Etiket arşivi: Ahmet AKGÜNDÜZ

Ayasofyanın müzeye çevrilmesi

Ayasofya, hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar için önemli bir semboldür. Maddi yapısının ötesinde, çok derin manevi manalara sahiptir. Ayasofya Camii, Türkiye için İslam alemi nezdinde bir prestij ve itibar vesilesi idi. Batıya karşıda bir hakimiyet ve üstünlük sembolü idi. Türkiye sahip olduğu bu üstün prestij vasıtası ve bu önemli sembolden niçin vazgeçti? Ayasofya Camii neye karşılık feda edildi? Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi hangi makul ve mantıklı gerekçelere dayanmaktadır. Fethin sembolü olan Ulu Mabet, niçin mahzun ve boynu bükük bir hale getirildi. Ayasofya Camii’nin ibadete kapatılmasında kimler nasıl bir yarar gördü veya kimler ne çıkar sağladı?

Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması hususu Cumhuriyet Dönemi’nin en çok tartışılan konularından birisidir. Ayasofya’nın ibadete kapatılması konusunda ilgili Devlet kurumları hiçbir makul, mantıklı ve inandırıcı gerekçe gösterememektedir. Müslüman Türk milletini çok derinden üzmesi ve rencide etmesine rağmen bu hukuka aykırı icraat, milletin arzu ve isteklerine karşın bir dayatma şeklinde sürdürülmektedir. Bir devlet kendi halkının muhalefetine ve rencide olmasına rağmen bir icraatta niçin böylesine ısrar eder? Halkın ibadete açılması yönündeki ısrarlı taleplerine karşın kimler niçin hala Cami’yi ibadete kapalı tutmakta ısrar eder? Yoksa uluslararası arenada siyasal ve ekonomik alanda tam bağımsız olamadığımız… İçeride de hâkimiyet kayıtsız şartsız millete ait olmadığından mı ibadete kapalı tutuluyor Ayasofya?

Ayasofya Camiinin niçin ibadete kapatılarak müzeye çevrildiği konusunda Resmi merciler tarafından makul ve inandırıcı bir gerekçe gösterilememektedir. Merhum Necip Fazıl KISAKÜREK, Büyük Doğu Dergisinin 29. sayısında yayınlanan bir makalesinde; Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında Batılı Devletlerin delegasyonları ile Türk delegasyonu arasında kamuoyundan saklanan bazı gizli görüşmelerin ve gizli anlaşmaların yapıldığını; Türkiye’nin İslami kimliğinin yok edilmesi, halkın İslamdan uzaklaştırılması ve Devlet yönetiminin İslami kurallar dışında seküler bir yapıya sahip olması konularında anlaşmaya varıldığını; bu tavizler karşılığında, Türkiye’nin bağımsızlığının Avrupa Devletleri tarafından tanındığını açıklamaktadır:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”.

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerin- den öldürmüş bulunuyoruz….”

Prof. Dr. Ahmet AKGÜDÜZ de Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında, Ayasofya Camiinin niçin müzeye çevrildiği sorusuna verdiği cevabında; “… birinci önemli sebep, Lozan’da gizli bir madde olduğuna inanıyorum. Ama elimizde bir belge yok. Yani Hıristiyan devletlerin baskısı olabilir…” demektedir.

Bizim kanaatimize göre; Türkiye’nin içinde ve dışında çeşitli kesimler farklı yaklaşım ve beklentilerle Ayasofya Camiinin ibadete kapatılmasını ve müzeye çevrilmesini istemişlerdir. Bunların başlıcasını şu şekilde sayabiliriz:

1- Hıristiyanlık alemi, İstanbul’un fethinden itibaren Ayasofyanın cami yapılmasını kendileri için bir prestij kaybı olarak algıladılar ve eziklik duygusuna kapıldılar. Onun için gönüllerinde hep Ayasofyanın tekrar kiliseye dönüştürülmesi özlemini taşıdılar. Yüzyıllarca gönüllerinde bir özlem olarak kalan kiliseye dönüştürme arzusu, Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküş sürecinde atılan somut adımlarla eyleme dönüştürüldü. Hıristiyan devletler kendi kamuoylarını memnun edebilmek için Ayasofya camii’nin ibadete kapatılmasını istiyorlardı.

