Etiket arşivi: ahiret

Ahirete Gidip Gelen Var Mı?

Giden Gelmez Gelen Gider

Bu hakikat dersi üzerinde bazıların demagoji yaptıklarını ve “Ahirete gidip gelen var mı ki?” diyerek ahiretin varlığı konusunda kafa karıştırdıklarını görüyoruz.

Bilindiği gibi “ahir”; “sonraki, sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçuşup denizlerin yanmasından.. sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı, insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.

Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeye gücü yetseydi, bu gücünü bu dünyada, henüz sağ iken ve iradesi elindeyken kullanırdı. Meselâ,  genç ise ihtiyarlamazdı. İhtiyar ise gençliğe geri dönerdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zaten ölümle insanın cüzi iradesi bir bakıma son buluyor, her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor. İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, söylediğimiz gibi bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete iman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi:

“Nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır..” (Lem’alar, 17. Lem’a)

“Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatleri gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez” diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.” (Asa-yı Mûsâ, Yedinci Mesele)

Mesela birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görmesi sonunda buzdolabına rastlamadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkârı ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, bu iddiasını ancak o şehrin tamamını gezip, dolaşıp olmadığını göstererek ispatlayabilir. O şehrin her yerinde buzdolabı olmadığını göstermedikçe bu iddiasını ispat edemez. Yani, bir şeyin olmadığının iddia edildiği bir davada, alan ve zaman ne kadar büyürse, bu iddianın ispatı o kadar zor olur.

Ahiret de, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Ömür Tek Sermayemiz

Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi. Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek. Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.

Niçin yaşadık? Ev, araba, ünvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir? Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur. Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir.

Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler. İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler:

”Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” Sonra da şöyle uyandırır bizi Bediüzzaman: ”Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var.” Sonra da bizler… Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar… Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız herşey. Herşeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.

İslâm Peygamberi(a.s.m.) ”İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar” der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: ”Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer.”

Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve ”Akdeniz’in suyuna dokundum” diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?

Benjamin Franklin, ”Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir” der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?

Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: ”Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?” Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un ”Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” dediğini duyacaksınız.

Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır. İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür?

Ben otuzdört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: ”Sen öldün dostum; sen öldün.”

İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için herşeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz. Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz herşey bitmemiştir. Bizim için ‘herşeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.

Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silüeti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime. Günlerdir beni üzen herşey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname…

Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti. Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) ”Rabbinize yalvara yakara dua ediniz” sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, ”Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz” sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz. Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır.

İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür. İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.

Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekut evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir. Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula. Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: ”Onu seviyor muyum?” Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: ”Onu ne kadar seviyorum?” Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.

Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?

Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: ”Bana Seni gerek Seni…”

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Ahirette Hesap Bilinçaltıyla mı Verilecek!

1934 yılıydı. Kanadalı nörolog Wilder Penfield az sonra gireceği bir beyin ameliyatı için son hazırlıklarını da tamamlamıştı. Operasyon sırasında epileptik kadın hastasının duyma ve konuşma yetilerinden sorumlu temporal korteksinden bir parça alınacaktı. Ameliyat başlamadan önce hastaya sınırlı uyuşturma (lokal anestezi) uygulandı. Dolayısıyla bilinci yerindeydi, ancak operasyonun uygulanacağı bölgede acı hissetmeyecekti. Dr. Penfield epilepsi ameliyatları konusunda oldukça deneyimliydi. Hastalar bu ameliyat sırasında doktorla konuşabiliyor, sorduğu soruları yanıtlayabiliyorlardı. İlginç olansa, böylesi bir diyalogun beynin yalnızca bu bölgesi operasyon geçiriyorken gerçekleşebilmesiydi. Doktor, bu beyin bölgesinin niçin bu denli “özel” olabileceği konusunda her geçen gün daha da fazla kafa yormaya başlamıştı.

beyinBeyinde temporal kortekse uygulanacak elektriksel bir uyarım hastaların geçmişteki sıradan olayları en ince detaylarına kadar yeniden yaşamasını tetikliyordu.

Ameliyat başladığında, Dr. Penfield’i oldukça şaşırtan bir gelişme yaşandı. Kadın hastası, beyin ameliyatı masasında bebeğini doğurduğu ana geri dönmüş olduğunu iddia ediyordu. Öyle ki, bu bir anıyı hatırlama gibi değildi. O anı yeniden yaşamıştı, tüm o duygusal patlamaları, acıları ve duyusal hisleriyle birlikte. 

 Yine Penfield’in 1957’deki bir araştırmasında da bir kadının beynine elektrotlar yerleştiriliyor ve kadın çok küçük bir çocukken olan doğum günü partisiyle ilgili her şeyi yeniden yaşıyormuş gibi hatırlar. (http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/beyin.htm)

Penfield’ın bu araştırmaları her şeyin tüm detaylarına kadar beyne (bilinçaltına) kaydedildiğini göstermektedir. Günümüz doktorlarından da ameliyat sonrası narkozdan insanların kiminin gülerek, kiminin kızarak, kiminin zikir yaparak uyandıklarını duyarız. Yine sarhoşların, sinirlilik anlarında insanların avazı çıktığı kadar bağırmaları, argo kelimeler kullanmaları kişinin bilincinin devre dışı kaldığını ve bilinçaltındaki duygu ve düşünceleri ortaya koymaktadır.

Bunlar aslında insanoğlunun öbür dünyada vereceği hesabın “Nasıllığı” hakkında da bilgi vermektedir. Eğer bilincimiz devre dışı kalıp işimiz bilinçaltına kaldığı takdirde ahirette de hesabımızın ne kadar zor geçeceğini göstermektedir.

Bilincin devre dışı kalacağı hesap günü için Enes b. Mâlik diyor ki:

“Bir gün biz Resulullahın yanında bulunuyorduk. Resulullah güldü ve: “Neden güldüğümü biliyor musunuz?” dedi. “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedik. Resulullah dedi ki: “Kulun Rabbiyle konuşmasına güldüm. Kul diyecek ki “Ey Rabbim, sen bana zulmetmekten beni beri kılmamış mıydın?” Allah “Evet beri kılmıştım.” diyecek. Kul, “Ben kendi aleyhime benim dışımda birinin şahitlik etmesine izin vermem.” diyecek. Allah ise: “Senin aleyhine bizzat kendi şahitliğin ve Kiramen Kâtibin meleklerinin şahitliği kâfidir.” diyecek ve onun ağzını mühürleyecektir. O kişinin organlarına: “Konuş” denecek organları da yaptığı işleri anlatacaktır. Sonra kişiye konuşma izni verilecek o da organlarına: “Kahrolun, ezilin. Ben sizi savunuyordum.” diyecektir. (Taberi Tefsiri 7/57-58).

Cenab-ı Hakk şöyle bu konuda buyurmaktadır:

“Biz o gün insan sınıflarından her birini önderleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık kimin kitabı (amel defteri), sağından verilirse, onlar kitaplarını, en küçük haksızlığa uğratılmayarak okuyacaklardır.” (İsrâ,71). “Ve o gün ona, şimdi oku kitabını denecek, bu gün hesap görücü olarak sen, sana yetersin artık.” (İsrâ,14)“Yüce Allah, kula bu gün şahit olarak nefsin ve şahitler olarak Kiramen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı mühürlenir ve azaları da dünyada neler yaptıklarını anlatır.” (Müslim’den et-Tâc, V, 372). “O gün onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahadet eder.” (Yasin, 65).

Kaynak: Çocuklara Allah ve Namazı Bilinçaltıyla Sevdirebilmek, M. Emin Karabacak, Ensar Yayınlar, 2015.

Çocuk & Aile

Danimarkalı Papaz ve Cehennem Tartışması

Biz Müslümanlar, ahiretin varlığının daha çok Yahudiler için sorun teşkil ettiğini düşünürüz. Öyledir de. Kendilerine tanınan onca fırsatı doğru dürüst değerlendiremedikleri için ahiretten kendilerine pek bir nasip düşmeyeceği fikri herkesten önce Yahudilerin kendi arasında yaygındır. Nasıl yaygın olmasın? Kendileriyle yapılan ahitlere sadık kalmamakla yetinmemiş, bir de gönderilen peygamberleri öldürmüşler. Allah şefkatinden onlara en son bir fırsat daha vermiş. Bütün yaptıklarına rağmen, eğer Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) ittiba etseler yine önlerine bir kurtuluş yolu açılacakken, o yolu da kendi elleriyle kapatmışlar. Bu şartlar altında, Yahudilerin Allah’tan ümit kesmeleri ve ahiretten bir beklentilerinin olmaması son derece normal görünüyor.

Bu ümitsizliğe düşüşün somutlaşmış hâlini, Hazreti Peygamber’in (a.s.m.) dünyaya geldiğini haber alan Yahudilerin hüzne garkoluşunda okumak mümkün. Onlardan kimi, daha çocuk yaşta ol Nebi’nin (a.s.m.) iki kürek kemiği arasındaki peygamber mührünü görünce ilâhî iradenin kendi yanlarından ayrılmış olduğunu anlayıp üstlerini başlarını yırtmaya başlamamış mıydı?

Psikolojide bir kaidedir: Aşırı korku, insanı gerçeği görmemeye ya da o gerçeği reddetmeye sürükler. Yahudilerin hâli işte buna benziyor. Ahiretten korktukları için onu reddediyorlar. Dolayısıyla, geriye tek bir yol kalıyor: Kibirli bir milliyetçilik ve şu dünyada kazanılan geçici başarılar. Ötesi mi? Ötesi yalan onlar için. Şimdi Fatiha Suresi’nin sonunda Yahudileri ima eden ifadeyi daha iyi anlayabiliriz. Surenin sonunda Yahudiler için mağdub diye bir ifade yer alır. Yani “gazaba uğrayanlar.” Yani hak kendilerine ulaştıktan sonra bunu bile bile reddedip yüz çeviren ve atalarının dinine körü körüne tabi olduğu için gazaba uğrayanlar.

