Etiket arşivi: ahmet ay

Kadere İman, İmanın Kemalidir

Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu: Kader, akaid-i imaniyeye (hatta altı şartının içine) girecek kadar neden önemli? Bu soruyu bugünlerde zihnimde daha çok evirip çeviriyorum. Zira, nübüvvet anlayışlarındaki sorunlarıyla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla daha sık karşılaşmaya başladım.

Bugün de twitter’da bu taifenin rüzgarına kapılmış bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. (Yoksa ‘tartıştık’ mı demeliyim?) Ve şu sonuca vardım bu müzakerenin/münakaşanın nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’ konusuyla büyük bir ilgisi var. Yani, kadere imanın akaid içine girmesi, değil niceliği, inandığınız Allah’ın niteliği (esma, sıfat ve şuunatı) adına yorumlarda bulunurken kendini ele veren bir öneme sahip. Ve kadere iman, ‘esmaya iman’la da yoğun şekilde irtibatlı bu yönüyle. O esmanın temsil ettiği mananın sınırları, sizin kadere iman edip etmeyişinize göre genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor.

Nicelik ve nitelik kelimelerini özellikle kullandım. Çünkü meseleyi fehminize yaklaştırırken işime yarayacaklar. Şöyle ki: Zâhire baktığınızda, ‘nicelik’ bakımından Kur’an müslümanlarının sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı, yani Kur’an’da geçen terminolojiyi (o terminoloji tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a Allah ve vahid ve ehad ve ekber diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde; yani zâhirden bâtına, nicelikten niteliğe doğru indiğinizde; aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Örneğin: Alîm ismi üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ dediğimiz bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize kadere imanda yaşadıkları sorunlar söyletiyor. Bu taifenin, ‘Allah’ın olup olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak iman ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı biraz kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar.

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esma ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi belli oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. Alîm olan Allah, onlara vardığınızda, ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Bazılarını sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış, onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü ederlerse, Allah’ın Alîm ismine sizin gibi inanmak zorundalar.) Bunun Allah’ın Allah’lığına nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi, insanın seçmesine engel olmuyor. Allah’ın bilmesi, Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar açık ve basit inanmak isteyen için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Sünnet ehli için çok kolay birşey, ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Bilmekle zorlamak arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla Allah’ın ‘bilmesi’ ve ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı anlayamadıklarını görüyorsunuz. Hatta onlar, Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi, yani yine zamana ait bir tanımlama. Zamandışılık değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

“Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.”

Zaten Allah’ın Allah olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa, bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti yara almaz mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır.) Ve buna ilaveten, eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa, yaratışı nasıl mümkün olmaktadır? Yaratan başkası mıdır ki, Allah yarattığını yarattıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” derken dikkatimizi çektiği şey bu: Yapanın bilmesi gerek. Bilmeden yaratamaz. Evrenin nizamı, bu yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler. Kadere iman da en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah, elbette yarattığının ne olacağının, nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa, Yaratıcının ne yaratacağını bilmeden yarattığını söylemek gerekir ki; bu Allah’ın yaratışı adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga diğer esmaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. Gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Gelecekteki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya! Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Mütekellim olan Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allah’lığı ne kadar kalır?

Halbuki Rûm sûresindeki, sûreye ismini veren ayet (ve sebeb-i nüzûlü) bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir zannını mı sokmuştur? Yoksa ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler. Zaten bu Kur’an müslümanlığı taifesinin ihbar-ı gaybî türünden hadisler ve ayetlerle ayrıca takık olmaları, bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini bozmasındandır. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan bir Resulün varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacaktır? Sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman, imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık…” (Kamer sûresi, 49)

Ahmet Ay

Kime Alim Demeli?

Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs… gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî’nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî’nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde ‘yaşlı kadın teslimiyetinde’ bir iman diliyoruz. Bilimadamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür’etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!

Ebubekir Sifil Hoca’nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam’a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.

Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur’an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. “Bu kitap neden yazıldı?” sorusuyla Önsöz’üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış ‘meslekdaşlarından’ bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde “İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine” yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:

“Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah’tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları ‘eski’ bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir.”

Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil’in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:

“Bana Ankara’daki İlahiyat Fakültesi’nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet’in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet’in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.”

Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman’ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü’z-Zehra’dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur’un medrese malı olduğu vurgusu yapar: “Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen…” diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur’a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:

“Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.”

Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman’ın beyan ettiği; “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir…” gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca’nın, hem Salim Öğüt Hoca’nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman’ın “İlimle murad olunan nedir?” sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.

Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: “Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir.” Bediüzzaman da felsefe ve Kur’an’ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: “Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor.

Yine Nur sûresinde; “Kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır…” denilirken Fâtır sûresinde de; “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar!” denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî’de geçen bir hadisinde; “Hikmetin başı Allah korkusudur!” buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin ‘faydasız ilim’ diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?

Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur’un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman’ın ‘zamanın mühim bir âlimi’ ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.

Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, “Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!” diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur’u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini ‘âlim seviyesinde’ kazanabilir. Risale-i Nur’dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur’da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur’an’dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur’un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama ‘medrese’den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü’z-Zehra’ya ‘Zehra Üniversitesi’ demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.

Ahmet Ay

Bir Bediüzzaman’ı Yanlış Anlama Yöntemi Olarak Lügatla Yetinmek

Bu hassasiyeti yıllar önce Kenan Demirtaş abi öğretmişti. Söz Basım’da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. “Ne gerek vardı buna?” diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız. Başarının sadece ‘kazandırılan parayla’ ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

Ben, bu çalışmalar başlatıldığında Nesil Yayınları’nın sevkiyatında hamallık yapıyordum. (Kendi aramızda öyle derdik. Sizden mi sakınacağım?) Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım’ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı. (Duyduğum ilgiye rağmen…)

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye, yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden cahil cesaretiyle şöyle birşey söyledim: “Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider… Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?”

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çayocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda, bu dinleyişin dahi bir ‘sabır işi’ olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: “Öyle basit değil.” Dedim: “Neden değil?” Dedi ki:

“Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki, ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen o terim karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin ne hakkında olduğuna takdirle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin….”
Daha bunlar gibi bir sürü şey anlattı Kenan abi, ama hepsi benim aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı; ayaküstü had bilmezliğimizi ve cahilliğimizi ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce bu iki şeyi öğrenir. (Bu iki şeyi öğrenmişse ancak, üçüncüsünü öğrenir.) Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini, ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pekçok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu. O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman’ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz’da diyor ki:

“Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş.”
Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir billurlaştırın ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur’un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur…

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman’ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki, hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle ‘şeytanla münazara’ veya ‘ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara’ edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis, kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki, yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar…

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

“Eski ulemanın değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine ‘delil’ demezler. ‘Şüphe’ derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, ‘İşte Mutezile falan ayeti kendine şöyle delil yapıyor’ demezler. ‘Mutezilenin şüphesi’ derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da ‘bitarafane muhakeme’ eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor.”
Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, ‘şüphe’nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, ‘muarız düşüncenin hak verilmeyen delili’ gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü’l-İ’caz’ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu. Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyle savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu: “Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki…”

İşte geleneğin bilgisine, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır ‘soru sorulmasından’ veya ‘soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden’ bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman’ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni ‘soruları zikretmemek lazım’ şeklinde anlamayı seçenler; kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur’u besleyen/yetiştiren geleneğe aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikate zarar veriyorlar. Ki ben bunu ancak Medine’de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı; Bediüzzaman’ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak, onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

Ahmet Ay

Kazanmak İstiyorsan, Yarışmayı Bırakmalısın

Daha fazlasını istemek, ama her ne olursa olsun istemek, çılgınca istemek, hep istemek, bütün bunların kalpteki etkisi cehennem gibi. Cehennem nedir? Suyun zeytinyağıyla boğuşması. Üste çıkma/kalma telaşı. Üst, üst, daha üst… Dibi olmayan kuyu, sürekli düşülen. Yahut çıkması hiç bitmeyen bir merdiven. Yorgunluk. Hırs. Bitmek bilmeyen yarış. Stres. Hased. Ve geride kalmanın uyandırdığı tüm çirkinlikler. Kötülüklerin anası: Öne geçme arzusu. Daha fazlasına sahib olma arzusu. Gıybet, iftira, kıskançlık. Sonu gelmeyen yokuş. Esfele’s-safilîn. Yukarıların yukarısına değil bu yarış. Bitiş çizgisi yok. Varacağı yer: Aşağıların en aşağısı. Aç olmayan, tüketmeyen, istemeyen, koşmayan, arzulamayan geride kalıyor. Her gün yeni birşey çıkıyor. Almayan geride kalıyor. Tüketmeyen geride kalıyor. Uymayan geride kalıyor. Önündeki her kuyuya iştiyakla düşmeyen geride kalıyor.

