Etiket arşivi: Ahmed Akgündüz

“Arşiv Belgeleri Işığında Dahiliye Nezareti Tarihi” Kitabı Neşredildi!

Yeni Zelanda’lı bir devlet adamı, İçişleri Bakanlığı için “mülkî idâredeki bölümlerin anası = the mother of all departments” vasıflandırmasını yapmıştır. Gerçekten de öyledir. Zaten günümüzde İçişleri Bakanlığının mülkî idâre arasındaki yerini ve önemini kimse tartışamaz. Ancak bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma, insanlık tarihi açısından yeni sayılabilir. Bu demek değildir ki, devlet mekanizması içinde içişleri bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden kurumlar, mülkî idâre tarihinde mevcut olmamıştır.

Tarih boyu farklı devletlerde ve muhtelif idâre şekillerinde bu makâmın karşılığı bulunmuştur. Fakat bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma yenidir ve farklı ülkelerde muhtelif şekillerde kendini göstermiştir. Bazı ülkelerde Ülke Güvenliği Sekreterliği (The Department of the Home Land Security) adı altında (Amerika gibi), bazı devletlerde Adâlet Bakanlığı (Ministry of Justice) çatısı altında (yine Amerika’da ve Filipinlerde olduğu gibi) ve çoğu ülkelerde de doğrudan İçişleri Bakanlığı (Interior Ministery yahut Ministery of Internal Affairs) adıyla vücut bulmuştur. Adâlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığının aynı çatı altında birleştirildiği (Ministry of Interior and Justice) devletler de bulunmaktadır (Hollanda kısmen böyledir).  Osmanlı Devletinde ise, II. Mahmud ile bakanlık teşkîlâtı Batı’dan taklit edilmeye başlanınca, Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve Dâhiliye Nezâreti ünvanları kullanılmıştır. Cumhuiyet döneminde bu tabir, evvela Dâhiliye Vekâleti ve sonra da İçişleri Bakanlığına çevrilmiştir.

İçişleri Bakanlığının teşkîlâtlanma şekli ve ismi kadar, kuruluş zamanları ve tarihleri de, devletlere göre farklılık arzetmektedir. Ancak bakanlık tarzındaki teşkîlâtlanma XVIII. yüzyılın sonuna doğru başlamıştır. Çoğunlukla farklı devletlerdeki bakanlık teşkîlâtları, XIX. yüzyılın içinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallıkta Home Office’in kuruluşu 27 Mart 1782’dedir; Rusya’da bu tarih 28 Mart 1802’dir; Almanya’da ise 1870’li yılları beklemek gerekmektedir.

Önemle ifade edelim ki, genç nesillerin önemli bir kısmı bilmese de, bizim tarihimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da ilklerle ve imtiyâzlı idarî gelişmelerle doludur. Osmanlı Devleti, en uzun ömürlü Müslüman Türk devletidir ve Türkiye Cumhuriyetinin selefi olması hasebiyle Türk mülkî tarihi açısından birinci derecede önemi haizdir. Osmanlı Devletinin bu konudaki zenginliği üç sebepten ileri gelmektedir:

Birincisi, Emevi Devleti ve Abbasi Devleti zamanında şekillenen İslam mülkî idâresinin temel esaslarını, isim ve teşkîlâtlanma tarzı farklı da olsa taklid etmiş olmasıdır.

İkincisi ise, tarih boyu Hun, Göktürk ve elbetteki kendileri gibi Müslüman olan Selçuklu Devleti gibi büyük devletler kuran Türk mülkî idâresinin mirasçısı olmalarıdır.

Üçüncü bir zenginlik de, komplekse düşmeden Bizans yahut başka devletlerdeki iyi çalışan devlet mekanizmalarından istifade edebilme vizyonudur.

Vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bizde İçişleri Bakanlığının tarihçesi, asla 1836 tarihi ile başlatılamaz. Farklı isimler altında da olsa, bütün Müslüman Türk devletlerinde ve özellikle de Osmanlı devletinde mülkî idârenin temelleri çok eski tarihlere uzanmaktadır. Şu anda Osmanlı Arşivinde bu mülkî idârelerle alakalı yüzbinlerce evrak bulunmaktadır. İşte bu eser, tarihimiz boyunca ve husûsan Osmanlı Devletindeki içişlerine dair kurum ve kuruluşları, temel kaynaklar ve arşiv belgeleri ışığında incelemek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Kitâbımızda yer verdiğimiz bilgilerin bir kısmı elbetteki elde mevcut kaynaklarda ve hatta web sayfalarında dahi bulunabilir. Ancak bu kitâp mevcut bilgileri belgelendirme ve bilinmeyen husûsları ortaya çıkarma noktasında bir ilk sayılabilir.