İşte Yahudilerin hal-i pürmelalini Cenab-ı Hakk böyle tanımlıyor. Burada dikkat edilirse, “gazaba uğrayacaklar” değil, “gazaba uğrayanlar” ifadesi yer alıyor. Demek ki Yahudiler inkâra düştükleri andan itibaren gazabın kucağına da düşmüş oluyorlar.

Hıristiyanlara gelince, aynı surenin sonunda onlar için de bir ifade yer alıyor: Dallin. Bu ifade ile kastedilen, hak ve doğru olan yolu bulamayarak sapan kimselerdir. Müfessirler, burada sapan kimseleri “Hıristiyanlar” olarak tefsir etmişlerdir. Hazreti İsa’nın (a.s.) beşeriyetini reddederek teslis inancını benimseyen Hıristiyanlar, en başta tevhid akidesinden saptılar. Allah’ı üçlediler. Sonrasında gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bir kurum olarak Kilise ve Hıristiyan din adamları, Allah’ın yeryüzünde hükmüne ortak olma hakkını rahatlıkla kendilerinde görebildiler. Öyle ya, peygamber, tanrının bir görünümü ise, onun varislerinin de bundan bir pay almaya hakları vardı.

Nitekim, bugün Vatikan’da oturan Papa’nın dinî hükümleri değiştirebilme hakkı, bu itikadî sapmadan gücünü alıyor. Hatırlayacağınız üzere, Papa geçenlerde bu hakkını kullanıp, yedi ölümcül günaha yedi adet günah daha ekledi. Ne diyelim, hayırlı olsun! Burada esas sorulması gereken kritik soru şu: Hıristiyanlık neden sürekli sapma temayülü gösteriyor? Hıristiyanlar buna mecbur mu ya da mecbur muydu? Belki mecbur değildiler ama buna engel olmaya yetecek güçleri de yoktu. Ve hiçbir zaman da olmadı. Çünkü kutsal kitapları olan İncil, Hazreti İsa’nın ölümünden çok sonra, bir kısmı havarileri tarafından bir kısmı da onların takipçileri tarafından kaleme alındı. Onunla da kalmadı, sonradan kitaba başka tahrifat karıştı. Kelâm âlimlerinin haklı olarak ifade ettiği gibi, Hıristiyanların İncil’i, en fazla Müslümanların hadîs kitapları seviyesindedir. Hatta çoğu, ona bu seviyeyi de vermiyor. Doğrudan doğruya Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerim ile bu açıdan İncil’in kıyası mümkün bile değildir.

İşte dinî akidenin çok da sağlam olmayan bir yol ile mushaf haline getirilmiş olması, geçmişte ve bugün Hıristiyanlığın en zayıf yönünü oluşturuyor. Ve Hıristiyanlığın sapma temayülü yahut potansiyelinin yüksek oluşu da, yine bu sebepten ileri geliyor. Bugünlerde, söz konusu sapmayla ilgili yeni bir gelişme kendinden oldukça söz ettirmeye başladı. Gelişme ya da tartışmanın başlangıcı, Norveç’te üzerinde çalışma yürütülen yeni İncil çevirileri. Protestan Hıristiyanlar, genel Hıristiyanlık içinde seküler yanı ağır basan kesimi oluşturmaları hasebiyle, ahiret inancına ve onun bir parçası olan cehenneme yeni İncil çevirilerinde yer vermek istemiyorlar. Bu tartışmalar Danimarka’da da yansımasını buldu. Danimarkalı papaz Jacob Holm, “İnsanların sonsuza kadar cezalandırıldığı bir cehennem hayatı yok.” dedikten sonra iddiasını şu şekilde temellendirmekten geri durmadı: “İncil’de somut olarak bir cehennem tarifi bulunmuyor.”

Eğer Danimarkalı papaz haklıysa—ki konunun uzmanları, İncil’de cehennemin ayrıntılı bir tarifinin bulunmadığını söylüyorlar—Hıristiyanlığın sapma eğiliminin nereden kaynaklandığı bu meselede kendini açıkça gösteriyor demektir. Anlayacağınız, kutsal kitabın zayıflığının, akidenin zayıflatılmasına nasıl zemin teşkil ettiğine dair çarpıcı bir örnekle karşı karşıyayız. Oysa, ahiret hayatı Kur’an-ı Kerim’de cismanî olarak tarif edilmektedir. Sadece İbrahim Suresi’nde yer alan “O gün suçluları yan yana zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir” âyeti, bu hususu açıklamaya yeterlidir (İbrahim Sûresi, 21). Kur’an’a göre cennet de, cehennem de, tende hissedilecektir. Eğer Kur’an ahiret hayatını bu şekilde ayrıntılı tarif etmemiş olsaydı, herhalde biz de bugün Hıristiyanlar gibi cehennemi sadece “insanın kalbinde hissettiği bir hâl” olarak tarif etmeye yeltenebilirdik. Bu açıdan bakıldığında, Kur’an’ın “yaş kuru ne varsa..” ele alması ve muhkem konuları aksi bir yoruma meydan vermeyecek açıklıkta beyan etmesi, İslâmiyetin bugünlere kadar sapasağlam gelmesinin başlıca amili olarak görünüyor. Belki bazılarımıza çok önemliymiş gibi gözükmeyen Kur’ân’ın bu mükemmelliği, Müslümanlar olarak bizleri Hıristiyanların yaşadığı sapmaya benzer pekçok sapmadan geçmişte olduğu gibi şimdi de alıkoyuyor.

Bugün Hıristiyan âlemi o hale geldi ki, cehennem gibi temel bir mesele, gazetelerde halk oyuna sunuluyor. Geçen ay Norveç’te yapılan ankete katılanların % 70’i “Cehennem kalsın” derken, % 30’u “Cehennem kaldırılsın” demiş—kendilerini ne zannediyorlarsa? Bazıları da yetinmemiş, bir de gazeteye yazdıkları okuyucu mektuplarıyla “Sadece cehennem değil, Tanrı’nın varlığını da tartışmamız gerekir. Tanrı varsa neden açlık var? Neden savaşlar var?” diye şikâyetlerini yazıvermişler. Böyle giderse, Hıristiyanlar gayet demokratik yöntemlerle yakında kendilerine nurtopu gibi bir tanrısız din ihdas edecekler gibi görünüyor. Papa’nın yedi ölümcül günaha eklediği yedi günaha dediğim gibi buna da “Haydi hayırlısı!” diyeceğim, ama ortada herhangi bir hayır görünmüyor doğrusu. Siz görüyor musunuz?

Hilmi Orhan / Zafer Dergisi-Mayıs 2008

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz fakat bu haftaki konumuz biraz kişisel.

Defalarca kim olduğumu sorup, merak edenler ve hakkımda bilgi veya fikir edinmek isteyenler için hayatımın bazı köşe taşlarını yazmaya karar verdim bu sefer. Artık bir daha soran olursa, bu yazıma atıf yapacağım. Çünkü devamlı aynı şeyleri anlatmak sıkıcı ve sorana göre yaşadıklarımı filtreleyip anlatmak yorucu.

Hem bu kitap çalışmamızda yazarın da özgeçmişinin bulunması şart. Böylelikle dinleyen, söyleyenin ruh lâbirentlerinde dolaşabilsin ve muhatabın, mütekelliminin kişiliği hakkında bir fikri olsun ve olaylara nereden baktığını bilsin. Hem böylece belki de, kitaptaki cümlelerde yazarın ne kasdettiği ve maksadı ve hangi makamda, neden böyle yazdığına isabet etme ihtimâli artsın.
Okuyanın yazara ünsiyet ve yakınlık kurabilmesi; belki ortak paydalar yakalayabilmesi; yani konuşanla dinleyen arasında bilgi aktarımından başka, duygusal aktarım ve bağ kurulabilmesi için de bu gerekli. [Burada Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) 27. Söz’de geçen “sohbet, muhabbet, yakınlıkta; insibağ, in’ikas, boyanma, çift yönlü aktarım olur” anlamına gelen cümlelerini hatırlamak gerekli. ]

Bununla birlikte bir de tanıdıkların senelerdir; “hayatını yazsan, bu yazılarından çok daha fazla merak ve ilgi uyandırır ve okunur” şeklinde tavsiyelerine uymaya ve doğruluğunu test etmeye karar verdim denilebilir.

Elbette burada mantıkî, duygusal, felsefî, ekonomik ve sosyâl bir sürü sebep veya bahane sayabilirim; fakat beni bu yazıya iten veya çeken asıl saik ve gaye nedir; hikmet ve illet, daî ve muktazî nedir emin değilim veya bilemiyorum. Yani yazarın niyeti karışık!

Fakat size yol göstermesi açısından şu kadarını söyleyebilirim: “Bunları niye yazdığım” sorusunun cevabından daha çok, “bunları niye okuduğunuz”un cevabı çok daha önemli. İşte benim hikâyem:

Küçükken en çok istediğim şeylerden biri evliya olmaktı! İlkokul zamanlarımda evliya olmayı çok istiyordum. Böylelikle babamın dövmelerinden ve evdeki diğer nahoş şeylerden; evliyalar gibi duvardan geçerek, havada uçarak kurtulacak; tayyı mekân yaparak, bir ânda çok güzel yerlere gidecektim! O zamanlar okuduğum evliya menkıbelerinden; benim gözümde evliya, “süpermen” gibi birşeydi! Evliya (evet haklısınız tekil olarak “veli” demem gerek) olursam, elimdeki bu muhteşem güçle fizik kanunları bana işlemeyecekti!…

21. Nisan. 1973’te Bursa’nın Yenişehir İlçesi’nde sabaha doğru doğmuşum. Şimdi buradan geçmişime baktığımda ilk hatırladığım şeylerden birisi: Babamın beni dövmek için mahallede sopayla kovalarken, benim bisikletten bile inme fırsatım olmadığı için bisikletin pedallarına var gücümle basarak kaçışımdır!

