Etiket arşivi: Ahmed Akgündüz

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Hocama (Şiir)

Eşsiz makama sahip, Ahmed Akgündüz Hocam,
Hiç çekinmeden diyebilen, benim Nur da’vam,
Rabbin lütfüyle, Nurlara oluyor istihdam,
Hareketlerinin tamamı, iftiharımız.

Zekâ ve kabiliyeti ile, eşsiz bir zat,
Bilgi ve marifetleri, bize veriyor tat,
Aklındaki üstün meziyetleri, ona kat,
Marifetle emsalsizdir, Akgündüz Hocamız.

Dünyaya geliş gayesinden,çok şey öğrenmiş,
Lazım olan bilgilerin, zirvesine ermiş,
Bunla, Rektörlük makamına yükselebilmiş,
Takdir ve tebrikleri, hak ettiniz Hocamız.

Sempozyumda İngilizceyi, tercüme eder,
Sonra Arapçayı, Türkçeye çevirir serer,
Bu beceri karşısında, halk maşaallah der,
Bir marifet hazinesi, Akgündüz Hocamız.

Biz Üstad dine müceddiddir, herkese derdik,
Delilleri ile o hali, ispat ederdik,
Fakat, ahır zaman Mehdisidir, diyemezdik,
Çok şükür bu müşkülü de, hal etti Hocamız.

Çünkü Arşivlerdeki her yazıyı okuyor,
Madde ile manada, tezgah atmış dokuyor,
Çok ehli fennin yapamadığını yapıyor,
Rabbin lütfü ile çok ilerlemiş Hocamız.

Bizler, Üstad Ahır zaman Mehdisidir, derdik,
Sülale-i Tahiredendir, onu bilirdik,

Fakat başka kimseye, ispat edemez idik,
Arşivden delil bulup, ispat etti Hocamız.

Varlığı Nurcuların, kalplerini güldüren,
Davamıza karşı gelenin, hakkını veren,
Maharet dürbünü ile, her şeyi net gören,
Zirveye ulaşmağa, gayret eder Hocamız,

Nurcuların çoğundan, medhu sena toplayan,
İfrat ile tefritli, fikirlere uymayan,
İfsat şebekesine, fikriyle karşı koyan,
Nurların ihtisasına, çalışan Hocamız.

Onu Allah istihdam ediyor, da’vamıza,
Rabbim ihsan etsin, âilece hocamıza,
Çünkü, Ondan hayri dokunur, erkek ve kıza,
Tüm hayırlara nail olsun eşsiz hocamıza.

Allahtan duamız, kendisine sıhhat versin,
Nur cemaatine, ispatlı deliller sersin,
Fitneler karşısına, çetin engeller gersin,
Ömrü hitamını bulunca, Firdevse ersin,
Hocamı Rabbimiz Habibine car eylesin. Amin…

Kendisini çok seven
Fakiru hakir: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Bediüzzaman, Mustafa Kemal’in Ölümünü ve Kemalizm’in Merhalelerini Haber Veriyor

1937 senesinde Mustafa Kemal’in en çok şikâyetçi olduğu rahatsızlık, vücudunun muhtelif yerlerindeki ve bilhassa ayaklarındaki kaşıntıdır. 1937 Ekim’inde bu kaşıntıların musebbibinin Çankaya köşkündeki “et yiyen cinsinden küçük kırmızı karıncalar” olduğu söylenince, bu defa adeta bir seferberlik ilan edildi. Genelkurmay zehirli gaz uzmanı Nuri Refet Korur’un tavsiyesi ile köşkün “Cyclon B” denen siyanidrik asit gazıyla dezenfekte edilmesi kararlaştırıldı. Bu zehirli gaz gemilerde farelere karşı da kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Yavuz gemisinden uzman bir ekip getirtildi. 7 Şubat 1938 günü işe girişilerek, köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kâğıtlarla kapatılarak gaz geçirmez bir hale getirildi. 48 saat müddetle köşk yoğun bir gaz altında tutuldu.

