşşuk derecesinde alakadar olmaktır.
  • Aklen istifade edebilmekse, neticeleri ispatlanmış olan metotlarla okumalar ve istifade için çaba sarf etmekle mümkündür.

Burada Zübeyir Gündüzalp Ağabeye sözü havale etmek istiyorum:

“Nefsin desiselerini açıklayan eserleri sık sık kendinize hitap ederek okumak bu hastalığın yegâne deva ve dermanıdır. Başkalarını ıslah için evvelâ kendimizi ıslah etmek icap eder.”[7]

“En mühim iki şey:

  • Okumak;
  • Uhuvvet ve ihlâs, yani samimiyet dairesinde hizmet.
  • İstidatları inkişaf ettirmek için çok okumak.
  • Daima okumak.
  • Dem ve damarlarımıza karışacak derecede okumak.
  • Az da olsa devamlı okumak.
  • Okumak, yazmak, dinlemek, susmak. Satır satır, kelime kelime okumak.
  • “Hizmet, hizmet” derken şahsî dersini unutanın, hizmeti muvakkat olur.
  • Şimdi oku, kabirde okuyamazsın.
  • Hususî okumanı terk etme.
  • Büyük zatların sözünde bazen yetmiş mana bulunur.
  • Her şey, her mesele okumakla halledilir. Zira eserlerde hepsi var. Fakat insan görmüyor.”[8]
  • Oku, oku, her gün oku. Okudukça oku ki, ruhun nur-u İlâhî ile parlasın. Kalbin nur-u Kur’an’la temizlensin. Aklın nur-u İslâmla işlesin ve yükselsin.

“Herkesin mutlaka bir gaye-i hayatı, bir gaye-i hayali ve karakteristik davranışları vardır. Gayesini tahakkuk ettirebilmesi ve hayallerini istikametli şekilde gerçekleştirebilmesi, davranışlarını kontrol altında tutmasına ve hedeflerinden ayrılmamasına bağlıdır. Bir insan, dâhi olsa veya çok güçlü bir insan bile olsa, tek başına sınırlı işler yapabilir.”[9]

“Okumak, okumak, okumak, yine okumak…

Okumaktan yorulunca ne okuduğunu okumak veya kitâb-ı kebîr-i kâinatı okumak…”[10]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Şualar (730)
[2] Sözler (764)
[3] Şualar (362)
[4] Şualar (60)
[5] İşarat-ül İ’caz (12)
[6] Barla Lahikası (347)
[7] Bir Dava Adamından Notlar (23)
[8] Bir Dava Adamından Notlar (43)
[9] Bir Dava Adamından Notlar (3)
[10] Bir Dava Adamından Notlar (47)

Kaynak: RisaleHaber

Bir yaprak misali hayat

Kâinatta yaratılmış tüm mevcudatın bir lisan-ı hali [1] vardır ve bizlerle bu lisan-ı halleri ile mesajlar verirler. Mevcudatın lisan-ı halini anlamaya çalışmak dinimizin ibadet saydığı bir ibadettir aslında. Biz buna tefekkür ile mevcudata bakmak da diyebiliriz. Tefekkür âlemi bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Çünkü tefekkür ettikçe iman hakikatlerinin kapıları da aralanmaya başlıyor ve kişi iman meyvesinin hakiki lezzetini tüm benliğinde hissedebiliyor. Bu sebeple bir ağaç, bir yaprak, bir karınca v.s. eğer bunların lisan-ı hallerini idrak edebilirsek, her biri tefekkür âleminin ayrı hazineleri olduğunu göreceğiz. Mesela bir yaprak bize ne anlatmaya çalışır, bir yaprağa bakınca ne görürüz, onun hal dinli nasıl okuruz? Bu soruların cevapları üzerinde tefekkür edip düşününce ortaya hakikat manaları çıkıyor.

Bir yaprak, çoğu şiirlere ve yazılara konu olmuştur. “Bir yaprak misali gibidir ömrüm, dalımdan düşüp savruldum” gibi buna benzer cümleler ile belki fanilik anlatılmıştır. Fakat çoğu yerlerde de yok oluşa örnek olarak verilmiştir.