Fakat bugün düşününce tuhafıma giden bir olay var orada: Babam elinde sopa, ben bisiklette kaçarken; TV’den naklen yapılan canlı yayımın birden kesilmesi gibi birşey oldu orada ve benim yaşadığım o olayla bağlantım koptu bir ân ve bu babamdan kaçış sahnesini ve kendimi bir ân yukarıdan izler gibi oldum! Bilemiyorum yaşadığım korkudan ruhum vücudumu mu terketmeye karar verdi veya geçici şoktan dolayı bilincimin beyin arayüzüyle bağlantısı koptu veya vücudumla iletişim hatları mı kısa devre yaptı!? Yani kısa bir “aydınlanma(!)” yaşadım orada! Neyse, bu soruları burada bırakalım.

O günlerden hatırladığım canlı ve net bir görüntü de: Babamın beni dövmek için kovaladığı evimizin bahçesinde, beni yakaladığı ânda yüzünde gördüğüm o öfke ve haz karışımı ifadedir! (Bir panterin avını yakalamasında duyduğu veya birisine öfkelenenin hedefini ele geçirdiğinde duyduğu haz gibi. ) Bunu da geçelim.

Gene babamın beni dövdüğü rutin günlerden birindeyiz: Ellerim bahçedeki ceviz ağacına bağlı ve ben iplerden kurtulmaya çalşıyorum! Siz burada yokken, biraz önce babam beni hortum gibi şimdi hatırlayamadığım birşeyle dövmüş, fakat bunun kifayetsiz olduğunu düşünmüş olacak ki; kaçmamam için beni ellerimden ağaca bağlamış ve bahçeden çok daha uygun (odun, sopa gibi) birşey arıyordu! Bu olayı da burada keserek, devamını sizin hayâl gücünüze bırakıyorum!

Babamın beni dövdüğü zamanlarda kendi kendime sorduğum sorulardan biri: Evlâtlık alınıp alınmadığım olmuştur. Şimdi düşünüyorum da; sanki bu kurguda “üvey evlât” rolünde olursam, taşlar yerli yerine oturacak, olanlar bir mânâ kazanacakmış gibi; ne komik!

Burada annemden hiç bahsetmediğimi farkettim şimdi. Okuldan (ilkokuldan) eve döndüğümde annemi sedirin üzerinde her yeri dövülmekten morarmış, ağlarken bulduğum o günü hiç unutmuyorum!

Başka bir seferinde bir akşam babamın evdeki bakır sürahiyi annemin alnına indirdiğini, annemim hastaneye kaldırılıp, alnına dikiş atıldığını hayâl meyâl hatırlıyorum! (Yeri değil belki ama sürahi, bakır olmayabilir. ) Gene başka birgün, annemi boğmaya çalışırken, elinden dedemin kurtardığını hatırlıyorum!

Diğer birgün eve geldiğimde babamın dinî kitaplarımı bahçede yakmış olduğunu hatırlıyorum. Bir konuşmasında, Peygamberimiz hakkında (S. Â. V. ) terbiyesizce ettiği birkaç iftirayı da!

Hafızamda kalan şeylerden bazıları da: Babamın beni elinde kıvrandırarak ağzımı çakmakla yakmaya çalıştığı; başka bir gün de kiremitle sırtımı keseleyip(!) banyo yaptırdığı bir görüntü.

Annemin kaçıncı evden kaçışı ve bizi terkedişiydi hatırlamıyorum. Fakat biz 3 kardeşten en küçük kardeşim olan kızkardeşimin henüz kundakta olduğu zamanlardaki kaçışından sonra bir daha hiç dönmedi. Sonra boşandılar, sonraki yıllar annem başkasıyla evlendi.

Evden o son gidişinde anneme yazdığım bir mektubu hatırlıyorum şimdi. Mektupta babamı evdeki fare zehiriyle zehirlemeyi düşündüğümü yazmıştım! Bir çocuğun babası hakkında böyle düşünmesi ne kadar korkunç bir şey! Fakat bundan daha korkuncu oldu: Annemden gelen mektup babamın eline geçti! Gelen mektupta “babanı zehirleme, beni yaptırdı derler” anlamında birşeyler yazıyordu! Tabii o günden sonra babamın şiddet katsayısının arttığını söylemem sizin zekânıza hakaret olur!

Dedemin (babamın babası) kaç defa babamı polise şikâyet edip; bir de babamın karakoldan döndüğü günlerden birinde her yeri kanlar içinde eve geldiğini hatırlıyorum!

Sonra dedemin emekli maaşından çaldığım parayla akşam üzeri çarşıda lokantada tas kebap yiyişim; dedemin hırsızlığımı farkedip, beni babamın müşfik kollarına teslim edişini hatırlıyorum!

Başka? Babamın tabancasının elimde taşıyamayacak kadar ağır olduğunu, sahibi olduğu meyhanede bana sosis verişini, onu değişik cezaevlerine annemle ziyarete gidişimi hatırlıyorum. Bir keresinde evin bahçesinde bir kedinin arka ayağını nacakla kestiğini; zavallı hayvanın, derisinin tuttuğu ayağını sürükleyerek can havliyle kaçtığını hatırlıyorum! Gene bahçeden eve girmiş bir kediyi sıkıştırıp, değnekle vurarak, top gibi duvarlara savurduğu geldi şimdi aklıma!

Sonra, faturaları ödemeyemediğimizden dolayı evdeki elektrik, suyun kesik olduğunu; sokak çeşmesinde bulaşık yıkadığımızı; aynı çayı sabah akşam içine su koyup, kaynatıp, içtiğimi; çaya ekmek bandırıp dedemle yediğimi hatırlıyorum.

Babamın mahalledeki evlerin önündeki yığınlardan odun – kömür çaldığını; pazarcı veya köylülerin kaldırım kenarındaki çuvallarından soğan, biber çaldığını hatırlıyorum. Benim o çuvallara para sıkıştırdığımı; içki şişesine doldurttuğu yağla yaptığı yemeği, akşam karanlığından istifade yemeyip, kardeşimin yemesi için yiyor gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de o zamanlardan; çarşı camiindeki yaşlı Yusuf amcaya, haram yakacakla ısınmanın zararı ve ne yapabileceğim hakkında sorduğum sorular var aklımda.

Babamın karşısında yemek yiyemeyip, hepsinin boğazıma takıldığını; eve geldiği birgün dövmek için üzerime sıçrarken, yalınayak pencereden dışarı atladığımı; bazı zamanlar böyle evden kaçıp, sokaklarda dolaştığımı; akşamın karanlığında ışık yanan evlerden gelen çatal – kaşık, çay karıştırma sesleri, çocuk seslerini hatırlıyorum! Benim ıssız ve karanlık, giremediğim o evle; o akşamlarda yalınayak ve yalnız yaşadığım bu durum; yani çok zıt bir arka plân oluşturuyordu mahalledeki bu dekor!

Birgün babamın beni çarşıda yakalayışı ve arkasında sakladığı sopayla ayaklarıma vurdukça vurduğu ve benim bir süre ayaklarımın üzerine basamayışım geldi aklıma. Bugün yaşadığım o dehşet ve ayaklarımdaki o acı geçti, hafızamda daha derinlerde bıraktığı uzun süreli acı da geçti; fakat insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve tecrübenin etkisi uzun süre geçmedi!

Bugün bile hayret edip, te’vil ve anlamakta zorlandığım şey; babamın vurduğu o sopalar değil, artık onu kabullendim; fakat güpegündüz çarşı ortasında, kahvehânelerin bahçesinde, dükkânlarının önünde oturan veya yoldan geçen onca amca, dede, insanın birisi bile kalkıpta “Ne yapıyorsun sen, bu kadar ufak çocuk, böyle dövülür mü!? İnsan savaşta esir aldığı düşmana böyle davranmaz!” demedi! Babamın elini tutmayı bırak, bu sözü bile demedi! Bilemiyorum belki sadece kalben buğz etmekle yetinmişlerdir! (Şikâyet mi ediyorum, isyan mı ediyorum, itirazım mı var? Hayır, bu sadece sitem!)

Elhasıl insanları tanımam ve haklarında ailem üzerinden, bilhassa babam üzerinden edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimler hiçte iyi değildi. O zamanlar genelde insanların keskin tarafı denk geldi bana.

Gene hiç yeri değil belki ama: İnsan acı çekerken ve vücuduna darbeler alırken varoluşunu ve varolduğunu çok daha derinden ve net hissediyor! Düşünsenize dişimiz ağrımasa varlığını bile farketmiyor, hissetmiyoruz! Varoluşumuzu veya herhangi bir uzvumuzun varlığını; acı veya ağrı verirken daha net hissediyoruz!