2- Osmanlı Devleti, yaşlı ve yorgun haline rağmen; İslam Âleminin hamisi, lideri, ağabeyi, hür kalabilen son kalesi ve hilafetin merkezi idi. İslamın cihad ve ila-i Kelimetullah yükünü omuzlamıştı. Bu nedenle İslam âleminde Osmanlı devletine karşı büyük bir sevgi ve teveccüh vardı. Bu sevgi bağı, uluslar arası ilişkilerde Osmanlı için çok önemli bir güç ve dayanak noktası idi. Düveli muazzama denilen Büyük Avrupa Devletleri hem Osmanlının İslam dinine hizmet ve cihad anlayışını, ila-i Kelimetullah aşkını ve fetihçi(fatih) karakterini yoketmek; hem de İslam âlemindeki Osmanlı sevgisini kırarak Osmanlıyı uluslar arası arenada yalnızlığa itmek istiyorlardı.

Onun için İstiklal Harbinden sonra Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığını tanımak için ileri sürdükleri en önemli gerekçe; İslam dininden uzaklaşılması, İslam âleminin lideri ve İslamın sancaktarı kimliğinin terk edilmesi ve cihad aşkına sahip fetihçi karakterinin değiştirilmesi idi. Bu nedenle; Avrupa devletleri Ayasofya Caminin ibadete kapatılması için Ankara Hükümetine sürekli baskı yapıyorlardı. Ayasofya çok önemli idi. Çünkü Ayasofya bir sembol, adeta bir bayrak idi. Eğer Ayasofya Camii ibadete kapatılırsa hem Türkiye İslami kimliğinden uzaklaşmış olacak, hem İslam âleminin sevgi ve teveccühü ortadan kalkacak hemde Hıristiyan Batı kamuoyu memnun edilmiş olacaktı.

3- Ankara’daki Meclis Hükümetinde görev alan yöneticilerin çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti geleneğinden gelen isimlerdi. Bunların çoğu İslamın bizi geri bıraktığına, Avrupanın dinden uzaklaşarak kalkındığına ve bizimde dinden uzaklaşarak seküler bir hayat tarzı yaşarsak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabileceğimize inanıyorlardı. Onun içinde İslami çağrıştıracak motiflerden ve İslamın ferdi ve sosyal hayat üzerindeki tesirlerin den bir an önce uzaklaşmak istiyorlardı. Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması onlar için de sembolik bir değer taşıyordu. Çünkü bu şekilde bir devrin kapandığı yeni bir dönemin başlamış olduğu ifade edilmiş olunacaktı.

4- Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı yönetici leri, yönlerini tamamen batıya dönmüşlerdi. Batıya Israrla “bizde Avrupalıyız, bizde sizden biri olmak, sizin gibi yaşayıp sizinle birlikte görünmek istiyoruz” mesajını vermeye çalışıyorlardı. Avrupanın sempatisini kazanabilmek için Osmanlı’ya ve İslama ait sembollerin, motiflerin terk edilmesi, İslamın sosyal hayat üzerindeki tesirinin kırılması ve yeni bir anlayışın hâkim olduğu görüntüsünün verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Onun için Hıristiyanlık âlemi ile aramızı açan, hatta arada bir kara kedi gibi sorun niteliği taşıyan, bizi fetihçi, İslamcı gösteren Ayasofya Camii ibadete kapatılmalı ve bu yükten kurtulunmalı idi.

