Etiket arşivi: ahirete iman video

Hikmet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki şu âlemde, zerrelerden güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iman ile ibadet eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!”

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hüküm sürmektedir. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:

Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemi idare eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?

Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumuna nakşetmek; büyük bir ağacın amel sayfalarını, hayat tarihçesini ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında mükemmel derecede güzel bir sanatın bulunması, nihai derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını yerleştirmek, elbette nihai derecede bir güzel sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her ilim dalı kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her ilmin içerdiği asıl konu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:

Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah!..” değil midir?

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?

Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

İKİNCİ BASAMAK: HAKİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?

Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin bu fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece önem vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa dönüşmesine müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şahitliği ile nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve uzaktır.

Acaba hiç mümkün müdür ki Allah Teâlâ, bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir dünyevi ücret versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?

Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi geçici ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.

Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.

Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, şu insanın kabiliyetleri de bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize adaydır ki, o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir ilim dalı bu hikmetin şahididir.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile pekiştireceğiz:

Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.

Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar aşikardır ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Ahireteiman.com

Adalet Delili (Ahirete İman)

Hiç mümkün müdür ki, her işinde nihayet derecede adalet ile iş gören bir Âdil-i Hakîm, mahlukatının hukukunu muhafaza etmeyerek, mazlumun hakkını zalimden almasın ve adaletini hiçe indirsin? Bu adalet burada yok hükmündedir, demek başka yerde büyük bir mahkemesi ve adalet diyarı vardır ve olmalıdır.

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET VE BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?

Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adalet, zulmün zıddıdır.

Adaletin bu manasıyla, Cenab-ı Hak nihayet derecede adildir. Dilerseniz şimdi bu sözümüzün hakkaniyetini ispat edelim:

Adalet, her hak sahibine hakkını vermek demekti. Şimdi şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki, bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı lâyık-i veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, bir kartala da sinek kanadı takılmıyor. Her varlığın hangi cihazlara ihtiyacı varsa, o cihazlar ile donatılıyor.

Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.

İşte her şeye hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.

İşte sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir. Sözün özü, her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir neticesidir.

Şimdi soruyoruz:

  • Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek, hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kim?
  • Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlar ile donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?
  • Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?
  • Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?
  • Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?
  • Kısacası; göz önündeki şu adaletin sahibi olan Adil zat kim?

Elbette Allah’tır ve bu, O’nun adaletinin bir tecellisidir.

Şimdi de adaletin başka bir şıkkına bakalım:

Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Adil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.

Ancak ikinci başlıkta da izah edileceği gibi, bu dünya adaletin bu tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Adil ismiyle ahirete kapı açarken, adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükememesi delil yapılacaktır.

Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti, buldu!” sözü, zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi, perde arkasındaki bir Adil-i Mutlak olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise O zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.

Adaletin bir diğer şıkkı da şudur:

Âlemdeki dengeyi muhafaza ederek diğer canlıların haklarını korumaktır. Mesela, sadece ıstakoz bir yılda 7.000.000 yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. İşte bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunarak adalet tecelli etmiştir.

Yine soralım:

  • Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?
  • Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?
  • Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?

Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun adaletine güneş gibi bir delildir.

İKİNCİ BASAMAK: ÂDL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

“Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet; insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin? Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!”

O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, ebed için yaratılan insan hususunda böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle; mazlum ise zillet ile yaşayıp gidiyor.

Hâlbuki hakiki adalet ister ki, mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nisbetinde değil; belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.

Madem dünya var ve dünya içinde bir rahmet ve adalet var; elbette, dünyanın vücudu gibi kati olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek, dünya ve içindekileri inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi; cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve onu gözlüyor.

Şimdi bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim:

  • Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas dengelerle ve belli ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak, nihayetsiz bir adalet ile iş görüldüğünü ispat eder.
  • Fiiller failsiz olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Adil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Cenab-ı Hak olabilir.
  • Madem Cenab-ı Hak nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz bir adaletle iş görür, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya, o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Zira otuz bin kişiyi öldüren bir zalimden, bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki, bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki, nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allah Teâlâ buna asla müsaade etmez.
  • Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki, zalim izzet ile ve mazlum zillet ile yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allah Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.
  • Demek ahireti inkâr etmek, ancak Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun “Adil” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Allah’ı inkâr etmek ise ancak, göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmek ile mümkündür. Adaleti inkâr etmek için ise ya kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Zaten onlar da bizim muhatabımız değildirler.
  • Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi, imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allah Teâlâ, razı olmamasına rağmen bu zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse, imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı, birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.