Ya da bilmiyorum belki varlığın varlığını, yokluğundan çok daha fazla hissediyoruzdur da; devamlı hissettiğimiz bu hisse ülfet veya beynimizin elbiselerimiz veya oturduğumuz sandalyenin vücudumuza temas ederken yaptığı basınç ve etkiyi filtrelemesi, şuurumuzdan gizlemesi ve farketmememiz gibi veya akvaryumdaki balıkların her yönden eşit basınçlı suyun etkisinde oldukları için suyun varlığını farketmemeleri (yani suyun zıttını, dolayısıyle suyu ve suyun içinde olduklarını farketmemeleri) gibi; biz de varoluşumuzu, varlığımızın varlığını (böyle devamlı hissetmekten kaynaklanan bir sebeple) hissedemiyor olabiliriz.

Yani şuurumuz istikrar ve devamlılıklara değil, belki bu devamlılıktaki kesinti ve istisnalara dikkat ediyor olabilir. Beynimiz sadece farklı olana yönelip, bunu kodlama ve hafızaya kaydetmeyi daha ekonomik buluyor olabilir. Her neyse, konumuz bu değil; daha doğrusu sadece bu değil; konumuz çok.

Ne zaman bu yaşadıklarımı hatırlasam veya insanların kötülük ve duyarsızlığıyla ilgili bir benzerini haberlerde seyretsem; Bakara Suresi’nde meleklerin “insan”ın halife olarak seçilip, atanmasını taaccüble karşılayıp, hikmetini anlayamamalarını hatırlarım. Bir de Yusuf Âleyhisselâm’ın kardeşlerini, bir de Habil – Kabil’i. Bu sahnelerin Kur’ân’a girmesini ayrıca mânidar bulurum.

Bilmiyorum ki babamı mı daha çok suçlamalı veya kızmalı veya acımalıyım; yoksa babamı buna sevkeden şeytana mı daha çok hınç duymalıyım!? Şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanı! Bu ortaklıkta hisse payları nedir acaba? Hem belki eğer varsa; babamdaki genetik, psikolojik veya nörâl, beyinsel, hormonâl eksiklik – bozukluk – hastalıklara da hisse ayırmam gerekebilir. Acaba bunlar içinde babamın iradesini ortadan kaldıran veya iradesini yanlış davranışa meylettiren; meyilden öte zorlayıp, düşüren faktörler var mıdır? Ahiretteki terazi ve mizanın; insanın ruh ve amellerinin analiz ve haritasını ânında çıkarıp, görüntüleyen tomografi, emar nevinden özelliği de var bence.

Elhasıl öyle şeyler yaşadım ki, Yeşilçam Filmleri’nde bu kadar olmaz diyebilirim. Yani bunları televizyonda seyretsem; “bu kadar saçmalık ve dram olmaz; ne biçim senaryo, ne biçim kurgu bu; hiç inandırıcı değil!” deyip, kanal değiştiririm! Fakat bence “hayat”, kurgu’dan çok daha inandırıcı ve kendini izlettiriyor; yani kanal değiştirmek pek mümkün olmuyor!

Zaten Dünya Sahnesinde herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor ve değişik Salonlar, değişik Senaryolarda “baba, oğul, eş, öğrenci, işçi, vatandaş” gibi bir sürü Rollere giriyoruz. Yani “hayat” ile “kurgu” ve “oyun” arasında öyle sanıldığı gibi, büyük bir fark ve uçurum yok.

Yazılı – yazısız Toplumsal Sözleşme ve Sözlü – sözsüz Anlaşmalarla kendi aile, iş, devlet, kurum Sahnelerimizi kuruyor ve nesilden nesile aktarılan Senaryoları oynuyor, Davranış Motiflerini sergiliyoruz. Bu tür sosyâl anlaşma / sözleşmeler neticesinde; mes’elâ “falan para birimi şu değerde” diyoruz ve alışverişte kullanıyoruz; halbuki o kâğıt parçasının zâtî / madenî bir değeri yok. Tıpkı çocukların oynadığı oyunlarda, ellerindeki değersiz oyun kâğıtlarına oyun içinde bir önem ve değer atfedilmesi gibi.

Burada hayat’ın kurgu ve oyundan tek farkı: Oyuncu sayısının çokluğu ve sahnenin büyüklüğü ve oyuna hiç ara verilmemesi, ayrıca belli sınırlar içerisinde doğaçlamaya müsaâde edilmesi. Bunun sonucu olarak; hayatın da kurgu’nun bir çeşidi olduğunu farketmiyor, farketsekte unutuyoruz.

Biri Bizi Gözetliyor programındaki yarışmacıların, belli bir süre sonra kendilerini izleyen kameraları ve buradan yapılan 24 saat canlı yayımı unutması gibi; biz de meleklerin yaptığı Çekimi ve üzerimize yönelen Gizli Kameraları görmüyor; görsek bile unutuyoruz!

Yalnızken “yalnız” olduğumuzu zannediyor; kimse görmüyor sanıyoruz! (“Yalnız” kelimesini tarihte ilk kim bulmuş ve kullanmış ve dilimize nereden gelmiş acaba? Anlamı: “Yanımda hiç kimse yok” mu demek, yoksa “insan cinsinden kimse yok” mu demek?!) Neyse, bu konuyu da burada açık uçlu bırakalım.

Bazen evden diğer şehirlerdeki yakın akrabalar veya anneme kaçıyordum; otobüslere, biletsiz, muavine yakalanmadan, arka kapıdan binerek. Burada da akrabamın kocasının (enişte), daha evlerinin kapısından girerken, eşinin duymayacağı şekilde “1 – 2 gün kalırsın, sonra gidersin” demesi aklımda. Bazı akrabalarımın evlerine hiç sokmaması veya karnımı doyurduktan sonra göndermesi; son otobüsü kaçırdığımızdan, dedemle bir gece kahvehanenin birinde yatışımız; başka bir zaman, benim, eve alınmadığım apartmanın merdiveninde uyuyuşum aklımda veya akrabalarımın bazen beni otogara götürüp, gerisin geriye otobüse bindirdikleri. (“Akraba” kelimesi ile “akrep” kelimesi arasında etimolojik veya semantik bir kök akrabalık bağı var mıdır acaba!?) Ben akrabamın bahçesinde oynarken; akrabamın gelen misafirine benim için “geliyor, kalıyor ama çok yemek yiyor” şeklinde serzenişleri aklımda. Bunun üzerine, benim komşu veya tanıdıkların verdiği harçlıklarımdan, o eve şeker vs. zerzavat alışım.

Kişisel tarihimde filmi biraz daha geriye sarıp, tâ ilkokul öncesi döneme gidersek; orada da bir kaç tirajikomik hâdise göze çarpar. Mes’elâ o günlerde, bir motosıkletlinin bana çarpması ve benim beyin kanaması geçirip, hastanede ameliyat olmam var. Sonra çarpan adamdan şikâyetçi bile olunmayıp, karşılığında bilmem kaç lira “kan parası” ismi verilen birşeyi amcamın alıp, harcaması var. Sonra hastanede doktorların beynimi incelemek için annemden izin istemesi var! Yok yok çok zeki olduğum veya beynimde süper zekâ izleri gördükleri için değil; stajyer doktorlara ders vermek için! (Yok, annem izin vermemiş. )

Neyse ilkokul zamanlarımda, o çok istediğim “süper evliya” olamayacağımı anladıktan sonra; “falcılık, cinler, büyü ve beyin gücü, nazar, telepati, hipnotizma” gibi şeylere merak sardım. Şehrin kütüphanesine gidip, beyin dalgalarımı nasıl güçlendirip, yönlendirebileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda eşya ve mahalledeki arkadaşlarım üzerinde yaptığım denemeler de başarısızlıkla sonuçlanınca; bunu “teknoloji” yoluyla başarmaya karar verdim.

Bulutlardaki elektrik yüklerini bir yerlerden okumuştum. Şimdiki amacım parmaklarıma takacağım yüzükler ve sırtıma bağlayacağım aküyle bulutları kendime çekmek; bulutlar bana gelmeyeceğine göre benim bulutlara yükselip, süpermen olmayı başarmaktı! Tabi teknik ve parasal koşullar nedeniyle bu projem de başarısız olmuştu! Daha sonraki yıllarda bunu başaramadığıma sevineceğim hiç aklıma gelmezdi! Çünkü başarsaydım bulutlara yükselmek yerine, bulutlardan bana yıldırım çarpıyormuş meğer! (Demek “olan”dan başka, “olmayan”da da hayır varmış. )

Diğer başarısız olduğum “zamanda yolculuk, uzay gemisi yapıp, uzaylılarla irtibata geçme, dünya dönerken ayaklarımı yerden kaldırıp, başka bir noktaya tekrar inmek” gibi projelerimden hiç bahsetmeyeceğim.

Suda nefes alma aleti yapma çalışmalarımdan önce mi sonra mıydı bilmiyorum bir ara “robot” olmaya merak salmıştım. Artık yürürken, konuşurken, etrafıma bakarken tüm davranış ve edâlarımı kesik kesik, robotmuşum gibi yapıyordum! Biliyordum ki eğer robot olmayı başarabilirsem hiçbir şeye üzülmeyecek ve acı çekmeyecektim! Tamam sevinç ve mutluluk gibi duygu ve hazlar da olmayacaktı hayatımda ama olsun, bu bedeli ödemeye hazırdım. Sun’î deri kaplamamın altındaki metâl alaşımlı dokuma babamın sopaları etki etmeyecekti ya, bu yeterdi bana!

Annemin son defa evden kaçtığı o yıl ilkokul 5’i bitiriyor, orta 1’e başlayacaktım galiba, orta 1’de devamsızlıktan kaldım. Sonra o sene Bursa’da Çocuk Esirgeme Kurumu Yetiştirme Yurtlarına verildik 3 kardeş. Ben burada ortaokula tekrar başladım.