5- Türkiye’de kendilerini Batıcı olarak tavsif eden bir güruh, Osmanlıyı ve İslamı çağrıştıracak tüm değer ve motiflerin yok edilerek, ferdi, toplumsal ve kamusal hayatta tamamen Avrupai değerler ile donatılmamız ve Avrupaileşmemiz gerektiğini savunuyorlardı. Adeta Çağdaşlaşma namına İslam düşmanlığı yapılıyordu. İşte bu güruhun da yok etmek istediği en önemli sembollerden birisi de Ayasofya Camii idi.

6- İstanbul’da yaşayan ekonomik, sosyal ve hukuki statüleri gayet iyi olan azınlıkların da en büyük arzusu Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması idi. Çünkü onlar Justinianus’un ve Konstantinianus’un torunları idi.

Bu listeyi çoğaltmak mümkündür. Ancak burada dikkat çeken husus, Ayasofya Camii’nin ibadet ve kapatılmasını arzu edenlerin buluştuğu ortak nokta, İslamdan uzaklaşma ve dini motifleri, İslami sembolleri yok etme düşüncesidir. Yani Ayasofya Camiinin kapatılması, İslam Dini aleyhtarlığının bir sonucudur.

Ertuğrul KOCADAĞ

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Harem, Kanuni ve Muhteşem Yüzyılı Değerlendirdi (video)

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ile Hollanda’da yapılan röportaj.

1-      Osmanlıdaki harem anlayışı nedir?

2-      Hürrem Sultanın Kanuni Sultan Süleyman ile olan durumu nedir?

3-      Padişahların istedikleri cariyelerle beraber olabilmesi diye bir şey var mı?

4-      Haremin Kanuninin hayatındaki yeri ne kadardır?

5-      Muhteşem Yüzyıl filmi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

6-      Kars’taki heykel hadisesiyle ilgili kısaca görüşünüz nedir?

7-      Türkiye’deki hürriyet anlayışı ne durumdadır? Avrupa’dan Türkiye’ye bakılınca neler görünmektedir?

Ayrıca Samanyolu Haber’ede konuk oldu:

Kaynak: http://www.ahmetakgunduz.com/

Osmanlı’da Harem

Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.

Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm… İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım. (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).

Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum… Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır… Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür. (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l’interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).

Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa bu sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür… Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar. (François Petis de la Croix, Ett General de l’Empire Ottoman, 1695).

***

…Oryantalistler Doğu haremini çıplak kadın vücutlarıyla resmededursun, Türk tarihçiler onu oldukça farklı algılıyor. Çağatay Uluçay eğitim yuvası olarak görüyor, İlhan Bardakçı ahlak mektebi diyor, Halil İnalcık kadınlar manastırı tanımlamasını getiriyor. Bir başka tarihçi İlber Ortaylı ise çok net bir tanım ortaya koyuyor; “Harem’de önemli olan, gelen kadının en iyi şekilde yetiştirilmesi, eğitilmesi ve izdivaç yapmasıdır.”

Türk İktisat Tarihi uzmanı olan Prof. Dr. Hüseyin Özdeğer ise haremin bir atölye gibi çalıştığını ifade ediyor. Osmanlı’da daha çok varlıklı insanların haremleri olduğuna dikkat çeken Özdeğer, “Harem sahibi insanların iplik, dokuma vb. işletmeleri olurdu. Cariye ve içoğlanlar buralarda çalıştırılır, karşılığında kadı tarafından belirlenen yıllık ücretleri ödenirdi” diyor. Özdeğer doçentlik tezi olarak Bursa ilinin 1463—1640 yılları arasındaki tereke defterlerini çıkarmış. Elde ettiği rakamlar ise oldukça çarpıcı. Toplam 3121 kişinin medeni durumları araştırılmış. 1092 evli erkekten sadece 49’unun iki, 2’sinin de üçer karısı olduğu belirlenmiş. 1041 erkek ise sadece bir kez evlenmiş. İkinci evlilikler ise daha çok kadının eşlik görevini yapamaz hale gelmesiyle ya da çocuk doğuramaması gibi nedenlerle yapılmış.

Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Doğu haremlerini Batıdakinden ayıran bir özellik olarak yaşlılara gösterilen saygıyı örnek veriyor. Batılıların aksine Müslümanlar yaşlandıkları için hiçbir kadına hor gözle bakmamış, ona haremin en saygıdeğer kişisi muamelesini göstermiş. Yani yaşlılıkla birlikte kadınlar yok sayılmamış, onlardan sürekli genç kalmaları beklenmemiş.

Topkapı Sarayın’da padişahın evleri ve aileleri bulunduğu yere başkasının girmesi yasak anlamında harem denir. Haremde padişahın annesi valide sultan,padişahın hanımı, hasekiler, şehzadeler, padişah kızları, ustalar, kalfalar ve cariyeler bulunurlar. Padişah haremin efendisi, padişahın annesi valide sultan ise Harem’in reisi konumundadır.

Osmanlı Sarayında cariyeler Orhan Bey döneminden itibaren görülmeye başlanmıştır. Fatih döneminden itibaren ise sarayda cariyelerin sayısı oldukça artmıştır.Haremde iki tür cariye bulunmaktadır:Birincisi;hizmetçi konumundaki cariyeler,ikincisi de;eş konumuındaki cariyelerdir.

Hizmetçi konumundaki cariyeler sarayda para karşılığı çalışırlardı.Bunlar başkasıyla evli olabilirlerdi. Evli olmayan cariyelerin ise başkasıyla evlenmesi mümkün olmadığından bunlar padişahın veya şehzadelerin haremine girebilirlerdi. Başkasıyla evli olan cariyelerin ise saraydan herhangi bir kişiyle cinsi münasebeti olamazdı. Acemiler,cariyeler(dar anlamda), kalfalar ve ustalar. “Bu dört grup incelenince görülecektir ki,haremdeki cariyelerin %90’ı tamamen bugünkü kadın hizmetçi konumundadırlar ve bunlar aldıkları belli ücretler karşılığında haremde hizmet etmektedirler.

Eş konumundaki cariyeler ise; padişahın nikah yaparak ya da nikah yapmadan karı koca hayatı yaşadığı cariyelerdir.Bu tür cariyelerin sayısı fazla değildir.Eş konumundaki cariyeler iki bölümde incelenebilir:

Birincisi; azad edilerek nikahlanmış cariyelerdir. Bunlara haseki sultan veya kadın efendi denirdi. Bunların içinde padişahtan çocuk doğuranlara haseki ünvanı verilirdi. Sayıları yediye kadar çıkardı. Konumlarına göre baş kadın ikinci kadın diye sıralanırlardı.

İkincisi ise; padişahın nikahsız olarak yaşadığı cariyelerdir. Bunlara ilkbal, gözde ve peykler denir. Kadın efendi olabilecek ilk dört cariyeye gözde, ikbal adayı olabilecek cariyelere de peyk denirdi. Padişahların en fazla dört ikballeri, dört gözdeleri ve dört tane peykleri olabilirdi.Yani ikbal, gözde ve peyklerin toplam sayısı onikiyi geçmezdi.

Fatih’ten itibaren padişahlar genellikle azadlı cariyelerle evlenmişlerdir. Ahmed Akgündüz padişahların cariyelerle evlenmeyi tercih etme nedenini;bacanak, kayınpeder, sır saklama, akraba tasallutu gibi olumsuz yönleri berteraf etmek amaçlı olabileceğini belirtir.

