Etiket arşivi: ahiret

Sünnet-i Seniyye Ne Demektir?

Sünnet, kelime itibari ile yol demektir. Istılâhta ise Peygamber Efendimizin (asm) yolu anlamına gelir. Hürmeten “Sünnet-i seniyye” (çok mühim ve kıymetli olan âlî yol) denilmiştir.

Sünnet-i seniyyenin menbâı üçtür: Akvâli, ef’âli ve ahvâlidir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) sözleri, fiilleri ve hâli sünnet-i seniyyenin kaynağıdır. Bu üç menbadan gelen sünnet-i seniyye, hüküm itibari ile de farz, nafile ve âdât-ı hasene olarak yine üç kısma ayrılır.

Farz ve vacib olan kısmına uymakla bütün Müslümanlar mükelleftir. Zira, Peygamberimiz de (asm) Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymakla mükellef olduğu için hem farz ibadet, hem de sünnet olmuş oluyor. Meselâ, farz namazlar, namazların farz ve vacib rükünleri, namazda Fatiha’nın okunması, bayram namazı, kurban kesmek gibi ibâdât, sünnet-i seniyyenin farz ve vacib kısmındandır. Bunların ittibâında büyük sevaplar, terkinde ise, azap ve ceza vardır.

Nevâfil, yani nafile olan sünnetlerde ise; namazların sünneti, duha, teheccüd gibi namazlar, Ramazan ayı dışında tutulan oruçları vs. sayabiliriz. Bu kısım sünnetlere ehl-i iman emr-i istihbâbî (müstehab olması) cihetiyle yine mükelleftir. Terkinde ceza ve azap yoksa da; büyük kârından ve o sünnetin nurundan istifadesiz kalmak vardır.

Sünnet-i seniyye dünya ve ahiret saadetinin temel taşıdır. Kemâlât-ı insâniyenin madeni ve menbaıdır. Konuşma veya yürüme kabiliyetini annesinin yardımıyla öğrenen bir çocuk gibi, nihayetsiz istidat ve techizâtla donatılmış, binler hissiyat kendisine ihsan edilen insan, bu maddî ve manevî cihazatını keşf edip, Rabbinin rızası dairesinde hayra sevk etmeyi öğreten Peygamberimize (asm) tâbi olmakla mahlûkatın en eşrefi olarak ahsen-i takvim vaziyetini alır.

Peygamber Efendimizin (asm) beşere getirdiği hidayet müjdesini kabul edip sünnet-i seniyyesine ittibâ eden ümmetinin sünnet-i seniyeye ittibâ ve dîn-i İslâm’a bağlılık nispetinde ulaştığı medeniyet seviyesi ve saadet, her daim “dîn-i İslâm” ve “sünnet-i seniyyeden istifade” nimetleri için şükretmeye vesile olmuştur.

Risale-i Nur Enstitüsü

Kadında Şefkat Çiçeği

Sual: “Kadının şefkati üzerinde durur musunuz? Ne zaman faydasız olur? Bedîüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı nasıldır?”

Her şeyden önce şefkat ve rahmet Allah’a mahsustur ve Allah’ın sıfatlarıdırlar. Hiç şüphesiz yeryüzünü bir sevgi yumağına çeviren şey, Allah’a ait olan bu güzel sıfatlardan başkası değildir.

Kadında şefkat fıtrîdir, yani yaratılıştandır ve kadın için sevap makinesi hükmündedir. Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle kadınlar şefkat kahramanıdırlar.1 Öyle ki, kadın fıtrî şefkatiyle çocuklarını güzelce terbiye eder, besler, büyütür, eğitir; böylece evinin, çocuklarının, annesinin, babasının ve kocasının iyilik meleği olur ve büyük sevap kazanır.

Fakat kadın şefkatini îmân ve salih amel ile beslemelidir. Aksi takdirde sînesindeki şefkat kendisine yük olur, sevap değil, azap getirir.

Bedîüzzaman’a göre bir annenin evlâdını tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu fedâ etmesi ve hakîkî bir ihlâs ve fıtrî bir vazife ile kendini evlâdına adaması gösteriyor ki, kadında gâyet yüksek bir kahramanlık vardır. Bu kahramanlıkla kadın, hem dünya hayatını, hem ebedî hayatını kurtarabilir.