Her meselede olduğu gibi, İçişleri Bakanlığının kuruluşu konusunda da, arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı şeyleri biliyoruz. Çünkü yıllardır eğitim müesseselerinde anlatılan bu teşkîlâta ait bilgilerin çoğu, sadece Batı hukûk tarihi yahut Tanzîmât sonrası tarihimiz açısından doğru olanı yansıtmaktadır. Bizim tarihimizdeki İçişleri teşkîlâtı, kaynaklarda 1836 tarihinde başlatılmaktadır. Hâlbuki İçişleri Bakanlığının tarihini bu tarih ile başlatmak tamamen yanlıştır. Zira İçişleri Bakanlığı (Umûr-ı Mülkiye Nezâreti), daha önceki benzeri kurumların devamıdır ve bu tarihden önce de bu tür müesseseler vardır. O kadar ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Kânûnnâme-i Osmânîsinde, tam sadâret kethudâsı makâmını karşılamasa da, bazı fonksiyonlarını ifa eden kapucular kethudâsı diye geçen bu makâmın (kapucılar kethüdasının) protokoldeki yeri de belirlenmiştir:

5. Ve ağalardan yeniçeri ağası sâir ağaların büyüğüdür. Baş yeniçeri ağası, anın altına mîr-i alem, anın altına kapucıbaşı, anın altına mîrahûr, hâlâ mîrahûr Devlet-i Pâdişahîde iki olmuşdur. Mîrahûr-ı sânî altına çakırcıbaşı, anın altına çaşnigîrbaşı, anın altına sipâhi oğlanları ağası, altına silahdârlar ağası, altına sâir bölük ağaları, anların altına çavuşbaşı, anın altına kapucılar kethudâsı, anın altına cebecibaşı, anın altına helvacıbaşı ve anın altına topçubaşı oturur.

İşte bütün bu sebeplerle, İçişleri Bakanı ve Müsteşârı seviyesinde böyle bir kitâbın ve hatta daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması husûsunda yeterli istek ve irâde mevcut idi. Ancak daha önceki teşebbüsler akim kalınca, kader-i ilahî bizi, İçişleri Müsteşârı Seyfullah Hacımüftüoğlu ile karşılaştırdı ve ilk buluşmamızda bu konu gündeme geldi. Hem rektörlük gibi ağır bir idarî yük ve hem de diğer ilmî araştırmalarımın ağırlığı beni yormasına rağmen, ben kıymetli Müsteşârımızı kıramadım ve İçişleri Bakanlığının Osmanlı Dönemi kısmını üstlendim. Umarım bu çalışma, genç mülkiyelilere ve araştırmacılara anahtarlık vazifesini yapar ve onlar da projeyi geliştirir ve hatalarımızı tashih ederler.

Bu arada ifade etmemiz gereken önemli ve sevindirici bir nokta daha vardır. Genç araştırmacılar, özellikle Osmanlı Dönemine ait her mesele hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlamakta ve kıymetli tarihçiler bu konuda yeni yeni eserler kaleme almaktadırlar. Bunlardan önemli ölçüde biz de istifade ettik ve hatta bu araştırmalardan bazı başlıkları özetleyerek ve kaynak vererek kitabımıza aldık. Bunlar arasında özellikle Sinan Kuneralp’ın kaleme aldığı Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber adlı eser; Ali Sönmez Bey’in doktora tezi olarak hazırladığı Zabtiye Teşkîlâtının Kuruluşu ve Gelişimi ünvanlı araştırma; Muzaffer Doğan’ın Sadâret Kethüdalığı: (1730-1836) isimli eseri ve Sâlim Aydüz’ün Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi isimli Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen kitabı, mutlaka zikredilmesi gereken kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu eserlerden sonuncusu hariç maalesef geriye kalanları kütüphane raflarında basılmayı beklemektedir ve ümit ederiz ki, bir gün basılarak ilim âleminin istifadesine mutlaka sunulur.

Burada bir de teşekkür edilmesi gereken hayatî bazı yayınları daha hatırlatalım. Kıymetli Arşivci Seyit Ali Kahraman ve değerli yayıncı Nuri Akbayar tarafından yeniden düzenlenerek neşredilen Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî adlı muhalled eseri, Tarih Vakfı tarafından bütün araştırmacıların hizmetine yeniden tanzim edilerek sunulmuştur. Yani bizim işimizi kolaylaştırmışlardır. Bu arada Osmanlı Arşivinin yayınladığı muhalled eserler de unutulmamalıdır ki, Osmanlı Arşiv Rehberi bunların başında gelmektedir.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, kitâbı beş ana bölüme ayırdık:

Birinci Bölümde, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletindeki mülkî idârenin anahatlarını özetledik. Elbetteki Dîvân-ı Hümâyûnu, buna katılan üyeleri, ve sadâret makâmını bilmeden 1836 yılına kadar İçişleri Bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden Sadâret Kethudâlığı anlaşılamazdı. Şunu hatırlatalım ki, bu bölümde anlatılan Osmanlı mülkî idâresinin ana hatları, diğer bölümler için bir çeşit alfabe hükmündedir. Zira dîvân-ı hümâyûn, bostancıbaşı, nişancı, defterdâr, çavuşbaşı, sadâret ve benzeri kavramları bilmeden kitabımızın diğer bölümlerini anlamak ve takip etmek mümkün değildir.

İkinci Bölümde, kitâbın ana temelini oluşturan Dâhiliye Teşkîlâtının tarihî gelişimini anlattık. Osmanlı Devletinden önceki Müslüman devletlerde ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde bu vazifeyi ifa eden hâciplik ve polis teşkîlâtı demek olan şihne kurumunu özetledik. Daha sonra Fâtih Kânûnnâmesinde yer almasından ta 1836 yılına kadar Osmanlı içişleri bakanlığı diyebileceğimiz Sadâret Kethudâlığı üzerinde durduk. Bunların tayinleri, ma’âşları, seçimlerinde riâyet edilen husûslar ve azilleri konusunda, kanaatimizce yeterli bilgi ve belge sunmaya gayret gösterdik. Bu konudaki araştırmalardan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalıştık.