Belki de “bir yaprak misali ömür” hep yanlış anlaşıldı; dalından düşüp yok oluşa sürüklenmek diye hep ifade edildi. Fakat işin aslı öyle midir? Değildir elbet. Çünkü yokluğa gitmek yoktur. Bakalım bir yaprak kendi lisanı-ı haliyle bizlere neler anlatacak? O vakit şimdi bir yaprağın hal dili bize söylediklerine kulak verelim ve bir tefekkür yolculuğuna çıkalım;

“Bir baharın çiğ düşmüş sabahında gözlerim dünyaya açıldı. Küçücüktüm. İlk olarak beni sıcacık gülümsemesiyle güneş karşılardı ve içim huzurla dolardı. Her sabah güneşin gülümsemesini beklerdim. Onun sıcak kucaklamasıyla uyanır, her gün biraz daha büyür ve biraz daha göğe doğru başım uzanırdı. İlk zamanlar etrafa manasız bakar ve kendimi tanımaya çalışırdım. Neyim ben? Kimim ben? Neden varım? Her gün bu güneş ile beni kucaklayan ve bana sevgisini gösteren kimdir? Başımı göğe kaldıran ve gökyüzünün maviliğini bana gösteren kimdir? Tüm bu olaylara hayret ederdim. Büyüdükçe düşüncelerim ve aklıma takılan sorular daha da çoğaldı. Yanımdaki çoğu arkadaşlarımda benimle aynı düşüncedeydiler. Onlarda merak ediyor ve benim gibi sorular soruyorlardı. “Neden varız? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Sonumuz ne olacak?”

Günler, aylar böyle geçti. Artık sabahları güneşin sıcak gülümsemelerini göremiyordum. Bulutlar kaplamıştı tüm gökyüzünü. Bazen sert rüzgarlar esiyordu, adeta bizi dalımızdan koparıp uçuracak gibiydi. Gittikçe böyle günler çoğaldı, fırtınalar, yağmurlar… Uzun zaman sonra kimi arkadaşlarımız güçsüz, kuvvetsiz ve benzi sararmış hale geldiler. Telaş içindeydiler. Çünkü artık dalından düşme vakitleri yaklaşmıştı. Bende artık onlar gibi olmaya başlamıştım. Altımızda olan toprağa doğru boyunlarımız bükülmüştü. Aradan günler geçti, yine sert rüzgarlar esmeye başladı. Güçten ve kuvvetten düşen arkadaşlar istemeyerek dalından ayrıldılar ve toprağın bağrına düşmeye başladılar. Hayır, bu böyle olmaz, hayatımız bu kadar kısa ve anlamsız olamaz. Niye var olduk? Neden dalımızdan kopuyoruz? Amacımız neydi? Tüm bunların bir cevabı olmalı… Derken diğer ağaçta dalından kopmak üzere olan yaşlı ve bilgin bir yaprak seslendi; “Hey arkadaşım! Merak etme, tasalanma, sen yokluğa gitmiyorsun. Düşeceğin toprakta yok olmayacaksın; orada zamanla yeni yapraklara, yeni ağaçlara veya bitkilere, seni var eden sana yeni bir hayat verecek. Çünkü bu kâinatın sahibi çok şefkatli çok merhametlidir.” dedi.”

Ey bir yaprağın hal dili ile bizlere söylediklerini dinleyen dost! Yaprak, lisan-ı haliyle bizlere şunu ifade eder: “Bizim gibi en edna yani önemsiz sayılan bir yaprak bile çürüyüp yok olmazken, bunca mahlûkat nasıl yokluğa gidebilir? Hele insan gibi mükemmel yaratılmış bir varlık nasıl olurda yokluğa ve hiçliğe gidebilir.” Evet, yokluğa ve hiçliğe gitmeyen insanın bir amacı olmalı; çünkü kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle[2] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? [3] Der, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri.

Ey dost! Öldükten sonra çürüyüp yok olmayacaksın. En önemsiz sandığımız küçücük bir tohum bile toprak altında çürümeye terk edilmiyor; vakti geldiğinde toprağın karanlığından başı çıkarılıp yeni bir hayat veriliyor. Allah (cc) şu âlemde en önemsiz sandığımız bir tohumu bile toprak altında çürümeye, yokluğa, karanlığa ve hiçliğe bırakmazken, insanı nasıl bıraksın? Öldükten sonra ebedi bir hayat için diriltileceğiz. Dünyada sergilediğimiz amellerimize göre Allah’a (cc) hesap verip ebedi hayatımızdaki yerimize gönderileceğiz.

Tüm mevcudat hal dilleri ile bizlere hakikati anlatıyor, insana düşen vazife ise bu hakikate kulak vermeli ve hayatın gerçek manasını keşfetmeye çalışmasıdır.

İnsan ömrü, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri de hikâyede anlatılan bir yaprak misali gibi değil midir? Vakti geldiğinde hayat dalından kopup toprağın bağrına düşeceğiz. Dünyadaki bedenimiz çürüyecek. Fakat yeni bir âlemde tekrar diriltileceğiz. Rabbimiz Hac Suresinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır.” [4] “Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter.” [5] “Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” [6] Ayetleri kesin olarak tekrar yeni bir âlemde diriltileceğimizi açık ve net ifade etmektedir.