Fakat bazı kötü anlayışlarla o kuvvetli ve kıymetli seciye gelişmiyor. Ya da sû-i istimale uğruyor. Şöyle ki: O şefkatli anne, çocuğunun dünya hayatı tehlikeye girmesin, dünyada yükselsin, faydalı bir insan olsun, makamı, mertebesi, şânı, şerefi iyi olsun diye evlâdı için her fedâkârlığı nazara alır, her zorluğa katlanır. “Oğlum paşa olsun!” diye bütün malını verir, oğlunu Avrupa’ya gönderir. Çocuğunun dînî terbiyesini ise ihmal eder. Düşünmez ki, o çocuğun ebedî hayatı tehlîkeye giriyor. Annelik şefkatiyle dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor, fakat Cehennem hapsini düşünmüyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olacak bir konuma getirmek için çalışması gerekirken, kendisinden dâvâcı olacak şekilde dinden ve ibâdetten uzak yetiştiriyor.

Oysa ebedî hayata hazırlık yapmayan çocuk, yarın mahşerde: “Niçin benim îmânımı takviye etmedin, neden beni helâk ettin?” diye annesinden şikâyet edecektir. Oysa annenin kalbinde bulunan fıtrî şefkat, böyle kendisinden şikâyetçi olunmayı hak etmemelidir. Öyleyse anneler ve kadınlar, fıtrî şefkatlerini âhiret yurduna hazırlık mânâsı taşıyabilecek şekilde kullanmalıdırlar.

Üstad Saîd Nursî’ye göre, anneler, şefkatlerini böyle âhirette işe yarayacak şekilde kullanmazlarsa, cezâsını dünyada da çekiyorlar. Çünkü İslâm terbiyesini tam almayan çocuk, annesinin hârika şefkatinin hakkını lâyıkıyla bilmiyor, takdir etmiyor, bu hârika şefkate lâyıkıyla karşılık vermiyor, annesine karşı çok kusur ediyor, annesini çok incitiyor, çok kırıyor. Oysa eğer, hakîkî şefkatini sû-i istimal etmeden, bîçâre evlâdını ebedî hapis olan Cehennemden ve ebedî îdam olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya çalışsa idi, o evlâdın bütün iyiliklerinin ve ibadetlerinin sevabının bir misli, annesinin amel defterine geçecekti. Nitekim şefkatini âhireti için kullanan ve evlâdını âhiret yurduna hazırlayan bir anne ölse bile, amel defteri kapanmayacak, evlâdının iyilikleri ile rûhuna nurlar yağmaya devam edecektir. Mahşerde de değil dâvâcı olmak, bütün rûh-u cânı ile annesine şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübârek bir evlât olacaktır.

Süleyman Kösmene

saidnursi.de

Dipnot:

1- Bedîüzzaman Saîd Nursî, Lem’alar, Germany, 1994, Y.A.N., s. 201

İnsanlar İçin Dünyasını Feda Eden Kimdir?

İnsanlar için dünyasını feda edip, gerek olursa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için cehennemi kabul ederim diyen bu adam kimdir?

Kuran’dan ve Hazreti Muhammed a.s.m’den aldığı dersle: Kendisi dünya mutluluğu ve yaşantısı namına güzel bir gün bile yaşamadığı halde, insanların ve Müslümanların mutluluğunu bütün kalbiyle istemiştir. Müslümanların mutlu olması, yani sağlam bir şekilde iman edip, imanın gereği olan ibadetlerinin yapmaları için dünyasını onlara feda etmiştir.

Bütün hayatı boyunca özellikle bu vatan topraklarında, genelde ise dünya üzerinde yaşayan bütün insanların ahiretini kurtarmak için bütün hayatını ve dünyasını feda etmiştir. Bu uğurda dünyevi olan her türlü güzellikten vazgeçmiştir.