Bu dönemde görev yapan sadâret kethudâlarının tamamının hayat hikâyesini bu kitaba almak mümkün idi. Ancak bu kitabın muhtevasını lüzumsuz yere arttıracağından, biz nümune olsun diye bazı sadâret kethudâlarının hayatlarını özetle vermeye çalıştık. Özellikle Nevşehirli İbrahim Paşa döneminden sonra, kethudâlar İrâde-i Seniyye ile tayin edildiğinden bu döneme ayrı bir önem verdik. 1836 yılına kadar uzanan bu süre içinde vazife yapmış sadâret kethudâlarının listelerini ve dipnotlar halinde çoğunluğunun hayat hikâyelerini ve şahsî vasıflarını eserimize dercetmeye çalıştık. Ulaştığımız en önemli netice, Hâriciye Nezâreti demek olan reisülküttâblık ile Dâhiliye Nezâretini karşılayan sadâret kethudâlığı konusunda, makama gelen şahsiyetlerin, ilmî ve idârî kabiliyet ve dirâyetleri ile tecrübeleri husûsunda atbaşı gitmeleridir. Yani Osmanlı Devleti sadâret kethudâlığı makamını temel görevler arasında kabul etmiş ve bu makama gelenlerin tamamının hayat hikâyeleri ve me’mûriyet safhalarını arşiv belgeleriyle tesbit eylemiştir.

Üçüncü Bölümde, Batıdaki idarî reformlardan etkilenerek onları taklide çalışan II. Mahmud döneminde başlayan hareketli ve istikrarsız İçişleri Bakanlığı teşkîlâtını, bütün yönleriyle ve belgelerle ortaya koymaya çalıştık. 1836 tarihinde Sadâret Kethudâlığı yerine kurulan ve bir tek bakanla (Pertev Paşa) devam edebilen kısa süreli Umûr-ı Mülkiye Nezâretinin kuruluşu ile alakalı fermân ve hükümler; 1837 yılında bu ismin Dâhiliye Nezâretine çevrilmesi, sonradan yine ilgası ve ikinci kuruluşla alakalı bilgiler ve belgeler; 1869 tarihinde Dâhiliye Nezâretinin tekrar iadesine ve kısa zaman sonra tekrar ilgasına dair gerçekler ve nihayet 1877 yılında yeniden kurulan Dâhiliye Nezâretinin Cumhuriyete kadar devam eden teşkîlâtına ait bilgi ve belgeleri ayrıntılarıyla inceledik.

Bu bölümde Dâhiliye Nezâretine tayin edilen bütün şahsiyetler hakkında bilgi verdik ve Osmanlı döneminde çıkarılan mecmû’aları ve gazeteleri mümkün mertebe tarayarak fotoğraflarını, birisi hariç, kitaba koymaya muvaffak olduk. En önemlisi de Dâhiliye Nezâreti ile alakalı Osmanlı Arşiv belgelerinin tasnifini ve kısa bilgilerini ihmal etmemeye çalıştık. Dâhiliye Nâzırlarının tamamının hayat hikâyesini kitabımıza aldık; ancak dâhiliye nâzırı demek olan sadâret müsteşârlarının hayatlarına da önemli ölçüde değindik.

Şunu itiraf edelim ki, Dâhiliye Müsteşârlarının tam bir listesini verdiğimiz söylenemez. Ancak Osmanlı Arşiv belgeleri arasında bulduğumuz kadarıyla kitaba almaya gayret gösterdik.

Dördüncü Bölümde ise, Osmanlı Devletinde Dâhiliye Nezâretine yardımcı olan yahut onun bazı fonksiyonlarını tarih boyunca ifa eden bazı idârî ve mülkî kuruluşları inceledik. Bunlar arasında ihtisâb teşkîlâtı demek olan belediyeleri; asırlarca İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olan Yeniçeri Teşkîlâtı ve bunun yerini alan Makâm-ı Seraskerîyi; Emniyet Teşkîlâtının kısmen de olsa karşılığı olan Subaşılık, Asesbaşılık ve Çavuşbaşılık gibi teşkîlâtları ve bunların Tanzîmât sonrası yeni şekilleri olan De’âvî Nezâreti, Tophâne Müşîriyeti ve Nezâreti, Zabtiye Müşîriyeti ve Nezâreti hakkında doyurucu bilgiler vermeye çalıştık ve kuruluş belgelerini açıkladık.

Burada zikretmemiz gereken bir nokta da şudur: Polis teşkilâtının bu adla kuruluş ve ilk nizâmnâmesinin hazırlanış tarihi 1845 olduğunda şüphe yoktur. Ancak aynı şey Jandarmanın bilinen kuruluş tarihi için geçerli değildir. Bu zamana kadar Jandarma Teşkilâtının kuruluşu 1869 yılına bilinmekte ve asâkir-i zabtiye ilk jandarma olarak değerlendirilmektedir. Bize göre Jandarma Teşkilâtının aynı isimle kuruluşu Sadrazam Said Paşa zamanına yani 1880 yılında ilk Nizâmnâmenin hazırlanışı ve ilk Jandarma Umum Kumandanının tayin edilişi zamanına rastlar. Sadrazam Said Paşa’nın Jandarma adıyla kolluk kuvveti kurulması emri ise, 1979 yılına rastlamaktadır. Ancak asâkir-i zabtiye terimini jandarma olarak yorumlarsanız, 1869 yılı da doğrulanmış olur.