Bu dünya bir imtihan meydanıdır ve her şeyin bir yaratılış amacı vardır. O vakit insana düşen en önemli vazife ve en önemli iş, hayatın gerçek manasını anlamaya çalışması olmalıdır. Sınava girdiği halde sınavın idrakinde olmayan ve sınavın manasını çözemeyenler girdiği sınavdan hiçbir şey anlamadan başarısız olarak çıkar. Sınavın hakikatini ancak sınavı geçenleri görünce anlar; fakat o vakit çok geç kalınmış olunur. Çünkü sınavı geçenler hayatın güzel mertebelerine atanırken geçmeyenler ise pişmanlıkla kıvranır durur. Bu misal gibi insanda hayatın gerçek manasını anlamaya çalışmalıdır. Hayat nedir? Amacımız nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Gibi soruların gerçek manasını anlamaya çalışmalı ve hayatını hayatın gerçek manasına göre yaşamalıdır. Hayatımızda yapabileceğimiz en anlamlı iş, hayatın manasını anlamaya çalışmaktır. Aksi halde hayatımızın manası olmaz. Neden olmaz? Çünkü insan kendini tanımadan, Rabbini tanımadan yaşanılan bir hayatın ne anlamı olabilir ki…

Ey dost! Hayatın hakikatini her an idrak edebilmek için Rabbimizin “Oku” emri ile şu kâinata tefekkürle bakmalıyız. Hayatın hakikati ise Kur’an ve Sünnete göre yaşamaktır. Çünkü ihmal edildiği vakit, bu ahir zamanda kişiyi gaflet hayatına sürükleyip ahiretini aklına getirmeyecek sayısızca oyalanma vardır. Dünya ile oyalanıp da ahiretimizi unutanlardan olmamak duasıyla.

Mehmet Kazar

[1] Lisanı Hal: Risale-i Nur Külliyatında çokça geçer. Lisan-ı hâl, sözlüklerde “hâl dili” olarak geçer. Hâl kelimesi ise vaziyet, görünüş, tavır, suret, keyfiyet anlamlarına gelir. Yani “Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi”dir. Yine başka bir tarifte ise “Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiil” olarak geçmektedir.

[2] Nazar-ı Hikmet: Hikmet Bakışı, Varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış

[3] Risale-i Nur Külliyatından – On Dördüncü Sözden.

[4] Hac Suresi 5. Ayet

[5] Hac Suresi 6. Ayet

[6] Hac Suresi 7. Ayet

Ahiret Hakkında

Ahiret: “son, sonra olan”,“dünyadan sonraki ebedî âlem”, “dünyadan sonraki menzil” demektir. Hayat yolculuğumuzda, baba sulbü, ana rahmi, çocukluk menzillerinden geçerek bulûğa erdiğimizde, önümüze iki ayrı yol açıldı: inanmak veya inanmamak. Bu akışın bir devamı olarak, ölüm, kabir, mahşer ve mizan safhalarından sonra kendimizi iki sonsuzun kavşağında bulacağız. Ebedî cennet ve cehennem…

Zaman nehrinin sürükleyip götürdüğü bu âciz insan, dünyadan sonra bir başka âleme gitmeyeceğini nasıl iddia edebilir!? Âhirete inanmadıklarını söyleyenler, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremeyenlerdir. Onların inanmadıkları aslında ba’s yâni diriliş hâdisesidir. Yoksa, ahirete inanmamak zamanın akışına karşı durmak ve yarına inanmamak gibi bir saçmalık olur. Her insan, sekerat denilen can çekişme ameliyesi ile dünyadan sıyrılır, elbisesini soyunur. Öldüğü anda kendisini bir yeni âlemde bulur.

Mevt (ölüm), nevmin (uykunun) kardeşidir buyruluyor. İsimleri de benziyor birbirine. Her gece, ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alâmetlerini her gün seyrediyor demektir.

“bu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makûl ve lâzım ve kat’i ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir” (Sözler )

O hayatın huzmeleri bize daima el ediyorlar. Ama önemli olan, oraya varmadan orasını kabullenmek; ilk ağartılarda güneşi seyredebilmek. Güneş doğduktan sonra, artık onu kabullenmenin bir değeri mi kalır?

O güneşin bir nuru da kendi ruh dünyamızda!.. Ebed arzusu.
Söz sultanı büyük üstad bu arzunun âhiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu şu harika vecizeyle ifade buyurur: “eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

Evet, bizi yaratan zât, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı?

Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi? İşte, âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama” arzusu.

Bazı insanlar: “Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma” (kasas sûresi,77) Âyet-i kerimesindeki ilâhî emrin ilk şıkkını tamamen ihmal ederek bütün enerjilerini dünya hayatı için harcarlar.

Dünya; “denî”, “aşağı” mânâsına geliyor. Bütün ömrü boyunca aşağı olanı isteyen, aşağılığa alışan, aşağı işler peşinde koşan insan, artık âhiret yurdunu gözetemez olur. Yüksek idealler, ulvî sıfatlar, güzel ahlâklar ruhundan gitgide silinir. Bir de bunun zıddı var. İnsan imanda terakki ettikçe, rabbine kavuşmağa daha fazla iştiyak gösterir. Âhirete bol sermaye gönderdikçe, oraya kavuşmayı daha çok istemeye başlar. İstikbalini düşünen ve ileride kavuşacağı mevkileri dikkate alan çalışkan bir öğrencinin artık okulun bahçesine, sınıfına, kantinine, sırasına rağbet etmemesi gibi, onun kalbinde de dünya sevgisi gitgide azalır.

Bozulmamış hiçbir akıl, hayatın bu dünyada başlayıp yine bu dünyada biteceğine ihtimal veremez. Bedenindeki milyarlarca hücrenin, etrafındaki milyonlarca çeşit canlının ve nihayet semayı şenlendiren o sonsuz yıldızların sadece şu kısacık dünya hayatının başını beklediklerine hiçbir akıl “evet” diyemez.

“onlar kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri ve yeri ve onların arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattı. İnsanların birçoğu rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr edicidirler” (rum, 8)

Mi’ractan sonra, şanlı peygamberimiz (a.s.m.), âhiret âlemini ashabına şöyle anlatmıştı: “ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.”Cennet bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü bu tarif cenneti görenin tarifidir.

Üstad Bediüzzaman’ın: “bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, membalarını göster” duasını şöyle anlayamaz mıyız? Dünya ancak sûretler ve gölgeler âlemi. İnsanın fotoğrafı kendisinden ne kadar geri ise, cennetteki hâli de bu dünyadakinden o kadar ileri. Ağacı söz dinleyen cennetin, insanı lâf anlamayan bu dünyadan ne kadar ileri olduğu az çok hissediliyor.

Kaldı ki, akıl da “bunun böyle olması lâzım” diyor. İnsan birkaç kilometre yürüdü mü birkaç saat dinlenme ihtiyacı duyuyor ve söyleniyor kendi kendine: Nasip olur da cennete gidersem, bu ayaklarla gitmemeliyim. Bana o sonsuz âlemde, yorulmayan ayak gerek.

Bir sohbet ne kadar tatlı olursa olsun, birkaç saat sürdü mü zihin yorulmaya, dikkat dağılmaya başlıyor. Demek ki, bu dimağla da cennete gidilmez. Bize dinledikçe hazzı artan, yorulmak nedir bilmeyen, usanmayı tanımayan bir dimağ lâzım…

Otobüs, taksi, uçak, bunlar bizi zamanla yarıştıran, arzumuza tez elden kavuşmamıza yardım eden vasıtalar. Bu dünya âhirete nispeten gölge makamında kalacağına göre, oradaki sürat da bunların hiçbiriyle kıyaslanacak gibi olmasa gerek. Orada madde zamanın üstüne çıkacak. Gemi deryayı yutacak. Uzak yakın farkı kalkacak ortadan. İnsan, dilediği makamda ânında bulunacak. Daha ilerisi, insan bir anda birçok yerlerde bulunabilecek.

Orası asıllar âlemi. Bu dünyada gaybî olarak inandığımız iman hakikatlerini orada müşahede edeceğiz. Şu anda peygamberlerle (a.s.) görüşmemiz ancak hayâlen olabiliyor; gölgeden ileri geçemiyor. Orada bütün muazzez zevatla bizzat görüşeceğiz. Mazhar olacağımız bu şerefler silsilesi, “rü’yetullah” ile en ileri seviyesine ulaşacak…

Yürümenin ardında yorgunluğun saklandığı, tebessümlerin riyaya büründüğü, yemenin doyma ile sınırlandığı, elemlerle sevinçlerin gece ile gündüz gibi birbirini durmadan kovaladığı bu sûretler âlemine aldanmayanlar, asıla kavuşacaklar. Gerçek saadeti orada bulacaklar. “Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir” hadis-i şerifinden güç alarak, rabbimizin lütfuna itimaden, hep cennetten söz ettik. Cehennem de asıllar âleminden bir başka köşe. Elemin, ıstırabın, pişmanlığın, hüznün, ahın, eyvahın da aslı orada.