Burada da dinî kitap (Risale-i Nur) okumam, dinî – irticaî ayinlere (aslı “sohbet”) gitmem ve namaz kılmam sorun olmuştu. 2 – 3 kişi olan bize bir kâğıt imzalattı müdür; bize gereken ikaz / ihtar / uyarıyı yaptığını belgelemek için. Sonra bizi yurttan atmak veya başka yurda sürgünle korkutma gibi tehditler geldi… Elhasıl gizli gizli kitap okumalar, sohbetlere gitmeler, gizlice namaz kılmalar gibi enstantaneler var yurttaki hikâyemde.

Banyo haftada bir gün olduğu ve o gün de birkaç saat sıcak su verildiği için, soğuk su banyolarımı; hele soğuk suyu kafama boşaltırken kafama demir çubuklarla vuruluyormuş hissini unutmuyorum! Ya yağ – reçel veya peynir – zeytin olarak çıkan sabah kahvaltıları; yemek kaşığını dolduracak kadar verilen 5 – 10 zeytin, işaret parmağından biraz büyükçe verilen peynirler geldi şimdi aklıma. Sol görüşlü yurttaki bazı öğretmenlerin bizi küçük düşürmeye çalışmaları, bizi alaya almaları, psikolojik baskılar var hayatımın bu sahnesinde. Bir de yaşayanlardan ümidi kesip; ölülerden, türbelerden medet arayışım!…

Yemek yediğimiz yemekhânede sandalyeme dökülen yemeği silmek için sandalyeyi kapıp, mutfağa götürüşüm üzerine, nöbetçi olan öğretmenin: “Aptal olduğun buradan belli; insan bez getirir de siler sandalyeyi; sen koskoca sandalyeyi almış mutfağa silmeye götürüyorsun” diye kalabalık içinde beni utandırmaya çalışması geldi aklıma. Cevap olarak şöyle demiştim: “Hocam mutfağa git bezi getir, sil, mutfağa bezi götür gene sandalyene geri dön, otur; 2 gidiş 2 geliş. Ben bunun yerine sandalyeyi mutfağa götürüp, silip, getiriyorum ki 1 gidiş 1 geliş; zaman ve emekten % 50 tasarruf. ” O zaman öyle demiştim ama bilmiyorum ki sandalyeyi mutfağa götürürken böyle mi düşünmüştüm!?

Gene bir başka gün aynı yemekhânede yemek yerken, orada yemek yiyen 100 küsur çocuğa baktım, sonra ağır çekimle izledim onları. Bazısı ekmeği ağzıyla koparıyor, bazısının ağzında marul var dişleriyle onu çiğniyor, kimi de çatalına taktığı bir eti ağzına götürüp, onu dişliyor gördüm! Ağır çekimle izlediğim bu film karesinde insanlar ve ben çok câni ve absürd bir tablo çiziyorduk! Yaşamak için başka canlıları öldürüyor, yiyor, sonra tuvalete gidiyor, ıkınıyor; dışarıda vatan-millet-sakarya edebiyatları yapıyorduk! Akşam hanımla evde, çay bardağının masada bıraktığı izle ilgili tartışıyor veya biraz önce tuvalette rahatlıyor; sonra takım elbise-kravatla, birilerine konferans veya ders veriyor; daha ulvî mes’eleleri tartışıyorduk! Hayatın değişik zamanlarında yaptığımız bu davranışları, girdiğimiz bu durumları üstüste koyunca veya hızlıca oynatınca; bu hayat sinemasında yaptığımız çoğu şey bana tutarsız ve zıt, saçma ve çelişkili görünüyordu!

Hele “ölüm” ve herşeyi terkedeceğimizi bilmek! Ölüm, yaşanılan herşeyi saçma veya anlamsız kılıyordu! Matematikteki sıfır gibi, çarptığı herşeyi yutuyordu! Hayatın, ölümü de kapsayacak şekilde tutarlı bir açıklaması olmalıydı! Yani “hayat” da, rü’yalarımız gibi; ta’bir, te’vil, tefsir ve yoruma muhtaç!…

Bilmesine biliyordum ama bildiğimi bilmiyordum, yani çok sonradan farkedip, anladım ki: Anlam; Allah’tı! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran ve onu sabit ve sarsılmaz yapan Allah’tı! (C. C. )

Dışarıda, pencereden, değişik yönlere koşuşturan, işe yetişmeye veya yağmurdan kaçmaya çalışan insanlara bakarken; bu tabloda bir gariplik olduğunu için için hissediyordum; bu kadar insan nereye, niçin gidiyordu!? Hepsi de aslında hayatın genel akışı içerisinde aynı yöne gitmiyor muydu! Şu ânda mekânsal olarak farklı yer ve yönlere gitseler de, zamanın hepsini aynı ve tek yöne götürdüğünü biliyordum!

Bugün bile, bazı geceler, herkes uykudayken, kendimi; evin duvarlarına şüpheyle dokunup, “acaba rü’yada olabilir miyim!? Burada gerçekliğin dokusu acaba ne kadar zayıf!?” derken yakalıyorum! Hayır konuyu Matrix’e getirmiyorum veya size bir Matrix’ten uyanış hikâyesi de anlatmayacağım. Ama bazen hayatın uyanmak istediğim bir rü’ya olmasını çok istediğim zamanlar oldu!

Rü’yada rüyada olduğumuzu farkettiğimizde, nasıl rü’yadaki olayların etkisi kalkıyor üzerimizden ve nasıl rü’yadaki dekor ve olaylara ve fizikî kurallara etki edip, değistirebiliyoruz; yani “rü’yada olduğumuzu bilmenin etkisi”, rü’yanın yapı ve dokusunu çökertiyor! Acaba bu dünya hayatımızda da gerçekliğin dokusu, bu rü’yalarımızda olduğu gibi zayıf olabilir mi? Yani rü’yada olduğumuzu farketmemiz, rü’yanın yapısını çökertip, dokusunu bozduğu gibi; bu dünya hayatının da künhüne varmamız (mes’elâ bu hayatın da bir rü’ya çeşidi olduğunu farkedip, bilincine varmamız); buradaki gerçekliğe ve fizikî doku ve kurallara da müdahale etmemizi sağlayabilir mi?

Diğer ifadeyle: Rü’yadaki gerçekliği çökertme veya rü’yadan uyanmayıp, devam etmeye karar vermemiz; yani rü’yayı yönetmek için sadece rü’yada olduğumuzun farkına varmamız yeterli! Yani rü’yaya müdahale için herhangi bir “kuvvet ve enerji” gerekmiyor; sadece rü’yada olduğumuzun “bilgisi” yetiyor buna! Bunun gibi; dünya hayatımızdaki fizikî kural ve realiteleri de, “kuvvet” kullanmadan; sadece bir “bilgi ve bilinç ve inanç değişikliği”yle değiştirmek mümkün mü acaba? Yani içinde bulunduğumuz mevcut gerçekliğin doku ve yapısını değiştirmek; “kuvvet ve teknoloji” mes’elesi mi, yoksa sadece bir “bilgi ve bilinç” mes”elesi mi?… Veya “rü’ya”nın işleyiş ve mahiyeti ile “dünya hayatı”nın çok mu farklı kurallara tâbi? Yani yanlış bir analoji ve benzetme mi bu “rü’ya – dünya hayatı” kıyası?

Her neyse emin olduğum birşey varsa; kabirden kalkış – diriliş hâdisemiz; Matrix’ten, yani bir program, kurgu ve rü’yadan uyanmamız gibi olacak! Hâni rü’yada yaparken saçma veya sıradışı ve olağanüstü gelmeyen biri sürü şeyin, uyandığımızda öyle olduğunu farketmemiz gibi olacak; kabirden uyandığımızda dünyadaki gaflet ve ülfet uykusunda yaşadığımız ve gördüğümüz çoğu şey!

Veya rü’yadayken öldü gördüğümüz sevdiğimiz birisinin, uyandığımızda ölmeyip, yaşadığını görürüz ve seviniriz ya; aynen onun gibi ahirette de, bu dünyada öldü gördüklerimizin aslında ölmeyip, yaşadıklarını göreceğiz! Yani onlar geçmişimizde değil, geleceğimizdeler; bizi bekliyorlar! Bu konuyu da burada bırakalım.

Bazı geceler elime, bir yabancının eline bakıyormuş gibi bakıp, tedirgin olurdum! Veya “insanlardaki görünüş, yani deri ambalajına aldanmamak lâzım; içleri kan – irin, sinir, et, dışkı, gaz vs. dolu” diyerek; onları sevme, hattâ aşık olup, şehvet duymanın hiçte mantıkî ve rasyonel bir davranış olmadığını düşünürdüm.

Öyle ya; karşıma derisiz, kan – sinir lif ve damarlarıyla birisi çıksa; nasıl tiksinir veya ürker ve korkar, hattâ kaçarım; o hâlde kendimden de tiksinmem ve kaçmam gerektiği; aksi hâlde üstümdeki deri ve ambalaj ve görünüşe aldandığımı veya bu gerçeği unutup, en derinlerime iterek, kendi gerçeğimle yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmem gerektiğini düşünürdüm.

Belki de herşey; tüm kanun, yasa, töre, âdet; aldığımız unvan, etiket; kazandığımız sıfat, uyduğumuz muaşeret kuralları ve davranış kalıplarıyla herşey; nesilden nesile aktarılıp, doğduğumuzdan itibaren öğretilen, tüm insanların ortaklaşa inandığı bir yalan; birlikte oynadığı bir senaryoydu!

