Etiket arşivi: ahmet ay

20. Söz tarihselciliğe de şifa olabilir mi?

Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.

Mürşidimin 20. Söz’de Kur’an kıssalarının zaman üstü boyutlarını anlattığı bölüm, sırf bir Kur’an savunusu değil, aynı zamanda bir sünnet müdafaasıdır bence. Muhtemel “Neden?” sualiniyse şöyle göğüsleyebilirim: Orada “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor…” şeklinde aşılanan okuma biçimi sadece kıssaları ‘bütün zamanlarla konuşur’ kılmıyor. Ya? Bir bütün olarak peygamberlerin hayatlarını da ‘bütün zamanlarla konuşabilir’ hale getiriyor. (Onlar zaten konuşuyor da arkadaşım biz görmesini yeni öğreniyoruz.) Çünkü en nihayetinde o kıssaların teması peygamberlerin hayatlarıdır. Furkan’ın onları zamanlarında bırakmayıp ahirzamana taşımasıysa ‘sadece kendi çağlarıyla konuşmadıklarına’ delildir.

Evet. Elhamdülillah. Buradan kıssaların Kur’an’daki varlığına dair bir hikmet okuması daha yapılabilir: Yani belki de onlar ‘peygamber hayatlarına dönük daha zengin okuma biçimleri öğretmek için’dirler. Anmakla kıymetlerini sezdirmektedirler. Eğer o kıssaları tarihselci Mustafa Öztürk ve avanesi gibi mitoloji çamuruna bulamazsanız, bakmayacağınız bir yere kaldırmazsanız, cümle zamanlarla ilgilerini farkedebilirsiniz. Ve oradan da vahyin içinde sünnete bir delil oluşturduklarına uyanabilirsiniz. Uyanışlar peşpeşe arkadaşım. Öyle ya: Kur’an, peygamber kıssalarını böylesi ‘eskimez bir ders kaynağı’ olarak zikrediyorsa, o halde Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da böylesi bir muallimlikten dışlanamaz. Onun tecrübesi de nübüvvetten gelen eskimez renkten hissesiz değildir. Minhacü’s-Sünne’sinde Bediüzzaman Hazretleri şunun bir misalini ‘ehl-i beytine duyduğu muhabbet’ üzerinden ortaya koyar:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Yani, arkadaşım, anladığımca mürşidim diyor ki burada: Efendimiz aleyhissalatuvesselam elbette Hasan ve Hüseyin’in (radyallahu anhum ecmain) dedesidir. Dedeninse torunlarını sevmesi doğaldır. Fakat sakın ıskalama! Onlara duyduğu muhabbet dahi nübüvvetinin hikmetinden hariçte değildir. Büsbütün beşerî değildir. Eğer bu sevgiyi sırf bir dede-torun muhabbeti olarak görüp tarihselci bir hapsedişe maruz bırakırsanız, o zaman Kur’an’da geçen “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor…” sırrını anlayamazsınız. Bunu sadece ‘bir aile reisinin yavruları için beslediği sevgi’ sanırsınız. Halbuki bu öyle birşey değildir. Aşkın tarafları da vardır:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. (…) Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.’ Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Tekrar başa dönerek toparlarsak. Kur’an ve peygamberler tarihi ilişkisi bize gösteriyor ki: Nebilerin hayatlarıyla Kur’an’ın hakikatleri arasında kopmaz bir bağ var. Tarihselcilikle vahyin aşkınlığına körleşmeden kıssaları mitoloji haline getiremeyeceğiniz gibi, aynı mitçi körleşmeyi yaşamadan sünneti de gözden düşüremezsiniz. Çağlarına hapsedemezsiniz. Hepsi birbiriyle bağlıdır. Birbirinin parçasıdır. Delilidir. Burhanıdır. Bu yüzden tarihselciler hem ‘Furkan’a hem ‘kıssalarına’ hem de ‘sünnete’ bakışlarında kendilerini tekrarlıyorlar. Aynı sığlaştırıcı tutumun etrafında dönüyorlar. Dokunduklarını güdükleştiriyorlar. Halbuki 20. Söz öğretiyor ki: Peygamber hayatları umumî kanunların uçlarıdırlar. O halde nübüvvet tesbihinin imamesi Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın tecrübesi nasıl bu kanuniyetten hariçte kalabilir? Hiç mümkün müdür yani? Neyse arkadaşım, 20. Söz ve 4. Lem’a, tarihselciliğe bir reddiye olarak da okunmayı bekliyor. Tabii becerebilirsek. Cenab-ı Hak lütfuyla yollarını kolaylaştırsın. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber

Sünnilikten Utanılır Mı?

Erdoğan’ın 2015’te İslam İşbirliği Teşkilatı’nda Bizim sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim şialık diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır! sözünden neden bu kadar alındık? Belki biraz da 2008’de İran’la daha bir ‘çiçek-böcek’ olduğumuz dönemlerde söylediği şu cümleden ötürü oldu bu: Ben, ne şiiyim ne sünniyim, ben Müslümanım!

Biz bu iki cümleyi birbiriyle bağladık. Ve hayra da yormadık. Nihayetinde ‘sünnilik’ ve ‘şiilik’ üzerine yapılan saptamalar ister istemez itikadîydi ve itikad da siyaset gibi ‘Dün dündür. Bugün bugündür…’ü kaldırmazdı. Erdoğan sırf bölgesiyle ilgili olmayan bir kelam etmişti. İşin öyle olmadığının ehl-i ihtisasça hatırlatılması gerekiyordu. İnşaallah ulemamız da o işi yaptılar.

‘Sünni kimliğin geriletilmesi’ bu ülkede devr-i sabıktan beri sürdürülen bir proje. Ancak süreç farklı renk tonlarıyla yürütüldü bugüne kadar. Bu yüzden belki ‘bir bütünün parçaları’ gibi okuyamıyoruz yaşananları. Kemalizm, sünniliğin ‘şeair’ diye tabir ettiğimiz kimlik öğeleriyle savaştı, bizzat kendisiyle değil. Kuytuda yaşanan şekliyle kavgası azdı. Göze batan öğelerini istemiyordu. 28 Şubat’a kadar bu iş böyle geldi. Ondan sonra strateji değiştirdi. Şimdi sünniliğin şeairlerine doğrudan bir saldırı görünmüyor. İnsanlar ‘şeriat istemekle’ yaftalanmıyor. Fakat alttan yeni bir kaynama var. (Belki bu ‘yeni’ tabirim gözümün yeni açılmasından.) Bu defa şeairlerin üzerinde yükseldiği sahih kaynaklar-kavramlar-miras gözden düşürülmeye çalışılıyor.

Evet. Kur’an müslümanlığı(!) taifesiyle yaptığım tartışmaların, getirdiğim veya aldığım eleştirilerin birçoğunun şahidi olmuşsunuzdur. Bu arkadaşlar, ellerine geçirdikleri herhangi bir mealle/sözlükle, herbiri 14 asrın mirasına bağlı ve tecrübesiyle tasdiklenmiş olan kavramları, tefsirleri, tarifleri ve uygulamaları yerlerinden oynatabileceklerini sanıyorlar. Bununla aradıkları rıza-i ilahî de değil üstelik. Aradıkları menfaat. Seküler bir faydacılık. Modernin trenini kaçırmamak arzuları. Bunun için dinin kenara çekilip yolvermesini istiyorlar.

Kırılmanın başlanıcı şurası: Modern (m)edeniyeti sorgulamadan Ehl-i Sünnet mirasını sorguluyorlar. İstedikleri kaçak katı çıkmalarına izin vermeyen İslam âlimlerine/metinlerine düşmanlıkları Züleyha’nın Yusuf aleyhisselama düşmanlığı gibi. Erişemedikleri günahın hırsı. Düşündüklerini söyletmek istiyorlar Kur’an’a. Bu belli. Fakat azmettikleri sapkınlıkta ilerlerken peygamber varisi âlimlerin metinlerine tosluyorlar. Gerçekleşmeyen arzuları öfkeye dönüşüyor. Gömleklerini yırtmaya çalışıyorlar. Gömleklerini yırtarlarsa Yusufları gözden düşürebilecekler. Dikişte zayıflık bulmaya çalışıyorlar. Bugün sünniliğe yapılan her saldırıda bir ‘gömlek yırtma telaşı’nın izlerine rastlanmaktadır.

Bu ‘gömlek yırtma’ arzusunun bin yüzü var. Kimisi hadisleri yırtıyor. Kimisi mezhepleri yırtıyor. Kimisi mütekellimine saldırıyor. Kimisi fakihlere laf atıyor. Kimisi tasavvufla hırlaşıyor. Kimisi müstakil bazı isimlere/âlimlere tekfir derecesinde küfrediyor. Kimisi türbelere giden vatandaşlara sataşmakta. Kimisi menkıbe dinleyip ağlayan vatandaşlarla boğuşmakta. Daha kimisi… Neyse.

Yani bu millet sünni kimliğine böylesine düşkünken modern zaman hurafeleriyle kafalarının karışması olabilir görünmüyor. Bu sebeple de rastladıkları her antikaya/antikacıya düşman modern demirciler. Öyle ya: Nesne önce antika görülmemeli ki sahibi çarşısına götürmesin. Fiyatını bilmesin. Değerini öğrenmesin. Demirciye satsın. Demirci de onu eritip istediği şekli verebilsin. Modernizmin ‘değiştiremediği’ ile işi olmaz.

Nihayetinde imtihanımız siyasetimiz üzerine değil itikadımız üzerine. İttihadımız için bile olsun itikadımızı rüşvet veremeyiz. Selefimiz bize böyle bir miras bırakmadı. Ne Ebu Bekir efendim irtidad hadiseleri yaşanırken ittihad adına zekat emrinden taviz verdi ne de Ali efendim ‘hakem hadisesi’nden sonra ittihad için haricilere karşı geri adım attı. Biz böyle bir mirası teslim almadık. Biz, Ehl-i Sünnet olarak, Aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali’ye (r.a.) şu söylediğinin mirasçısı olarak gördük kendimizi: “Ben Kur’an’ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın.” 14 asırlık pâk miras böyle oluştu.

Şimdi sanılıyor: Her tenzihte hayır vardır. Halbuki Bediüzzaman’ın mutezileye dair yaptığı uyarı gösteriyor: Tenzih sûretinde şerler de işlenir âlemde. Mutezile nasıl tenzih için beşeri Halık’ına ortak koşar oldu. Kötülüğün yaratılmasını insana verdi. Aynen öyle de, gün döndü, başkaları da güya ittihad-ı İslam için mezhepleri dinin kiri gibi görmeye başladılar. Peki aranılan rıza-i ilahî miydi? Hayır! Aslında eylenilen dinle dünya istemekti. Hayatı sırf siyaset üzerinden okumanın kem neticelerinden birisi de budur işte. Maslahatı illetle karıştırmaktır. Oysa şöyle bir birliğin sahada da olabilirliği yoktur.

Sünniliğin üzerine kurulduğu müstakim tanımlar genel kabul görmeden âlem-i İslam’da bir ittihad sağlanabilir mi? Hizbullahı ve IŞİD’i karşınıza koyup bakın. Geçmişteki harici, karmati veya mutezili örnekleri de aynıydı. Hepsinde gördük ki, gücü ellerine aldıkları anda, başkasına hakk-ı hayat tanımıyor bu bid’î akımlar. Mihne olaylarından alın günümüze hep böyledir bu durum. Peki ya günümüz modernistleri? Yahu onlar daha bugün bizi ‘uydurulmuş din müntesibi’ sayıyorlar. Yarın güç ellerine geçse kimbilir neler edecekler. Allah korusun. İşte tüm bu noktalarda 14 asırdır sınavını başarıyla veren sünnilikten başka ehliyetli kim var? O halde ondan ayıplıymış gibi utanmak niye?

Başka bir cahillik de sünniliğin şiilik gibi sonradan kurulduğu savından çıkıyor. Halbuki ne alaka? Sünniliğin ‘dava içinde burhan’ türünden gelişimleri olabilir. (Nitekim fıkıh, hadis, ilm-i kelam vs. ilimler sonradan sistemleşmiştir.) Ama davası Asr-ı Saadet’in davasıdır. Bid’at fırkaların zuhurundan sonra sahabe mesleği mirasçılarının ana/istikametli ekseni savunmalarıyla oluşmuş mirasın toplamıdır sünnilik. Eğer sünniliği de şiilik gibi sonradan teşekkül etmiş sayıyorsak o halde sahabeyi kim temsil etmiştir? Hepsi? Hiçbirisi? Cevap iki gözüken bir teklik aslında. Demek ki (hâşâ) yol kaybolmuştur(!)

Arkadaşlar, bizi birleştirecek ‘İslam şerbeti dökülmüş bir liberalizm’ olmayacak, bu da çok yanlış bir yargı. Liberalizm ancak nefisperestleri birleştirir. O da menfaatleri uyuştuğu sürece. İttihad-ı İslam‘ı, Bediüzzaman’ın tabiriyle medeniyetin ‘menfaat’ ekseninden alıp İslam’ın ‘fazilet’ eksenine oturtmak için amelimizi Ehl-i Sünnet dairesinde işlemeye ihtiyacımız var. Çünkü birlik önce kalplerin birliğidir. Kalplerin birliğiyse itikadla olur. İttihadsızlığımız itikadsızlığımızdan başımıza geliyor. Daha nasıl itikadımızı ittihada rüşvet verebiliriz! Hülasa: Mevlana Hazretlerine atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum yazıyı: “Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”

Ahmet AY – risalehaber.com

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

“Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.” 20. Söz’den.

Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘Düşmemek lazım’ dese de düşüyor. Cümle nasihatler havada kalıyor. Ve kendi ‘karışmayan denizlerine’ çarpıyorsun: İmanın uyarıyor. Nefsin duymuyor. Telkinler kalbinin bir köşesinden diğerine geçmiyor. Evet. Farkındayım. Umutsuzluk iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter, onları da anlıyorsun. Meleke halini almasın. Kendisini hakikat saydırmasın. Hüznün de insanda eylediği bir iş var. Bir hikmeti var. Vazifesi var.

Öyle. Allah gönlü zıtlar arasında koşturarak eğitiyor. Geliştiriyor. Güzelleştiriyor. Bazen mutlusun bazen hüzünlü; bazen iyimsersin bazen kötümser; bazen neşe saçarsın bazen de öfke. Bunlar normal. Hepsi âdemiyetten. Hepsi sana işlenmiş nakışlar. Hepsiyle bir şekilde barışman lazım. Ama şu noktaya dikkatini isterim arkadaşım: Birisinde ‘hikmetsiz bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın. Gözün siyahı ancak beyazıyla görür. “Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa…” diyenin Sözler’ini hatırla.

Dünya hayatını misafirlik gibi görmeyi öğütleyen hadis-i şerifi ele alalım. Acaba o misafirlik nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı sadece? Yoksa hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya: Zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe. Hepsi Allah’ın hikmet elinde ve bazen hikmeti gereği yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Kalbinde misafir kalmaya hazır mısın? Yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Yahut baharını solduracak bir hazana uğradığında? Hazır mısın neşenin bohçasını sarıp kedere göç etmeye?

Şimdi diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan sahiplenmeden yaşayamaz. Kalmayı istemek kanımızda var…” Ben de cevaben derim ki arkadaşım: Bütün bu kederlerin/neşelerin kaynağını bir görürsek ve tevhid ile hepsinin aynı Rahman u Rahîm’in tecellisi olduğuna uyanırsak neden olmasın? Neden misafirlik de sevilmesin? Sen sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin sofrasındaki tuzu yadırgar mısın? Halbuki aşinasın Onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun. Aslında ne kadar şefkatlidir, farkındasın. Aslında ne kadar çok sever seni, seziyorsun. O böyle şefkatliyken sana, severken seni, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Buradan şuraya geleceğim. Elimden tut da beraber gidelim: Bazen “Kur’an’daki ayetleri çok mu ötekileştirerek okuyorum?” diye soruyorum kendime arkadaşım. Mesela: Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sualini yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak bâki kelama haksızlık mı diye düşünüyorum. Ezeliyeti tahattur edince “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor cevabım. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, çukurlarımdan yorulduğum anlarda, günahlarımdan daraldığım anlarda sancıyarak soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor sanki: “De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”

O zaman üzerimden dağlar kalkıyor sanki. Elhamdülillah. Kur’an’da tarihsel bir ayet yok. Hepsi hepimizle konuşuyor. Hepsinin muhatabı herbirimiziz. Demek: Bu iş benim işim değil. Umutsuzluk taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte, ben de kalbimin ıslahını omuzlarıma alıyorum, bu yüzden umutsuz oluyorum. Yasin sûresi o yükü de kime bırakmam gerektiğini söylüyor: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. Ki başta dirilik üzere, yani ki İslam fıtratı üzere, yaratan da odur. Potansiyeli yaratan geri döndürmesini de bilir. O yüzden yorulsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır yorulmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında ümit etmeyi de bırakırsın.

Şimdi arkadaşım, istersen bu tefekkürümüzü al, bütün dünyayı dolaş onunla. Hâl-i âlemde sana kederlendiren ne varsa ışığını üzerine tut. Maşaallah. Hep aydınlık olduğunu göreceksin. Ve mürşidinin ‘vazife-i ilahîyeye karışmamak’ noktasındaki hassasiyeti anlayacaksın. Evet. Vazife-i ilahîyeye karışmak zaten taşıyamayacağın yükün altında oyalanmaktır. O senin işin değildir. Hakkın da değildir. Haddin de değildir. Senden beklenen yalnız omzuna taraf belirlemektir. Safını belli etmektir. Yani ki mizanda kendini kurtarmaktır. Ahirzaman hazanını bahara çevirmekse ancak Sultan-ı Zülcelal’in kudretiyle olur. Çürüyen bütün kalpleri diriltecek yalnız Odur.

Ahmet AY – risalehaber.com

Bize Heryer Mucize!

Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Muhakemat’tan.

Ama arkadaşım, başlarken itiraf etmeliyim, en güzel cümlelerimi çakırkeyf zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense, en rahat zamanlarım, üretim açısından en çok sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. Aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun celadetinden beynimin kırıştığı zamanlar, bir kaçış, bir dinleniş, bir kalemle dileniş, bir kağıda sığınma, dışımdan içime bir firar, bir mola, iki sıkıntı arası bir cennet, kesrete karşı yaşadığım bir yılgınlık. Belki biraz da ayetin ifadesiyle ‘zorlukla beraber gelen kolaylık.’ Yazmak bende hükmünü bende böyle icra ediyor.

En güzel akçelerin bağışlandığı avuçlar oluyor bu boşluklar. Yüzbin elhamdülillah. Hem yazma eyleminin sırf iradeyle/imkanla ilgili olmadığını, en azından bunların ‘iyi yazının’ garantisi olmadığını, böylece anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de daha ağır yaralar alıyor. Neden-sonuç ilişkileri zayıflıyor. Sanat arttıkça nesnede, mana arttıkça maddede, hakikat arttıkça metinde, uluhiyetin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Yani sanki daha yüksek sesle “Bu aslında benim!” diyor izzet-i İlahiye. Siz de daha net farkediyorsunuz. İdrak gözünüzle görüyorsunuz. Hatta böyle zamanlarda ‘sırr-ı tevhidin nur-u ehadiyet içindeki inkişafı’ndan “Yazdım!” demeye diliniz varmıyor da artık, çok aklı gözündeyi kızdırmak pahasına, “Yazdırıldı!” diyorsunuz. Belki bir parça da “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!” fermanına sığınıyorsunuz.

Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinde yaratılan harikalara ‘mucize’ denmesi boşuna değil. Acizlik kokuyor beşerden yana herbir yeri onların. Evet. “Bu benle yapıldı. Ama ben bunu yapmadım. Çünkü ben bunu yapamam!” dediğiniz şey mucizedir ancak. Mucizenizdir. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Bu yüzden Ebu Bekir radyallahu anhın gözünde mucize olan Ebu Cehil’in gözünde sihirdir. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça hayatınızdaki mucizelerin sayısı da artar. Şahitlikleriniz çoğalır. En büyük mucizeler peygamberler elinde zâhir olur çünkü bu bilincin zirvesi de onlardadır. Hem zaten arkadaşım öyle değil midir: Tevhide iman etmek herşeyin mucize olduğuna da iman etmektir. Madem ki Allah yaratıyordur mucizedir. Çünkü yaratmak tevhidin gözünde yaratılanları aşan bir iştir.

Yani mü’min için yalnız ‘sıradışı olan’ değildir mucize. Dikkat et. Bize göre heryer mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Yaptığınızı sandıklarınızın faili de aslında siz değilsiniz. Kelime-i tevhid de buna şahitliğin ilanıdır bir nevi. “Allah’tan başka ilah yoktur!” Aynı zamanda şunun haykırışıdır bu: “Ol’uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allahım, senin ‘ol’ların benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek ‘ol’ sahibi sensin. Bizler ancak olanlarız.”

Bediüzzaman’ın mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği; acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz’in başa, tefekkürün sona gelmesi ne kadar anlamlı. Zira kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Acizliğini bilen ancak hakiki failin izini arar. Kendi güçsüzlüğünü farkeden bebek ancak annesini sesler. Ve tefekkür aczini arttırmıyorsa, yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona ‘tefekkür’ denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır. Perde arkasına körleştirir. Zira sıradanlaştırıcıdır. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; ‘İşte bu ağaç bundan çıkmış’ diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!

Virginia Woolf Deniz Feneri’nde şöyle birşey söylüyor: “(…) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu.” Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman’ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: “(…) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve Risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’âniye olmazsa nedir?

Öyle. Öyle. Hep öyle. Sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe Allah’ın inayeti/keremi daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zâhirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, o çıkışsızlık aslında desenin de giriftleştiğini, daha muhteşemleşeceğini gösteriyor. Nasıl bir misalle açmayı denemeli? Belki şöyle: Bir kilimi düşünün. Yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani; desenin en harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.

Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı olmuş. Subhanallah! Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu. Çünkü nazarınız ‘manzar-ı âlâ’yı kuşatmıyordu. İhatasızlığından inkâr ediyordu. Evet. Evet. Hep evet. Allah’ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Sanatı var. Hikmeti var. Yerli yerinde duruşu var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanıyorsun. Kızıyorsun. Küsüyorsun. Veylediyorsun. Stresin de böyle bir körelmeden doğuyor belki.

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi (…) olmuştur.”

İnsanın karmaşıklığı. İnsanın sanatı. Arzın karmaşıklığı. Arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor, farket bunu. O kadar girift bir hal alıyor ki onun intizamı ‘adem-i intizam’ şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan resmini sarıp isimlendiremiyorsun:

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.

‘İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.’ Bu ne demek biliyor musun? Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, yani harikanın ta kendisi! Yıldızlar da bu halin şahidi. Şimdi şu hadis-i şerife de birazcık yaklaşabildin mi arkadaşım: “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir… Demek: Kim ne kadar meyve verecekse o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış… Bunlar Cenab-ı Hakkın sana kötülüğü değil. Seni bereketlendirmesi. Kiliminin desenleri çoğaldığında meyve verme zamanı yaklaşıyor olabilir arkadaşım. Öyleyse isyanın ile Nakkaş-ı Zülcelalini gücendirme. Âmin.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Çocuklar Neden Sorar?

Yeğenim büyüdü. Cismiyle beraber birçok huyu da değişti. Tek konuda aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle onlarda da büyük değişimler var elbette. Mesela eskiden rahmetin nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. (Yıllar geçtikçe bu alanlar da değişiyor.) Ah, evet, kabul etmeli. Galiba bizim için yeknesaklaşanlar onun için de yeknesaklaşıyor.

Büyümenin emarelerinden birisi de maalesef bu. Düşüşün etkisi geçiyor. Mahkûm zindanını normalleştiriyor. Bu bir yönüyle kötü haber. Çünkü dünyanın ülfetle perdelenmesi hayretimizi azaltır. Hayreti azalanın tefekkürü de yara alır. Körelir. Nazlanır. Hatırlayınız: Bahar gözümüze harikalar âlemi gibi görünmeyeli epey zaman oldu. Yani alıştık. Âdileştirdik. Sıradanlaştırdık. Çocukluğumuzun herdem heyecan çağını öldürdük. Döngünün yeğenimi ıskalamasını bekleyemezdim. Süreç onda da aynı şekilde hükmünü icra eyledi. Artık kolay kolay karşısına çıkmayacakları harikulade buluyor sadece. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar, gökdelenler ve kuşlar da öyle. Tıpkı mürşidimin uyardığı gibi:

“İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani melûfları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im’ân-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli; deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgârla husule gelen dalgalara ve şemsin şuââtından peydâ olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü’l-Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.”

Yalnız hakkını vermeliyim: Konular değişse de soru sayısında hiçbir azalma yok. Hâlâ cevap vermekten sersemletecek kadar çok şey sorabiliyor. Geçmişte bunu sırf meraktan yaptığını sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Onların sualleri biraz da çokbilmişliğimizin eseri sanki. Nasıl? Açayım: Küçülerken meraklarına cevap vermek bir ‘büyüklük kibri’ veya ‘yol göstericilik şehveti’ sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular. Cevap verdik. Sordular. Cevap verdik. Sordular. Cevap verdik. Ve bu sual-cevap faslından keyif aldığımızı gösterdik. Caddeleştirdik. Kendilerini ilgimize muhtaç gören bu pıtırcıklar da bir tür iletişim mecraı olarak sormayı işaretlediler.

Bence bir çocuk çok soruyorsa biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yaparak soruyorlar. Evet. Sınayarak kanaat getirdim. Mesela: Bir çizgifilm karakterinin ismini aylar sonra tekrar sorduğunda farklı söylersem uyarıyor bizimki: “Ama o zaman başka söylemiştin. (…) demiştin. Yalan mı söylemiştin?” Demek unutmamıştı köftehor. Ama yine de soruyordu. Sualleriyle belki cevap verme ahlakımı da denetliyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime ‘dinlediğim bir dünyayı’ değil ‘cevap verdiğim bir dünyayı’ ideal gibi gösterdiğimi anladım.

Aksini yapsam merakı tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Fıtratının gereği. Öğrenmesinin kapısı. Geçmez açlığı. Fakat artık yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda “Sence nasıl olmuştur?” diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de, defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de ‘inşaallah’ kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah ilmi cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: “Allah bize cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor.”

Ahmet AY – risalehaber.com