Bütün bu faaliyetlerden sonra köşk kırmızı karıncalardan temizlendi, ama Mustafa Kemal’in kaşıntıları yine geçmedi. Bunun uzerine yurt dışından doktorlar getirtildi. O sırada Mustafa Kemal’in karnı da cok miktarda su toplamaya ve bu su şiddetli rahatsızlık vermeye başlamıştı. Doktorlar yaptıkları muayene neticesinde hastalığa teşhis koymuşlardı. Bütün belirtiler, hastalığın “Siroz” olduğunu ortaya koyuyordu. Mustafa Kemal o zamana kadar her gece yaklaşık bir litre rakı içmekteydi. Doktorlara göre hastalığın amili bu alışkanlıktı. Doktorlar hastanın karaciğerinin artık vazifesini yapmadığını, zehirlenmenin başladığını, vücuttaki yağların tamamen eridiğini, şimdi de etlerin erimekte olduğunu söylüyordu.

Ağustos 1938’de hastalık iyice artmış, karında çok miktarda su toplanmıştı. Bu yüzden Mustafa Kemal ızdırap içerisindeydi. Sonunda bu suyun alınmasına karar verildi. Prof. Mim Kemal Öke, 7 Eylül 1938’de Mustafa Kemal’in karnında toplanan suyu şırınga ile aldı. Karından 12 litre su çıkmıştı. Ne var ki bu müdahaleden birkaç gün sonra karında tekrar su toplandı. Bunun üzerine 22 Eylül 1938’de yine Prof. Öke karındaki suyu aldı. Bu defa da yaklaşık 12 litre kadar mayi çıktı. Bu gibi çalışmalara, bütün bakım, tedavi ve ihtimamlara rağmen rahatsızlık günden güne şiddetleniyor, karında yine su birikiyordu. 13 Ekim 1938’de yine karından su alındı. 18 Ekim Salı sabah saat 10.30’dan başlamak üzere sık olarak ‘Aman dil, aman dil, bu geceden efendim’ sözlerini tekrarladı.

9 Kasım 1938: Gece, Mustafa Kemal tekrar komaya girdi.

10 Kasım 1938: Ahval-i umumiye (genel durum) fenadır. Koma devam ediyor. Saat 8.00’i geçerken Mustafa Kemal’in yüzü daha da soldu; sapsarı oldu ve birden gırtlağından ‘Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil Berk gözleri yaşlı ve bir eli karyolaya dayalı olarak, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Mustafa Kemal’in ağzına su verme çabasında, üzüntüleri solgun yüzlerinden okunan Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmekteler. Saat 9.05 Mustafa Kemal birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi… Ve son nefesini verdi. 

BEDİÜZZAMAN MUSTAFA KEMAL’İN ÖLÜMÜNÜ HABER VERİYOR

Bedîüzzaman Mustafa Kemal’in ölümüyle alakalı haberi evvela daha evvel telif ettiği Beşinci Şu’a’da vermektedir:

Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.

Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül-arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski Risâlelerimde onlar kısmen yazılmışlar. 

MUSTAFA KEMAL’İN İKTİDARI NE KADAR SÜRECEK?

Bedîüzzaman, Mustafa Kemal’in iktidarının ne kadar olacağı konusunda da, Barla’da kaleme aldığını bildiğimiz Sırr-ı İnnâ A’taynâ adlı eserde bazı istihrâclarda bulunmuştur. Eğer Mustafa Kemal’in saltanatını, saltanata ilk hiyânet ettiği yıl olan 1922’den başlatırsanız 16 yıl; Hilâfetin kaldırılması ve Kanun-ı Esasînin kabulünden yani 1924 yılından başlatırsanız 14 yıl; İstiklal Mahkemelerinin kuruluşu ve Takrir-i Sükûn kanunlarından başlatırsanız yani 1925 yılından 13 yıl ve bütün muhâliflerini bertaraf ederek tam saltanata başladığı 1926 yılını esas alırsanız 12 yıl sürecek demek olur. 
بسم الله الرحمن الرحيم
لا يعلم الغيب إلا الله .وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ. الأنعام/59

(Gaybı ancak Allah bilir); (“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59) 

Ümmetin lisan-ı hâli her vakit sorduğu gibi, mükerreren hararetli hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan zatlar benden sual ediyorlar ki: Bu istibdâd-ı askeriye-i keyfiye-i küfriyenin tecebbürü ne kadar devam edecek?