Buradakiler onlara göre gölge ve resim kabilinden. Onlardan o kadar zayıf, o kadar geri… Elbette böyle bir azaba ebediyen duçar olacak bir insan da bu dünyadakinden farklı bir yaratılışa sahip olmalı. Nitekim öyle de… Cehennem ateşinde yanıp kavrulan bir âsinin bedeni, ânında yeniden yerine gelecek ve azap böylece aralıksız sürüp gidecek…

Âhiret için “kudret âlemi” tabiri kullanılıyor. Orada her şey zamansız, ânında vücut bulacak. Ama kudretin bu zamansız tasarrufu da yine hikmet üzere yürüyecek. Cennet ve cehennem, mizandan sonra. O halde, bu âlemlerdeki bütün icraatlar ölçülü ve mizanlı olacak. Mizanda zerre mıskal hayır da şer de tartıldığı gibi, cennetteki haz da cehennemdeki azap da çok ince bir adaletle taksim edilecek. Herkes sevabınca lezzet alacak ve günahınca elem çekecek…

Yavaş yavaş olan hızla da olur. Safha safha meydana gelen bir anda da vücut bulabilir. Kanunu koyan kaldırabilir veya değiştirebilir. Hayâlimiz dünyanın öte ucuna bir anda gidiyor, ayaklarımız ise seyrini adım adım yürütüyor. Âhirette ayaklarımıza hayal kanunu uygulansa buna kim mâni olabilir? Nitekim öyle de olacak. Kaldı ki, yavaş gitmemiz de Allah’ın kudretiyle, hızlı gitmemiz de… Bizim işin içinde neyimiz var?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Dünyanın Bin Senesi Cennetin Bir Saati

“Dünyanın bin sene mes’udane hayatının, bir saat cennet hayatına mu­kabil gelemediği” hakikatine bir misâl dürbünüyle bakmaya çalışalım:

Ana rahmindeki bir çocuğa şöyle denilse: Bu âlemin ötesinde dünya denilen öyle bir âlem var ki, buranın bin sene mes’udane hayatı oranın bir saatine mukabil gelmez.

Ana rahminde malûmunuz olan hayatı süren ve bu hayattan son derece memnun olan bu çocuk, mezkûr hakikatı aklına sığıştıramıyacak, belki de inkâr edecektir.

O çocuk dünyaya gelip büyüdükten sonra kendisine: “Burada bir saat yaşamayı mı, yoksa ana rahmine dönüp binlerce yıl yaşamayı mı tercih edersin?” denilse, böyle bir sualin sorulmasını dahi hayretle karşılayacak ve ana rahmini düşünmek dahi istemeyecektir.

İşte bu dünya hayatı da âhirete nisbeten ana rahmindeki hayat gibidir. Fakat bizim bunu hakkıyla idrâk etmemiz mümkün olamamaktadır. Zira, henüz bu hayatı yaşamaktayız.

Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) cenneti “ne gözler gör­müş, ne kulaklar işitmiş ve ne de kalb-i beşere hutur etmiştir” şeklinde tarif buyurmuşlardır. Yukarıdaki misâlden bunun ne derece veciz bir tarif olduğu bedahetle anlaşılmaktadır.

Yine ana rahmindeki o çocuğa, dünyada bir anda kazanılan ilmin ana rahminde bir milyon senede kazanılamayacağından bahsedilse, o çocuğun aklı bu hakikatı da idrakden âciz kalacaktır. Lâkin, farzımuhal olarak, ana karnında bir pencere açmak suretiyle bu kâinat kendisine bir an gösterilse, mesele bütün haşmetiyle tezahür edecek ve o çocuk bir anda ana rahmin­dekiyle kıyas kabul etmeyecek derece ilimlerle techiz edilecektir.

İşte, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) mi’rac penceresiyle beka âlemine bir an baktı. Fakat o anda dünya senesiyle ölçülemeyecek ve anlaşılamayacak kadar çok hakikatlara vâkıf oldu ve geçmiş ve gelecek bütün ilimleri bir üzüm tanesi gibi bir anda yuttu.

Bizler bu hakikatı tefekkür ederken, dünya denilen ana rahminde bu­lunduğumuzu unutmayacak, aklımızın dar sahasına güvenmekle ana rah­mindeki çocuğun durumuna düşmeyeceğiz.

Mehmed Kırkıncı