Dünyaya ait kendisine gelen hiçbir teklifi kabul etmemiş, evlenmemiş, baba olmamış ve bir mülk edinmemiştir. Bütün mal varlığı bir elinde taşıyacak kadar mütevazi olmuştur.

İnsanların imanlarını kurtarmaları ve cennete gitmeleri için dünyasını seve seve feda ettiği gibi “lüzumu olsa ahiretimi de feda etmeyi mutluluk sayarım” demiştir. Yine “lüzumu olsa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için Cehennem’i kabul ederim” demiştir.

Bu denli büyük bir fedakârlığı yapmış ve eserleriyle halen yapmaktadır. Peki, bu fedakârlığı yapmayı kimden öğrenmiştir? Bu fedakârlığın başta Kuran-ı Kerim ve Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’dan öğrenmiş ve yapmıştır.
Evet, böyle yüksek ruhlu bir adam bir asır önce yaşadı ve eserleriyle halen içimizde yaşamaktadır. Biliyorum merak ettiniz ve soruyorsunuz. Bu adam kim? Bu adam: Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Yüce rabbim, Kuran’ı, Hazreti Muhammed a.s.m’i ve bu asırda yüksek ruhlu insanları anlamayı ve onlar gibi yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yüce rabbim bu asrın güzel bir nimeti olan Risale-i Nurları Kur’an ve Hadisi Şerif perspektifinde okumayı ve anlamayı ve hayatını ona göre yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yarabbi bizi Kuran’dan, Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m yolundan ayırma. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org

Gerçek Hürriyet

Hürriyet: “Serbestlik, hür olmak, meşru dairede herkesin tam serbest olması.”demektir.

Ders kitaplarında çocuklarımıza öğrettiğimiz en yaygın hürriyet anlayışına göre, “insan başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini icra edebilir.” Yani, insanlar başkalarına zarar vermekte hür değildirler.

İslâm, bu vadide daha geniş bir çerçeve çizer. İslâm’da kişinin kendine zarar verme, kendi aleyhine iş görme hürriyeti de yoktur. Bu vücut, bu ruh, bu akıl hepsi insana emanettir. Ve insan bu emanetlere hıyanet etme hürriyetine sahip değildir.

İnsan intihar edemez, zira bu can onun şahsî malı değildir. Değil intihar etmek, bir tek parmağını dahi kesemez. Ve yine insan, içki ve uyuşturucu kullanamaz, zira bu aklı o yapmış değildir.

Bundan dolayı İslâm’a göre “gerçek hürriyet, insanın ne nefsine ne de başkasına zarar verme yetkisine sahip olmaması, iradesini ancak bu sınırlar içinde serbestçe kullanması” şeklinde karşımıza çıkar.

Madem ki, insan Allah’ın kulu, Onun eseri, Onun mahlûkudur. Ve yine, bu dünyayı kendisi döndürmüyor, baharı o getirmiyor; öyle ise bir genç kızımız, bir bahar günü, sokağa dilediği kıyafetle çıkıp, başkalarının şehvetini tahrik edemez. Onun Allah’a karşı isyan hürriyeti olmadığı gibi, başkalarını günaha sokma, onların ruhlarını yaralama, hayallerini ifsat etme hürriyeti de yoktur.

Hürriyetin, hem dünya hem de ahiret hayatına bakan yönleri var. Ahirete bakan yönü; insanın kendi iradesini, hayır olsun şer olsun, dilediği sahada kullanabilmesiyle bu dünyada İlâhî bir imtihana tâbi tutulmuş olmasıdır.

Hürriyetin dünyaya bakan yönü ise, insanların değişik sahalarda faaliyet göstermeleriyle, bir tek canlı türü olan insandan sayılamayacak kadar çok meslek çeşidinin doğabilmesidir. İnsanoğlu, dülgerlikten mimarlığa, ressamlıktan doktorluğa kadar nice meslek guruplarından dilediğini icra edebiliyor ve etmiş de. Manevî sahada da insanlar, farz ibadetler yanında, diledikleri nafileleri istedikleri kadar icra etme hürriyetine sahipler. İstedikleri ilim dalında ilerleyebiliyorlar. Farklı hayırlar, değişik ibadetler yapabiliyorlar. Bütün bunlar, her mümin için ahirette ayrı bir cennet makamı olarak tezahür ediyor.