Beşinci ve son bölümde ise, Osmanlı Devletinde ve özellikle de Tanzîmât sonrası vücuda getirilen Dâhiliye mevzuatının temel düzenlemelerini kitâbımıza almaya karar verdik. Ayrıca Zabtiye ve Asâkir-i Zabtiye, Polis ve Jandarma ile alakalı nizâmnâme ve talimâtları da yayına hazırladık. Bunların bazıları yayınlanmaya çalışılmış ise de, bazan yarıya yakını ilmî hatalarla dolu olduğunu esefle müşâhede eyledik. Bu kitabın aynı zamanda kısa da olsa bir Jandarma ve Polis teşkilâtları tarihi olması bizi sevindirmiştir.

Not: Eseri hazırlamaya teşvik eden Seyfullah Hacımüftüoğlu’na; Takdim yazarak bizi şereflendiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a; İçişleri Bakanımız Efgan Ala bey’e; Eserin çıkması için adım adım çalışmalarımı takip eden Selim Çapar bey’e; Türk İdari Araştırmaları Vakfı’na ve Finansör olan Türk Hava Yolları’na teşekkürlerimi arz ediyorum.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Arsiv Belgeleri İsiginda Dahiliye Nezareti (İcisleri Bakanlığı) Akgunduz

İUR Aleyhindeki Haberler ve Zaruri Bir Açıklama

Muhterem Dostlar

Son günlerde rektörlüğünü yürüttüğüm Rotterdam İslam Üniversitesi aleyhinde, bir Türkçe Haber sitesinde ve bazı Hollanda gazetelerinde, çarpıtılmış haberler yer aldığını üzüntüyle takip ediyoruz. Bu münasebetle bazı noktaların açıklanmasını zaruri görüyorum:

1. Türkçe haber sitesinde sonradan tashih edilen ancak Türk kardeşlerimize zehirini kusan haber, tamamen yalan ve kasıtlı …yapılmıştır.

2. Hollanda basınındaki haberler ise, her İslami kurum hakkında olduğu gibi abartılarak ve temcid pilavı gibi daha önce yaşanmış olaylar hatırlatılarak çarpıtılmış haberlerdir. Gezi olayları sebebiyle, ülkemizi Mısır’a çevirme gayretlerini ifşa eden makalemiz üzerine Hollanda Meclisinde hakkımızda iki Meclis Soruşturulması açıldığı ve bizim Hollanda’nın kurumları tarafından açılan soruşturmalar hakkında en ince ayrıntılarına kadar haklı ve doğru cevaplar verdiğimiz de doğrudur. Hazırlanan raporlar elimizdedir ve olumludur. Olay bu soruşturmaların Bakanlık tarafından kamuoyuna açıklanması olayıdır.

3. Hollanda bir hukuk devletidir. Bir Üniversitenin açılıp kapanması, uluslararası kurallara ve standartlara bağlıdır. Bu konudaki iddialar asılsız ve yalandır.

4. Rektör olarak Akgündüz, hem vatandaşı olmakla iftihar ettiği ve canı gibi sevdiği Türkiye’yi ve hem de 14 yıldır içinde oturduğu Hollanda’yı haksızlıklara ve her türlü teröre karşı fikren ve ilmen savunmayı vazife bilmektedir. Hakkın hatırı alidir; hiçbir hatıra feda edilmez.

5. Bize yapılan haksız saldırılara karşı sözümüz şudur: Biz İUR olarak doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu talebelerimize öğretme gayesini güdüyoruz. “-İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” Münazarat ( 9 )

Saygılarımla

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

www.NurNet.Org

Milletimiz Bir Bedduadan Daha Kurtarılıyor!

MİLLETİMİZ BİR BEDDUDAN DAHA KURTARILIYOR
NAKİT PARA VAKIFLARININ OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMLERİNDE BAŞLARINA GELENLER VE YENİ YATIRIM BANKACILIĞI PROJESİNİN ÖNEMİ

Vakıf paraların Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir kredi müessesesi olduğunu ve Devletin böylesine önemli bir müesseseye karşı lakayd kalmadığını da görüyoruz.

Nakit para vakıflarından elde edilen gelirler, vâkıfların şart koştukları çeşitli hayır işlerine harcandığı gibi, çeşitli kamu hizmetleri de bunlarla görülüyordu. Bunların başında bugün başta belediye ve sosyal güvenlik kurumları olmak üzere birçok kamu kuruluşlarının gördüğü hizmetleri ifa etmek için teşkil olunan ve “avarız akçesi” denilen yardım sandıkları gelmektedir. Bunların sermayesi tamamen vakıf paralardı ve mu‘âmele-i şer‘iye ile işletilerek geliri mahallenin ihtiyaçlarına, Ebüssuud’un ifadesiyle “techîz-i guzâta” ve mabedlerin anî ihtiyaçlarına sarfedildiği gibi, mahalledeki dullara, yetimlere ve kimselere de maaş verilirdi. Hatta mahallede işi iyi gitmeyen esnafa buradan kredi de verildiği olurdu. Askerî yardım ve asker ailelerinden muhtaç olanlara bakmak için de Yeniçeri kışlalarında “tasarruf ve yardımlaşma” sandıkları kurulmuştu. Bunların da sermayesi vakıf paralardı. Her esnaf kendi arasında, önceleri “esnaf kesesi” denen bir vakıf sandığı kurmuştu. Buna “esnaf vakfı” ve “ esnaf sandığı” da denirdi. Mütevellinin murakabesi altında idare edilen bu sandığın vakıf paraları, esnafa kredi olarak verilirdi. Mütevelli de Loncaya karşı sorumluydu ve her sene muhâsebesini kontrol ettirmek mecburiyetindeydi .