Sözün özü: Bir sineğe dahi vücut vererek, suret vererek, onu nihayetsiz hikmetli cihazlarla donatarak ve onu terbiye ederek nihayetsiz adaletini gösteren Allah Teâlâ; elbette ahireti getirmeyerek mazlumların hakkını zalimde bırakmayacaktır. O, bundan nihayet derecede münezzeh ve uzaktır.

Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ, iman ettik ve tasdik ettik!..

Ahireteiman.com

İzzet Delili (Ahirete İman)

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan maliki, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? O ceza ve terbiye, bu dünyada yok hükmündedir; demek başka yerde bir ceza yeri vardır ve olmalıdır.

Bu delilde, Allah’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerinden ahirete bir kapı açacağız. İlk önce şu âlemdeki izzet ve celali görelim ve o izzet ve celalden “Aziz” ve “Celil” olan zata ulaşalım. Daha sonra da izzet ve celalin ahireti gerektirmesine geçelim.

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN İZZET VE CELALİN SAHİBİ KİMDİR?

Allah’ın bir ismi olan Aziz: Allah Teâlâ’nın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması, Allah’ın mağlup olmayan galip olması ve yarattıklarının O’nun emrine itaat ederek karşı gelememesi manasındadır.

Evet, Allah Aziz’dir. Zira şu kâinata bakıyoruz ve görüyoruz ki: -İmtihan sırrından dolayı- İnsan ve bazı canavarlardan başka,

  • Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor.
  • Hiç Hiç bir mahluk zerre miktar haddinden aşmıyor.
  • Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor.
  • Hiç biri vazifelerinden geri kalamıyor ve O’na itaatsizlik yapamıyor.
  • Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor.

İşte, her şeyin büyük bir heybet tahtında genel bir itaatte bulunması ispat eder ki, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ediyorlar ve O’na itaat ediyorlar.

Aziz ve Celil isimlerinin tecellisini fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Kim bu isimleri derinden derine tefekkür etmek isterse o yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak versin! İşitecektir ki hepsi bir ağızdan “Ya Aziz, Ya Aziz, Ya Aziz!..” diyerek O’nu tesbih ediyorlar. Zira şu âlemde kendisine büyüklük verilen her bir mahluk, Allah’ın Aziz isminin bir aynasıdır.

Ya da Aziz ve Celil isimlerinin başka bir tecellisini görmek isterse helak olmuş asi kavimlerin kalıntılarına baksın, ya da bakamıyorsa Kur’an’ın lisanıyla dinlesin! Zira helak olan bütün bu kavimlerde de Allah’ın Aziz ismi gözükür.

İKİNCİ BASAMAK: AZİZ VE CELİL İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Başta demiştik: Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan maliki, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin haddini bildirmeyi gerektirir.

Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Çünkü çoğunlukla, zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek büyük mahkemeye bırakılıyor, erteleniyor; yoksa bakılmıyor değil.

Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gibi… İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki, insan başıboş değildir; bir celal ve gayret tokatına her vakit maruzdur.

Acaba hiç mümkün müdür ki, insanın bütün varlıklar içinde önemlibir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra:

  • Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile O’nu tanımasın,
  • Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan ibadetle kendini O’na sevdirmesin,
  • Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmesin ve bu cinayetler cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın, o izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir ceza yeri hazırlamasın? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöyle özetleyebiliriz:

  • Kâinatta gözüken umumi itaat ve asi kavimlere gelen semavi tokatlar, perde arkasındaki bir zatı “Aziz” ve “Celil” isimleriyle bizlere tanıttırır.
  • İzzet ve celal, edepsizleri edeplendirmek ve asilere ceza vermek ister. İzzetin ve celalin haşmeti ancak bu şekilde muhafaza edilebilir.
  • Şu dünyada ise her ne kadar bazen zalimlere ve asilere tokatlar gelse de birçok zaman zalim insanlar ve asi kavimler ceza görmeden bu âlemden göçüp gidiyorlar.
  • İşte bu hâl ispat eder ki, başka yerde bir mahkeme-i kübra ve bir ceza yeri olmalıdır. Olmalıdır ki, izzet ve celal haşmetini muhafaza edebilsin.
  • Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ile mümkündür. “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ise, gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki umumi itaati ve asi kavimlere gelen cezaları inkâr etmek ile mümkündür. Zira umumi itaat ve asi kavimlere gelen cezalar inkâr edilemezse “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu itaatin hâkimi ve bu semavi tokatların sahibi olacak zatın varlığı kabul edilecektir. O zatın varlığı kabul edildikten sonra da izzetinin ve celalinin hakkı için ahireti getirmesi gerektiği tasdik edilecektir.