Fatih döneminde kurulan harem, cariyelik kurumunun oluşmasında ve gelişmesinde ve revaç bulmasında büyük etken olmuştur. Cariyelik kurumunun oluşması ve gelişmesiyle padişahlar Türk kızlarıyla evlenme geleneğini terk ettiler. Kanuni’nin Hürrem Sultan İle evlenmesiyle başlayan cariyelerle evlenme geleneği ikinci Osman tarafından kaldırılmaya çalışılmışsa da daha sonraki padişahlar cariyelerle evlenmeye devam etmişlerdir

Ahmet Akgündüz

Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan Efendi

Süleyman efendinin bendelerinden  Arif Hikmet Köklü beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;

‘Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine ‘Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz? ‘ diye sordum. ‘Bu Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır‘ dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek ‘Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: ‘Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum‘ dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik: ‘Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.

…Yine Arif beyin nakline göre Süleyman Efendi şöyle buyurmuş: ‘Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. ALLAH’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…

…Halen Hollanda’da bulunan Abdullah Tekin hoca efendi de şöyle bir hatıra naklediyorlar: ‘Risale-i Nurları okumakla birlikte çeşitli hoca efendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman Efendi hazretlerinden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim nurlarla irtibatımızı biliyordu. Bir gün yakın talebelerine; ‘Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır… Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor. Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz.‘ buyurdu.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetle rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı? ” diyerek dikkatle sordu. “Evet, Üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti? ” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla

Kardeşim, ALLAH rahmet eylesin, ALLAH rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. ALLAH rahmet eylesin.

(Prof. Dr. Ahmet Akgündüz – Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan – Osav yay.)

Salih Okur

Kaynak: cevaplar.org

Size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek…

İstanbul’a seyahatlerimin birinde, Beyazıt’ta Fakülte Apartmanında ki sohbette Arap alimlerinden üç tane mühim Alim misafir olarak bulunuyordu. Derste ise üstadımızın 26. Mektup üçüncü mebhasta ki milliyetçilik mevzuu işleniyordu. Muazzez Üstadımız orada “Allah bir kavim gönderir. Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli, kafirlere karşı izzetli ve şiddetlidirler” mealindeki ayete bu necip kavmin masadak olduğunu ve sahabeden sonra dini mubini İslam’a kemaliyle yine bu milletin hizmet ettiğini ifade ediyordu. Hatta bu necip kavmin altıyüz yıldan beri değil, Abbasilerden beri cehd ve gayretle mücahede ettiğini söylüyordu. Ders bu mevzu mihverinde bir saat kadar devam etti. Arap misafirlerimiz; çay sohbetinde yanıma gelerek okunan dersten çok istifade ettiklerini, risalelerdeki hakikatlerin harika ve orijinal olduğunu ve kendilerini mest ettiğini ifadeden sonra; Üstadımızın bu asrın bir müceddidi olduğunu söylediler. Daha sonra konu ile ilgili olarak şöyle bir hatıra naklettiler.

Hocam bizim ilkokul kitaplarında şöyle bir hikaye vardır. Hikâye ise şudur;

Aslan yavrusunu yaptıktan sonra ölmüş. Bu yavru, koyunları emerek onların içerisinde büyüyor.

Koyunlardan biri, “sen bizim cinsimizden değilsin. Sen esasında aslansın. Dağların, ormanların kralısın. Gel bir kükre de ayıların, tilkilerin ve çakalların seslerinden ve tehlikelerinden kurtulalım” der.

Aslan ise; “hayır ben sizin cinsinizdenim, koyunum” diye ısrar eder.

Koyun ise; aslanı ikna etmek için bir su kuyusunun başına götürür ve orada arslana sudaki görünen şeklini gösterir.

Orada kendini dikkatlice seyreden Arslana “bir de dön bana bak” der. “Biz sana benziyor muyuz? İstersen gel bir de beraber kükreyelim” der.

Koyun meler, Aslan da kükreyince, o sesi duyan haşarat ve hayvanlar her biri bir tarafa kaçarlar.

Arap misafirler, hikayeyi anlattıktan sonra; “Hocam; size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek var ya… Bu, sizin ve alemi İslam’ın hatta insaniyetin kurtuluşuna vesile olacaksınız.” diye bu hikayeyi bize anlattılar.

