Etiket arşivi: ahlak

Üstad Bediüzzaman’ın Hayatından Örnekler

 

          1-  Eski Said, devrinde, hiç kimsede bulunmayan bir cesaretle, gözünde hiç kimseden korkma diye bir şey yokmuş. Ermenilerle savaşırken hiçbir zaman sığınağa girmemiş Hatta Rusya’da esir olduğu zaman, Çarın yeğeni General Nikola Nikoloviç esirleri ziyaret etmek için Üstadın kaldığı kampa geliyor, General kampa girince herkes ayağa kalkar. Üstad kalkmaz çar kalkmadığını fark eder. tekrar geri döner gene kalkmaz, o zaman tercüman vasıtası ile sorar, beni tanımıyor mu? Üstad, tanıyorum fakat ben islam alimiyim, kâfire kalkamam, buna karşılık esir kampında bulunan Türk subayları aman hocan sakın yapma. Üstad onlara: Siz işime karışmayın. Ondan sonra Nikola Nikoleviç, hemen hey’et topluyor, Üstadı idam etmeye karar veriyorlar, bu karara karşılık Üstad hiç rengini bozmuyor. İdam edecekleri sırada Üstattan soruyorlar bir isteğin var mi ?  Cevaben var iki rekât namaz kılayım. Kıl cevap alınca abdest alıp namaz kılarken General yaklaşıyor, sen af olundun. Anladık ki, sen  Rus ordusuna hakaretten bunu yapmamışsın, Dinine bağlılığından yapmışsın.

          İngilizler İstanbul’u işgal ettikten sonra Anglikan klisesinin baş Papazı Darül Hikmeti İslamiyede bulunan alimlerden dalga geçercesine soru soruyor. Diyor altı soruma altı yüz kelime ile cevap isterim? Cevaba hiç kimse yanaşmıyor. Üstatta darülhikmeti-islamiyede Aza imiş. Demiş: Toplayın gazetecileri. Gazeteciler karşısında Üstadın cevabı şöyle olmuş: Altı yüz kelime ile değil, altmış kelime ile değil, altı kelime ile de değil bir Tükürük ile. Tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine. Ondan sonra Üstadın ölümü 100% iken, ve Üstad bir yerden geçerken İngiliz askerleri pusu kurdukları halde: Üstad geçiyor onlar görmüyorlar ve rahat rahat geçiyor.

          Ademde vücut vücutta adem örnekleri:

          2- Yeni Said devrinde çok farklı bir hayat yaşamış. Risale-i Nurların yayılması için,her şeye sabretmiş hükümet adamlarının en ağır işkencelerine sabretmiş 28 sene sürgünlere. Hatta dünya kanunlarına göre hücre hapsi en çok 20 gün olduğu halde Üstad Bediüzzamanı üç ay hücre hapsinde tutuyorlar. Bütün bu ağır işkencelere duçar olduğu halde sabrediyor. 19 defa zehirledikleri halde, Allah Üstadı öldürmemiş. Aynı davadan 1500 defa suçsuz olduğuna hüküm veriliyor beraat ediyor. Tekrar sürgünlere mahkemelere alındığı halde Risale-i Nurları hedefine ulaştırmak için sabrediyor.

          Şimdi bakın ne demek: ademde vücut vücutta adem. Üstadımız tevazuun-alçak gönüllülüğün zirvesine ulaşmak için, kendini aşağıya çekmek için  Risale-i Nurlarda ifade ettiği bazı cümleler hakikatle alakası yoktur.

          Sizlere bunlardan bir kaç örnek vereyim. Mesela; Risale-i Nurda bir yerde: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini islah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise, ben nefsimden başlarım.” Yani Üstadın nefsinin derecesi en alçak derece olan Nefsi emmare de midir. Nefis terbiyesinin altı derecesi vardır. Nefsi Emmare, Nefsi Levvame, Nefsi Mulhime, Nefsi Mutmainne, Nefsi Razıye, ve Marziyye. Hayatı ile takvada herkese örnek olan Üstadımız Nefis terbiyesinde hiç ilerleyememişmidir Nefsi Emmarede mi kalmıştır?…

          Bir yerde:  “Dedim: Ey nefis ! Cehli mürekkep içinde, tenbellik düşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil “BEŞ İKAZ”ı benden işit…” Bu doğrumu? Üstad cehli mürekkep içinde mi kalmış.

Bir yerde:  “Ey gafil Said!” Diyor. Ben bunu okurken aklımı  kullanırsam gafil Said diyemem Gafil Abdülkadir. Veya gafil nefsim dersem, icabını yapmış olurum.”

          Bir yerde: “Ben kendimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. kim isterse(bu nasihatı) benimle beraber dinlesin.” diyor buda doğru değil.

          Bir yerde: Sizin ihlasınız beni de ihlasa soktu. Yani Üstad İhlaslı değilmiş biz Üstadı ihlasa sokmuşuz öylemi?

          Hele bir yerde: “Siz bilseniz ben nasıl günahkâr biriyim. hepiniz yanımdan kaçacaksınız.” Allah Allah Üstad günahkâr biri ise: bizim halımız ne olur. Evet kardeşler ADEMDE VÜCUT VÜCUTTA ADEM budur. Üstad bize insan nasıl kibirden-gururdan kurtulur diye, bizlere hayatı ile çok iyi örnek olan bir şahsiyettir. Evet! Var olmak için kendini yok sayacaksın.  Başkasını değil kendini kötüleyeceksin. Hatta kendine iftirada atabilirsin. Başkasının kütülüğünü ağıza almak Dinimizde yasaktır. O gıybettir (Kardeşinin ölü etini yemiş gibi bir günahtır.) Ki o günahı yaptı isen, onun azabından kurtulman için, Gıybetini yaptıgın kimseden halallık almak şartı var.

          3- Üstadın tamamına yakın hayatı! Esarette savaşta hapishanelerde geçtiği için Evlenememiş. Görünüşte evlat bırakmamış. Amma 20.000.000. Nur talebesi onun manevi evlatları sayılırlar.

          Nurlara muhabbeti olan bir tarikatçi Nur talebelerine demiş: Ben Said Nursi yi çok seviyorum, fakat sakallı olsa idi daha çok sevecektim. Bir Nurcu kardeş ona demiş: Said Nursi Hazretleri diyor: Ben sakal bırakıp sonra sakalımı kesse idiler ben ölürdüm. Senin sakalını kesseler sen ölürmüsün? Yok. O zaman konuşma sus.

Risale-i Nurları tanımayla müşerref olan Pek Muhterem Erkek Kardeşlerim! Ve Muhtereme kız kardeşlerim! Bizler Çok bahtiyar kimseleriz Allahımıza ne kadar şükretsek azdır ki: Asrın Müceddine talebe olmuşuz. O yetmedi Ahır zaman Mehdisine talebe olmuşuz. Aman da’vamıza Sadakatla, Sebatla, İhlasla sımsıkı sarılalım. Allahımız bize verdiği bu büyük nimetin şükrünü bilelim. Eğer bu nimetin şükrü nedir sorarsanız? Bunun şükrü: 1- hiç terk etmeden Tadili erkânla namazımızı kılalım. Haftada en az 3-4 gün derslere katılalım. Günde en az 5 sahife Risale-i Nurlardan okuyalım ve Kur’an ve Cevşen gibi manevi ortaklıktan bizde hisse alalım. Allah bizleri son nefesimize kadar bu da’vadan ayırmasın. Çünkü Hiçbir şeyin yalnız başlamakla kıymeti olmadığı gibi, bunun da neticesini almak için devamda ciddi olalım.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Şehit Dedenin Torunları Dedelerinin Yolunu Bırakmamalı

İnsanın aklına her zaman bu soru geliyor: Nasıl oldu de şehit dedelerin torunları dedelerin yolunu bıraktı de bu hale düştü? Halbuki,  ecdadımızın geçmişte yaşadığı hayata bakıyoruz, birde o dedelerin torunları olan günümüz insanına bakıyoruz, aramızda bu kadar çok fark görünce kendimize soruyoruz? Vatan için, din için, namus için Çanakkale’de biz 250.000 şehit vermedik mi? Acaba bu halde olmamız için mi onlar orada can verdiler? Erzurum’da beşikteki Nâzım’ı Allah’a bırakıp düşmanla savaşmaya koşan ve düşmanlar tarafından yere düşürülen Şehadet amblemli bayrağı tabyalara çıkarıp asan Nene Hatun ve onun gibi cephelere mermi taşıyan imanlı Nice Aişe, Hatice Nineler bizden bunu mu beklediler?

Sütçü İmamlar göğüs göğüse düşmanla bunun için mi savaştılar?  O ecdad değil mi idi ki dünyanın yarısına, yani: 20.000.000 kilometre kareye hak din olan İslamiyeti yayan? hatta bir tarihçiye göre bir ara 25.000.000. kilometre kareye hakim olmuş dedeler, insanların içindeki buzları eritip insanlığın fıtri ihtiyacı olan bu hak dinin yayılması için onlarda da yer bulması için ve kabul görmesi için o dedeler her türlü fedakârlıkta bulunmamış mıydı? Bu hal karşısında, hakikaten insan ister istemez kendi kendine sormak ihtiyacı hissediyor: Acaba bu torunlar neden kendi hak dinine karşı bu kadar yabancı kaldılar. Allah imanı bütün bu Müslümanlara ihtilafları gidermek için, Risale-i Nur reçetelerine uyma şuuru ihsan buyursun.

Evet! “İnsan bilmediği ve tanımadığı şeyin düşmanıdır” kaidesince,  milletimize dinini ve mâneviyatını tanıtamadığımız için milletimiz kendi hayati meselelerine yabancı kalabiliyor, müspet ilmi tahsil edenler imanın tadını alamadıkları için; insanın vücudu yavaş yavaş zehir’e bile alıştığı gibi. Maalesef  bu insan da imansız kimselerle beraber yaşadığı için müspet ile menfi hayatın farkını görememeye alıştı. Çünkü İnternette okuduğuma göre 24 sene Türkiye’de din dersi almak hak din olan İslamiyet’i öğrenmek yasakmış. 18 sene minarelerde Ezani Muhammedi yerine şarkı söylenmiş. Yunancada Tanğrı putun adı iken bizimkiler biraz değiştirerek tanğrı yı tanrı yapıp minarelerde Allah  yerine putu anmışlar  Selamun aleyküm yerine Esen esen, herkes günün aydın olduğunu gördüğü halde, Günaydın, Hayırlı geceler yerine Tünaydın  kelimelerini tün demek halk bilmiyor onla beraber  bize yutturmuşlar.

Biz Sırbistan da bazen yemin ederken (eğer bunu yaparsam anlıma haç koyayım) derdik. Türkiye mizde o haç yerine Müslümanların başlarına (Fötr) taktırmışlar. Hıristiyanlar da, benim kafam Müslümanların ki gibi secdeye gitmez alameti olarak başlarına Kasket takarken, bizim kiler Müslümanları onlara benzetmek için başlarına (Kasket) taktırmışlar. Peygamberimiz a.s.m Hadisi şerifi ile mealen: “Kim başka dinden olan birine benzerse, o onlardandır” Bu hadisi şerifin manasından kitap yazdığı için İskilipli Atıf efendi idam edildi. Aynı Hadisin manasını Arnavutluğun İşkodra kentinden İbrahim Kaduku ve Bosnada Seyfullah Efendi de yazmıştılar.

Mevlana kapıda yaşıyordu şimdi Rahmetli oldu, eniştemizin anlattığı bir hadise meselemizi tasdik ediyor: “Mahmut Paşada bir Müslüman’ın dükkanı bir Yahudi ile bitişik imiş. Bizim Müslüman dinin vecibelerinden olan Haccını yapar, haccından geldiği zaman kış olduğu için ayağına mest giymiş ve başına fötr takmış. Yahudi onu öyle görünce (Haci haci ne bu senin halin? Ayağın hacı, başın Yahudi ya onu çek ya bunu, İkisi bir insanda birleşemez.)”

Okullarda  Öğrencilere Allah yarattı yerine, tabiat yaptı, doğa olayları, yani kendi kendine oldu. Bu gibi safsatalar öğretildi. Harf inkılabı ile bir gecede tüm millet kara cahil oldu. Çünkü Türk kelimesini Arap harfleri ile yazmak yasaklandığı için babaların çoğu kara cahil kaldı. Vehbi Vakkasoğlu’nun kitabında: ( Kıblesi biraz sola olan caminin mihrabında (Arap harfleri ile Osmanlıca) biraz sağa dünün yazısı için imam efendiyi hapsetmişler) Halbuki Japonya’da Latin alfabesini kabul etti ama okunması çok zor olan kendi alfabesini asla terk etmedi.

Bunlarla beraber şehit torunları olan milletimizi dünyaya bağlayan bir sürü haram lezzetlerin kapıları sonuna kadar açık olduğu için milletimizi, bilhassa gençler  manevi hayattan uzaklaştırıldı. Şimdi gençlerimiz  o lezzetleri peşin para gibi görüp onları   bırakıp onlardan  ayrılamıyor. Bu zamanda layık devletlerde yaşayan Müslümanların çoğunu dünyanın cazibedarlığı insanı kendine bağlamak için var gücünü oranın idarecileri kullanıyor. bozmak yapmaktan kolay olduğuna göre, ve İnsan yaradılış itibariyle meyilli bir varlık olduğu için, karşısına çıkan haram zevkler onu ne tarafa fazla çeker ise oda ona hemen adapte oluyor.

Bugünkü kargaşanın temelinde bu yatıyor. Zaten ecnebiler alemi islam içerisinde düşmanlık besledikleri Müslüman ülkelerden birinci sırada biziz. Bu sebepte yapıp ne yapıp, başı secdeye varan biz Müslümanlar: Kardeşlik prensiplerini iyi öğrenmek için Risale-i Nur eserlerinden UHUVVET Risalesini okuyup anlamaya çalışalım ondan sonra uygulana sırası gelir. Dini bütün Müslümanlar, Başımıza getirdiğimiz idareciler, hem dindar hem kabiliyetli olmaları sebebi ile, bütün Müslümanların duyguları güler vaziyete gelmişken. Şeytani ins ve cinniler boş duramıyorlar. Muhakkak aramıza bir ihtilaf sokma peşindeler  Takva ile mahareti kendilerinde birleştiren idarecilerimize ve onlara karşı gelmek isteyen Müslümanlara gece gün dua etmeliyiz.

 Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Bencillikten Uzak Yaşayan Müslümanın Hali

Evet! Biz yalınız insanlara karşı değil, belki bütün mahlukata karşı muhabbetle, şefkatle yaklaşmak lazım olduğunu bilmeliyiz. Bilhassa gençlere karşı o şefkat galip gelmesi lazım. Çünkü bugünkü gençlerin en yakınları olan, anne babaları onlara sahip çıkmadıklarına göre, onlar şefkate çok muhtaçtırlar. Onlara yardım edelim. Çünkü onlar bu  kötü asırda yaşadıkları için, düştükleri olumsuz hayattan kurtulup sadakatle kendi hak dinlerini yaşamağa karar vermenin ehemmiyetini öğretebilsek, büyük bir iş yapmış oluruz. Biz halimizden şikâyet değil, bu kötü devirde dünyaya geldiğimiz için kısmetimize razı olmalıyız. Yeter ki  bize vaat edilen o büyük kazançları kaçırmamaya gayret edelim.

Sakın unutmayalım ki, neticesi alınamayan işler boşa gidebilir. Biz eğer genç isek, hislerin baskılarına mahkûm olmadan, yaşamamız çok önemlidir. Karşımızda hiç âile terbiyesi görmeyen hanımlar vücutlarını sokakta sergiledikleri için, bizi çok üzüyorlar. Hanımlığı gitmiş o hanımlar, çıplak yerlerini kınından çıkarılmış hançerler yapıp onlarla erkeklere saldırıyorlar. O müthiş silahlardan yara almamak için, Allah korkusunu kalbimize yerleştirmeye çalışacağız. Ondan sonra eğer evli değilsek ve elimizde imkân varsa bu saldırıdan yara almamak için, kötü biriyle evlenmemek için, sabır ve teenni ile hareket ederek, iki cihanda bizi mes’ud edecek bir yuva kurma çaresine başvuracağız.

Sizden soruyorum bunun manası nedir? Bir kadın beyinin yanında daha fazla mutfak elbisesi ile durursa, ne zaman misafir gelir veya herhangi yere gittiği zaman, veya pazara çıktığı zaman yeni elbiseleri giyip dudağını kaşını yüzünü boyamanın sebebi nedir, siz söyleyin? Bundan iyi bir mana çıkarmak mümkün mü? Ben başkasını yırtık pırtık, veya kirli elbise ile çıksın demiyorum, Fakat Müslüman ince görüşlüdür, kaba görüşlü olamaz.