Osmanlı Devleti, vakıf paralara ilk müdahalesini, para vakfını câiz gören ferman ile yapmıştır . Daha sonra vakıf paralarla ilgili kâr hadlerini belirleyen ferman ve hükümler çıkarılmıştır . Kurulan vakıf idarî teşkilatları ise, her çeşit vakıflar gibi, para vakıflarına da nezâret etmektedir.

27 Safer 1255/1839 yılından evvel evkaf memurlarına verilen ta’limatta bazı esaslara riayet edilmesi istenmektedir. Şöyle ki: Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde bulunan vakıf paraların mütevelli ve bazı kimselerin zimmetlerinde İslâm Hukukuna uygun olarak, rehin veya kefil karşılığında kâr getirmek üzere işletilmesi amacı güdülen (istirbah olunan) paraların, sene sonunda meydana gelen nemaları, vakıflarının muhâsebeleri iyice tetkik edilerek bekayaya bir kuruş bırakılmadan gelir kaydolunacaktır. Gelir-gider hesapları yapıldıktan sonra artan gelirler, gelecek seneye irad olarak devredilecek ve vakfın alacağı sonradan ortaya çıkarsa mutlaka tahsil edilecektir. Vâkıfın şartları çerçevesinde, nakit para vakıflarına “asla halel gelmemek ve bir akçesi telef ve zayi olmamak” hususlarına dikkat olunması ve bunlardan hazine için “maaş-ı muharrer” namıyla akçe alınmayıp fakat muhâsebe harcı olarak binde 10 kuruş alınması ve muhâsebe kayıtlarının imzalı olarak hazineye gönderilmesi gerektiği belirtilmektedir .

Tanzimattan bir iki ay önce çıkarılan 27 Safer 1255/1839 tarihli “Taşrada Bulunan Müsakkafât Ve Müstegıllât-ı Vakfiyye Muâmelâtına Dair Ta’limname” ile , daha sonra çıkarılan 26 Zilhicce 1256/1841 tarihli ve 13 Zilhicce 1258 tarihli Ta’limname de ayni esasları çok cüz’î farklarla tekrarlamışlardır. 19 Cemâziyelahire 1280/1863 tarihli Evkaf Nizâmnâmesi ise, bu ta’limnamelerin ihtiva ettiği hükümleri daha ayrıntılı olarak düzenlemiştir. Tekrar olmaması için bu Nizâmnâme hükümlerini zikretmiyoruz.

Tanzimattan sonra vakıfların idaresini Evkaf Nezâreti tamamen üstlendiği için, vakıf paralarla ilgili olarak da Hazine-i Evkaf-ı Hümâyûn’da bir komisyon teşkil olunmuştur. Hayır sahipleri “idane=kâr getirmek üzere mu‘âmeleye vermek” için vakfettikleri paraları hazineye teslim etmeye ve onlar namına hazine bu işi yürütmeye başlamıştır. Ancak hazine bu işi yürütememiş ve “idane” için hazineye yatırılan paralar âtıl hale gelmiştir. Bunun üzerine bir irade-i seniyye ile tekrar vakıf paraların işletilmesi (istirbahı), İslâm hukukunun kâidelerine uygun olmak şartıyla mütevellilere veya mütevelli kâim makamlarına terkedilmiştir. Hazineye yatırılan nakit paralar ise, komisyonun nezâretinde toplanacak ve zayi edilmeden işletilmesi için gayret gösterilecektir . Ayrıca vakıf paralardan borcu olup da ifasında bahaneler ilerı sürenler süresiz olarak hapsedilecektir.

1286/1869 yılında ise, evkaf tarafından yönetilen “avarız akçesi sandıkları”nın şehirlerde olanları evkafın üzerinden alınıp belediyeye verildiğini görüyoruz. Ancak diğer vakıf paraların işletilmesi yine evkafın kontrolünde yapılmaktadır. Hayır sahiplerı tarafından, bazı hayırlı hizmetlerin ifası için vakfedilmiş olan vakıf paralar ve avarız akçelerinin suiistimal edilmemeleri için, bunların miktarını ve adetlerini gösteren her vilayet ve livaya mahsus defter ve cedvellerin, daha sıkı takip edilmesine dair Evkaf Nezâretinin Tahrirat-ı Umumiyeleri mevcuttur. Bu tahriratlar mûcibinde “nükûd-u mevkufe” ve “avarız akçesi” tahsilatlarına itina olunacak ve hesapları çok sık tutulacaktır.

Çıkarılan Mürabaha Nizammnameleri ile % 9’luk faiz nisbeti kanunî ve serbest sayıldığı halde, yine de vakıf paraların halk tarafından “devr-i şer’î” veya “mu‘âmele-i şer‘iye” denilen usul ile işletilmesi ve faize itibar edilmemesi, halkın vicdanında meşrûiyyet bulmayan kanunların geçersizliğini ve “mu‘âmele-i şer‘iye” usulünün ise, fâiz şüphesi bulunsa da, tamamen fâiz mu‘âmelesi olmadığını göstermektedir .