Bir gün Suffa Vakfı’nda Cumartesi dersinde Ahmet AKGÜNDÜZ onuncu sözün on birinci hakikatini okuyordu. Karşımda yarım sakallı olan bir zat, dersi dikkatle dinliyordu. O zat dersten sonra, kalkıp hemen yanımıza geldi. Ahmet AKGÜNDÜZ, bu zatın kendisinin Felsefe hocası Niyazi ÖKTEM Bey olduğunu söyledi.

Bana hitaben, “Hocam; dersi dikkatle dinledim. İzahlarınızdan da çok müstefit oldum. Anladığıma göre Haşir cismani olacak değil mi?” diye sordu. “Gerçi ben haşre inanıyorum. Fakat bu dirilmenin cismani değil de ruhani olacağını düşünüyordum”.

Ben de cevaben: “Cenab-ı Hakkın Adl ismi ve Rahmeti iktiza ediyor ki, dünyada olduğu gibi Ahirette de insanlar ruhen ve cismen beraber haşredileceklerdir.” “Çünkü; dünyada mademki ibadetler, imtihanlar, lezzetler ve keyifler, cihatlar hem ruhani, hem de cismani olduğuna göre, ahirette de aynen öyle olması icab eder. Çünkü ahirette sadece ruhen dirilme Allah’ın adalet ve şefkatine muvafık olmaz.” “Zira, ibadet yaparken yorulan beden, oruç tutarken acıkan beden, cihatta yara alan, kanı akan ve şehit olan beden olsun da; cennete yalnız ruh gitsin, ceset gitmesin hiç adalet ve merhamete muvafık olur mu?.” “Ayrıca Cenab-ı Hakkın nurani olan güzel isimleri, dünyada kesafetli olan bedende daha fazla tecelli ve tezahür ettiğine göre; azami tecellinin yeri olan Ahirette de, haşirin hem cismani, hem de ruhani olması iktiza eder.”

Daha sonra bana “Eflatunu, Aristo’yu, Farabi ve İbn-i Sinayı nasıl bilirsiniz Hocam?” diye sordu. Ben de cevaben; bunların büyük fikir adamları olduğunu, hatta İbn-i Sina ve İbn-i Rüştün eserlerinin Avrupa’da asırlarca ders kitabı olarak okutulduğunu söyledim. Niyazi Öktem bey ise tebessüm ederek; “Hocam bu insanlar, haşrin cismani değil de ruhani olacağını itikat ediyorlar buna ne dersiniz dedi.”

Ben de cevaben; Allah’ın lütfu ve ihsanıyla birden aklıma geleni söyledim ve dedim; “Niyazi bey; acaba İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar, kayısı yemişler midir?.” O da “Elbette yemişlerdir” dedi. Ben de “kayısı yiyen bir mütefekkir, nasıl olur da haşri cismaniyi kabul etmez?. Bu aklen tezat değil midir?. Zira her insan her sahada mütehassıs olamaz. Felsefe sahasında büyük olan o insanlar, iman ve itikat sahasında mübtedi kalabilirler ve kalmışlardır. Çünkü onlar meseleye sadece akıl gözleri ile baktıklarından akılları gözlerindedir. Bunlar, her şeyi maddede ararlar. Her şeyi maddede arayanların ise akılları, maneviyatta kördür.” “Malumdur ki elbette böyle bir akıl mahluk ve maduttur, her şeyi idrak edemez. Bu hikmete binaen, Cenab-ı Hak akla yardımcı olarak; semavi dinleri, kitapları ve peygamberleri göndermiştir. Ta ki akıl ve nakil ittifak ederek insanları dünya ve ahiret saadetine kavuştursun.”

Niyazi Bey, son derece memnun ve mesrur olarak bizimle vedalaşıp, “Hocam çok teşekkür ederim. İtikada dair mühim bir müşkilimi hallettiniz. Allah selamet versin…”

Mehmed Kırkıncı/ Hayatım Hatıralarım