İşte hürriyetin ahirete bakan yönü de bu şekilde karşımıza çıkıyor. Ahiret denilince elbette ki sadece cenneti hatırlamak eksik olur; onun bir de cehennem ülkesi var. İşte hürriyeti yanlış anlayarak, hiçbir kayıt altına girmek istemeyen asi ruhlar, bu dünyada çok çeşitli günahlar ve isyanlar sergiliyorlar. Bunlar ise, cehennemdeki farklı azap menzillerini netice veriyor.

Hüseyin Emiroğlu – Zafer Dergisi

Teslimiyet, Tazim ve Zulüm

Bediüzzaman Birinci Lem’a’da “Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” (Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. Enbiyâ Sûresi, 21:87) duasının sırlarını açar.

Sır; herkesin göremeyeceği, anlayamayacağı, hissedemeyeceği muamma bir hakikattir. Hakikat layık olana açılır, kalpleri latif ve parlak olanlara yansır. Sırlar da böyle bir kalbin müşterisidir.

Mümin görev adamıdır, sorumluluk sahibidir. Münkirler gibi görevinden ve sorumluluklarından kaçamaz. Müminin iman ve ibadetten başka bir de tebliğ görevi var. Bu görev; iyilikleri teşvik ve kötülüklerden kaçındırmak olarak belirginleşir. Mümin, hakikatleri sevdiklerine aktaran, muhtaç olanlarla paylaşandır.

Bediüzzaman kalbine yansıyan sırları bizimle paylaşıyor.

“Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” duası Kur’an’da da geçtiği üzere Hz. Yunus’a ait. Hz. Yunus bu duayı, tebliğ etmekle görevli olduğu kavmine öfkelenip Rabbinden izin gelmeksizin görevini terk ederek deniz yolculuğuna çıkması, fırtınalı, dalgalı ve kapkaranlık bir gecede denize atılıp bir balık tarafından yutulması üzerine, balığın karnında yapıyor.

Bediüzzaman bu olayı fazla detaya girmeden bir sinema perdesi gibi kurguluyor. Sadece maksadına yetecek kadarını özetliyor. İşin teferruatını Kur’an’a ve tarih kitaplarına bırakıyor. Onların haklarını gasp etmiyor.

Bediüzzaman kısaca; “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette.” diyor. Denizin ortasında dalgalarla boğuşan bir gemi, çaresiz insanlar, Allah’tan başka yardım edecek kimse yok ve balığın karnında Rabbini yalvaran bir nebi Hz. Yunus.

21. Yüzyılın teknolojisi ve bütün imkanları ellerinde olsa bile hiç kimsenin, hiçbir yardımlarının dokunamayacağı çok vahim bir durum. Bütün bütün çaresizlik. Bediüzzaman, tasvir ettiği o vaziyette, sebeplerin suskunluğunu, emre amade ve boynu bükük duruşlarını nazarlara veriyor ve Hz. Yunus’u o durumdan kurtaracak olan Zatın hem balığa, hem denize, hem geceye, hem gökyüzüne hükmü geçebilecek olan kudretli bir Zat olabileceğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bediüzzaman bu tasviri yapıp bırakmaz. Kalbindeki sırları ifşa etmeye çalışır. Bunu yaparken de farklı bir yöntem izler. İnsanlık tarihinin ibretlik bir hadisesini alır, yüzyılımızın İslam toplumunun gündemine getirerek motif motif işlemeye başlar.

Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır ve bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazarlara verir. Geleceğimizi geceye banzetir, gafletimizin geleceğimize yüz perde çekerek kalınlaştırdığını belirtir.

Gaflet, görevi ve görev yerini terk etme, unutma veya yüz çevirme anlamlarını da taşır. İbadet ve tebliğ görevini terk eden gafildir. Geleceğini karartır. En dehşetlisi de imansızlıktır ki, bu aynı zamanda asrımızın bir hastalığıdır, sahibini yüzer dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Bediüzzaman dünyamızı Hz Yunus’un denizinin yerine koyar. Nefsimizin heveslerini de balığa benzetir.