3 Cemaziyel evvel 1332/1914’de merkezi İstanbul’da bulunmak ve idare Meclisinin kararı ve Evkaf nezâretinin tensibiyle diğer şehirlerde de şu’beler açabilmek üzere Evkaf Bankası adıyla bir banka kurulmuştur . Evkaf Bankasının görevleri şunlardır: Hisse senetleri, tahviller, menkul ve gayrımenkul malları karşılık tutarak yahut maaş veya vazifeler karşılığı borç verebilecek (ikraz); mevduat toplayabilecek; kiracı ve kiralayan olabilecek; hariçten ikraz olunan paraları kabzedebilecek; hisse senedi, tahvil ve diğer menkul mallar˝ alıp satabilecek, icâreteynli malların ve mîrî arazinin ferağ ve teminat işlemlerini yapabilecek; havale akdi başta olmak üzere ticarî mu‘âmelelerde aracı olabilecek, ziraî, ticarî ve sınaî şirketler kurabilecek; emre yazılı sened, poliçe ve diğer ticarî senedleri icra edebilecek; kâr karşılığı borç para verebilecek (ilzam-ı rıbh), kendisi de kâr karşılığı borç para alabilecek (iltizam-ı rıbh) ve her çeşit kâr ve zararı sahiplerine ait olmak üzere hisse senedleri tahvillerinin ücret karşılığında işlemlerini yürütebilecektir . Evkaf Bankasının sermayesi 500.000 Osmanlı lirasıdır. Bu sermaye hisse senetleri ile te’min edilecektir. Evkaf Nezâreti paralar ve avârız akçeleri ile bu senetlerden istediği kadar satın alabilecektir. Hisse senetleri nama yazılı ve sahipleri Müslüman olacaktır .

Bu kanunda dikkatimizi çeken en önemli nokta faiz mu‘âmelesinin bulunmayışıdır. Faiz değil yine mu‘âmele-i şer‘iye usulü mevcuttur (ilzam ve iltizam-ı rıbha yetkilidir). Mahiyet itibariyle faize benzese de bu kelime kullanılmıştır .

Devr-i şer‘î yoluyla vakıf paralardan rıbh-ı mülzem veya sadece rıbh denilen kâr temini usulü Nükud-u Mevkufe idaresinin teşekkülünden sonra da 1340/1921 tarihine kadar devam etmiştir. Evkaf Nazırı Hayri Efendi zamanında tesis edilen Nükud-u Mevkufe Müdürlüğü ile ikrâzât işleri bir dereceye kadar emniyet altına alınmış ve senetsiz ikraz yapılması yasaklanmıştır. Ancak evkaf memurları ve mütevelliler, yine de ikraz yapabiliyorlardı. 1924 senesi Evkaf Bütçesi Kanunu ile ikrazın devr-i şer‘î ile yapılması kaldırıldı. Mütevellilerden bu yetkiler alındı. Vakıf Paralar İdaresi, vakıf paralara el koydu ve yeni Medeni Kanunun hükümlerine göre 1926’dan itibaren idare edilmeye başlandı .

1954’e kadar vakıf paraları ve gelirlerinin çoğunluğu çarçur edildi ve gayeleri dışında kullanıldı. Vakıf paralarıyla Halkevleri binaları inşa edildi ve hatta dans salonları yapıldı. Merak edenler, Bediüzzaman Said Nursi adlı çalışmamızın II. Cildinde belgelerini görebilirler.

1954 yılında, vakıf kaynaklarını ekonomik kalkınmanın ihtiyaçları doğrultusunda en iyi biçimde değerlendirmek amacıyla VakıfBank kuruldu. Ancak bu bir faizli kurumdu ve vakfın ruhuna aykırıydı. Vakfedenlerin bedduası devam ediyordu.

Şimdi yeni bir müjde duyduk ve şöyle ifade ediliyordu:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Topkapı Müzesi’nin restorasyonu tamamlanan bölümlerinin açılış töreninde Vakıflar Bankası’nın katılım bankası kuracağını duyurdu. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, Vakıfbank’taki hissesini almak suretiyle bir katılım bankası haline getirme düşüncesinde olduklarını söyleyen Erdoğan, “Katılım bankasını kurmasıyla birlikte kendi yıllık kârından belli bir kısmını eserlere ayırması, restorasyonda kullanması, burslarla kredilerle bunun yanında birçok yerlerde aş evleriyle aynen ecdadımızın o akarları nasıl değerlendirdiyse, bizim vakıf medeniyetimizi çok daha güçlendireceğine inandığım bir anlayıştır o. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hissesi yüzde 60, bugünkü rakamla 10 milyar doları aşıyor. Bu çok ciddi bir güç.” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.Org

Rector & President
Description: LogoIslamitische Universiteit Rotterdam
Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam
T +31 (0)10 485 47 21
F +31 (0)10 484 31 47
E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl
facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

İslamda Mukaddes Değerlere Hakaretin Hükmü Nedir? Bir Müslüman Diğer Dinlere Hakaret Edebilir mi?

1. İSLAMİYET, HERHANGİ BİR PAYGAMBERE VE MUKADDES KABUL EDİLEN ŞEYLERE HAKARETİ YASAKLAR

Önemle ifade edelim ki, medeniyetler ve kültürler arası diyaloğun prensipleri ve halklar ve milletler arası barış içinde yaşamanın düsturları, akıllı insanların harekete geçerek, aradaki ihtilafları asgariye indirmeyi ve mümkün ise tartışmaları sona erdirmeyi gerektirir.

Bu sebeple bütün Avrupa hükümetleri, ırkı yahut dininden dolayı insanların hakaret ve baskıya maruz kalmalarını kınamaları gerekir. Bugün Müslümanlara ise, yarın sıra başkalarına gelecektir. Hoşgörü, karşılıklı saygı ve diyalog, modern toplumların temelini teşkil etmektedir.