Yani sözün özü: Göz önündeki şu izzeti inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Gözüyle gördüğünü inkâr edecek kadar akıldan uzak olana ise zaten diyecek bir sözümüz yoktur!

Kaynak: Ahireteiman.com

Merhamet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki, şu göz önündeki icraatının şahitliğiyle, sonsuz bir merhametin ve sonsuz bir şefkatin sahibi olan şu âlemin Rabbi, kendi merhametine ve şefkatine layık bir tarzda mükâfatta bulunmasın ve has kullarına lütufta bulunmasın! Bu lütuf, bu dünyada yok hükmündedir, demek ki başka yerde bir mükâfat yeri vardır ve olmalıdır. Ta ki o rahmet orada hakkıyla tecelli edebilsin.”

BİRİNCİ BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN MERHAMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır.

Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,

Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,

Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,

Vazifelerini öğretmiş,

Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla donatmış,

Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.

Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim:

Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.

Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?

Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap versin:

“İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura, 42/28)

İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri!

Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek, elbette o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir.

Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez.

Ve elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek, rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz.

Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip, kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak, elbette rahmetin işidir.

Ve o koca Güneş’i Dünyamıza soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek, elbette rahmetin bir tecellisidir.

Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım: Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem!

Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem!

Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem!

Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem!

Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.

İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah, hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır.

Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmıştır.

Sözün özü: Şu dünyanın gidişatına dikkatle bakılsa görülür ki, en âciz, en zayıftan tut; ta en kuvvetliye kadar her canlıya muhtaç olduğu rızkı veriliyor. Hatta en zayıf ve en âcize en iyi rızık veriliyor; hiç biri unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Her dertliye

ummadığı yerden bir derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar olunuyor ki, sonsuz bir rahmet eli, içinde işlediği apaçık gözüküyor.

Şu kâinatta gözüken rahmet ve şefkat ile ilgili onlarca cilt kitap yazılabilir. Bizler, “Arife tarif gerekmez!” sırrınca meseleyi daha fazla uzatmayarak rahmetin diğer tecellilerini sizlerin tefekkür âlemine havale ediyor ve ikinci basamağa, “Rahmet ve şefkatin ahireti gerektirmesi”ne geçiyoruz.

İKİNCİ BASAMAK: RAHİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Sorumuz şu: Nihayetsiz bir merhamet ve hadsiz bir şefkat neyi ister ve neyi gerektirir?

Cevap: Nihayetsiz bir merhamet ve şefkat, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister.

Hâlbuki bu fâni dünyaya ve bu kısa ömre, bu rahmet ve şefkatin, denizden bir damla gibi, milyonlarca parçasından ancak bir parçası yerleşir ve tecelli eder.

Demek bu dünya, o hadsiz merhamete zemin olabilecek bir yer değildir. İşte bu da ispat eder ki, o merhamete layık ve o şefkate yaraşır bir mutluluk yurdu olmalıdır ve vardır.

Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen bu rahmetin varlığını da inkâr etmek gerekir. Çünkü eğer ahiret gelmezse şu göz önündeki rahmet ve şefkatin hiç bir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına dönüşür.

Mesela, akıl rahmetin bir hediyesidir. Ama eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını hazır zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar.

Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Ancak eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa, bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı, şefkat duygusunun nasıl yakacağını izah etmeye gerek var mıdır?

Bunlar gibi bütün nimetler, eğer ahiret gelmezse azaba ve alaya döner.

Demek, bu dünyada gözüken rahmet ve şefkatin, zıddına inkılâp etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve şefkatini zıtlarına inkılâp ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay gelen cenneti yaratacaktır.

Ayrıca şimdi hayal edin:

Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşecek iken, dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş.

Şimdi, biz ona bir ip uzatsak ve onu yukarıya doğru çeksek ve tam kurtulacak iken birden ipi bırakarak onu uçuruma düşmeye mahkûm etsek; acaba ona o ana kadar yaptığımız şefkatli muamelenin bir önemi kalır mı? O şefkat, eğlence ve alaya dönmez mi? Hem, onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, hiç ipi bırakmamıza müsaade eder mi? Elbette ki hayır!