Nefsimizin hevesleri, denizin suyu kadar çok değil mi, bir o kadar da vazgeçmesi zor bir cazibeye sahip değiller mi?

Görevden uzaklaşma bizi heves denizine atıyor, nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve vahdet nurunu bize göstermemek için gözümüzün önüne birçok perdeler çekerek ebedi hayatımızı karartmaya çalışıyor. Hz Yunus aleyhisselamın asrından bizim asrımıza yansıyan balık figürü en fazla yüz yıllık hayata bedel, bizden ebedi bir hayat alacak kadar dehşet saçıyor.

Bediüzzaman, insanların çok aciz ve her şeye muhtaç oluşlarına, sebeplerin acziyetine, hiçbir tesirlerinin olmayışlarına ve emir almadan hiçbir şey yapamayacaklarına parmak basıyor. Bir kalemin, yazan birisi olmazsa yazamayacağı, bir kılıcın kesen biri olmadan kesemeyeceği gibi.

Sebepler birer araçtır. Onları yaratan, emir verip iş yaptıran ve onlardan bir sonuç çıkaran da Rabbimizdir. Bu hakikat ışığında, aleyhimize ittifak eden sebeplerin durup dururken ittifak etmediklerini, muhakkak bir görev ihmalimiz olduğunu, bütün bunların da görevi bize veren Rabbimiz tarafından sevk edilmiş olduklarını anlamak zor olmasa gerektir. Sevk eden elbette durdurur. Ama sevke sebep olan insanın kendisidir, durdurması için Allah’a yalvarıp yakaracak olan da yine insanın kendisi olacaktır.

Hz. Yunus hatasını anlamış, pişmanlık duymuş ve; “Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” itirafında bulunmuştur. Sonuçta aleyhine ittifak eden fırtına dinmiş, deniz durulmuş, gece parlak bir ayla aydınlanmış, balık bir denizaltı gibi ona hizmet vermiş ve bir de selametli bir kıyıya getirip bırakmış.

Bediüzzaman aynı şekilde bizim de, çalkantılı dünya denizinden, tehlikeli hevesat balığından ve bizce meçhul ve karanlık olan geleceğimizden Rabbimize sığınmamızı ve Hz. Yunus gibi pişmanlık ve itirafta bulunmamızı istiyor. Kurtuluşumuzu buna bağlıyor. Başka çıkar yol da görünmüyor.

Bu duanın birinci bölümünde “lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke” (Seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet, “inni küntü minezzalimin” ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bize bizden başka zulmeden olmaz. Zalimliğimizin farkına varıp yine kendimizi, her şeyin sahibi olan Rabbimize iltica ederek kurtaracağız. Bunun başka çıkar yolu da yok. Dünya hayatımızı vahşet ve dehşet manzaralarından kurtarıp ibret ve tefekkür manzaralarına çevirmek bizim elimizde. Kur’an’ın terbiyesi ile nefsimizi denizaltı gibi bir binek yapıp dünya denizinin selametli bir sahiline çıkmak ve cennet hayatını kazanmak da elbette bizim elimizde.

Bediüzaman, ölüm ve yaşam arasındaki sürekli değişimi nazarlara vererek seneleri ve asırları, içinde bir çok cenazelerin bulunduğu büyük bir dalgaya, İslamiyeti de Kur’ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan mânevi bir gemiye benzetiyor. Dünyanın dalgalı denizi üzerinde selametle gezmenin ve selametli bir kıyıya çıkmanın ancak bu İslamiyet gemisine binmekle mümkün olacağını söylüyor. Gemi bütün sebeplere hükmeden Allah’ın gemisidir. İmanın nuru ve Kur’an’ın mehtabıyla gecemizi ve geleceğimizi de elbette O aydınlatacaktır.

Doğruluğu, sırları ve tesirleri ile sabit olan bu duayı ve Hz Yunus’un bu tecrübesini Bediüzaman asrımızın insanına yeni bir yaklaşım ve formatla bir kurtuluş reçetesi olarak sunuyor.

Kadir Aytar
www.risaleakademi.com