Batı ve Amerika’da bazı kimseler, İslam’a ve Müslümanlara yapılan hakaretleri, ifade hürriyeti içinde göstermeye çalışarak yanılmaktadırlar. Hâlbuki böyle bir vahşî hürriyet, ırkçılık ve insan haklarını ihlal sonucuna götürür. Bu bir çifte standarttır. Bizler bir taraftan diyalog ve hoşgörüye davet ederken, birilerinin Müslümanların mukaddes değerlerine ve Peygamberlerine hakaret etmesi, insanlık âlemi için bir yüz karasıdır.

Biz bütün insanlığı Kur’an’ın şu temel prensibini dinlemeye davet ediyoruz:

Allah’tan başka ilahları çağıranlara hakaret etmeyiniz; ta ki onlar da intikam duygusu ile cehâletle hakaret etmesin.” (Kur’an, 6: 108).

Medeniyetler ve kültürler arası diyalog, dünya tarihinin yol haritasında önemli bir teşkil etmektedir. Uluslararası toplum, birlikte yaşamak için başka çare bulamamıştır. Dünyadaki bu kadar gerginlikler ve krizlerin bertaraf edilmesi için başka da çare bulunmamaktadır. Avrupa’da yaklaşık 25 milyon Avrupa vatandaşı Müslüman yaşamaktadır.

Biz entelektüel şahısları ve kültürlü şahsiyetleri, medeniyetler arası diyaloğa davet ediyor; bunların devletlerdeki kanun yapıcılar üzerinde de etkili olmalarını istiyoruz. Yoksa dünya barışı tehlikededir ve savaşları netice verecek ihtilaflar kapıda değil içimize bile girmiş durumdadır. Dünyanın kıyametini koparma potansiyeline sahip bir tehlike durumundadır.

2. İSLAM HUKUKU MUKADDES ŞEYLERE HAKARETİ MÜRTEDLİK OLARAK GÖRMEKTEDİR

İritidad kelimesi Kur’an’da kullanılmaz; ancak inandıktan sonra küfre girme; haktan yüz çevirme ve benzeri manalarla irtidad anlatılmıştır. Hadisden öğreniyoruz ki, İslam’a hakaret edenler, mutlaka cezalandırılmalıdır; ancak tevbe kapısı bunlara da açıktır. Ceza çeşitleri farklıdır.

Eğer bir Müslüman kendi dinine hakaret ederse yahut başka bir dine girerse mürted olur. Bunlar sorgulanır ve tekrar Müslüman olması birinci hedeftir. Ancak ısrarcı olursa, erkek mürtetlere idam cezası uygulanır. Diğer tarafdan kadın mürtedler, tekrar İslam’a dönünceye kadar hapis cezasına çarptırılır. 1839 tarihli Tanzimat Fermanından sonra bu cezaların kaldırılması için Avrupa çok siyasi baskı uygulamıştır.

İrtidad, sözle yahut fiille İslam’ı reddetmek diye tarif edilen bir suç olup Hukuk Mezheplerinin tamamı cezasında ittifak halindedirler. Ancak suçun unsurları oluşması gerekir.

Bu suçun mahiyeti hakkında iki yaklaşım bulunmaktadır: Hukukçuların ekseriyeti bu suçu had suçları arasına sokmaktadır. İmam Şafii ayeti böyle yorumladığı gibi, Hz. Peygamber’in tevbeye yaklaşmayan bazıları hakkında idam kararı verdiğini ifade eden hadisler de vardır. İmam Şevkânî hadisi zayıf bulsa da, İbn-i Abbas’ın naklettiği hadis şöyledir: “Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz.” İkinci bir grup ise, irtidad suçunun siyâset-i şer’iye yani tazir cezaları arasın da sayılacağını ileri sürmüşlerdir.

Şi’anın İsmailiye kolu ve bazı modern bilim adamları, idam cezasını kabul etmemektedirler. Bediüzzaman Hazretleri dininden çıkan bir Müslümanı şöyle tasvir etmektedir:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev’-i beşere baktığı için ve mu’cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev’-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev’-i beşerin medar-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.” (Sözler 144 )

3. PEYGAMBERE HAKARET EDENLERİN HÜKÜMLERİ

Bütün İslam hukuçuları, Hz. Peygamber’e hakaret eden bir Müslüman’ın mürted olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Hz. Muhammed’e hakaret ile diğer Peygamberlere hakaret arasın da hüküm farkı da bulunmamaktadır. Kur’an-ı Kerim bu manayı teyid etmektedir. (Kur’an, 9: 64-66). Kısaca Allah’ın peygamberlerine hakaret eden kâfir olur. Bu konuda uygulama örnekleri sayılabilecek hadisler de mevcuttur.

Açıkça belirtmeliyiz ki, kim İslam’ın iman esaslarından birini alaya alır yahut inkâr ederse, gayr-ı Müslim ise kâfir ve Müslüman ise Mürted olur. Bazı İslam hukukçuları, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e yahut Ka’be’ye hakaret edenlerin de aynı hükme tabi olacağını söylemişlerdir. Gayr-i Müslimlerden İslam’ın mukaddes değerlerine hakaret edenlerle, bütün sosyal ve ticârî münasebetler kesilmelidir.