İşte bu misal gibi, bizler de Allah Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allah Teâlâ bize bu vücudu verdi ve bizi bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına bizleri mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek bu, misaldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olmaz mı?

Elbette ki o ilahî merhamet bizleri, tekrar ipin bırakılması manasına gelen yokluk karanlıklarına göndermeyecektir. Zira yokluğa mahkûm edecek olsaydı, bizi yokluktan kurtararak bu dünyaya getirmez ve burada böyle şefkatle muamele etmezdi.

İşte ahiret gelmezse şefkat alaya döner. İdama mahkûm ettiğimiz bir insanın hücresine, her türlü yiyeceklerle dolu bir masa göndersek, bu ona iyilik ve ikram olur muydu? Elbette ki olmazdı!

Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur? Ve Allah Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi? Hâşâ ve kella!

Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti gerektirmesine bakalım:

Denizde boğulmakta olan birisini görsek, herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atlarız ve onu kurtarırız. Şimdi sorumuz şu: Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra, onu darağacında asar mıyız; ya da ateşe atıp yakar mıyız?

Elbette hayır! Zira merhametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi, zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik.

İşte onu denizden kurtarmamız bizdeki merhameti, bizdeki merhamet de onu asla darağacında asmayacağımızı ve ateşe atmayacağımızı ispat eder.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da bizi yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi. Ve bu âlemde bizi şefkatiyle bir çocuk gibi besledi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu rahmetin sahibi olan Allah Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ ve kella!

Zira, eğer diriltmemek üzere bizleri öldürecek kadar merhametsiz olsaydı, zaten bizi yokluktan varlığa çıkarmaz ve bizi böyle nazlı bir bebek gibi beslemezdi.

Şimdi bu delili maddeler halinde toplayalım:

  • Bu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve şefkat gözükmektedir. Bu rahmet ve şefkat, sinekten gezegenlere kadar her şeyi ve her yeri kuşatmıştır.
  • Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve şefkatin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, varlığı olmayan ve sadece varsayımdan ibaret olan doğa kanunları ve cansız sebepler bu merhamete ve şefkate fail olamazlar. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahim ve Kerim olan Cenab-ı Hak olabilir.
  • Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir merhameti vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz merhamet, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya bu merhamet sığmamakta ve bu rahmet bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek bu sonsuz rahmetin hakkıyla gözükebileceği baki diyarlar ve baki meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.
  • Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Rahim olan Allah Teâlâ’yı inkâr edebilmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahim ismini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve şefkat ahiretin varlığını lüzumlu kılmaktadır.
  • Allah Teâlâ’yı inkâr edemeyen ahireti inkâr edemeyeceği gibi, gözümüz önündeki şu âlemde gözüken rahmet ve şefkati inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isimler ve sıfatlar sahipsiz olamaz. Göz önündeki bu rahmet ve şefkat sıfatları, Rahim ve Kerim olan bir zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfatlara sahip olamayacağına göre, bu sıfatların sahibi Allah Teâlâ’dır ve başkası olamaz.
  • Madem ahireti inkâr etmek, Allah’ı inkâr etmekle mümkün ve madem Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu merhameti ve şefkati inkâr etmekle mümkün ki, bu da inkâr edilemez. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu merhameti inkâr edebilmek gerekir. Aklı başında olan hiç kimse ise bunu yapamaz.
  • Eğer ahiret gelmezse göz önündeki şu merhamet ve şefkat, zıtlarına, yani merhametsizliğe ve acımasızlığa dönüşür ve bütün bu rahmet ve şefkat eğlence ve alaya döner. Bu konununörneklerini daha önce verdiğimizden sözü uzatmıyor ve sadece şu noktaya dikkat çekerek bu delili tamamlıyoruz:

Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve keremin sahibi olan bir Zat, elbette rahmetini merhametsizliğe ve şefkatini acımasızlığa dönüştürmeyecek ve bütün bu tecellilerini alaya ve eğlenceye çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir. Zaten ileride ispat edileceği gibi, ahireti getirmek ve cenneti yaratmak, O’nun kudretine bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.