Elcevab: Benim gibi hiç ender hiç bir adamdan böyle şeyler sorulmaz diyordum. Sen Kur’an’ın dellâlısın diyorlar, biz senden Kur’an namına istiyoruz. Ben de bu mes’eleyi Kur’an’dan sordum. Kur’an beni en kısa sûre olan Sûre-i Kevser’e havale etti. Ben o sûreden sordum, şu sûre dahi beni âhirki âyeti olan إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ e (“Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.” Kevser, 108:3) havale etti. Ben ona müracaat ettim. Dedi: “Benim hurufatımı say!..” Saydım,هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ deki hemze-i vasl ile beraber 13’tür, hemzesiz 12’dir. إِنَّ şeddeli “nun” bir sayılsa 14 olur. Nun iki sayılsa, hemze-i vasl dahi hesab edilse 16. Öyle ise bunların ömrü ve zulmünün devamı 12, 13, 14 veya 16 sene içindedir. Delil istedim, lisan-ı mana ile âyet dedi: “Tevafuk sırrıyla bak, beş emareyi göreceksin.”

Birinci Emare: Bu istibdâd reislerinin üçünün mecmuu isimleri 13 olarak, benim mecmu-u hurufatım olan 13’e tevafuk etmekle beraber ef’alleriyle manama tevafuk ediyor. Demek umum ömürleri de bu kadardır.

İkinci Emare: O istibdâdın büyük reisi, lâkabıyla beraber ismi tek başıyla yine ef’aliyle manama tevafuk etmekle beraber aded-i hurufatı 13 olup benim hurufuma tevafuk ediyor. Demek cebbarane ömrü de o kadardır.

Üçüncü Emare: Mustafa Kemal ismine lâyık olmadığı için manası مااصطفي بكمال oluyor. O halde tek başıyla tek ismiyle 12 oluyor. Bir cihetle mecmu-u hurufum olan 12’ye tevafuk etmekle ef’aliyle manamı göstermekle beraber, ebcedî makamı lâkabıyla 1341 aded edip dinsiz cumhuriyetin mebdeini gösteriyor. İsbat ediyor ki, irtidadkârane siyasetin müddeti 12 senedir.

Dördüncü Emare: مااصطفي بكمال lâkabı olan “Gazi” ile beraber 16 adediyle إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ in إِنَّ ile beraber 16 harfine ismi tevafuk ettiği gibi, müsemması dahi şenaatkârane siyasetiyle manama tevafuk ediyor. Demek müddet-i firavuniyeti 16 senedir. İki senesi mason komitesinin tehyiç ve tedbiriyle meşgul ve bir-iki sene de nifak perdesi altında zahir Müslüman ve İslâmiyet lehinde çalıştığından, bilhesab evvelki hesabdaki emarelerin neticesiyle yine 12 senede tevafuk ediyor.

Beşinci Emare: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a “el-ebter” deyip, adavetini bi’setin ikinci senesinde başlayan ve veledinin vefatıyla şeametkârane izhar eden müşrikîn-i Kureyş’in hakkında nâzil olan إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ âyetinin hurufatıyla hicretin ikinci senesinde vuku bulan gazâ-i Bedir’de onların mahvlerini bi’setten 13, 14 sene zarfında olduğunu gösterdiği gibi o heriflerin bir nevi halefleri olan bu zamanın münafıkîn-i şâninin dahi o müddet içinde adavetine hâtime verileceğine işaret, bu beş emare bir delil-i kat’î hükmündedir. لا يعلم الغيب إلا الله 

Bedîüzzaman Hazretleri, Mustafa Kemal’i deccal diye vasıflandırmasına itiraz eden din âlimlerine de şöyle cevap veriyor: 
Mu’terizane ve tenkidkârane mühim bir sual bana vârid oluyor. 

Diyorlar ki: Nasıl bu Cumhuriyet-i İslâmiyenin bir kısım reislerine “Küçük Deccal” namı veriyorsun. Halbuki diyânet riyâsetindeki mühim âlimler misillü çok ulemâlar onlara tâbi’dir, onlara duagû sayılırlar?

Elcevab: 1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve esrar-ı Kur’aniyenin dersini bizzât Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.) meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş ki:

(Bir takım Acem harfleri ki satır satır yazdırılmıştır
Zengin fakir onunla gecelettirilmiştir.
De ki gözüktü vakit gözüktü hem yaklaştı.
Deccali bekleyin, kim yalan derse azmıştır.
Çünkü o beldelerde dolaşır.
Kulları arasında fitne çıkarır.)

İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binaen diyor ki:

“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî hurufuna tebdil edildiği zaman, Deccal’ı intizar ediniz.” Evet o işi yapan ise küçük deccallardır ki, büyük Deccal’ın ileri karakoludur. Hem o zamanın en fenası, ulemânın fenasıdır. Yani dalaletin en fenası, ulemâ-is sû’ namı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ulemâda, dini dünyaya satmış adamlardan gelir. Ben de bu noktaya binaen derim ki: Hangi ulemâ var ki; ezan-ı Muhammediyeyi beğenmeyip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyleler âlim değil belki مَثَلُ ٱلَّذِينَ حُمِّلُواْ ٱلتَّوۡرَٮٰةَ ثُمَّ لَمۡ يَحۡمِلُوهَا كَمَثَلِ ٱلۡحِمَارِ يَحۡمِلُ أَسۡفَارَۢا‌ۚ altında dâhil oluyor.. 

(“Tevrat`la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah`ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Kur’an, 62: 5)

KEMALİZMİN SON DÖNEMİNDEYİZ

Mustafa Kemal’in öncülüğünü yaptığı Kemalizmin merhalelerini açıklayan Bedîüzzaman şu tesbitleri yapmaktadır:

Onikinci Mes’ele: Rivayetlerde var ki: “Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.” لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ Bunun iki tevili vardır:

Birisi: Büyük Deccal’ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünki kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu’cizane bir ihbardır.

İkinci tevili ise: Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdâdları manasında üç eyyam var. “Bir günü, yani bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz senede yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş. 

Ancak şu notu burada da düşmek gerekmektedir:
Aziz, sıddık, hâlis, sebatkâr, fedakâr kardeşlerim!

Evvelâ: Sırr-ı İnna A’tayna hiç yanımda bulunmadığının sebebi, eski zamanda iki hiss-i kabl-el vukuumda bir iltibas olmuş.

Birincisi: Bir hiss-i kabl-el vuku ile yalnız vatanımızda dehşetli bir hâdiseyi ve zalimlerin musibetini hissettim. Halbuki büyük dairede, zemin yüzünde, haber verdiğimiz gibi oniki sene sonra aynen o sırr-ı azîm görüldü. Benim istihracımı gerçi zahiren bir parça tağyir etti. Fakat hakikat cihetinde pek doğru ve ayn-ı hakikat meydana çıktı. Bunun için o Risâleyi yanımda bulundurmuyorum ve başkalarına vermiyorum.

İkincisi: Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o Nur, Risâle-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim. 
Hüsrev Ağabey’in konuyla alakalı şu tesbiti de manidardır:

İkinci fıkra ki, Sırr-ı İnna A’tayna’ya bakıyor. Evet sevgili Üstad’ım! O Sırr-ı Kevser birinci basamakta umulmadık bir tarzda i’cazını gösterdi. On üç senenin hitamında dehşetli dinsizlik cereyanının en dehşetli bir düğümünü öldürdü. O vakit kâbusun yarısının üzerimden sıyrılıp kalktığını, çekilip gittiğini görür gibi kendimde hissetmiştim ve öylece hıffet bulmuştum. İnşâallah on altı nihayetinde de o en dehşetli düğümün ikincisini de öldürür. Bu dehşetli, boğucu, öldürücü, zulmetli kâbustan bizi bütün bütün kurtarır. Lütf-u Hak’la bizi selâmete îsal eder. 

(Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti, c. II)

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Ayasofya Konusunda Bilgilendirme!

Ayasofya’nın Cami olmasını anlamsız bulduğunu dile getiren magazin ve spor yazarı Hıncal Uluç, İslam Hukukunda ki bilgisizliğini İstanbul’un fethini Kudüs’ün fethine benzeterek kanıtlamış oldu. Bu konunun gündeme gelmesi üzerine İslam Hukuk Profesörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz şunları söyledi:

İSTANBUL’UN FETHİNİ VE AYASOFYA’NIN CAMİ OLUŞUNU KUDÜS’ÜN FETHİNE BENZETMEK, TAM MANASIYLA İSLAM HUKUKUNU ASLA BİLMEDİĞİNİ İLAN ETMEKTİR

Bu asırda bilen bilmeyen herkes, hele de meşhur olup gazetelerde bir köşe kapınca, ihtisasa saygı göstermeden kalem oynatıyor.