Dedim ya! Arkadaşlar la ve yahut hangi toplumda otururken mümkün mertebe boş konuşmakla vaktimizi geçirmeyeceğiz, arkadaşların da faydalanacakları kelimeleri konuşmağa gayret edeceğiz.

Bugün herkesin ana vazifesi kendi imanını kurtarıp, imanın icabını yerine getirdikten sonra, başkasının da imanının kurtulmasına yardımcı olmaya çalışmaktır. Nasıl bir devirde yaşadığımızı bir düşünün! Aynı anne ve aynı babadan doğan iki çocuk, kendilerine arkadaş edindiklerinin te’siri altında kalıp,  doğu ve batı kadar biri diğerinden farklı ahlâka sahip oluyorlar. Biri imansız diğeri melek gibi en ufak bir günaha tenezzül etmez. Kafalarına farklı kültür alan bu kardeşler, beraber yaşayıp geçinmelerine imkân  yoktur. Çünkü biri alıştığı dinden uzak arkadaşı ile hayatını devam etmek ister. Öbürü de, eğer bilgisi yetiyorsa, hem ona ters bakan ağabeyini kurtarmaya çalışacak, hem de ister istemez kendi inancına göre seçtiği arkadaşlarla kaynaşacak.

Şimdi, biz Allah’ımıza  ne kadar şükretsek azdır ki, ortalıkta o kadar çekici olumsuz kuvvetler mevcutken, Allah’ın  rahmet ve hidayeti ile gençlerden bir çoğunu görüyoruz ki, önceden yaşadıkları olumsuz hayata, yeter artık deyip terk ediyorlar. O hayata bir daha dönmemek için, Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur eserlerinden ders yapılan dinî sohbetlere gidiyorlar. Orada sağlam bilgilerle imanlarını takviye ediyorlar. Görüştükleri arkadaşları, onları sinelerine basıp kendi öz kardeşleri gibi seviyorlar. Onlar yeni gelen kardeşlere, oh benim kardeşim ne kadar cesur ve bahtiyarsın ki, geleceği karanlık olan kimselerden kurtulabildin.

Evet! Hiç alakası yokken, sohbetlerimize yeni gelenlere, daha önce biz de senin gibi idik deyip “muhabbet fedaisi” gibi davranıp, kalp kıracak yerde, gönül yapma yoluna gidiyorlar. Bu kardeşler hedefini sağlam tayin edip, başka genç kardeşlerin manevi yaralarını tedavi etmek için, maddi hiçbir ücret beklemeden çalışıyorlar. Bunlar yeni gelenlerin kurtulmalarına yardımcı oluyorlar. Ben onları görünce çok seviniyorum. Orada devamlı kalanları hem de oraya yeni gelenleri tebrik edip alkışlıyorum.

Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi; “Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, bir fiyat ister. Cehennem de lüzumsuz değil. Çünkü bazılarının yaptıklarını görünce, onu yalınız cehennem paklar diyoruz.”Peki cennetin fiyatı nedir? Allah’ın emirlerine noksansız uymak ve her tarafımızdan bizi saran düşmana mağlup olmamaktır. Bize düşen, önceden İslâm dışı yaşadığımız hayatı bir an önce bırakabilme çarelerini arayıp bulmak, ondan sonra Allah’ın yolunda sonuna kadar devam etmektir. Ondan sonra, âile efradımızdan başlayarak, sözümüz geçtiği kimseleri de kurtarmaya çalışarak onlara da te’sirli kelimeler konuşmak,  başkalarını kurtarmak yolunda emek harcamaktır. Evet, İstikbalin teminatı benim Nurlu delikanlı kardeşlerim! Size sesleniyorum!

Unutmayalım ki zaman cemaat zamanıdır, ferdi hayat sürdüren ne kadar dâhî de olsa aile efradını koruyamıyor. Cemaatler içinde bu zamanın şerrinden korunabilme gücü daha fazla olanla irtibat kurabilsek bizim için çok daha faydalı olacak. Yukarıda da dedim, Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyacına rahatlıkla cevap verdikleri için, 60 küsur yabancı dile tercüme edilip, başka milletlerde sahip çıktığına göre biz hiç çekinmeden onları okumalıyız. Anlamadım demeden devam etmeliyiz, okumamızı ilerletirken göreceğiz ki okudukça kitapların manasını anlamamız ilerliyor. Çünkü o kitaplar (Türk dil kurumu başkanı)Ermeni asıllı Agop Dilaçarın  uydurukça dili ile yazılmamıştır, belki bizim ana dilimiz olan eski değil eskimez dilimiz olan: asrımızın Mesnevisine yazan Mehmet Akifin dili olan Osmanlıcayla yazılmıştır