Kaynak: ahireteiman.com

Saltanat Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki, bu âlemin sultanı olan Zat-ı Zülcelâl, nihayetsiz kemalini göstermek için bu kâinatı gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin ve sonra o gaye ve maksatlara karşı iman ve ibadetle karşılık verenlere bir mükâfatı bulunmasın? Ve o gayelere, red ve isyanla karşılık verenlere bir cezası olmasın? Bu mükâfat ve ceza burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mükâfat ve ceza yeri vardır ve olmalıdır.

Bu delili iki başlıkta inceleyeceğiz. İlk önce, gözümüz önündeki şu kâinatta küçük bir gezinti yapalım ve bu âlemde hükmeden saltanatı görelim. Daha sonra da bu saltanatın sahibi kimdir, onu tanıyalım.

BİRİNCİ BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN SALTANATIN SAHİBİ KİMDİR?

Bilinen yaklaşık üç yüz milyar galaksi, içlerinde bulunan yaklaşık üç yüzer milyar yıldızla son derece düzenli bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler. Öyle ki tüm galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve uydular, hem kendi etraflarında hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedirler.

Üstelik evrendeki hız kavramı, dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve galaksi kümeleri, uzay içinde müthiş bir süratle hareket ederler.

Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte 1670 km hızla kendi ekseni etrafında ve 108.000 km hızla da Güneş’in etrafında döner. Güneş sisteminin, galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati saatte 720.000 km iken, Samanyolu galaksisinin uzaydaki hızı saatte 950.000 km’dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine yoğundur ki, Dünya ve Güneş sistemi her sene bir önceki sene bulunduğu yerden 500.000.000 km uzakta bulunur.

Acaba böyle intizamlı bir hareketin tesadüfen olması hiç mümkün müdür? Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün maharetine bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da kâinattaki şu intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?

Evet, kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece lambasıdır.

Dünyamızın lambası olan Güneş, Dünyamızdan 1.300.000 defa daha büyüktür.

Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kimdir?

Güneş’in merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun yüz derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba güneş sobasını söndürmeden yakan kimdir?

Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir.) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, galaksimizin bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı.

Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km’dir.

Güneşimizin, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dikkat edin; hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz edeceğiz: Canis Majoris yıldızı! Yarı çapı 2.100 güneş yarı çapı genişliğine varan bu yıldız, bilinen en büyük yıldız olarak bilinmektedir. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, içini doldurmak için yedi katrilyondan fazla dünya gerekir.

Dilerseniz biraz da Dünyamıza bakalım: Dünyamızda 1.000.000 farklı tür vardır. Her bir türü bir tabura benzetirsek, dünya ordugâhında 1.000.000 tabur ve her bir taburun da hadsiz efradı vardır. Sadece sinek taburunda bir baharda yaratılan fertler, kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlardan daha fazladır.

Evet, bu dünya öyle bir ordugâhtır ki, bu ordudaki askerlerin milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.

Kâinatta ve Dünyada hüküm süren saltanatı anlatmak için, ne zaman yeter ne de söz!..

Şimdi sorumuz şu: Biliyoruz ki, bir köy muhtarsız olmaz, bir şehir valisiz olmaz ve bir memleket sultansız olmaz ve olamaz; acaba hiç mümkün müdür ki, şu kâinatta gözüken muhteşem saltanat sultansız ve meliksiz olsun?

Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delildir.

Acaba böyle basit bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?

Hem intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz?

Elbette hayır! Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki, bu ordu bir kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler.

Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller, kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?

Hem dediğimiz gibi, bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır…

İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu ordunun öyle bir meliki vardır ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz.

İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde, kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle bizlere tanıttırır.

Bu ordunun sultanı olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek, ancak göz önündeki bu saltanatı inkâr etmek ile mümkün olur. Göz önündeki saltanatı inkâr edemeyen, Ezel ve Ebed Sultanıolan Cenab-ı Hakk’ı da inkâr edemez. Demek Cenab-ı Hakk’ın varlığı, göz önündeki şu kâinatın varlığı kadar açıktır ve aşikardır.

İKİNCİ BASAMAK: SULTAN İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Birinci basamakta kâinattaki saltanatı bir nebze de olsa gördük ve “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesini kullanarak göz önündeki saltanattan, bu saltanatın sahibi olan Allah’ın varlığına ve O’nun “Sultan” ismine ulaştık.

Bu basamakta ise Allah’ın Sultan isminin ahireti gerektirdiğini ispat edeceğiz.