Bunlardan biri de, magazin ve spor yazarı olmasına rağmen Ayasofya’nın neden kilise yahut en azından müze kalmasına kafayı takmış ve buna delil olarak da Kudüs’ün fethini ve Hz. Ömer’in Kudüs’teki kilisede namaz kılmaya müsaade etmeyişini örnek vermiş. Ama nedense Mescid-i Aksa’dan hiç bahsetmemiş.

Bütün Müslümanlar bilmelidir ki:

İslam devletler hukukunun hükümlerine göre, bir memleketin fethi iki şekilde olur ve yapılan muamele de tamamen farklıdır.:

1) Sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitaba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsaa­de edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Hicretin 14. yılı. Yani miladi 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasını değiştirmesinin üstünden koskoca dört yıl geçmiş. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in vefatından sonra ise iki yıl…

Hz. Ömer (r.a.) hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. İslam orduları, Suriye, Irak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, aşere-i mübeşşirden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid r.a. komutasında zaferden zafere koşuyor.

Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk İslam kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yelmiş, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir.

Ve beklenen ilahi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor. İsterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, seref ve namusları güvence altına alınıyor.

İşte Kudüs şehri, şehir ahalisinin Hz. Ömer’in ve kumandanlarının barış teklifini kabul etmesi üzerine sulh ile fethediliyor. Yukarıda zikrettiğimiz bütün hükümler aynen uygulanıyor. Hatta Osmanlı Devleti de mesela Girit Adası için aynı sulh ile fetih hükümlerini uygulamışlardır.

2) Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslam hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur.Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi.

İstanbul’u Allah’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fatih Sultan Mehmed,Ayasofya’yı cami haline ge­tirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fatih’e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu manaya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.

Çevresindeki din alimlerine danışan Fatih Sultan Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilen­lerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fatih’in din ve vicdan hürriyetian­layışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislamı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır.

Bu fetvanın aslı aynen şöyledir:

Merhum Sultan Muhammed Han hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’uve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir?

El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fe­tihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delalet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara taifesi el altından Sultan Muhammed Han ile ittifak edüb Tekfur’a nusret etmeyecek olub Sultan Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenais-i kadime hali üzere kalmıştır.” Ketebehu Ebüssuud.

Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fatih Sultan Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir.

Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslam Hukukunun kuralları gereği, can ve mala asla zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır.

Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fatih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.*

Bu sebeple, Ayasofya, İslam Devletler Hukukunun hükümleri gereği, Fatih tarafından, savaş yoluyla fetih hükümleri uygulanarak Fetih Mescidi adı altında Camiye çevrilmiştir. Bunun kıyamete kadar statüsü cami olarak devam edecektir.

İstanbul’un fethi ile Kudüs’ün fethini kıyaslamaya eskiler kıyas-ı ma’al-farık derler. Şimdiler ne der bilmiyorum.

Böyle bilmeden konuşan bir yazar için bkz, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2014/07/06/halife-omer-burada-namaz-kilmistir-diye

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz


*Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, I/282 vd.; Mevkufati, Mülteka Tercümesi, I/343; Damad, Mecma’ul-Enhür Şerhu Mülteka’l-Ebhur, I/643 vd.; Ebüssuud, Ma’ruzat, İst. Üniv. Kütp. Ty. nr. 1798, vrk. 130/a-b; İbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, VII. Defter, sh. 62 vd

Bir Gecede Gemiler Karadan Yürütüldü

21-22 Nisan 1453 gecesi, Dolmabahçe Kumbaracı yo­kuşunu takip ederek, Asmalı Mescid’den, Tepebaşı yoluyla Kasımpaşa’ya ormanlık ve toprak yollar temizlenerek bir yol açıldı. Yola, çam ve diğer ağaç kalaslar döşendi ve üzerle­rine iç yağı, zeytinyağı sürülerek kaygan hale getirildi. Do­nanma, binlerce nefer ve yük hayvanları ile çekilerek bir gecede Haliç’e indirildi.