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Malezyalı Ammar’ı Bu Hale Risale-i Nur Getirmiş

Malezya’dan Türkiye’ye okumaya gelen ve Risale-i Nur’la tanıştıktan sonra dünyası değişen 20 yaşındaki Ammar Azam vefat etti. Azam İstanbul’da defnedildi. Ammar Azam’ın babası İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Genel Sekreter Yardımcısı ve Malezya Temsilcisi. Baba Azam, oğlu için “Risale-i Nur onu bu hale getirmiş. O yüzden Risale-i Nur çok mühim. Ona çalışmalıyız” ifadelerini kullandı.

Hadiseyi Rota Haber yazarı Metin Uçar köşesine taşıdı. Yazı şöyle:

Hicri senenin ilk gününde Malezyalı 20 yaşında bir genci ahirete uğurladık. Ammar Azam.

Ammar, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Genel Sekreter Yardımcısı ve Malezya Temsilcisi Ahmed Azam Abdurrahman’ın tek oğluydu. Vefat haberini aldıklarında annesi Azlina, Rohingya Müslümanlarına hizmet için gittiği yerden dönüyordu. Ahmed Azam da onu karşılamak için otogara gelmişti.

Aile, tek erkek evlatları olan Ammar’ı Osmanlı tarihini ve İslam bakış açısını öğrenmek için özellikle Türkiye’ye göndermişlerdi. Çünkü burası hilafetin merkeziydi. Yüzyıllar boyunca Müslümanlara liderlik yapan bir ülkenin tarihi ve tecrübe birikiminden istifade ile yetiştirmek istemişlerdi biricik evlatlarını.

Ammar ise onlardan daha istekliydi. Tarık bin Ziyad gibiydi. Ya da 90 yaşında İstanbul’a Efendimizin müjdesine mazhar olmak için gelen Eba Eyyüb el-Ensari gibi.

40 gün önce tatil için gittiği ülkesinden Türkiye’ye dönerken “Oğlum bizi bir daha ne zaman ziyaret geleceksin?” diyen annesine, gayet emin bir edayla “Bir daha dönmeyeceğim, anne” demiş, fakat annesi pek bir şey anlamamıştı. Ta ki 1 Muharremde defin için geldiklerinde “Şimdi anlıyoruz, ne demek istediğini” diyene kadar.

ammar_cenaze.jpgOğullarının bu hali ve kararlılığı, evlatlarını İstanbul’a defnetmek neticesini verdi. Çünkü Ammar, Türkiye’ye bir ideal için gelmişti. Osmanlı devrinde Müslümanlara ruh veren iksirin peşindeydi o. İnsanlığı ve Müslümanları yeniden ayağa kaldıracak projenin ve birikimin avcısıydı.

Evet Ammar, henüz Fatih’in İstanbul’u fethettiği 20 yaşındaydı. Ömer Döngel Hoca’nın cenazede söylediği üzere Allah ondan yirmi yaşındayken razı olmuş, seksen yaşında bir ihtiyarken İstanbul’u fethe gelen Eba Eyyüb el-Ensari’nin manevi makamından İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde muhatap olduğu herkesin kalplerini fethetmiş olarak ahirete revan olmuştu.

Okuduğu okulda Osmanlıcadan 100 puan alan tek öğrenciydi.
Türkçeyi en az sizin bizim kadar konuşuyordu.
Ahlaki olarak altmış yaşın insanıydı.
Çalışkanlık ve kararlılıkta arkadaşları sadece arkasından bakıyorlardı.

Peki, Ammar’ı bu yazıya konu yapan asıl mesele ne?
Elbette babasının ülkesine döndükten sonra kendisini karşılayan insanlara söyledikleridir. Zira Ammar şu an Malezya’da Mısır’da Esma ne ise o’dur.

Ahmed Azam oğlu hakkında söylediği şu sözlere lütfen dikkat edelim.
“Ben oğlumu böyle bilmiyordum. Herkesin gönül teline dokunmuş meğer. Medresede, üniversitede herkes onu çok iyi anlattı. Talebelere soruyorum ‘Kim benim Ammar’ım olur?’ Hepsi birden ‘Ben!’ diyor. Üniversitede Prof. hocası Ammar’ın Türk öğrencilerden bile daha başarılı olduğu, Osmanlıca imtihanında şimdiye kadar 100 alabilen tek öğrenci olduğunu söyledi.

“Bana diyordu ki ‘Baba artık öğrenme zamanı geçti. Şimdi hizmet zamanı…’ Ben güldüm. ‘Oğlum sen daha okuyorsun’ dedim. Anlayamamışım. Meğer o Risale-i Nur Külliyatını bitirmiş, daha derinden anlamak için ikinci kez başlamış ve hocasından yeni Malay öğrencilere ders yapmak için izin istemiş. Vefat ettiği gün de ders yapmaya gidiyormuş. O talebelerin hepsi Ammar gibi olmak istediklerini söylediler.

Hastanede, kabristanda soruyorlar. ‘Bu hangi meşhurun cenazesi?’ Cevaben diyorlar ‘20 yaşında Malezyalı bir genç.’ Kalabalığa çok şaşırıyorlardı. Said Nuri Hoca da söyledi. ‘Fatih İstanbul’u fethettiğinde hocası ona ‘Şimdi kalpleri fethetme zamanıdır. Bu fetih kılıçla yapılan fetihten zordur’ demiş. İşte Ahmet Azam, Ammar zor olan fethi yaptı.’ Ammar Allah katında büyük bir makama yükselmiş de haberim yok.

İşlerin yoğunluğundan oğlumu tanımamışım. Ama şunu biliyorum ki onu bu hale ben getirmedim. Kendim eğitemedim evladımı. Hayrat Vakfı’na çok teşekkür ediyorum. Risale-i Nuronu bu hale getirmiş. O yüzden Risale-i Nur çok mühim. Ona çalışmalıyız. Hareket etme zamanı artık. Ammar’ın vazifesini devam ettirmeliyiz.”

Biz gezi gençliği, kaybolan nesiller, tablet çocukları, eğitimsiz öğretim ve ahlaki problemlerle uğraşırken, ta Malezya’dan gelen bir gencin ruh dünyasında fetihler yapan Risale-i Nur’u ne kadar fark edebiliyoruz acaba?

Herkesin gönül teline dokunan Ammar’ın gönül teline değen ve onu numune-i imtisal yapan Risale-i Nur, bizim eğitimimizin neresinde?

Onca okullar ve eğitim çabalarına rağmen, ahlaki sıkıntıyı giderememenin ve bu konuda polisiye tedbirler almaya yönelmenin daha önemli ve nurani bir yolu olan Risale-i Nur, neden gündemimizde değil?

Şimdi Malezya’da gençler, bir Ammar olmak için Risale-i Nur sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar; ey Türkiye gençliği, peki bize Türkiye’de olma zamanı gelmedi mi hala?

Varın bir de böyle düşünün!

risale haber

Nur Talebesi Şevkat Kahramanıdır

“Onlar muhabbet fedaisidir.” Risale-i Nur Talebeleri bu hizmet başlayalı beri büyük sıkıntılara ve müşkilatlara ma’ruz kalmışlar, fakat bu onların bir diğer hasletlerini de gün yüzüne çıkarmıştır: Sabır, tahammül ve şükür. Said Nursi’nin bir risalede saydığı ve bu hizmetin lazımı dediği şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak Nur Talebeleri için bir hayat tarzıdır.

Onlar ne olursa olsun başlarına gelen her bela ve musibet karşısında hiç kimseyi suçlamadan kadere teslim olup Cenab-ı Allah’a tevekkül ve sabır içinde şükrederler. Onlar bela, musibet ve hastalıkları günahlarına bir keffaret, nefislerine bir şevkatli sille, gafletten uyanmaları için bir ikaz bilirler ve memnun olurlar. Hakiki kulluğun, sonsuz acz ve fakrını hissetmek olduğunu bilen kadir-şinaslar da Nur Talebelerinin sabır ve şükür mesleğini tam takdir etmektedirler.

İnsanı maneviyatta terakki ettiren en mühim sıfatlardan birisi sadakattir. Bu nokta-i nazardan baktığımızda hakiki Nur Talebeleri sıddıklar zümresine dahildir. Onlar, her zamanda ve her zeminde hedef ve gayelerini unutmadan din-i mübin-i İslam’a nasıl hizmet edeceklerini düşünürler. Bütün hayat safhalarında Rablerinin hoşuna gitmeyecek her halden şiddetle kaçınırlar. Kur’an-ı Kerim’e olan bağlılıklarının kırılmaması için Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyarlar. Biricik rehberleri olan Hz. Muhammed (A.S.V.)’ın peşinden  ayrılmamak için O’nun sünnetine sımsıkı sarılırlar. Onlar devamlı okudukları ve kabul ettikleri Kur’ani, müstakim ve mu’tedil Risale-i Nur’a sadakatsizlik etmekten ürperirler.

Nur Talebeleri iman ve islam hizmetinde kendilerine üstad kabul ettikleri Said Nursi’nin bizzat yaşadığı ve Risale-i Nurlarla çizdiği hizmet düsturlarından ayrılmamayı prensip edinmişlerdir .Böylelikle sadakat ve vefa duygusu bir Nur Talebesinin kalbine silinmeyecek şekilde kazınmıştır ve bu yüzdendir ki Nur Talebelerinin dostluğundan ne bir zarar ne bir vefasızlık gelir. Onların dostluğu ebede giden bitmez ve tükenmez ahiret kardeşliğidir.

Risale-i Nur Talebesini diğerlerinden ayıran taraf mühim bir fark da ilimdir. Zamanının en mühim alimi Bediüzzaman’ın ifadesi şöyledir: “Bir sene bu risaleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın hakikatli bir alimi olur.” Okuyan ve anlayan her İslam aliminin tasdik ettiği gibi Risale-i Nur’dan süzülen Marifetullah yani Allah’ı bilmek ve O’nu isimleriyle, sıfatlarıyla tanımak ilmini apaçık, ikna edici bir üslubla ve herkesin anlayabileceği bir tarzda izah eden eşsiz eserlerdir. Risale-i Nurlar baştan aşağıya hususi bir Kur’an ilmini ve iman hikmetini terennüm eden mücevherat hazinesidir. İşte bu sebeple kendi tasını Risale-i Nur’dan doldurmuş her Nur Talebesi Cenab-ı Hakkı esma ve evsafı ile tanır, kainat kitabını mütalaa eder, insan simasındaki Nakkaş-ı Ezeli’nin nakışlarını görür ve Marifetullah’ın semasında seyeran eder. Bununla beraber bu marifet seyyahı karşılaştığı bir dinsizi Risale-i Nur bürhanlarıyla bir saat zarfında ikna eder ve imana getirir yahut karşısındaki münkir muannidse yani inatçıysa ilzam eder ve susturur, kaçacak hiç bir delik bırakmaz.

Nur Talebesi şevkat kahramanıdır. O; kaybolmuş evladını arayan annenin samimiyetiyle imansızlık yangınında yanan gençliğe sahib çıkar. Çünkü O bilir ki bu dalalet ve sefahet yolunun sonu ebedi bir hüsran ve hezimettir. O tertemiz fıtrata sahib her bir çocuğa Sani-i Zülcemalin kıymetdar bir sanat harikası nazarıyla bakar. Bu antikanın kaba demirciler çarşısında zayi olmaması için bütün varlığını seferber eder. Bir sanatın sahibine olan intisabıyla değer kazandığını bilen Nur Talebesi her insanın ancak yaratıcısı olan Allah’a iman ve intisabıyla büyük bir şeref ve kıymet kazandığını bilir. İman ve ubudiyet vasıtasıyla herkesin bu şeref ve kıymeti kazanması uğrunda cehenneme bile razı olan Said Nursi engin şevkatini şöyle dile getiriyor: “Eğer Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül, gülistan olur.”

Netice olarak şunu ifade edelim ki bu hasletler ve vasıflar hakiki ve hakikatdar Risale-i Nur Talebesinde bulunmakla beraber herkeste kabiliyetine göre ve Risale-i Nur’a olan intisabı nisbetinde bulunur. Şu da var ki hakiki Risale-i Nur Talebeleri bu saydığımız özelliklerin dışında Kur’an ahlakından tereşşuh eden daha zikretmediğimiz birçok güzel haslete sahipdir ve harika seciyeyle müzeyyendir.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org