Belki sadece uyurken ara verdiğimiz, aslında doğduğumuzdan beri 7/24 saat oynadığımız için rol yaptığımızı bile unutup, o rolle özdeşleştiğimiz; yani artık o oynadığımız karakter olduğumuz için; bir kurgu ve senaryonun içinde bile olduğumuzu unutmuş; bu sebepten herşeyi çok ciddiye alıyor, olması gerekenden çok daha fazla değer veriyorduk! Sonrada “o toprak senin, bu toprak benim; sen şusun, ben buyum” diye savaşıyorduk! Hakikâtte; öleceğimiz için hiçbirisi bizim değil ve biz kazanmadığımız için hiçbirşey bizim değildi! (Acaba Cennet’te de tapu – kadastro, parselâsyon ve vatan mefhumları var mı?)

Bu sorular da neydi, ne oluyordu bana!? Yoksa dünyaya gönderilen her insana (hayata uyum ve entegre olmasını sağlamak için) yüklenen “ana işletim sistem yazılımı” bana yüklenirken elektrikler kesilmişte, sıfır beyinle mi dünyaya gelmiştim!? Yoksa deliriyor muydum veya “delilik” ile “deha” arasındaki o belirsiz ve ince, flû ve bulanık çizgide dengemi bulmaya veya hangi tarafta olmaya mı karar vermeye çalşıyordum!?

Belki de deliler bizden daha akıllıydı; hiç değilse onlar akıllıyız numarası yapmıyorlardı! Zihin dışında herhangi bir varlığı olmayan, yani hariçte herhangi bir nesneye tekabül etmeyen “normâl – anormâl” gibi kavram ve ayrım ve isimler üretmiyor; bu tür sun’î kavram / ayrımları eşyaya giydirmiyorlardı! Bir yalana inanarak; kendi sanal gerçeklik hapishanelerini inşa etmiyorlardı! Düşünceyi; dil ve lisan hapishanesine kilitleyip, mantık kurallarıyla zincirlemiyorlardı! Bu soruları da burada bırakıp, yolumuza devam edelim.

Orta 3’te okurken bir gece telefonla babamın tüfekle vurularak öldürüldüğü haberini aldım, ertesi gün doğru İznik’e gittim. Jandarma tükenmez kalemle çizdiği resimde tüfek saçmalarının nerelere isabet ettiğini gösteriyor ve babamın düşmanı olup olmadığını soruyordu.

Burada hatırımda kalan; cenazesini bir minibüs içerisinde akrabalarımla İznik’ten Yenişehir’e getirirken, menteşesiz tabutun kapağını düşmemesi için bana tutturmaları ve yolda bazen kayıp, açılan kapağın arasından tabut içerisindeki kefenli cesedi ve göğüs tarafında kurumuş kan lekelerini gördüğümdü! Bu tabutta yatanın babam olduğuna inanamıyordum! Azrail Âleyhisselâm’ın babamdan çok daha güçlü olduğunu, o gün aynelyakîn görmüştüm!

Yurttan çıktıktan sonraki yıllarım da pek parlak geçmedi, yurttan ayrılıp, hayata tutunmaya çalıştığım o yıllar, periyodik olarak senede 2 – 3 defa, intihar etmeyi düşündüğüm yıllardı!

20 – 30 civarı iş değiştirmiş veya işten çıkartılmıştım; istikrarsızlıkta bir istikrar vardı bende! Alacağımı alamadan işten çıkartıldığım ve 2 – 3 ay iş bulamadığım ekonomik kriz zamanlarında, belediye parklarında bomboş otururken; “Halkın vergileriyle yapılmış bu parkta senin oturmaya hakkın yok! Toplumun sırtında kesilmesi gereken bir ursun sen!” diye kendimi dünyada ne kendisine ve ne de başkasına faydası olmayan, bilâkis zararı olan bir yük olarak görüyordum. Bir iş’te çalışmanın, kişilikle bu kadar bağlantısı olduğunu bilmiyordum! Bu aralar inşaatta amelelik bile yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım.

Sonra “Delta Force Stratejik Plânlama&Tanıtım&Ar-Ge” isminde şahıs firması kurdum. Zaten “pazarlama, emlâk, reklâm, ajans, tanıtım” gibi hizmet sektöründe sermaye de gerekmiyor; daha doğrusu bu işlerde asıl sermaye “müşteri portföyü”.

Bu işimde proje olarak: Her sektörden tek bir firmayla (hastahane, pastahane, lokanta, matbaa, kırtasiye, ofis mobilyası, ev mobilyası, otobüs seyahat firması gibi) olmak üzere ortalama 100 küsur firmayla senelik indirim anlaşması yapacak. Sonra basacağım aileye özel Delta Force Card’la ortalama 25 bin aileye bu kartı ücret mukabilinde satmayı ve senelik anlaşma yaptığım firmalardan da aylık 10 milyon lira almayı plânlıyordum. Sonuçta 25 bin aile ortalama 4 kişi olduğuna göre; yani 100 bin kişiyi o sektörde sadece o tek firmaya yönlendirecek; böylece firmanın da çok ucuza reklâm –pazarlamasını yapmış olacaktım.

Daha sonra bu 25 bin aileye broşür dağıtma; bunlara edeceğim telefonlarla (oturduğum yerden) kısa zamanda ürün – pazar – anket araştırmaları yapma; deneme veya reklâm – tanıtım amaçlı promosyonlar verme; üye firmalarla ortaklaşa tam sayfa reklâmlar vererek firma başına reklâm mâliyetlerini azaltma; ortaklaşa çeşitli organizasyonlar düzenleme gibi plânlarım da vardı.

Ayrıca karta bulacağım sponsor veya alacağım reklâmlarla kartın zaten çok cüz’î olan basım mâliyetini de çıkartmış olacaktım. İlerleyen zamanla birlikte bu 100 bin kişi ve üye firmalar üzerinden kendi pazarlama – tanıtımımı ve marka – imaj çalışmamı yapmış; artık buradan bağımsız milletvekili adayı olup, kapağı meclise atmayı; sonra başbakan olmayı plânlıyordum! (Aklıma Zübük filmi geldi, nedense!)

Tabii tahmin ettiğiniz gibi; bu proje de gerçekleşmedi, daha doğrusu ölü doğdu. Projenin ilk ayağı olan firmalarla senelik indirim anlaşması yapma kısmı olmadı; diğer ayağı olan 25 bin aileye indirim kartı basma ve dağıtma işi de gerçekleşmedi. Arkamda güçlü ve tanınmış bir firma ve sermaye de olmadığı için kimseye güven vermiyordum. Görüştüğüm firmalar 25 bin ailenin listesini görmeden indirim anlaşması yapmak veya anlaşma yapsalar bile aylık ödemelere şimdiden başlamak istemiyorlardı. Aileler de indirim anlaşması yapılan firmalar henüz ortada olmadığından kart parasını vermeye yanaşmıyorlardı! Elhasıl kendini besleyen kısır döngünün ticaretteki örneği gibiydim! Sonraki aşama olan; karta sponsor ve reklâm bulmaya teşebbüs bile edememiştim.

Elhasıl sermayesiz 2 – 3 ay sürdürebildim bu işi, firmalara bile (belediye halk otobüsüne binecek kadar bile param olmadığı için) yürüyerek gidiyordum. Zaten 2 – 3 aydır ev kiramı da veremiyor, faturaları ödeyemiyordum. Ev dediysem; kerpiçten yapılmış duvarları olan; çatısından yağmur giren, tespih böceği düşen; şofben ve sobası olmayan; küçük bir avlunun ayırdığı 2 odası olan; zaten yol geçeceği için yıkılacak; yani bırak ailenin bekârın bile yaşaması uygun olmayan müstakil, eski bir evdi. Zaten bu evi bulduğumda kiralıkta değildi; sahibini bulup, cüz’î bir fiyata kiralamaya ikna etmiştim kendisini.

O günlerde ehliyetimi rehin bırakarak, haftalık veresiye alışveriş yaptığım bakkaldan bile birkaç sene sonra borcumu ödeyip, ehliyetimi geri alabildim. O günlerden birinde, alabildiğim 3 – 5 patatesin yarısını akşam yemiş, kalan yarısını da sabah yemek için ayırmıştım. Menülerim genelde yoğurtlu makarna oluyordu. Hele evin avlusunun bahçesinde yıkadığım tek çay bardağımın elimden kayıp, yere düşmesi sırasında kalbimdeki korku ve heyecanı hiç unutmuyorum! Çünkü kırılırsa, başka bardak ve alacak param yoktu!

İşte cüz’î kirasını bile ödeyemediğim, tek odasını ancak kullanabildiğim bu evden; tek çekyatımı, küçük kitap dolabımı, küçük tüpümü ve tenceremi yükleyerek kaçıyordum. Hem de yağmur çiseleyen gri birgünde, açık kasa bir kamyonetle; yani hava, kamyonet, ıslanan eşyalar; yani sahnedeki dekor bile trajediyi arttırmak için sanki özel olarak ayarlanmıştı! Sanki hayatımda bütün bu başıma gelenler beni bir yerlere götürmek için özel olarak seçilip, tasarlanmıştı! Şifreyi kırıp, kodu çözebilirsem; bana gelen bu mesajı öğrenmiş olacaktım.

Yetiştirme Yurdu zamanlarına tekrar dönüyoruz: Yurda verildikten sonra bende vesvese ve takıntı ve evhamlar başladı. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa daldığım ve evliyaları kendime rol model / örnek aldığım için, kendimi onlar gibi olmaya zorluyor. Başaramayınca veya bundan bıkkınlık ve nefret gelince; burulmuş yayın serbest kalması gibi, herşeyi bırakıyordum!

Örneğin “nasıl bir büyüğünün yanında ayağını uzatamıyor ve lâkayt davranışlarda bulunamıyorsun, o hâlde Allahu Teâlâ’nın seni izlediği her yerde ayaklarını uzatamazsın, kimse yokmuş gibi davranamazsın” diyordum kendi kendime. Ayak uzatmayı ve diğer beşerî davranışlarda bulunmayı, büyük bir cürüm ve günah ve utanmazlık olarak görüyordum. “Onun gördüğünü bile bile bunları yapıyorsan; ya aslında inanmıyorsun sen veya görmesine ehemmiyet vermiyorsun! Bu nasıl iman!? Bu nasıl haya!?” diye kendi kendimi suçluyor, hatta nefret ediyordum! Halbuki bilmiyordum ki ayak uzatmak haram ve günah değilmiş! Meğer aciz ve zaif insana, böyle bir ruhsat ve izin verilmiş!

Ya o mezhep veya şu içtihad hatalıysa diye 4 mezhebe birden uymaya çalışıyordum. Saatlerce banyo yapıyor, defalarca abdest alıyor, kıldığım namazları olmadı – bozuldu deyip, tekrar kılıyor; tuvaletlerde 1 – 2 top tuvalet kâğıdı harcıyordum! Bazen kıldığım 2 rek’ât namaz, taş taşımaktan çok daha yorucu ve eziyetli geliyordu bana; bitse de rahatlasam, tekrar abdest almak veya tekrar kılmak zorunda kalmasam diyordum! Yani namazı kılarken değil, bitirince mutlu oluyordum!

Namaz dışındaki zamanlarımda da; kullandığım diş veya ayakkabı fırçasının hangi kıldan yapıldığı; ayakkabı boyası, diş macunu, bulaşık deterjanının biyokimyevî yapısı ve içinde alkol nev’inden necis maddeler bulunup bulunmadığı; yemeklerde margarin kullanılıp kullanılmadığı gibi soru ve şüphelerle boğuşuyordum!

Elhasıl “ya hep ya hiç” karakterli bir sarkaç gibi bir uçtan diğer uca savruluyor; bir türlü vasat ve denge noktasında sükûnet ve itmi’nan, sekine ve huzur denilen duyguları yaşayamıyordum! Belâ en çok sevenlere gelirmiş ya; fakirlik ve sıkıntı ve acı çekmediğim bir günüm olursa; artık Rabbimin beni bıraktığı, “ne hâlin varsa gör” dediğini zannederek, kendimden şüpheleniyordum! Elhasıl ne kendimden ve ne de Rabbimden emin olamıyordum!

Sanki mutlu ve huzurlu olmak yanlıştı; hep ağlamalı, hep sıkıntı ve acı çekmeliydim ben! 60 küsur senelik hayatın 12 sene büluğ öncesini çıkarsak, kalan 40 senenin de 13 senesinin uykuda geçtiğini hesaplarsak; 20 – 25 küsur senenin her günü işkence altında geçse, ebedî ahiret hayatına göre bunun ne önemi vardı! Hem zaten dünya müslümanın cehennemi, kâfirin cenneti değil miydi!?

Bende yanlış giden, yanlış çalışan birşeyler vardı! Hayır tüm insanlar yanlış yöne gidiyor da, bir tek ben doğru yöne araba sürüyor olamazdım! Demek yola ters yönden giren bendim! Rabbimiz bize İslâmiyet’i, insan dünyada ve ahirette nasıl mutlu ve huzurlu olur, nasıl saâdete erişir onu göstermek için göndermişti; yaşamayı işkenceye çevirmek için değil! Evet, yanlış bendeydi! Demek içimde arızalanmış bir donanım veya bozulup, silinmiş bir yazılım vardı ki; ibrelerim eğri çalışıyor, göstergelerim doğru göstermiyordu!

Buradaki en önemli yanlışım: Aciz ve zayıf, eksik ve kusurlu olduğumu unutmuş olmam; üstelik kendimi kutup ve gavs olacak kapasite ve kabiliyette görecek kadar kibirli olmamdı! Sevmek ve ısınmak isteyip ama kendimi uzaydan gelmiş bir yabancı gibi hissettiğim bu dünyada; o alelade, ortalama insanlardan birisi olmak istemeyişimdi! Elhasıl kusur ve problemin bende olduğunu itiraf edip, doktora gitmem çok sonra oldu; burada da “obsesif kompulsif” olduğumu öğrendim! (Ne olduğuna internetten bakarsınız. )

Bir yerlerden okumuştum: Kişi babasını nasıl görüyorsa, Rabbini de öyle zannedermiş! Rabbim’e karşı duyduğum korku ve güvensizlik ve “O da beni sevmeyip, terkeder veya cezalandırırsa!” endişesi; belki anne – babam ve diğer insanlardan kalmış manevî bir mirastı bana!

Diğer yandan; kendime ve sevmediğim diğer insanlara karşı İslâmiyet’i bir sopa olarak görüyor; kendimi ve herkesi İslâmî açıdan eleştiriyor ve kınıyor; kendimle birlikte herkese kızıyordum! Sevmediğim, hatta nefret ettiğim insanların İslâmî eksik ve yanlışlarına bakarak, onları acımasızca eleştiriyor, kafamda sopalıyordum! Halbuki onlara uzak ve soğuk olmama İslâmî bir kılıf ve mazeret üreterek; güya bu tutum ve davranışlarıma meşruiyet ve ulvîyet kazandırıyordum! Güya İslâmî ve ulvî hissiyat / hassasiyetlerimden dolayı insanlardan uzak duruyordum; halbuki insanlara duyduğum şahsî kin ve öfkemi böyle tatmin ediyor; yüzleşmekten korktuğum bu gerçeği kendimden böyle saklıyor ve rasyonalize ediyordum! Bu konuyu da burada bırakalım.

Geceleri uykumda, yani irade ve kontrolümün zayıf olduğu zamanlarda; cinler de rahatsız etmeye başlamıştı beni! Yarı uykulu yarı uykusuz, yarı bilinçli durumlarda rü’yalarıma müdahale ediyorlar ve uyanmak istediğimde de gözlerimi açtırmıyor; “karabasan” gibi yataktan kalkmama müsaade etmiyorlardı!

Zorla uyutup, gösterdikleri bir rü’yada yattığım odaya bir sürü koltuk taşıtıyorlardı ama koltuklar döner koltuk olduğu için ayaklarıma çarpıyordu taşırken. Bu esnada rü’yadayken dedim ki “Zaten rü’yadayım, dünyadaki gibi yavaş taşımama gerek yok bu koltukları; ruh hızıyla taşıyayım bari. ” Böyle dedim ve hızlıca taşımaya başladım koltukları. Demez olaydım! Sanki rü’yadaki fizik yasalarını ihlâl etmiş ve kurallara karşı gelmişim gibi; rü’yamdaki tüm dekor ve içindeki eşyalar zangır zangır titremeye ve oynamaya başladı! Çok korktum, bırak gözümü açıp, uyanmak ve dudaklarımı kıpırdatıp Ayetelkürsi okumak; Bismillâh dememe bile müsaade etmiyorlardı!

Vücudumun içerisine 5 – 10 tane cinnin girip, işgal ettiğini hissediyordum! Üzerimde uyku ve ağırlık yapıp, ruh veya irademin vücud üzerindeki kontrolünü bloke ediyorlardı! Gözlerimi açıp, uyanmayı başarıpta; okuyup, ellerime üfleyerek, vücudumu mesh ettiğimde ise; hepsi göğüs ve ayak ucumdan dışarı kaçıyordu! Hayır gördüğüm bir şey yoktu, sadece vücudumda hissediyordum onları. İçim ürperip, tüylerim diken diken oluyor ve gözlerimden yaş gelecek kadar rahatlıyor ve hafifliyordum. Şiddetli uyuma isteği ve gözlerimdeki kapanma baskısı da kalkıyordu. Bunun gibi, bazı geceler, kanın damarlarda cevelân ve deveranı gibi; içimde dolaştıklarını hissediyordum!

Şiddetli uyku bastırıp, yatağa yatınca hemen uyuduğum bazı geceler, kulağımın dibinde şiddetli patlama ve şimşek çakmalarıyla beni korkutup, uyandırıyor, yatağımdan sıçratıyorlardı! Bazı rü’yalarımda sevdiğim insan suretinde geliyorlar, tam yanıma yaklaştıklarında suretleri değişip, korkunç bir suret alıyorlardı! Bir keresinde zorla gözümü açmayı başardığım bir rü’yada, gözlerimdeki katrandan sert kabukların kırıldığını fakat hareket ettiremediğim vücudumun bu sert katranla kaplı olduğunu görmüştüm bir ân! (O gece, yatsıyı kılmadan yattığım bir geceydi. )

Artık, “ulan!” dedim kendi kendime; “gündüz insanlarla, akşam cinlerle uğraş; ne kardeşim bu ya; hep mücadele hep mücadele!… ”

Burada onların en büyük silâhı ve bizim en zayıf noktamızın; onlara karşı duyduğumuz “korku” ve bunun getirdiği “karşı koymama iradesizlik ve kararsızlığı” olduğunu anladıktan sonra işler kolaylaşıp, çözülmeye başladı.

Hem “Lâ havle velâ kuvvete…” sırrını hazmetmeden ve uçurumdan düşen bir insanın çaresizliği içerisinde Allahu Teâlâ’ya sığınmaktan başka bir alternatif olmadığını idrak etmeden; O’na mecbur ve mahkûm olup, tek kurtarabilecek Zât’ın O olduğuna şahid olmadan; elhasıl O’na güvenmeden ve dayanmadan; yatakta değil Ayetelkürsi, Felâk, Nas’ı okumak; Kur’ân’ı hatmetsen faydası yok veya çok az!