Malumdur ki, en küçük sultanlar bile saltanatlarının izzetini korumak ve haşmetini muhafaza etmek için, kendilerine güzel hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza verir. Mükâfat ve ceza, saltanatın olmazsa olmazıdır.

Hatta bir asi, sultana isyan etse ve: “Sultan beni yakalayamaz, bana ceza veremez, gücü bana yetmez…” derse; Sultan, saltanatının haşmetini korumak için o asiyi yakalamalı ve onu hapse atmalıdır. Eğer memleketinde bir hapishane yoksa bile, altanatının haşmetini muhafaza etmek için o asiye bir hapishane yapmalı ve onu yakalayarak o hapishaneye atmalıdır.

Ta saltanatının izzeti muhafaza edilsin ve izzeti zillete dönüşmesin!

Madem Sultan, saltanatının izzetini korumak için kendisine hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza vermek zorundadır. O hâlde şimdi soruyoruz:

Acaba birinci basamakta varlığını ispat ettiğimiz Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah Teâlâ, kendisine hizmet edenlere bu dünyada hakkıyla mükâfat veriyor mu? Ve yine kendisine isyan edenlere bu dünyada hakkıyla ceza veriyor mu?

Hayır vermiyor! Ne O’na hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görüyor ve ne de O’na isyan edenler hak ettikleri cezaya uğruyor.

O hâlde şimdi yine soruyoruz: Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah Teâlâ’nın, saltanatının izzetini ve haşmetini koruması için ne yapması lazım?

Elbette, bir mükâfat ve ceza yeri açması ve bu dünyada kendisine hizmet edenlere orada mükâfat ve bu dünyada kendisine isyan edenlere orada ceza vermesi lazım! Bu olmazsa, Cenab-ı Hak -hâşâ- saltanatının izzetini muhafaza etmemiş olur.

Zira bir kâfir, küfrünün lisan-ı hâli ile der ki: “Ey Sultan olduğunu bildiren Allah, sen beni yakalayamazsın, beni cezalandıramazsın, beni hapsine atamazsın; sen cehennemi yaratamazsın, senin gücün ahireti yaratmaya yetmez…”

Evet, bütün bu sözler ve daha yazmaya cesaret edemediklerimiz, kâfirin lisanıhâl ile söylediği ve küfrün neticesi olan sözlerdir. Eğer -faraza- Allah’ın cehennemi yaratmak için hiç bir sebebi olmasaydı bile, sadece kâfirin bu sözlerinden dolayı cehennemi yaratacak ve onu oraya atarak saltanatının izzetini koruyacaktı.

Şimdi, birinci delili maddeler hâlinde özetleyerek meseleyi biraz daha iyi kavrayalım:

  • Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar şu kâinatta muhteşem bir saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir.
  • Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi; bu kâinatta hükmeden saltanatın da sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek, ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür; göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklını kaybetmemiş hiçbir kimse için mümkün değildir.
  • Sultanlar, kendilerine hizmet edenlere mükâfat verirler. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedirler. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin.
  • Sultanlar, kendilerine isyan edenlere ceza verirler, ta ki saltanatlarının haşmet ve izzetlerini koruyabilsinler. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ı olan Allah Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedirler. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin.
  • Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edebilmek lazımdır. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan zatı inkâr edemez. Ve bu Sultan’ı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir.

Başta dediğimiz gibi, ahiretin varlığı üç adım ile ispat edilir. Her bir adımı bir zincir halkaya benzettiğimizde, bu üç halka birbirine girmiştir. Birini koparabilmek için, tümünü koparabilmek ve tamamını parçalayabilmek gerekir; tümüne ilişemeyen bir halkaya da ilişemez.

Dolayısıyla, gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın Sultan’ı olan zatı inkâr edemez, zira saltanat sultansız olamaz. Sultan’ı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira ancak ahiretin gelmesiyle bu Sultan’ın izzeti muhafaza olunur.

O hâlde diyebiliriz ki: Elbette, gücü her şeye yeten ve koca yıldızları tesbih taneleri gibi çeviren bu sultan, saltanatının izzetini muhafaza etmek için ahireti getirecek ve kendisine güzelce hizmet edenlere mükâfat verecektir. Kendisine isyan ederek âdeta “Sen beni yakalayamazsın, senin gücün bana yetmez!” diyenlere de hak ettikleri cezayı vererek onları ebedi hapsi olan cehenneme atacaktır. Bu, göz önündeki şu saltanat kadar açık ve aşikardır.

Kaynak: Ahireteiman.com