Etiket arşivi: Ahmet AKGÜNDÜZ

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (IV)

6- KUR’AN IŞIĞININ ALTINCI MU’CİZELİK KAYNAĞI: KUR’AN, GEÇMİŞE VE GELECEĞE AİT OLAYLARI HABER VERİRKEN SANKİ O OLAYLARA ŞAHİT OLMUŞ GİBİ HABER VERİYOR

Kur’an, geçmiş din ve milletlere ait olayları anlatırken, o olayları yaşayan birisi gibi meseleleri naklediyor. Kur’an’ın naklettiği şeyler kısaca şunlardır: Mazide yaşamış insanların haberleri; sonradan geleceklerin başlarına isabet edecek halleri; Cennet ve Cehennem’in sırları; ilâhî hakikatleri; yaşadığımız Âlemdeki sırları ve kısaca kâinatla ilgili her şeyi doğru olarak anlatıyor ki, bu zamana kadar Kur’an’ın haber verdiklerini, olaylar reddedememiş; mantık tekzip etmemiş; bazı mantıklar kabul etmese de reddedememiş. En önemlisi de diğer ilahi kitapların ittifak ettikleri noktalarda Kur’an onları tasdik ederek nakletmiş; ama ihtilaf ettikleri noktalarda onları tashih ederek haber vermiş. Nakil yoluyla anlaşılan meselelerde böylesine bir haber veriş, elbette ki ümmî bir insandan sâdır olamaz. Olsa olsa Allah kelâmı olur.

İki misal ile Kur’an’ın bu yüksek i’câzını anlatalım:

A) Geçmişe ait olayları sanki olay sırasında hazırmış gibi nakledişine en güzel misal, Kur’an’ın önemle dikkat çektiği, Hz. Meryem’i kimin himaye edişinin Yahudiler arasında tartışılması, sonra da kur’a neticesinde Hz. Zekeriya’ya kalması meselesidir. Bilindiği gibi, Hz. Meryem’in annesi Hanne, yaptığı nezri yerine getirmek üzere küçük Meryem’i alarak Beyt-i Makdis’deki din adamlarının yanına gitti ve onu Allah’a adadığından bahsetti. Böyle bir teklifle ilk defa karşılaşan Yahudi âlimleri, onu kimin himayesine verecekleri konusunda anlaşamadılar ve tartışma başladı. Neticede Hz. Zekeriya’nın teklifi kabul gördü. Buna göre herkes Tevrat’ı yazdığı kalemi alıp bir rivayete göre Ürdün Nehrinin başına gittiler. Kalemlerini suya bıraktılar. Kalemi batmayan Hz. Meryem’i himaye hakkı elde edecekti. Neticede Hz. Zekeriya’nın kalemi batmadı ve himaye hakkını o elde etti.

Burada önemli olan nokta şudur: Bu olay, çok küçük bir olaydır. Hz. İsa ve annesinin hayatları boyunca, ancak yanlarından ayrılmayan birinin bu olaydan haberi olabilir. Bir de bu ayrıntıyı haber veren ümmi ve tarih bilmeyen bir zat yani Hz. Muhammed ise, artık bu haberi Allah kelamı olarak naklettiğinde şüphe kalmaz. Nitekim bu manayı anlatmak için Kur’an Âl-i İmran Suresinin 44. âyetinde buyuruyor: ‘İşte bu sana gelen gayb haberlerinden, onu sana vahiy ile bildiriyoruz. Yoksa Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken de sen yanlarında değildin, aralarında bu konuyu tartışırlarken de yanlarında değildin.’. Gerçekten de geçmişe ait ve Hıristiyan tarihçilerin dahi çoğunlukla gözünden kaçmış bu olayı, onların yanındaymış gibi haber vermek, sadece Allah’a mahsustur ve O’nun kelâmına hastır.

B) Geleceğe ait olayları da sanki olurken yanındaymış gibi Kur’an’ın haber vermesine en güzel misal, Rum Sûresindeki Bizans-Sasani çekişmesi ile alakalı verdiği haberdir. Hz. Peygamber’e risâlet görevi verildiği sıralarda dünyanın iki süper gücü Mecusi yani müşrik olan Sasani İmparatorluğu ile ehl-i kitap olan Bizans İmparatorluğu idiler. Anadolu toprakları iki devlet arasında paylaşılıyordu ve aralarında rekabet bulunuyordu. II. Hüsrev liderliğindeki Sasani Devleti 614 yılında, Bizans’ın hâkimiyeti altındaki Filistin’e girmiş ve Kudüs’ü harap etmişlerdi. Binlerce Yahudi ve Hıristiyan katledilmişti. 616 yılında Mısır’ı basmışlar ve neticede İstanbul’a kadar dayanarak, Bizans’ı perişan etmişlerdi. Bizanslıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaştı ve müşrikler, “Müşrik Sasaniler Bizans’ı mağlup ettikleri gibi biz de sizi mağlup edeceğiz” diye mırıldanmaya başladılar. Böyle bir psikolojik ortamda geleceğe ait haberleri doğru olarak veren Kur’an’ın bir mu’cizesi gerçekleşti ve Rum Suresinin ilk âyetleri nâzil oldu: ‘Elif, Lam, Mim. Arabistan arazisine yakın bir yerde yani Anadolu’da Rum mağlup oldu. Fakat bu mağlubiyetlerinin arkasından bir kaç sene zarfında mutlaka galip geleceklerdir. Bu galibiyetten önce de sonra da emir Allah’ındır. İşte o gün mü’minler Allah’ın nusreti ve zafer vermesiyle sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. Zira O, mağlub olmak ihtimali bulunmayan azîz ve nihâyetsiz rahîmdir. Bu galibiyet haberi, Allah’ın va’didir; Allah va’dinde durmamazlık etmez. Ancak insanların çoğu bu hakikati bilmezler. Onlar sadece dünya hayatından görebildiklerini bilirler ve onlar âhiretten ise tamamen gâfildirler.’’

’Bir kaç sene zarfında’ ifadesini anlatmak için Arapça’daki bid’ kelimesi kullanılmıştır ki, üçten dokuza kadardır. Âyet nâzil olunca sevinen Hz. Ebubekir, hemen müşriklere koşmuş ve onlara şöyle demiştir: ‘Allah, sizin gözünüzü aydınlatmayacak, bir kaç sene zarfında Bizans gâlip gelecek. Kur’an böyle haber verdi.’ Buna karşı Übey bin Halef, ‘Yalan söylüyorsun, eğer samimi isen bahse girelim.’ demiş ve Hz. Ebu Bekir de on deve üzerine üç sene için anlaşmışlardır. Meseleyi duyan Hz. Peygamber, senenin dokuza ve devenin de yüze çıkarılmasını tavsiye eylemiş ve öyle de olmuştur. Gerçekten de Bedir Gazası günü yani dokuz sene dolmadan Bizans da Sasanilere galip gelmiş ve Hz. Ebubekir de Übeyy’in mirasçılarından yüz deveyi alarak sadaka vermiştir.
Kur’an’ın meseleyi anlatışı, tamamen bu mu’cizelik yönünü ortaya gün gibi çıkaran bir üslüpladır. İşte deryadan iki inci.

7- KUR’AN IŞIĞININ YEDİNCİ MU’CİZELİK KAYNAĞI: BU ALTI NUR BİR GÜNEŞ GİBİ KUR’AN’IN İ’CÂZ IŞIĞINI PARLATIYOR

Bu altı kaynaktan çıkan altı nur, hep birlikte birleşince, bundan manevî bir güneş ortaya çıkıyor. Artık bu güneşin ışığı, iki kere iki dört eder derecesinde Kur’an’ın mu’cize olduğunu haykırıyor. 14 asır boyunca Kur’an düşmanlarına meydan okumuş ve dostlarında da Kur’an’ı taklit etme meyli ortaya çıkmış. Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’ı tenkit etmek ve ona karşı koymak gayesiyle, 1400 yıldır kaleme aldıkları milyonlarca kitabı insanların akıl sofralarına açmışlardır. Kur’an ile bu kitaplar arasında bir mukayese yapılsa, en âmi ve cahil bir adam dahi diyecek: ‘Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya hepsinin üstündedir. Hepsinin altında olduğunu dünyada hiç bir fert ve hatta şeytan bile iddia edemez. Demek hepsinin üstündedir.’

Gerçekten de Kur’an beşeriyete vakfedilmiş; âlimler ondan iktibasta bulunmuş ve tasarruf etmiş ve bazı şâirleri kendi malı gibi şiirinde kullanmış; kitapların mukaddimelerinde Kur’an’dan âyetler taklit edilerek süslü sözler söylenmiş. Kur’an’ın ifadeleri kullanılarak dahi olsa, ona karşı çıkılamamış, hiç bir zaman da karşı çıkılamayacağı ilan edilmiş.

Kur’an diğer kitaplara da benzemez, onlarla mukayese edilemez. 20 sene zarfında parça parça, farklı ihtiyaçlara ve taleplere cevap olarak gelmesine; sorular farklı ve muhataplar ayrı ve farklı mekânlarda olmasına rağmen, sanki bir tek insana tek bir hitâp gibi akıcılığını ve belâğatini korumuş.

Sözün özü, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nurlu hikmetleri etrafa yayan manevî güneş odur.
DEVAM EDECEK

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (III)

5- KUR’AN IŞIĞININ BEŞİNCİ MU’CİZELİK KAYNAĞI: KUR’AN’IN HER ASRA VE HERKESE HİTAB EDER OLMASI

Kur’an, medenisi ile bedevîsi ile her asrın anlayışına, edebî rütbesine, hem her asırdaki insanların farklı tabakalarına, yani çocuğuna yaşlısına, âlimine cahiline, mühendisine bakkalına, kısaca her kesime, kabiliyetlerine göre hitap ediyor ve onları nurlandırıyor. Sanki her zaman ve her mekânda tâze nâzil oluyor. Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor. Zaman ilerledikçe, yaşlanmak yerine, ilimlerin ilerlemesiyle bir kısım işaretleri ve manaları yeni yeni anlaşılıyor. Kısaca her zaman ve mekânda âlem-i gaybın âlem-i şahâdetin tek tercümanı oluyor.
İnsan bir saat boyunca “Bugün eve gideceğim” cümlesini tekrarlasa, elbette ki bıkkınlık gelebilir. Yahut çok sevdiği bir insanın aynı cümlelerle tekrarlanan bir konuşmasını yüz defa dinleyeyim dese, belli bir noktadan sonra usanç verebilir. Daha da önemlisi, Tıp Fakültesini çok seven bir öğrenci 15 yıl aynı fakültede okuyayım dese, bir gün gelir oradan nefret edebîlir. Çünkü insana ait şeylerin tekrarı, ihtiyaçtan fazla olması halinde insanı bıktırıyor. Buna kimse itiraz edebîlir mi? Hayır.

Bir diğer sorumuz da şudur: 1946 model Ford marka bir arabası olan Ali Bey, bütün yeni modellere rağmen, eski arabasını terk etmemekte direnirse, bu hareketi tasvib edilebilir mi? 1940 yıllarında yazılmış Dermatoloji yani Cildiye İlmine dair bir kitap, yeni keşiflere rağmen, 1996 yılının Tıp Fakültelerinde hâlâ ders kitabı olarak okutulabilir mi? Her halde her iki soruya da hayır cevabını vereceksiniz.

Bütün bunların sebebi şudur: Çünkü insana ait olan şeyler, zamanla eskiyor; kökten değişiyor; değişmeye ayak uyduramazsanız, çevrenizde yalnız kalırsınız; 1946 model Ford markayla otobanlarda rahat yürüyemezsiniz; arabanın parçasını bulamaz ve en ufak bir ârızada yolda kalırsınız.

Şimdi gelelim meselenin öteki yüzüne ve başka soruların sorulmasına;

Sizin dedeleriniz ve nineleriniz, dünyaya geldiklerinde bugün bildiğimiz güneş vardı. 70-80 yıl bu güneşten yararlandılar. Siz de dünyaya geldiniz ve aynı güneşi buldunuz. İçinizde kiminiz 20 yıldır, kiminiz, 50 yıldır ve kiminiz de 70 yıldır aynı güneşten yararlanıyorsunuz. İçinizde 50 yıldır bu güneşi kullanıyorum; zaman değişti ve uzadı; hem bıktım ve hem de güneşin modası geçti. Öyleyse yeni güneş aramalıyım diyebileniniz var mı?
Veya bir başka soru soralım: Dedelerimiz ve ninelerimiz yıllarca elma yedi, armut yedi ve muz yedi. Biz de kimimiz 20 yıldır, kimimiz 50 yıldır ve kimimiz de 70 yıldır bu meyveleri yiyoruz. Ben artık bu meyveleri yemeyeceğim; zira modası geçti ve bende bıkkınlık geldi diyebileniniz var mı?

Doğduğunuzdan beri istifâde ettiğiniz havadan bıkanınız var mı?
Elbette ki hayır. Zira bütün bu saydıklarımıza beşeriyet her zaman ve her asırda muhtâctır; çünkü bunlar Allah’a ait olan şeylerdir. Allah’a ait hiçbir şey eskimiyor; bıkkınlık vermiyor ve beşeriyet de hiç bir zaman onlara muhtâc değilim diyemiyor.

İşte Allah’ın iki türlü şerî‘atı ve kanunlar mecmuası vardır:

Birincisi, Allah’ın kudret sıfatından gelen tekvînî şerî‘attır ki, bazıları ona yanlış olarak tabiat ve doğa adını vermektedirler. Biraz önce gösterdiğimiz misâllerden anlaşılacağı üzere, Allah’ın tekvînî şerî‘atındaki hükümlerden, mesela güneşin ışığından, ateşin ısıtmasından ve suyun güzelliğinden bıkan yoktur. Bunlar eskimez ve dolayısıyla bıkkınlık da vermez.

İkincisi ise, Allah’ın Kelâm sıfatından gelen ve kaynağını Kur’an’ın teşkil ettiği bildiğimiz şerî’attır ki, İslâmiyet diye de bilmekteyiz. Kur’an’ın güneş gibi olan hükümleri de zaman geçtikçe gençliğini muhâfaza etmektedir. Gerçekten Kur’an, her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini ve gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye olarak, umum asırlardaki umum insanoğlunun tabakalarına birden hitap ettiği için, öyle daimî bir gençliği bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ fikirleri itibariyle muhtelif ve kabiliyetçe birbirinden farklı asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

Beşerin eserleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu bizim asrımız ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Yâ ehle’l-kitab, yâ ehle’l-kitab!” hitabına o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra yöneliktir ve “Yâ ehle’l-kitab” lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi ihtivâ eder; bütün şiddetiyle, bütün gençliğiyle, “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin.” sesini âlemin bütün bölgelerine savuruyor .

DEVAM EDECEK İNŞAALLAH….

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Lozan Andlaşması, Bedîüzzaman’ın Tepkileri ve Haim Nahum

Bedîüzzaman Hazretleri, bu andlaşmanın, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile İngiliz Hükümeti arasında yapılan gizli pazarlıklar ve Türkiye’nin ma’nevî alanlarda (hilâfetin kaldırılması, Latin Harflerinin kabulü ve benzeri meseleler) yaptıkları pazarlıklar ve verilen tavizler sonucunda olduğuna inananlardandır. Bütün taviz görüşmelerini gayr-i Müslimler adına Türk Hükümeti ile pazarlıkları İngiliz Hükümeti ve eski Başhaham Haim Nahum yürütmüştür.
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı İsmet İnönü başkanlığında Sosyal Güvenlik Bakanı Rıza Nur ve Trabzon Milletvekili Hasan Saka’dan oluşan bir heyet temsil etti. İnönü başkanlığındaki heyetin, savaştan galip ayrılmamıza rağmen verdiği tavizler ve gösterdiği diplomasi zaafları nedeniyle kaybettiğimiz önemli topraklar ile ekonomik kayıplar verdik.

4 Şubat 1923, Pazar akşamüstü, Lozan’da görüşmeler çıkmaza girmiş, barış konferansı kesintiye uğramıştır. Görüşmeler sırasında İngiltere, Fransa ve İtalya’ya büyük tavizler veren İsmet Paşa, kaldığı otelin lobisinde Türk ve yabancı gazetecilere düzenlediği basın toplantısında diyor ki: “Büyük fedakârlıklar yaptım, her şeyi kabul ettim…”.

Bedîüzzaman’ın şu ifadeleri öncelikle önemlidir:

Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malûm hahambaşı ile ittifak ederek re’y veren o adam, bütün ulemâ-yı İslâm’ın “Cevazı yok” diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki masum Müslümanlara cebren giydirdiği ve tarih-i beşerde bu çeşit ma-nasız acib bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun namına kanun ile onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adam, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.
Bizim en mühim suçumuz, Risâle-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve Din-i İslâm’ı bu mübarek Türk Milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakikî Müslüman-Türk’ü protestan yapamayan ve Millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle isbat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müdhiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “Din yıkıcı Süfyan” dediğimizi…..

Bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli ziyade şimdiki dinî mecmualar, resmî cerideler aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risâle-i Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malûm hahambaşı ile ittifak ederek re’y veren o adam, bütün ulemâ-yı İslâm’ın “Cevazı yok” diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki masum Müslümanlara cebren giydirdiği ve tarih-i beşerde bu çeşit manasız acib bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun namına kanun ile onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adama, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.

Bedîüzzaman Hazretleri Büyük Doğu Mecmuasında konuyla alakalı çıkan makaleyi aynen kabul ederek, Emirdağ Lâhikasına almıştır:
Büyük Doğu’nun yirmidokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Curzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”
Haim Nahum Efendi, yakında Ankara’ya bir seyahat edecektir. Haim Nahum’un Ankara’ya uzandığını söyleyen Bedîüzzaman haklı çıkıyor,

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının yani İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksad altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzât karar vermek vaziyetinde ol-madığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas mes’elelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.”

Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salib kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve ör-nekler vereceği ve bilhâssa hudud dışı değil de, hudud içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şübheden vârestedir.

Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Cürzon’un verdiği cevab: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları ma’neviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır. Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?..

Gizli anlaşmanın entrikası:

Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli an-laşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Ame-rika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün mad-desini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırma-ları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müdhiş plânının zeminini Amerika’da hazırla-dıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Curzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilci-liklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i ken-dine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani’ kalmamıştır.
Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha he-veskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risâle-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şerî’at-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Curzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imha-sına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.

Özetleyecek olursak, Bedîüzzaman Hazretleri Ankara’ya ilk teşrifleri sırasında, yani Meclisi ziyaret ettiği gün olan 22 Kasım 1922’de İngilizler, Türkleri Lozan Konferansı’na davet etmişlerdi. Lozan Konferansı’na Türk hükûmetini temsilen heyet baş murahhası olarak İsmet İnönü gönderildi. Lozan Konferansı’nın ilk açılış konuşmasını yapan İngiliz heyeti başkanı olan, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon idi. Bu adam konuşmasında: “Türklere istiklâliyetin tanınması için dört şart lâzımdır” diyordu. şartlar şunlardı:

1 Hilâfetin tam manasıyla Türkiye’den ilga edilmesi.
2 Halifenin hudut dışına sürülmesi.
3 Halifenin tüm mal varlığına el konulup müsadere edilmesi.
4 Türk Devleti’nin laikliğe dayandığını resmen ilân etmesi.

Lozan Konferansı’nda, Türkiye hakkında ileri sürülen bu şartların, yani İngiliz Dışişleri Bakanı’nın gösterdiği doğrultuda, Türk heyeti orada iken benimseyip benimsemediğini, ayrıca Türk hey’eti başkanı İsmet İnönü’nün bu şartlara karşı tepki gösterip göstermediği, yahut da olduğu gibi şartları kabul edip etmediğini de bilemiyoruz. Lâkin takib eden aylarda Türk Hükûmetinde yapılan icraat, Lozan Konferansı’nda ileri sürülmüş mezkûr şartların ka-bulü anlamını gösteren, çıkan kanunlar göstermiştir.

Lozan Konferansı’ndan dönen Türk heyeti ve başta İsmet İnönü Ankara’da uzun müşavereler ve mülâhazalardan sonra; evvela 3 Mart 1923 günü Meclis’ten Hilâfeti ilga kararını geçirdiler. Bu kanunla birlikte ve onun zımnında, dinin devlet işlerinden ayrılması da o ka-nunla hükme bağlanıyordu. Mezkûr kanun mucibince, Mustafa Kemal Paşa İstanbul valisine: “Bu gece sabaha kadar behemahal Halife’nin Türkiye’yi terketmesi lâzımdır” emrini verdi. Bu emir üzerine, İstanbul valisi Osmanlıların son halifesi Emir Abdülmecid’i Türkiye’den ihrac etti. Bu hadiseden iki gün sonra da, yine Ankara’nın emriyle bütün âl i Osman (Osmanoğulları) toplattırıldı ve hudut dışı edildi.

8 Mart 1923 günü de, Türkiye Dışişleri Bakanı sıfatıyla İsmet İnönü İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a; istediği tüm şartlarının yerine getirildiğini mektupla bildiriyordu. Bu-nun üzerine 23 Nisan 1923’de yeniden Lozan Sulh Konferansı çalışmalarına başladı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Sulh Antlaşması imzalandı.

Ancak “50 Yılın Tutanağı” adındaki kitapta, Lozan Konferansı’yla Hilâfetin ilgası kararları aynı sene içinde değil, belki konferansdan bir sene sonra, yani 15 20 şubat 1924’de bu hususlara dair plânlar düşünülüp konuşulduğu; 3 Mart 1924’de, o zamanki Urfa Milletvekili Şeyh Safvet ve elli arkadaşı tarafından meclise verilen önerge ile Hilâfet’in resmen kaldırılıp, Osmanlı Hânedânının memleket dışına çıkarılması hakkındaki karar mecliste görüşülerek kabul edildiği yazmaktadır. Kanun numarası 431’dir. Karardan sonra, 15 Nisan 1924’de de Lozan Antlaşması İngiliz kralı tarafından imzalandı demektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

23 Kasım 1923, Vakit Gazetesi Haberi

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

II. Abdülhamid Han’ın Tahttan İndirilişi Ve Bediüzzaman

Evvela belirtelim ki, Bediüzzaman’ın Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde herhangi bir rolü bulunmamaktadır. Bu konudaki iftiralar, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Biraz sonra bunları anlatacağız. Veliyyullah dediği bir Padişah’ın tahttan indirilmesini İslam’a vurulan bir darbe olarak açıklamaktadır. Hatta Abdülhamid’in tahttan indirilmesine Kur’an’dan işaretler nakletmektedir. Şimdi ayrıntıları görelim ve Ahmed Şimşirgil gibilerin yalanlarına şahid olalım:

1. Abdülhamdi’in Tahttan İndirilmesine Dair Fetva

Bu fetvada Bediüzzaman’ın asla imzası bulunmamaktadır ve hatta hazırlık safhasında da uzaktan yakından alakası yoktur.

1908 yılında II. Abdülhamid’in şahsî idâresi 30. yılını bulmuştu. Bu idârenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların II. Abdülhamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhâlefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhat Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdülhamid zamanında engellenmişti.

İşte II. Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhat Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Âkif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde II. Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şer’î hürriyetin sınırları içinde kalan meşrûtî bir hükûmetle yaraları sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, II. Abdülhamid muhâlifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen II. Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhâlifler, 1876 Kanûn-ı Esâsî’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Hâlbuki II. Abdülhamid’in bütün derdi buydu.

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idâreyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi.

1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultan iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, En-ver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanûn-ı Esâsî’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilân edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilân edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, Şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem II. Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi al-tında Meclis’den II. Abdülhamid aleyhine hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.

Bedîüzzaman bu meselenin Kur’an’ın işarî manaları arasına girecek kadar ehemmiyetli olduğunu ve Kur’an’ın hem II. Abdülhamid ve hem de Sultan Abdülaziz dönemindeki önemli hâdiselere işâret ettiğini şöyle açıklamaktadır:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle ma-kam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

2. Bediüzzaman’a göre Meşrûtiyetin İlanı ve Hilâfet-i İslâmiye’ye Yapılan Hücumlara Dair Kur’anî İşaretler: 1324/1908

Bedîüzzaman, daha sonra kaleme aldığı eserlerde Meşrûtiyetin ilânı ve Hilâfet-i İslâmi-yeye karşı yapılan hücum ve plânlarla alakalı Kur’anî işâretler bulunduğunu açıklamıştır.
.
Diğer tarafdan yine Bedîüzzaman’a göre Kur’an 1324 tarihine işâret ederek, “Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptık-ları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırak-mağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şartlarla kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamı-na tevâfuk etmektedir”. “Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleridir”.

Sure-i Tevbe’de: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (Tevbe: 32; Allah’ın Nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; ancak Allah kâfir-ler istemesede Nurunu tamamlamaya irâdesi hasıl olmuştur ve tamamlayacaktır) âyetindeki نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mane-viyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidört (1324) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmi-yenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırakmağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştık-ları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resail-in Nur müellifi yirmi-dörtte (1324) ve Resail-in Nur’un Mukaddemâtı otuzdörtte (1334) ve Resail-in Nur’un nu-ranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri ellidörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-ı hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyâseti telaşa sevkettiler ve bu itfa sû’-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı na-zarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleri-dir.

Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyâde bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (İkindi vaktine (yahur son asra) kasem ederim ki, insanlık büyük bir zarar ve hüsrân içindedir) âyetin-deki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) edip, hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umûmî mağlubiyetleri ve dehşetli mu’âhedeleri ve şe’âir-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umûmî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Sultan Abdülhamid’in Görevden Alınmasını Meşrû Gösteren Hilal Gazetesi ve Hal’ı ile alakalı Bazı Fetvalar, Hilal Gazetesi, No: 2, 8 Nisan 1324.

Akgündüz, hakkındaki ‘intihal’ iddialarına cevap verdi

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Murat Bardakçı/Emrah Cilasun gibi isimlerin kendisi hakkındaki ‘intihal‘ iddialarına aşağıdaki metni kaleme alarak cevap verdi.

İNTİHAL İDDİALARI, YERLİ VE YABANCI AKGÜNDÜZ MUHALİFLERİ TARAFINDAN SERVİS EDİLİYOR

Algemeen Dagblad’a göre benim PKK tabirimi “Genç Kürtler” olarak yorumladığı iddia edilen ve daima PKK’nın elemanlarına Hollanda’da destek veren Türkolog Prof. Dr. Zürchker, Ermeni Soykırımına inandığını inkâr etmeyen ve maalesef aynı ismi taşıdığımız Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Ahmet Akgündüz ve nihayet Türkiye’den destek aldıkları Marksist ve PKK’nın yayın organlarında yazarlık yapan bir tezvîrâtçı, yıllardır sürdürdükleri Prof. Akgündüz’ü yıpratma ve IUR’yi hırpalama projelerine, bu sefer şahsımla alakalı intihal iddialarını arka planda yürüterek ve yanlarına PKK’lılar ile Hollanda’lı bazı gazetecileri alarak devam ediyorlar. Bunun Volskrant gibi, İslam ve Türk düşmanlığını adet haline getiren bir Hollanda Gazetesinde yayınlanması ise manidardır.

Önce dayandıkları olayları görelim:

1991: Bilindiği gibi, Vakıf Müessesesi adlı Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlan eserimiz hakkında hakaret-âmiz bir tanıtım yazısını, Tarih ve Toplum Dergisinde Hasan Yüksel isimli bir şahıs yayınladı. Buna cevap verdik ve cevabımız da neşredildi.

Murat Bardakçı, hemen bu iddiaları, Hürriyet Gazetesindeki sayfalarına taşıdı. Cevap göndermemize rağmen neşretmedi.

Ali Birinci denen ve gazetelerde Türk Tarih Kurumundan milyonlar çaldığı iddialarını okuduğumuz adam, aynı iddiaları bazı dergilerde tekrarladı.

25 September 2006’da, sözde Ermeni soykırımı iddialarının savunucusu Amsterdam Üniversitesi öğretim görevlisi olan ve 1997 yılında gönderdiği bir e-mail ile benden nefret ettiğini söyleyen bir adamın bütün Hollanda’daki akademisyenlere gönderdiği e-maildir. Şu anda elimizdedir.

Bu yerli ve yabancı sözde ilim adamlarının bana olan hücumlarının iki sebebi var.

BİRİNCİSİ: VAKIF MÜESSESESİ

Ancak kitap neşredildikten sonra bize ulaşanlar arasında iki önemli tenkit yer almaktadır:

Birinci Tenkit: Bir Dergide ve bundan iktibasla günlük bir Gazete’de eserimizle ilgili bir tenkit yayınlandı. Kitabiyat bölümünde neşredilen ve maalesef muğalatalarla dolu olan bu görünürde ciddi, ancak vakıf hukuku ve ilmî ölçüler açısından indî tenkide cevap vermenin zaruretini bir araştırmacı olarak hissettim ve iddiaları cevaplandırmak üzere cevâbî yazı hazırladım. Hedefimiz ilme hizmet ve rızây-ı ilâhî olması hasebiyle, sadece vakıf hukuku açısından yapılan fâhiş hatalara değindim ve gerisini araştırmacıların ve vakıf hukuku uzmanlarının takdirlerine havale eyledim. Cevâbî yazıyı buraya aynen iktibas etmek yerine, bazı hakikatleri aktarmak istiyorum.

1) İlim, karşılıklı tenkid ve tartışmalarla gelişir. Ancak bu tenkit ve tartışmaların, ön yargısız ve meseleyi bilen ehil insanlar tarafından yapılması icap etmektedir.

2) Biraz önce de hatırlattığımız gibi,“Vakıf Müessesesi” adlı eserimizin en önemli özelliği, sadece eski fıkıh kitaplarında anlatılan vakıfla ilgili şer‘i hükümlerin aktarılması değil, aynı zamanda Osmanlı tatbikatını da aksettirmesidir. Sayın Tenkitçi, sadece nazarî açıdan değil, Osmanlı tatbikatı açısından da kitabı incelemekten mahrum kalmıştır veya öyle göstererek maalesef muğalata yolunu tercih etmiştir. Tenkid yazısını okuyanlar, kitabımızın, sadece El-Kübeysî’nin kitabının bir özeti olduğu iddiasıyla karşılaşırlar. Halbuki kitabımızın, vakıf hukukunun icâreteyn, gayr-ı sahih vakıflar, gedik hakkı ve benzeri istisnalarını konu edinen kısımları; nakit para mevzuunu inceleyen kısımları; vakıf çeşitleri ile ilgili sayfaları; vakıf görevleri ve vakıf teşkilatıyla alakalı bölümleri ve benzeri birçok mevzular, bırakınız El-Kübeysî’nin eseri, İslâm Hukuku kaynaklarında da bir iki cümle ile geçiştirilen konulardır. Yani eserimizin hemen hemen yarısı, tamamen Osmanlı Hukukunda ve tatbikatındaki hususi meselelere ayrılmıştır ve geriye kalan kısmın %30’unda da Osmanlı uygulaması özel başlıklar altında incelenmeye çalışılmıştır. Daha önce yapılan çalışmalardan istifade etmeyi, eskiyi aynen iktibas şeklinde değerlendirmek yapılacak ilmî çalışmalarda, daha öncekileriden hiç istifade etmemek demektir.

3) Sayın tenkitçinin, eserimizin tamamını da okumadığı kanaatindeyiz. Zira “Metod ve Kaynaklarkısmında, İslâm Hukuku ile alakalı mu‘âsır eserler arasında, El-Kübeysî’nin iki ciltlik kıymetli eserinin temel kaynaklarımız arasında olduğunu belirttiğimiz gibi, paragrafın son cümlesinde de aynen şunu ifade etmişiz: “İslâm Hukukunda mezheplere ait görüşlerin derlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda, mu‘âsır İslâm hukukçularının yazdıkları eserlerden yararlanılmıştır”. Elbetteki bu yararlanılan eserler arasında, iki ciltlik El-Kübeysî’nin eseri de olacaktır ve olmaması, bizim ilmi anlayışımıza göre büyük bir eksikliktir. Bu istifadeye, elbetteki bazı konuların tasnif ve sistematiği de dahildir. Değerli İslâm Hukukçusu Hayreddin KARAMAN’ın“Mukayeseli İslâm Hukuku” adlı eserinin III. cildinde Devletler Özel Hukuku bölümünde Abdülkerim Zeydan’ın konuyla ilgili eserinden yararlanması; İzmirli İsmail HAKKI’nın İlm-i Hilaf adlı eserinde yine konuyla ilgili eserlerin tasnifini aynen taklit etmesi, eksiklik değil, büyük bir ilmi bir meziyettir. Zira inkâr söz konusu değildir. Sadece El-Kübeysî’nin eserinden değil, vakıfla ilgili Osmanlı Hukukçularının temel kitaplarından da, hemen hemen her sayfada yararlanmaya gayret ettik. Sonuç bölümünde bunu özellikle tekrar ettik:“Daha önce yapılmış olan çalışmaları tamamlamaya çalıştık. Bütün ayrıntılarıyla işlenmiş olsa bile, yeni nesil tarafından anlaşılamıyan eski eser ve belgelere defnedilmiş bulunan vakıf hükümlerini anlaşılır hale getirmeye çalıştık. Uzun ve düzensiz olan vakıf hukuku mevzuatı ve doktrinini bir araya getirmeye ve düzenlemeye çalıştık”. Yani İslâm Hukukundaki mezheplerin görüşlerinin tedvîni yapılırken, El-Kübeysî’nin iki ciltlik dev eserinden yararlanıldığı gibi, aynı mevzuları benzeri bir sistematikle inceleyen Ebu Zehra’nın eserinden ve özellikle Zekiyyüddin Şa’ban ve Ahmed El-Gandur’un kıymetli eserlerinden de yararlanılmıştır. Mezheplerin görüşleri hülâsa edilirken yapılan iş şudur: Evvela bu konuda yazılmış mu‘âsır eserlerin muhtevâsından yararlanmak, imkân varsa bunların ulaştığı veya ulaşamadığı kaynakları bizzat görmek; bu da mümkün değilse mu‘âsır eserler kaynak alınarak ve onlara atıf yapılarak onların kaynaklarına da işaret eylemek.

Şunu da önemle ifade edelim ki, mu‘âsır fakihlerin kaynakları tetkik edilirken, onların maalesef göremediği, Osmanlı Hukukçularının çalışmaları da satır satır takip edilmiştir. Mesela tenkitçinin El-Kübeysî’yi taklid ettiğimizi iddia ettiği her konuda, Ömer Hilmi’nin Ahkâm’ül-Evkaf’ı, Ali Haydar’ın Tertîb’üs-Sunûf’u, Kadri Paşa’nın Kanun’ül-Adl’i, Ebül-Ula Mardin’in Ahkâm-ı Evkaf’ı ve benzeri Osmanlı fakihlerinin eserleri esas alınmıştır. Hatta tercüme dediği şer‘î ıstılâhların izahında bu hukukçuların ifadeleri kullanılmaya ihtimam gösterilmiştir. Muasır eserlerden yararlanma. Elbetteki hem muhtevâ ve hem de sistematik ve kaynaklar açısından olabilecektir.

Özellikle ilk kısımda her ilgili yerde anı kitabı referans olarak vermişiz:

Örnek dipnotlar:

[1]     San’âni, 3/82-83, El-Kübeysî , I/95-96; Mardin, AE, 10; Şevkâni, 6/24 vd., Ayrıca bkz: I. Bölüm, 2, E, D; bu kesin yorum karşısında şüpheli bir tutum için bkz: Hâtemi, Türk Hukukunda…,31vd.,37vd.

[1]     Buhari, Muhammed b. İsmail (v. 256/869), Sahihul-Buhari, Kahire, 1313, c. 4, sh. 15, “Eşlerimin nafakası ve masraflarından sonra geriye kalan sadaka (vakıf) olsun”; Beyhaki, 6/ 160, El-Hassaf, 1-4; Elmalı, İA, 143, El-Kübeysî , I/96-98.

İKİNCİSİ BEDİÜZZAMAN KÜLLİYÂTI

6 Cildi bulan Bediüzzaman Said Nursi kitabımızın iki temel kaynağından birinin Abdülkadir Badıllı’ya aitMufassal Tarihçe-i Hayat (3 Cilt) olduğu, kendisinin bana digitalini vererek vakit kaybetmeden istifade etmemi sağaldığı; bizim de bazan onun kitabı özetleyerek; bazan atıf verip nakilde bulunarak ve bazan da ortak kaynaklara sahip olduğumuzdan doğrudan yararlanarak istifade ettiğimiz bir vakıadır. Kaldı ki, eseri görmüş, okumuş ve Önsöz yazmıştır. Şimdi bizi teyid bazı kısımları alalım:

1. Abdülkadir Ağabey’in de imza attığı Önsöz’den bir parça:

“Bu sebeple arşiv uzmanlığı, İslamî ilimlere olan vukufu ve Risâle-i Nura çocukluğundan beri âşinâ olduğu herkesçe malum olan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimiz, daha evvel Üstadımız ile alakalı erişilemeyen vesikalara ulaşmış; bu ciltte görüleceği üzere, Üstadımızın seyyid ve şerif olduğuna dair belgeler; Üstadımızın aldığı iki icâzetnâme ve ezberlediği 90 kitabın listesi; İngiliz Müstemlekât Nâzırına verdiği cevap; Medreset’üz-Zehrâ’nın kuruluş belgeleri; İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve benzeri kısmen de olsa mübhem kalan meselelerle alakalı binlerce belgeyi elde etmiştir. Bunu takdir eden Abdülkadir Badıllı kardeşimizin de elindeki bütün kaynakları, kendisine teslim etmesiyle, elindeki belge sayısının 50.000’i geçtiğini kendisinden öğreniyoruz. Bedîüzzaman’ın bütün dünyada akademik konferans, panel ve sempozyumlara konu edildiği bir zamanda, böylesine arşiv belgelerine ve orijinal kaynaklara dayanarak yapılan çalışma, inşaallah Üstadımızın biraz önce naklettiğimiz ifadelerinden anlaşılan  “kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır” hakikatına masadak olacağını rahmet-i ilahiyeden ümit ediyoruz. Bu muhteşem eser, Üstad’ın hayatı ve şahsiyeti ile alakalı yapılan yerli ve yabancı çalışmalara ve araştırmalara kaynaklık edecektir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz kardeşimize merhum Mustafa Sungur Ağabeyin cemaatin huzurunda ve şifâhî olarak yaptığı teşvik ve tasvibi, biz de bu takriz ile yazılı olarak yapmayı vazife addediyoruz. Kendisine hayırlı ömür niyaz ederek geriye kalan ciltleri de tamamlamasını Yüce Allah’dan niyaz eyliyoruz.

İstanbul – 30 Haziran 2013

Hüsnü Bayram                                                               Abdullah Yeğin

Salih Özcan                                                                     Ahmed Aytimur

Said Özdemir                                                                  Abdülkadir Badıllı”

(Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi, c. I, sh. 5-7)

2. Abdülkadir Badıllı ağabeyin kıymetli eseri Mufassal Tarihçe-i Hayatı okuduktan sonra, kendisini ziyarete karar verdim. 2010 yılının Haziran ayında ziyaretine gittiğimde ona şunları söyleme cesâreti buldum ve kitabımın önsözüne de aldım ve kendisi de okudu:

“Ağabey! Bedîüzzaman gibi maneviyat reislerinin hayatlarını kaleme almak sadece akademik kariyer ve bilgi sahibi olmak işi değildir; belki bir istihdâm-ı ilâhî meselesidir. Ben Bedîüzzaman’ın hayatında yazılanBüyük Tarihçe-i Hayat dışında bu mevzuda iki şahsiyetin istihdam edildiğine inanıyorum.

Birincisi, Necmeddin Şahiner ağabey’dir. Zira hem Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî adlı eseri ve hem de asıl temel kaynak teşkil eden 6 ciltlik Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor kitapları, ancak ve ancak Allah’ın lütfuyla telif edilebilinecek eserlerdir. 100 yılı geri getirmedikçe kimse benzerlerini telif edemez. Bedîüzzaman’ın ayak bastığı her yeri ve konuştuğu her şahsiyeti adım adım ve şahıs şahıs dolaşarak bu eserleri meydana getirmiştir. Bütün Nur Cemâ’ati ona medyûn-u şükrandır.

İkincisi, Abdülkadir Badıllı Ağabey’dir. Hem üç büyük ciltten oluşan Mufassal Tarihçe-i Hayat, hem Risâle-i Nur’un Kudsî Kaynakları muhalled eserler olup ancak ve ancak istihdâm-ı ilahî ile vücuda getirilebilinecek eserlerdir. Bu çalışmayı kaleme alabilmek için, 60 sene Bedîüzzaman ile alakalı yaşanmış olayları ve hâtıraları, belge ve bilgileri toplamak ve takip etmek gerekmektedir. Ayrıca Risâle-i Nur Müellifinin eski ve yeni bütün eser ve lahikalarına hem sahip olmak ve hem de tam vâkıf olmak icabetmektedir. Bu şeref sadece Abdülkadir Badıllı ağabeye nasip olmuştur.

Ancak bu çalışmalar muhteşem olmakla birlikte, hem akademik bir üslupla kaleme alınmak ihtiyacı olduğunu ve konularla alakalı elimizde çok ciddi yeni arşiv belgelerinin bulunduğunu ağabey’e aktardım. Özellikle de Medreset’üz-Zehrâ ile alakalı bazı belgeleri gösterdim. Büyük bir takdirle karşılayan Abdülkadir Badıllı ağabey;

“Ahmed Kardeşim! Ben Üstâdın kemâl-i adâletinin ve hakkaniyetinin bütün dünyaya bahsettiğin şekilde gösterileceğine ve bunun da ancak sizin gibi akademik bir şahsiyetin kalemiyle olacağına inanıyorum. Elimdeki bütün belge ve kaynaklar size açıktır. Ben de bu büyük projede her türlü hizmete hazırım.”

dedi ve bizi tebrik ederek, biraz önce Şu’âlar’dan aktardığımız paragrafı bize okudu. İşte bu projenin kısa hikâyesi budur. Bunun üzerine yardımcım ve değerli kardeşim Ahmed İlker Kuzlu ile 5 gün geceli gündüzlü üç scanner ile çalışarak kitap ve belgelerin tamamının renkli PDF’ni aldık ve işe başladık.

3.Abdülkadir Badıllı Ağabey’in Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî; Mufassal Tarihçe-i Hayatı adlı Eseri

2500 sayfayı bulan ve Envar Neşriyât tarafından birkaç baskısı yapılan bu dev eser, Bedîüzzaman’ın hayatı ile alakalı bir ansiklopedidir. Bizim Bediüzzaman Said Nursi adlı ve altı cilt olan eserimiz 8000 küsur sayfayı bulmuştur. Farklı arşivlerden toplanan 53.000 belge değerlendirilmiştir.

Abdülkadir Badıllı Ağabey’in eserlerinden nasıl istifade ettim. Altı ciltte 1601 yerde atıf yaptım.

A) Eğer Badıllı Ağabey, birinci derecede kaynaklardan kitabına alıntılar almışsa, istisnaî durumlar dışında, ikinci derecede kaynak sayılan Badıllı Ağabey’in eserleri yerine, elbetteki birinci derecede kaynak kabul edilen eserlere atıf yaptım. Mesela I. Cilt, sh. 207-210 arası bazı bilgiler, Badıllı’nın kitaplarından değil, onun da kaynağı olan Yeğen Abdurrahman’ın eserlerinden ve hem de hatalar düzeltilerek alınmıştır.

B) Eğer, bir değerlendirme yahut bilgi sadece Badıllı Ağabey’in kitaplarında ise, mutlaka atıf verilmiştir. I. Cilt, sh. 300, 332, 373 giibi.

C) Eğer bir meselede Badıllı Ağabey, son sözü söylemişse, bize de özetleyerek ve bazan da aynen onun izahlarını almak düşmüştür. Mutlaka bu nokta izah edilmiştir. I. Cilt, sh. 984 vd.

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bedîüzzaman’ın daha ziyade Münâzarât, Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkûr eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuya Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek bu cilde alacağız. En büyük delil olarak da, adı geçen eserlerin tamamını, Bedîüzzaman’ın tashihleriyle birlikte, bu cildin sonunda orijinal haliyle neşredeceğiz.” (I. Cilt, sh. 984 vd.)

D) Eğer, Bediüzzaman’ın hayatına ait bilgiler, bütün kaynaklarda ve en önemlisi de Büyük Tarihçe-i Hayat’ta varsa ve herkesçe biliniyorsa, bazan kaynak dahi verilmemiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Badıllı’nın eserleriyle alakalı iddiaları, tamamen yanlış ve kasıtlı yorumlarıyla dolu “Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği (Yabancı Arşiv Belgeleriyle)” kitabı kaleme alan Emrah Cilasun’dur. Bu zatı, eserimizi yeniden okumaya ve Osmanlıca biliyorsa birinci derecede kaynakları incelemeye davet ediyorum.

Acı tarafı, bu insanın Bediüzzaman’ın Maksist bir perspektifden değerlendirdim demesi ve şu sözleridir:

“Raymond Kevorkian’ın Kudüs’teki Ermeni Patrikliği’nin arşivinde bulduğu bir belgede Bitlis bölgesinde yaşanan katliama ve faillerine ilişkin, “Esasen Ermeni ve Kürt nüfusunun hakim olduğu Bitlis bölgesindeki katliamda yerel liderlerin ve aşiret reislerinin doğrudan bir rolü oldu” diyerek listede Said’in (Said Nursi) ismini de gösteriyor.”

Bu arada Müfid Yüksel; ilgili kitabın “tezvirât dolu”, “ilmilikten ve akademik formattan tümü ile uzak ve ısmarlama” olduğunu; yazarın “belgeleri kullanma yöntemini bile” bilmediğini, yazarın Nursî hakkındaki iddialarının “sağlıklı temeli”nin bulunmadığını ve bu çalışmanın “PKK’lılar tarafından” desteklendiğini twitter hesabından ifade etmişti.( http://www.yeniakit.com.tr/haber/cilasunun-belgeleri-said-nursiyi-dogruluyor-81475.html)

ÜÇÜNCÜSÜ: HAKAN ERDEM DENEN TARİHLENG’İN İDDİALARI

Bilindiği gibi, bu zatın iddialarını cevaplandırmak üzere “Tarihlenklere Cevaplar” adlı eseri telif eyledim ve bu tarihçi bozmasının iddialarını cevapladım. Bunun Osmanlı’da Harem adlı eserimiz ile alakalı iftiralarına cevap için, adı geçen kitabımızı inceleyebilirsiniz.

(Akgündüz, Tarihlenklere Cevaplar, OSAV, 2009, İstanbul, sh. 46 vd.)

www.NurNet.Org