Cin demişken; yurttan anneme izinli geldiğim birgün, üvey babam (“üvey baba” deyince aklıma Kemalettin TUĞCU geldi nedense!) parasını kaybetmiş veya çaldırmış; evde şimşek ve gökgürültüleri vardı yani. Ben yorganın içine sinmiş ve uyuyormuş gibi yapıyordum! “Yarın cinci hocaya gideceğim, kim çaldıysa karnı şişecek!” diye ortaya tehditler savuruyordu! Ulan böyle evhamlı, vesveseli insanın yanında böyle denir mi! Daha böyle der demez, dikkatim karnıma yöneldi! Karnımda kasılma ve guruldamalar hissediyor; elimle karnımın şişip şişmediğini yokluyordum! (Uzun zaman sonra öğrendim ki parasını, habersizce annesi almış. )

Üvey baba deyince, aklıma öz babam geldi şimdi. Onun pazarda sattığı balıklardan kazandığı parayı kaybetmesi geldi. Sabah ayıldığında parayı sen çaldın diye beni bir güzel dövüp, küfrede küfrede evden çıkıp, gitmişti. Sonra ben babamın ceket, pantalonlarını karıştırarak, astarının içinde bulmuştum parayı. “Zaten dayağı peşin peşin yedik” dedim, vermedim o parayı.

Neyse uzatmayayım; birkaç cinci hocaya gittim kimi “su cini var sende” dedi muska yazdı; tabii muskada ne yazdığını görmek için içini açtığımı tahmin edersiniz! Galiba altalta 19 adet besmele ve Ashab-ı Kehf’ten bazı isimler yazıyordu. Başka cinci hoca “sende 3 tane sarışın hıristiyan cin var, hep seninle dolaşıyor, seni bırakmıyorlar” dedi. Sonraları birkaç tane de psikiyatri doktoruna gittim, onlar da “obsesif kompulsif” teşhisi koydular! Sizin anlayacağınız, her iki tarafla irtibatı koparmamaya ve 2 yönden tedavi olmaya çalışıyordum!

Bir keresinde doktorun verdiği bir ilâçtan sonra afedersiniz çevreme öküz gibi bakmaya başlamıştım! Artık olayları çok açılı, yukarıdan 5 kamerayla izleyemiyor; baktığım ağaçtan 20 anlam çıkaramıyor; önümden sür’âtle geçen otomobillerin herbirisinin plâkalarındaki rakamları yanyana toplayıp karesini alamıyordum! (Zaten araba plâkalarıyla ilgili bu işlemi eskiden de yapamazdım!) Sizin anlayacağınız, etrafıma bön bön bakıyordum. Ben de “ulan demek normâl insanlar çevrelerine böyle bakıyorlarmış” dedim ve o ilâcı bırakıp, normâl insan olmaktan vazgeçtim!

İşyerindeki arkadaşım da işin dalgasındaydı: “Oğlum bizim gibi avam insanlar nezle olur, grip olur; senin gibi havaslar ise ‘obsesif kumpulsif mi’ ismini bile telâffuz edemediğim hastalıklara yakalanırlar” diye benle dalga geçiyordu!

Elhasıl hayatımın uzun bir devresi, ailevî ve ekonomik ve psikolojik problemlerden başka; itikadî ve fikrî buhran ve bunalımlarla uğraşmakla geçti. Örneğin: Kendimin bir çeşit rü’yada olmadığına delil arama ve ikna etme çabaları ve bulamayışım! Öyle ya, eğer bir çeşit rü’yadaysam; rü’yadan uyanmadan, rü’yada olup olmadığımı nasıl ispatlayabilirdim ki!? Sonuçta lehte, aleyhte bulacağım her delil, bu rü’ya içerisinden olma ihtimâli vardı!… Tahayyül-ü şirk ve tasavvur-u küfr’ü, tasdik-i küfürle iltibas etmelerim… Amelin evlâsını ararken, harama düşmelerim gibi…

Anne-baba ve akraba üzerinden dış dünya ve insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimlerden sonra; “anne-babam böyleyse, diğer insanlar ne yapmasın!?” diyerek; insanlardan kaçışım ve onları sev(e)memem, bazen nefret edişim!… Aslında hiç yardım etme niyeti taşımayan, otomatik güleryüzle, yapmacık “nasılsın” demelerinin; bana küfrediyorlarmış gibi hissettirmesi!… Tüm devamsızlık haklarımı kullanarak, okuldan devamlı eve veya cami köşeleri, avluları veya çay bahçeleri ve kitapçılara kaçışım!… Sanki kitapları uyuşturucu niyetine kullanıp; sanki birşeylerden kaçar ve unutmak ister gibi, buralarda saatlerce kitap okuyuşlarım… Kitap okumak için gittiğim Din Görevlileri Derneği’nde yaşlı bir amcanın bana “buraya 18 yaşından küçükler giremez” demesi geldi şimdi aklıma…

Ankara Üniversitesi’nin 2 yıllık İnşaat Meslek Yüksekokulunu kazanmam ama maddî – manevî sebeplerden birkaç ay okuyup, kaydımı dondurmam ve sonra sildirmem; sonra Hacettepe’nin 2 yıllığını kazanmam ama hiç gitmemem. En sonunda Anadolu Üniversitesi’nin 4 yıllık İşletme Lisans Bölümü’nü bitirmem.

Sonra askere giderken kısa dönem askerliği değil de yedek subaylığı tercih etmem (buradan aldığım maaşla, evlilik paramı biriktirecektim) ama kısa dönem askerlik çıkması ve buna sevinmem.

Yurtta kaldığım zamanlarda Piramit veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nin ufak bir model ve prototipini yapıp, buna sanayi cereyanıyla yatay elektrik akımı verip, ortaya çıkan dikey magnetik alanla dipolarizasyon meydana getirme, böylelikle modelin içindeki sineği ışınlama projelerime falan ise hiç girmeyeceğim!…

Limonun tadı mı “ekşi”, yoksa tat olarak “ekşi” bizde tanımlı ve kodlu da; limon sadece o tanım ve kodu mu aktive ediyor? Yani tüm tatlar ve kokular, renkler ve şekiller dışımızda değil; içimizde mi!? Dışarıdaki eşyanın tüm fonksiyonu, bu içimizdeki program ve kodları uyarmak ve canlandırmak mı sadece!?… Dışarıda gördüğüm ve hayranlıkla seyrettiğim bu manzara, sadece bir doğa manzarası mı; yoksa bu doğa aynasında hakikâtte kendi yansımamı mı seyrediyor ve hayran oluyorum!? Dışarıda gördüklerim, aslında kendi içimde gördüklerim veya benden dışa yansıyan şeyler mi!?… Madde’nin hareket hızı; fazını belirliyor? Mahiyet ve hüviyetini de belirliyor mu, nasıl?… Gibi problemlerimden ise başka zaman bahsederim.

Burada yazdıklarım hayalî olay ve kahramanlar değil, bizzat yaşadıklarım; belki yanlış ifadeler kullanmış olabilirim ama hiç mübalâğa ve abartma yapmadım; hattâ bunların çok azını paylaşabiliyorum sizinle. Yani yazdıklarım var, yazamadıklarım var; sonra unuttuklarım var, bir de unutmak istediklerim var…

Kitap okumak veya ders çalışmak için sık sık ve devamlı olarak gittiğim Bursa Ulucami civarındaki Kozahan Çay Bahçesi’nde gelecekte eşim olacak kişiyi gördüğümde; kulağıma dışarıdan ve gaibten fısıldanan “Bu kişiyle evlenmek için dua et, duan kabul olacak” sözünü ve o kişiyle evlenip, çoluk çocuğa karışmamı ve bugüne kadar ki maceralarımı belki başka zaman anlatırım. (Ha ambulâns geldi mi, aşağıda mı? Şimdi geliyorum! 🙂

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Evlenmek, hele çocuk sahibi olmak hiç rasyonel ve mantıklı gelmiyordu bana! Hâlen de geldiğini söyleyemem. Çünkü insanın dünyada sevdiklerinin sayısını arttırması, onların elemleriyle acı çekme riskini de arttırıyor! Kendi acılarımda zorlanırken, bir de başkalarının yükünü omzuma almak, böyle bir riske girmek hiçte akıl kârı gelmiyor bana! Ama bu aşamada mantıklı olmayı bıraktım; hormon ve güdülerime ve duygularıma; yani “fıtrat” programlarıma uymaya karar verdim. Zaten “sevgi, muhabbet, yardımseverlik, fedakârlık, anne-babalık, şehidlik” gibi çoğu ahlâkî davranış ve tutum, değer ve sabitelerin mantıkî taban veya pragmatik temeli yok ve olmaz ve belki de olmamasıdır, bunları değerli ve önemli kılan…

Bu yazının final sahnesi ve sonuç cümleleri yok. Daha doğrusu sonucu ben de bilmiyorum! Finâl sahnesi olmayan bir yazının size faydası olur mu? Bunu da bilmiyorum, sanırım bunun cevabı sizde.

Benimle benzer sıkıntı ve tecrübeler yaşamış başkalarına da bir faydası olur kanaâtiyle; bu yazının detaylı ve genişletilmiş, bugüne kadar gelen güncel versiyonunu belki ileride www.metabilgi.org siteme eklerim.

Başlığı belki “Sınırlar” veya “Aklın Limitleri” olur; belki de “Gerçeğin Yapısı” veya “Gerçek’in Dokusu” gibi birşey, bilmiyorum. Çünkü film bitmedi, macera devam ediyor!

Ayhan Küflüoğlu / Risale Haber