4. MUKADDES DEĞERLERE HAKARET EDENLERİN TEVBESİ

Bütün İslam hukukçuları, mukaddes değerlere hakaret edenler, samimi olarak tevbe etmeleri halinde, ahirette bunun faydasını görebileceklerini ve Allah’ın onları affedeceğini kabul etmektedirler. Ancak dünyada bunlara uygulanacak hukukî hükümler konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Malikî ve Hanbelî hukukçular, tevbe etseler de, irtidad suçunun cezasının tatbik edilmesi gerektiğini savunurken; bazı hukukçular, bunların tevbelerinin dünyada da kabul edileceğini savunmaktadır.

5. MUKADDESLERE HAKARET EDENLERİN İSLAM’DA BELİRTİLEN SUÇLARINI KİM UYGULAYACAKTIR?

Bu sorunun cevabı konunun özünü teşkil etmektedir. Müslüman bireyler, İslam hukukunun koyduğu cezaları uygulama hakkına sahip değildir. Mürtedin de cezasını ancak ve ancak bir Müslüman Devletin uygulaması mümkündür. Bunun için de Şer’î Mahkemeden karar alınması zaruridir Bu sebeple Bediüzzaman şöyle demektedi:

Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler. (Tarihçe-i Hayat 66 )

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

www.NurNet.Org

Rector & President
Description: LogoIslamitische Universiteit Rotterdam
Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam
T +31 (0)10 485 47 21
F +31 (0)10 484 31 47
E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl
facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

İslamda Evlenme Yaşı ve Ehliyeti Konusundaki Tartışmalar

Evlenme ehliyeti ile ilgili hükümleri, HAK’ (1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi) dan önceki dönem ve HAK dönemi olmak üzere iki başlık altında incelemek gerekir. 

aa) 1917 tarihine kadar Türk devletlerinde tatbik edilen hükümler, Hanefi mezhebinin görüşleridir. Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve icâzetine ihtiyaç duyulmaksızın evlenebilme ehliyeti demektir. Bunun için tam edâ ehliyeti, yani âkıl, baliğ ve hür olma şartı aranır. Bu şartlara sahip olmayanlar, ilerde göreceğimiz gibi, ancak ya başkaları tarafından veya başkalarının izin ve icâzeti ile evlenebilirler; yani dolaylı olarak evlenme ehliyetini kazanabilirler. 

Evlenme ehliyeti açısından insanları üç guruba ayırabiliriz: 

Birincisi, tam edâ ehliyetine sahip olanlardır. Hanefilere göre tam ehliyetli kadın ve erkek, nikâh akdedebilirler. Diğer mezhepler, tam ehliyetli de olsa, kızların ancak velileri vasıtasıyla evlenebileceklerini kabul etmektedirler. Evlenme ehliyeti açısından tam ehliyetli olmanın şartları arasında rüşd yoktur; sefih de tam evlenme ehliyetine sahiptir. Evlenme ehliyetinin alt yaş sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12; üst sınırı ise, İmameyn’e göre 15, Ebu Hanefi’ye göre ise kızlarda 17, erkeklerde 18 yaşdır. 

İkincisi, eksik ehliyetliler, yani mümeyyiz küçükler, ma’tûhlar ve kölelerdir. Hanefilere göre, bunlar da nikâh akdi yapabilirler. Ancak bunların akidleri, velilerinin izin yahut icâzeti olmadan geçerli değildir. Bunlar, velileri tarafından da evlendirilebilirler. 

Üçüncüsü, edâ ehliyeti bulunmayanlar, yani gayr-ı mümeyyiz küçükler ve akıl hastalarıdır. Bunların evlenme ehliyetleri yoktur. Bunlar, velilerinin izin ve icâzetiyle de olsa evlenemezler; ancak velileri tarafından evlendirilebilirler. Bir kısım İslâm hukukçuları, bunların velileri tarafından da evlendirilemeyeceğini kabul et-mişlerdir ki, HAK bu görüşü kanunlaştırmıştır. 

bb) 1917 tarihli HAK’ın getirdiği yenilikler devresidir. HAK, bu konuda diğer mezheplerin görüşlerinden yararlanarak yeni bir düzenlemeye gitmiştir. Evlenme ehliyeti için erkeklerin 18, kızların 17 yaşını bitirme şartını koşmuştur. Bu konuda, İmameyn’in görüşünü kısmen değiştiren HAK, Ebu Hanife’nin görüşünü kabul etmiş bulunmaktadır. Evlenme ehliyetine sahip olan erkeklerin diledikleri gibi evlenebileceklerini hükme bağlayan Kararnâme, kızlar için, hâkimin durumu velisine bildirip bir itirazı olup olmadığını sorması şartına bağlamıştır. Velinin itirazı, kocanın denk olup olmadığına (kefâet) dairdir. Yoksa velinin izni şartı yoktur. Kararnâmeye göre, 18 yaşına basmamış erkekler ve 17 yaşına ulaşmamış kızlar, kazâî rüşd kararı, yani hâkimin izniyle evlenebilirler. Ancak kızlar için velinin de izni istenmektedir. 

Kararnâme ayrıca evlenme ehliyeti açısından iki yenilik daha getirmiştir: Birincisi, evlenmeye alt sınır olarak 12 ve 9 yaşları konulmuş, velilerin dahi bu yaştan öncekileri evlendiremeyecekleri hükme bağlanmıştır. İkincisi ise, Hanefi mezhebinin akıl hastalarının velileri tarafından evlendirilebilmeleri şeklindeki görüşün terkedilerek, bir zaruret olmadıkça, evlendirilememeleri esasının kabul edilmesidir.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz