Etiket arşivi: ahmet ay

Allah ‘Şahidi Kılarak’ Eğitir

“Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı).” (Enfal sûresi, 42)

İnsan şahitlikten kaçamaz arkadaşım. Kurtulamaz. Başını çevirmekle baht değişmez. Fıtratı bunun üzerine kuruludur çünkü. Gözü görmek, kulağı duymak, kalbi aldırmak, merakı ilgilenmek, hafızası hatırlamak üzerine kurguludur. Günahı da bir şahitliğidir tevbesi de. Takvası da bir şahitliğidir tereddüdü de. Sevmesi de bir şahitliğidir küsmesi de. Yani, kötüye ‘kötü’ demesi de bir şahitliğidir, iyiye ‘iyi’ demesi de. Böylece iyinin ‘iyiliğine’ şahit olursun, kötünün ‘kötülüğüne.’ İyinin iyiliğinden öğrenirsin, kötünün kötülüğünden. Aynen. Evet. Şuna da dikkat et: Kelime-i şahadet, birşeyin sonuna gelme değil, ‘yoluna talip olma’ gibi bu yönüyle. Bir nazara teslim olma. Bir niyete teslim olma. Yolun ikileştiği yerde tarafını seçme. Bir tür bidayet yani. Şahitlikten önce edilen doğruluk yemini.

Rububiyet şahitlikle de ilgiliymiş gibi geliyor şimdilerde. Yani Cenab-ı Hakkın terbiye etme metodlarından birisi de şahit kılma. Sürecinin şahidi kılma. Hatalarının şahidi kılma. Tevbesinin şahidi kılma. Kötünün şahidi kılma. İyinin şahidi kılma. Seçimlerin şahidi kılma. Sonuçların şahidi kılma. Öyle ya. Sultan-ı Ezel tarafından zaten sonucu bilinen bu imtihanda neden varız? Neden bu süreci bizzat yaşıyoruz? Neden imtihan ediliyoruz? el-Alîm olan Allah, zaten bildiği halde tüm olacakları, neden olduruyor yine de? İşte böylesi sorular ancak şahitliğin hayatımıza kattıklarıyla cevaplandırılabilir. İlk öğrenilmesi gereken de şudur: Şahit olma da bir bilme çeşididir. Hem de bilmelerin en kuvvetlisidir. Hakkalyakîndir.

İlk kez İsmail Mutlu’nun Düşünce Okulu’nda dikkatimi çektiği birşeydi: Bediüzzaman varlığı sadece ‘delil’ olarak anmıyor. ‘Delil’ ve ‘şahit’ olarak anıyor. Yaptığına da delalet (işaret ediş) ve şahadet (şahit oluş) diyor. İşaratü’l-İ’caz’a kadar gittiğinizdeyse Bakara 4’ün tefsiri sadedinde şunlara dokunuyorsunuz: “Bu cümlenin makabline atfı medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey insanlar, Kur’an’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an onların sıdkına delil ve şahittir.’”

Bu tam da İsmail kardeşin dikkat çektiği gibi varlığı ‘statik’ değil de ‘dinamik’ düşünmek demek aslında. Yani sadece bir belge, bir tabela, bir uyarı işareti gibi ‘okunması gereken’ değil. Kendisi de anlatan konumuyla sahnede varlık. Farkı ne peki bu söylediklerimin? Açayım: Birincisinde iradenin sarfı ile sonuca ulaşmak ancak mümkünken; ikincisinde sadece müsait olmakla da, yani hakikate açık olmakla da, hakikatin bilgisine ulaşabilirsin. Yeter ki hidayetin hasmı olma. Hac sûresindeki ifadeyle kalbini kör etme. Gözün kör değil zaten. Sen yeter ki Allah’a küsme. Kalbin karşı koymadıktan sonra gözlerini dolduracaktır bu nur.

Belge kendisinden ibarettir. Olduğu kadardır. Değişmez. Şahitlik öyle değildir. Konuşuldukça konuşan, sordukça açılan, şahitliği de artan birşeydir şahit. Hakkın ortaya çıkmasına da taraftır üstelik. Marifetinin dibi yoktur bu yönüyle. Hem duygusal bir yanı da vardır bilişinin. ‘Yaşamak’ ve ‘okumak’ arasındaki fark bu. Balı tatmak bizi bala dair okumalardan daha ziyade bilir kılıyor.

Varlık hidayete taraftır. Yönünü doğrular. Süreci beraber yaşadığınız diğer şahitlerden bilgi alarak yolculuğunuza devam ediyorsunuz. Kelime-i şahadet de bunu söylüyor: “Allah’ım, işte, ben de kendi şahitlik sürecimi başlatıyorum. ‘Olduğuna’ ve ‘olmadığına’ şahit olarak yaşayacağım bundan sonra. Senden başka ilah ‘olmadığına’ ve Muhammed aleyhissalatuvesselamın kulun ve resulün ‘olduğuna’ şahit olarak yaşayacağım.” İşte bu makamda diyor ki mürşidim:

“Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. (…) Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz.”

Demek kâfir dediğimiz ‘örtücü’ de aslında bu kainatın bir belgesi. Okuyan ve okutan değil o, sadece okunan. Örttüğü sadece kendi şahitliği. Gözünü kapamakla gündüzü kendine gece yapan cinsten. Bir belge olarak, delil olarak, işaret olarak onu okumaya devam ediyoruz. (Ebu Cehil bile Allah’ın varlığına bir delildir.) O da dalaletiyle yokemediği delaletine devam ediyor. Evet. Allah’a inanmamak Allah’a delil olmaya engel değildir. (Firavun Allah’ı inkâr etmekle Kur’an’da delil olarak istimal edilmekten kaçabildi mi?) Fakat, Allah’a inanmamak, Allah’ın rububiyetinin şahidi olmaya engeldir. Kâfir ancak şahitliğini örter. Delilliğini örtemez. Şahit gibi dinamik bir yaşam seviyesinden, belge gibi statik bir yaşam seviyesine geriler.

Şunu da hatırında sıkı tut arkadaşım: İnsan Esmaü’l-Hüsna ayinesidir ve ayna olmaya ebeden devam edecektir. Bu vazife, ama fıtrî vazife, üzerinden asla kalkmayacaktır. Mü’min için cennette, kafir için cehennemde, daha müstekar bir ayinedarlık vazifesi devam edecektir. Bu ayinedarlık aynı zamanda fıtrî, yani canın da istediği olduğu için, cennet lezzetleri olarak resmedilmiş mü’mine. Kâfir ise bu dünyada şahitlik etmedi, öteki tarafta birikmiş şahitlik borçlarını ödeyecek. Mü’min, iman nuruyla yaktı, nurlandırdı âlemini. Kâfir bugün tutuşturamadığını cehennemde pişmanlık ateşiyle tutuşturacak. Hadiste buyuruluyor: “Pişmanlık tevbedir.” Bu dünyada etmediğine öteki tarafta kesin tevbe edeceksin. Ve bu dünyada kötü demediğine öteki dünyada kesinlikle kötü diyeceksin. İşin şahitlik kısmı mutlaka tamamlanacak. Yanlış işaretlenen şıkların doğrusu orada tanınacak. Fakat, ne yazık, bu yana yakıla şahitlik o zaman ferah vermeyecek.

Risalelerde deniliyor ki: “Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler.”

Demek yaşamak böyle birşey arkadaşım: Cennetteki daha nitelikli kulluk için bu dünyada bir staj. Bir şahitlik sürecinden geçmek. Dili ballanmakla ve yanmakla acıyı-tatlıyı tam bilen insan doğrunun-yanlışın kesin bilgisine kavuşuyor yaşamakla. Taklidden tahkike koşuyor. Allah’a birşey öğretmek için yaşıyor değil, hâşâ, o zaten biliyor. Herşeyi biliyor. Asıl biz öğreniyoruz: Kötü neymiş? İyi neye denirmiş? Kötü nasıl kötüymüş? İyi neden iyiymiş? İblise kapılmak bir öğretiyor. Allah’a sığınmak bir öğretiyor. İblise kapılmanın sonuçları yakıcılıklarıyla Allah’ın haklılığını bir başka şekilde ders veriyor. Allah’a sığınmanın lezzeti Rabb-i Rahîm’in haklılığını bir başka yöntemle anlatmış oluyor. Evet. Stajın tabiatı imtihandır. Asıl görevse orası. Yani şahid kılınarak cennete-cehenneme yetiştiriliyoruz. Şimdi, ey satırlarıma katlanan arkadaşım, şu hadise de bu pencereden bir bakar mısın: “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9)

Ahmet Ay – hicbisey.com

Besmele ‘Rahman’la Neden Yetinmez?

Bismillâhirrahmânirrahîm’in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.” Sözler’den.

Cenab-ı Hak, besmelesini dilimize şeker kılarak, önce ‘Allah’ olduğunu, sonra Allah içre ‘Rahman’ olduğunu, sonra Rahman içre ‘Rahim’ olduğunu neden bu kadar sık hatırlatıyor arkadaşım? Benim buna cevabım şöyle: Çünkü anımsamaya ihtiyacımız var. Evet. Samediyet penceresinden bakınca görüyoruz ki: Her tekrar tekerrür eden ihtiyaçlarımızın karşılığı. Öğün sayısı açlık sayısınca. İçmek sayısı susamak adetince. Nefes almak boğulmak miktarınca.

Demek, bizim Allah’ın ‘Allah’ olduğunu, Allah içinde Rahman olduğunu, Rahman içinde Rahim olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Elhamdülillah. Besmele işte bu içiçeliğe dikkatle okunmalı. Hem Allah’ın hangi ismini öğrensek içinde başka birçok ismin de bize gözkırptığını unutmamalı. Ki, sen de nazar etmişsindir, Kur’an’da yeralan fezlekeler de aynı sırrı ders veriyor gibi: Yani Allah hem Alîm hem Hakîm’dir. Hem Rauf hem Rahîm’dir. Hem Semî hem Alîm’dir. Hem Ganî hem Hamîd’dir. Esmaü’l-Hüsna’sı hep komşudur, hep arkadaştır, hep kardeştir.

Bu sır Risale-i Nur’daki esma tefekkürünün en önemli parçalarından birisini oluşturur: “İsimler arasındaki geçişler…” Fiilden isme uzanan dikey bilişi, isimden isme yatay bir marifete dönüştürmek, ancak bu farkındalıkla mümkündür. Rahman olanın aynı zamanda Rahîm olduğunu, yani ki, Rahmaniyetinin Rahîmiyeti de içerdiğini bilmek gerekir esmayı tefekkür ederken. Tıpkı Alîm olanın Hakîm de olması gerektiğini bilmek gibi. Öyle ya. Her işi hikmetle yapıyorsa “Herşeyi biliyor da yapıyor!” demektir. Herşeyi biliyorsa elbette her eylediğini de o ilimle eyliyor demektir. Ve en nihayet Rahman’ın kainatı kuşatan tecellileri de bize şunu gösterir:

Allah, eğer Rahman’sa, diğerlerinden ayrıldığım noktalarda ‘bana özel ikramları’ da olmalı. Onları da kollamalı. Hiçbirşeyin ışığından kaçamadığı bu Sonsuz Güneş farklılıklarımda da beni gölgede bırakmaz. Bırakmamalı. Gözetememenin aczi ona dokunamaz. Dokunmamalı. Yüzüm başka insanlara her noktada benzemediği gibi hüznüm de benzemez. Bahtım benzemediği gibi kalbim de benzemez. O vakit Rabbimin Rahmaniyetinin en ince dairelere kadar tasarrufu olmalı. Olmalı ki bendeki Sultanlığı tamama ermeli. Vahidiyetin kudreti üzerine Ehadiyetin kemali serpilmeli. Ki o da Rahîmiyettir. Nüanslara yetişen ‘hususi imdad’dır.

Bu makamda mürşidim der: “Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü’r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi.” Evet. Şu hususi imdatlardır en çok bizi Allah’ın kudretinden ümitvâr kılan. Yaşadığımız-yaşayacağımız halet-i ruhiye nasıl bir karanlık içerirse içersin o Şems-i Sermed’in ziyasının bizi ıskalamayacağını biliriz. Ayrıntıların ışığından kaçamayacağını biliriz. Hiçbir başkası, ne kadar büyük olursa olsun, bizi gölgede bırakamaz. “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla diyebiliriz ki artık: Rahîmiyet Rahmaniyetin kemalini ifade etmede gereklidir. Tıpkı zirvesinin dağa kattığı azamet gibi. Rahîmiyetteki dakik gözetiş de Rahmaniyete ayrı bir azamet katar. Detaylara dikkat-i nazarı Ustanın sanatını büyütür.

Onunla biliriz ki: Allah’ın Rahmaniyeti (hâşâ) kontrolsüz bir saçış/bağış değildir. En küçük mahlukatının en ince derdini bilip de ona has devaları o büyük dağıtım içinde gözeten bir bağıştır. Sözgelimi: Bize bağışladığı imanlı zamanlar içinde Rahman ismini görüyorsak musibet vakitlerinde de Rahîmiyetini okuyoruz. Çünkü bu özel alanlara (has ikram dairelerine) ihtiyacımız var. Kervan göçüp dağlar başında yalnız kaldığımız zamanlar var. Besmele bu açıdan sanki diyor ki bize: Dikkatli olun ey acizler! Dikkatli olan ey başkalar! Dikkatli olun ey yalnızlar! Rahman olan aynı zamanda Rahîm’dir. Geride kalmışlara has ikramları da vardır. Hayatınızdaki özel ikramları sakın ha sakın gözden kaçırmayın! En çok siz olduğunuz yerden (yani kalbinizden) ve en çok şuurda olduğunuz yerden (yani dikkatinizden) Allah’a bağlanın. Bu gözle baktığınız zaman siz de Bediüzzaman’ın gördüğü yolu göreceksiniz. Rabbü’l-Âlemîn olan Allah’ın aynı zamanda ‘ben’in de Rabbi olduğunu sezeceksiniz. Arşınıza çıkıp tecellisini seyredeceksiniz:

Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.

Ahmet AY – risalehaber.com

‘Mealcilik’ Diye Yazılır, ‘Kolaycılık’ Diye Okunur

“(…) Zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’ân (‘Bu Kur’an’ın lisanı apaçık Arapçadır…’) fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.Mektubat‘tan.

Bu da ilginç birşey: Ne zaman Kur’an’ı anlamanın bir yetkinlik gerektirdiğini, bir ihtisas alanı olduğunu ve özellikle yolun saff-ı evvelleri olan selef-i salihîn büyüklerinin otoritesinin kabul edilmesinin zaruriyatını belirtseniz; Kur’an müslümanlığı(!) taifesi sizi şu gibi ayetlere aykırı hareket etmekle itham ediyorlar: Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik.” Şaşırmayın. Cidden böyle. Bu arkadaşların kafası bu kadarcık çalışıyor: Yeter ki içinde ‘apaçık’ ve ‘ayet’ ifadeleri geçsin, tamam, Ehl-i Sünnet’i çürütmek için kullanılabilir bu ifadeler. Hey yavrum hey. Sırf reçetede yazan ilaçların adlarını şöyle-böyle sökebilmekle tıp ilmini boşa çıkarabildiğini düşünen densiz hasta kadar da cüretkârlar bu hususta.

Soralım o zaman: Neden herhangi ilim/bilim için söylenmesi rahatlıkla mümkün birşeyi Kur’an gibi ‘tüm ilimlerin kaynağı’ bir kitap için söyleyemiyoruz? Neden sistemi çözülemeyen beyazeşya için bile servisi aranırken Kur’an bu kadar uzmanlığı haketmiyor? Cevapları şu: Çünkü Cenab-ı Hak kendisi ayetlerine ‘apaçık’ diyor. Apaçık olanı izah etmek için hiç ilim, eğitim, otorite veya yetkinlik aranır mı? Cık, cık, cık…

Tabii bu arkadaşlara ‘apaçık’ olmasıyla kendilerine şahane bir serbestî kazandırdığını sandıkları Kur’an’ın Arapça olduğunu ve dolayısıyla kendileri için (eğer Arapça bilmiyorlarsa) o kadar da ‘apaçık’ olmadığını anlatamıyorsunuz. Yani Kur’an ‘herkesin kolaylıkla hüküm çıkarabileceği metin’ anlamında kendisine ‘apaçık’ diyorsa Arap kardeşlerimiz dışındakileri, hâşâ, hesap etmemiş olacak. Onların anadili Arapça değil çünkü. İş sanki biraz ‘apaçık’lıktan uzaklaşıyor.

Sakın Kur’an’ın kendisini, “Anlayasınız diye, biz, onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik…” diye andığını hatırlatmayın, işe yaramaz, çünkü onlar arzularındaki ‘apaçık’a kapılmış gitmişlerdir. Zaten ihtarlarınızı umursamazlar da. Nihayetinde ‘eksik kalmaya mahkum kul sözlerinden’ oluşan mealler onlara yeter de artar bile. Edebiyat duayenlerinden birisinin, mesela Cemil Meriç’in, “Tercüme yeni bir teliftir…” cümlesini hatırlatsanız, mutlaka ona da bir cevapları olacaktır.

Lakin iş bu kadarla da kalmaz. İlk taşı yerinden oynatılınca gayrı din artık yerinde durur mu? Kaynamaya/kaymaya başlar herşey. Sarf ve nahiv ilminin de önemi azalır böylece. Dili bilmeye ihtiyaç duymayanlar, o dilin kaidelerine, dolayısıyla o dilde oluşabilecek anlam karmaşalarını gidermeye yarayacak bir ilme, neden ihtiyaç duysunlar artık? TDVİA’da sarf ve nahiv hakkında şöyle bir bölüm olduğunu nakletmenizin de bir anlamı yoktur:

“Kadîm râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8).

‘Apaçıktır’ ya! Sahabenin, hatta sahabenin en büyüklerinin, hatta Hz. Ömer’in veya Hz. Ali’nin (radyallahu anhum ecmain) gerekli gördükleri bir ilmin gerekli olmasına ne gerek vardır? Düpedüz boş işlerdir bunlar(!). Mealler her sorunu çözer. Ve bir de çılgın yorum gücümüz. Nurcu olsanız, hatta Senai Demirci olsanız, şöyle diyebilirsiniz: ‘(…) sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dili…’ Bediüzzaman’ın ‘tefsir mukaddemesi’ olarak kaleme aldığı Muhakemat’ta kaç kere Arapça hakkında ‘lisan-ı nahvi’ dediğini hatırlamaz o da. Hatta şöyle demesi bile önemsizdir Bediüzzaman’ın artık: “Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i’câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.

Ne kadar tuhaf değil mi? 1400 yıldan fazla bir zamandır, her nedense, ümmet ayet-i kerimelerdeki ‘apaçık’ ifadelerini anlayamamış ve Kur’an’ı anlamak için bazı ihtisas dallarına/ilimlere ihtiyaç duymuştur. Bu aynı zamanda ‘apaçık’ olanın, hâşâ, kendisiyle düşülen bir çelişkidir. Öyle ya: Eğer Kur’an apaçık ise, neden muhteşem(!) zekalardan mürekkep Kur’an müslümanları(!) ilim dünyamıza teşrif edene kadar bu apaçıklık anlaşılamamıştır?

Apaçık olanın ‘1400 yıldır yanlış anlaşıldığını’ iddia etmek de yine o apaçıkla düşülen bir tezat değil midir? (Hem de, ne acayip, dil ve sosyoloji olarak nüzulünün daha yakın olduğu dönemlerde yanlış anlaşılmıştır.) Demek ki iş başkadır. Hatta herhalde şöyledir: Kur’an müslümanlarının anladığı şekilde anlaşılmadığı sürece Kur’an ‘apaçık’ değildir. Yahut da bu apaçıklık yalnız bu zamanın Kur’an müslümanları(!) için geçerlidir. Eğer onların anladığı gibi anlarsanız artık apaçıktır. Bu da sözde Kur’an müslümanlarının size fikir özgürlüğü başlığı altında yutturdukları kendi şahane diktatöryalarıdır.

Yerseniz.

Yemezseniz, ki inşaallah yemezsiniz, Ehl-i Sünnet bahçesinde öten ne bülbüller var. Her zamanı sesleriyle renklendirmişler onlar. Hem hepsi de kulaklarını Andelib-i Zîşan aleyhissalatuvesselamın hoşsedasına bağlamışlar. Seslerini sesiyle akortlamışlar. Ahengiyle güzelleştirmişler. Ona uymuşlar. Cenab-ı Hak o müfessirîn-i kiramın seslerini kıyamete kadar kulağımızdan eksiltmesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber

Aslanların göçü çakalların bayramıdır

“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92)

Bu hem Risalelerde kendisine yer bulan birşeydir hem de saff-ı evvel ağabeylerin aynı manayı doğrular hatıraları vardır. Birisini de merhum Said Özdemir ağabeyle ilgili anlatılarda dinlemiştim. Özeti şudur: Said Özdemir ağabey, sâbık rejimden dolayı, Türkiye’den Arabistan’a hicret etmeyi arzu eder. Bu arzusunu da ziyareti sırasında Bediüzzaman’a açar. Mürşidim de ona, şu mektupta dediklerine benzer şeyler söyleyerek, kalmasını öğütler:

Mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise… Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz.

Bediüzzaman’ın bu kararı önemlidir. Zira dönemi âlimlerinden pekçoğu Türkiye’de kendilerine çektirilen/çektirilebilecek sıkıntılardan dolayı İslam âleminin değişik beldelerine hicret etmişlerdir. Anadolu, tek parti diktasının dine muhalif tavrından dolayı, bir ‘mürşidsizlik’ sıkıntısı çekmektedir. Bu mürşidsizliğin gelecek adına doğuracağı kötü sonuçlar düşünülünce, kalıp mücadele etmek, gidip rahat etmekten daha evladır Bediüzzaman’a göre. Fakat kalmanın da bir bedeli vardır. Kalmanın bedeli, ahirzaman fitnesinin en ateşli olduğu zamanlarda, o koru elinde tutup ‘eli yananlardan’ olmaktır.

Evet, İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır…(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17) hadis-i şerifi ekseninde de anlaşılabilir Bediüzzaman’ın bu ‘kalıp savaşma’ ve ‘koru bırakmama’ tavrı. Hem yine Ebu Ümame radyallahu anhtan aktarılan bir rivayette de Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur: “İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız.” Devamında bir bedevi “İlim nasıl kaldırılır?” diye sorunca da üç kere “Dikkat edin, ilmin gitmesi, ilmi taşıyanların (âlimlerin) gitmesiyle olur!” demiştir.

İşte, gitmemiştir bir âlim, tüm ‘gönderme’ ve ‘yaşatmama’ çabalarına rağmen. O ve emsalinin gitmemesiyle de ilim ve istikamet bu topraklardan, elhamdülillah, gitmemiştir. Bunu sadece Türkiye’nin tarihi veya jeopolitik önemi üzerinden okumak yanlış olur. Bediüzzaman’ın bu nasihati, kanaatimce, her yerin ilim ehlinedir.

Eğer modern (m)edeniyetin İslamî değerlere hücum ettiği bir coğrafyada yaşıyorsanız ve çevrenizdeki şuuru korumaya muktedir birisiyseniz, gitmeyin. Kalın ve o topraktaki İslamî şuurun devamı için manevi cihadı sürdürün. Bunu bu şekilde yapmanız, İslam’ın, ‘görece daha rahat yaşandığı’ yerlere hicret etmenizden daha evladır. Zira, siz giderseniz, sizinle birlikte ilim ve istikamet de gider. İslam da o toprakları, Allah korusun, terkeder.

Sadece bu kadar mı Bediüzzaman’ın mezkûr duruşundan alacağımız ders? Bence yanıbaşımızda hortlayan DAİŞ terörü ve onun sahte hilafet davası üzerinden bir zenginliğini daha farkedebiliriz bu duruşun.

Akaid Bilinci Sohbetleri’nin altıncısında Ebubekir Sifil Hoca’nın da dikkat çektiği bir yaradır: Bu sahte hilafet, birçok beldenin safi kalpli mü’minlerini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine katılmaya davet etmektedir:  “(…) Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” “(…) Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” “(…) Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır. Maide sûresinde geçen bu ifadeler üzerinden Allah’ın şeriatına göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ’e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu ve hatta tek çıkar yol olduğunu iddia eden bu insanlar; Ebubekir Sifil Hoca’nın tabiriyle ‘yeni bir emperyal oyun’un maşası konumundadırlar: ‘Müslümanı müslümana kırdırma’ veya ‘müslümanı müslümanla hizaya çekme’ oyunu!

Ehl-i Kitap olarak İsrail’in yanında durmayı, mürted saydığı Hamas’ın yanında durmaya tercih edeceğini söyleyen böylesi yapılanmaların İslam’ın hakikatine hizmet ettiklerini/edeceklerini söyleyebilmek mümkün müdür? Asla. Bunlar seküler rejimlerce mürşidsiz bırakılan toplumlara dışarıdan ‘ihraç edilen’ hastalıklı eğilimlerdir. Bugün ‘sahte tarikat/şeyh’ tartışmalarının altında yatan neden de budur. Yüzdeyüz ‘yerli-istikametli-ehl-i sünnet’ medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatılarak aslanı seyreltilen bir toplumda böylesi çakalların-çakallıkların çoğalması kaçınılmazdır. İkinci yaşanan birinci kıyımla alakalıdır. Tıp fakülteleri kapatılan bir ülkede elbette sahte doktorların sayısı artar.

DAİŞ mevzuuna dönersek: İbn-i Abbas (r.a.) gibi müfessirler, bu ifadelerdeki küfrün ‘mutlak küfrü’ değil, ‘küfran-ı nimeti’ kastettiğini söylerler. (Yani Allah’ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün ‘nimetiyetinden’ istifade edememektir.) Hal böyleyken böylesi ifrat yorumlarla âlem-i İslam’ı kendi yaşadığı topraklarda huzursuz, kendi insanına karşı tekfirci, kendi devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de yeni ve büyük bir tuzağın resmini bize vermektedir. Bu resim birşeyi daha göstermektedir hepimize: Bediüzzaman’ın metinleri ve duruşu, tıpkı yaşadığı günlerde olduğu gibi, bugün de sıkıntılarımıza derman, karanlıklar içerisinde denizfeneri, ehl-i sünnet reçeteleri sunmaktadır. Allah dudağımızı onun pâk ayak izlerinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber

Meyve Risalesi’yle uçak düşürülür mü?

Mürşidimin metinlerini külliyattaki sırasıyla değil de telif sırasına göre okumak ilginç farkındalıklar yaşatabiliyor arkadaşım. Mesela? Hemen misallendireyim: Kastamonu eserlerinden olan Münacaat Risalesi ve Ayetü’l-Kübra’yı peşpeşe okumak aralarındaki benzerlikleri farketmeyi sağlayabiliyor. (Bende sağladı.) Tabii Bediüzzaman’ın Kastamonu’da önceleri çok yalnızlık çektiğini öğrendiğinizde ilk telifinin bir ‘yakarış’ olması garibinize gitmiyor.

Düşünsenize: Hapisten yeni çıkmışsınız. Yalnızsınız. Gurbettesiniz. Akrabalarınız sizden uzakta. Talebeleriniz sizden uzakta. Haberleşemiyorsunuz. Yanınıza gelemiyorlar. Yanlarına gidemiyorsunuz. Eserleriniz dahi uzağınızda kalmış. Onlara da ulaşamıyorsunuz. Bu yalnızlık içinde ne yapılır? Allah’a ‘hâzırane bir şekilde’ yakarmak… Zaten yine kendisi bir metninde şöyle demiyor mu: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. Demek Bediüzzaman’ın bu ‘en tatlı meyveyi’ yemesidir Münacaat Risalesi.

Ayetü’l-Kübra’nın telifi daha sonra. Hatta yıllar var aralarında. Denizli Mahkemesi’ni netice veren de zaten Ayetü’l-Kübra’nın neşri oluyor. Orada Bediüzzaman’ı daha bir ‘gaibane tefekkür’ içinde görüyoruz. Münacaat’ta yaşananların âdeta üçüncü bir kişinin gözünden aktarımı gibi. Bu iki eserin böylesi bir kardeşliği olduğunu görmek güzel. Bunu Risale-i Nur’u az-çok okumakla geçmiş bunca seneden sonra farketmekse hazin. Demek, çok şükür, bitmeyecek bu yolculuk. Bitmeyen, yani ki sonu olmayan, sonlu olandan güzel.

Bir diğer lütuf da Meyve Risalesi’ne dair oldu. Nicedir sorduğum bir sorunun cevabı bu acize bulduruldu zannederim. Onu da arzetmeye çalışayım arkadaşım: Denizli Mahkemesi ile ilgili mektupları/savunmaları (yani 14. Şua’yı) okuyanlar bilirler. Mürşidimin hapiste telif edilen Meyve Risalesi hakkında en çok altını çizdiği şey: Onun bir ‘savunma metni’ oluşudur. Mesela der ki bir yerde Bediüzzaman: Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Ve yine mesela der ki:

Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir.

Zaten bilenler benim bu cahilliğimi hoşgörsünler. Ben Meyve Risalesi’ne baktığımda imanî meseleleri (yargı süreciyle ilgisiz bir şekilde) anlatan yapısından dolayı ‘nasıl bir savunma’ içerdiğini anlayamazdım. Yani kendi kendime derdim ki: “Savunma dediğin kendi üslûbuyla yazılır. ‘Savcı şunu diyor. O aslında öyle değil böyledir…’ falan. Meyve Risalesi’nin böyle bir içeriği yok. Bu nasıl savunma?” Ancak işte son okumalarımda Meyve Risalesi’nin 6. Meselesi’ne şu mektubun ardından rastlamam onun ‘savunma’ mahiyetini anlamamı sağladı:

Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo, tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor!

Peki, Meyve Risalesi’nin 6. Meselesi bize ne anlatıyor? Okuyalım: Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz...”

Yani Meyve Risalesi esasında Denizli Mahkemesi’nde suçlama olarak ilerisürülen şeylere Bediüzzaman’ın dolaylı yoldan cevap vermesi. Duruşunu netlikle ortaya koyması ve hakkındaki iddialara ‘savunma psikolojisine girmeden’ karşı durması. Bir nevi S-400’leri kurup beklemesi. 6. Mesele bunun yalnızca bir nümunesi. Daha birçok detay var suçlamalarla uyuşan. Ellerini boşa çıkaran. Bunu farketmem de benim için bir zenginlik oldu. Allah’a hamdolsun.

Eh, evet, dilenci dediğiniz eline ne sıkıştırılsa altın bilir. Belki de bunlar size ‘basit farkındalıklar’ veya ‘zaten bilinenler’ gibi gelmiştir. Doğrudur. Ne yapayım? Ben de böyle böyle öğreniyorum işte. Küçük-büyük ne sezsem seviniyorum. Heyecanlanıp paylaşıyorum. Zaten bilenleriniz varsa vakitlerini israf ettiğim için haklarını helal etsinler. Bu kardeşlerinin akıbeti için hayır duada bulunsunlar.

Ahmet AY – risalehaber.com