Gemilerin karadan yürütülmesi; fetih esnasında şehirde olan Bizans tarihçisi Dukas, Dursun Bey ve Venedikli Barbo’nun tarihlerinde de yazılmış olup; ayrıca Âşıkpaşazâde, Mehmed Neşri, Tâcizâde Cafer Çelebi, Müneccimbaşı, Ni­şancı Mehmed Paşa, İbn-i Kemâl Paşa gibi tarihçiler de ittifakla bildirmişlerdir.

Bizans tarihçisi Dukas diyor ki: “Böyle bir hârikayı kim gördü ve kim işitti? İran Şahı Serhas, Çanakkale Boğazım­da köprü inşa ederek, askeri karşıya geçirdi. Bu yeni hükümdar ve bana kalırsa neslinin son pâdişâhı Mehmed (Fâtih), karayı denize çevirdi ve gemileri dalgalar yerine, dağların tepelerinden geçirdi. Binâenaleyh bu Şerhası da geçti. Zira Serhâs, Çanakkale Boğazı’nı geçti ve Atinalılara mağlûb olarak kahrolmuş bir halde geri döndü. Mehmed ise karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahvetti ve hakîkî altın gibi parlayan İstanbul’u, yani dünyayı tezyîn eden şehirlerin kraliçesini fethetti.”

Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahâifü’l-Ahbâr isimli ese­rinde bu hâdiseyi “Allâhü Teâlâ, bu meselede pâdişâh hazretlerine güzel bir tedbîr ilham eyledi: Muhasara için tedârik olunan gemileri Boğazkesen Kalesi’nden Kasımpa­şa’ya kadar döşenmiş yağlı tahtalar üzerinden kaydırarak Haliç’e indirtti.” demektedir.

Gemilerin karadan yürütülmesinde şüphe yoktur. İhtilaflı olan husus, gemilerin Haliç’e indirildiği güzergâhdır. Fâtih Sultan Mehmed Han, sadece İstanbul’un fethinde değil, Belgrad muhasarasında da gemileri Sava Nehri’ne karadan yürüterek indirmişti.

Yağız Gönüler

İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütüldüğünün doğru olmadığını söyleyenler var. Bu iddialar hakkında kaynaklar ne söylemektedir?

İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütülmesi hadisesi, hemen hemen yerli ve yabancı kaynakların ittifakı ile sabit bir olaydır. Hatta Bizans askerleri, sabahleyin Osmanlı gemilerini Haliç’te görünce, herhalde zincirleri kırıp geçtiler diye zincirleri kontrol etmişler ve gördükleri manzara karşısında hayrete düşmüşlerdir. Ancak sabaha karşı yapılan bir harp planı olması hasebiyle ve de gemilerin geçirildiği bölgenin o günlerde ormanlık olması sebebiyle, güzergâhı ve karadan yürütülen gemilerin sayılarında farklı görüşler bulunmaktadır.

İstanbul’un fethedilmesi için bazı gemilerin Haliç’e indirilmesinin zaruret olduğu görüldü. Zira Haliç’e gerilen zincir Hasköy ile Ayvansaray’da bulunan iki ordunun buluşmasına mani teşkil ediyordu. Önce gemilerin karadan çekileceği yer tesbit edildi. Burası Tophane önündeki sahilden başlayarak Boğaskesen’den geçiyor ve buradan güney batıya dönüp sırtları aşarak Löbon Pastahanesi tarafına çıkıyor ve tepeyi aşarak Perapalas yanından Kasımpaşa’ya yani Haliç sahiline çekiliyordu.

Yapılan ölçümlerde, Tophane’den dört yol ağzına 980 adım ve buradan Tepebaşı’na kadar 240 ve Kasımpaşa’ya kadar da 906 adım ki, toplam 2156 adımdır ve bu da yaklaşık 3 mil kadar tutmaktadır. Hazırlıklar tamamlandı. Topahene’den ayrılan 50 ila 70 adet arasındaki gemi, 21-22 Nisan gecesinde Kasımpaşa’ya kadar indirildi. Bu olayın doğruluğunu, hem savaşta hazır olan Bizans tarihçileri ve hem de Osmanlı tarihçileri ittifakla açıklamaktadırlar.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.osmanli.org.tr