Kâf sûresinde cehenneme “Doldun mu?” diye sorulacağı, onunsa bu soruya şöyle cevap vereceği buyruluyor: “Hel min mezid?/Daha yok mu?” Bence bu söz sadece cehennemin değil, cehennemliklerin de halet-i ruhiyesinin tarifi. Cehennemin şahs-ı manevîsi, cehennemliklerin şahs-ı manevîsidir. Onlar gibi konuşur. Onların kalplerinden, taşıdıklarından, götürdüklerinden, niyetlerinden, günahlarından, yalanlarından, isyanlarından, tükettiklerinden yaratılır. “Daha yok mu?” diyenlerin yurdu değil midir cehennem? Dünyadayken “Daha yok mu?” diyerek mülke saldıranların. Helal/haram tanımayanların. Sömürenlerin, zulmedenlerin, başkasını yutmakla beslenenlerin. Kanaat etmeyenlerin yurdu. Hayırda yarışanların değil, sahip olmak için koşuşanların. Elbet cehennem de onlar gibi davranacak. Onlar gibi “Daha yok mu?” diyecek.

Ebu Hureyre (r.a.), Kütüb-ü Sitte’de geçen bir rivayette Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şöyle buyurduğunu naklediyor: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” Ahirzaman insanı için bu söz sırtta yük gibi. Unutulmalı veya inkâr edilmeli. Mutlaka arkada bırakılmalı. Çünkü o yarışmak için gelmiş. Yarışmaktan ötesini bilmiyor. Daha fazlası için geldiğini düşünüyor dünyaya. Yetişmek için. Diğerlerini geçmek için. Bütün başarı kitapları ona bunu söylüyor.

O yüzden kanaatle işi yok. Mutluluğun formülü (sorgulanmaz bir şekilde) daha fazlasına bağlı diye öğretilmiş ona. Daha fazlası istenmediği takdirde bir insan nasıl mutlu olur? Bir ülke nasıl kalkınır? Bir millet nasıl müreffeh olur? Kazanmadığın bir yarış nasıl tatmin eder? Bunları anlaması mümkün değil. Çünkü ona göre yarıştan kaçınabilmek mümkün değil. ‘Yarışın kaçınılmazlığı’ dogması beyninin her hücresini fethetmiş durumda. Her ne olursa olsun ‘daha fazlası olmalı’ ona göre. Durmamalı. Koşmalı. İnsanlık büyük bir gelişim koşusuna başlamış. Ne işimiz olur artık zühdle, sabırla, iktisatla, kanaatle! Onlar bizi geri bırakan ‘fakirliği içselleştirme’ şeyleri. Eski müslümanların nefesi açlıktan koktuğu için onlara verilen emirler de böyle olmuş. Kur’an da zaten o zamana göre emretmiş. Fakat biz? Biz, elimizden gelirse, dünyayı yemeliyiz.

“Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”

Mürşidimin bu sözünü, artık yarışmaktan yorulduğum yaşlara gelirken daha iyi anlıyorum. Yorulmak yarıştan daha büyük bir hakikat. Yarışlar son bulsa da yorgunluk son bulmayacak. Yarışlar fani, yorgunluk bâki. Yarışlar hırs, yorgunluk acz. Neyin peşinden koşarsam koşayım, ondan daha çok ben yoruluyorum. Kimi kıskansam, o ateşin ilk dokunduğu benim. Kıskandığım an, hased ettiğim an içimde bir yerde koşmaya başlıyorum. Yarışmaya başlıyorum. Allah Resulünün, hasedin tabiatını tarif ederken vurguladığı; “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir!” ifadesi, yine mürşidimden mülhem şöyle karşılık buluyor dünyamda: “Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.”

Demem o ki; (değil yolumuza adam kazanmak için) eğer insanı iyileştirmek istiyorsak, önce onu aciz ve fakir olduğuna ikna etmeliyiz. Bunu başaramadığımız sürece ona sunabileceğimiz hiçbir deva yok. Yarışın her şekilde ona kaybettirdiğine/kaybettireceğine inanmazsa, yarışmayı kim/neden bıraksın? Bizim, kanaatin faziletini öğretmeden önce, onsuz dünyanın nasıl bir cehennem sakladığını anlatmamız lazım. Hatta her iyi hasleti anlatırken yokluğunun cehenneminden bahsetmemiz gerek. “Demek iman bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor…” cümlelerinin öğrettiği de sanki biraz bu.

“Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir….” veya “Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın içinde, âhiretin azabını ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiştir.”

Bugünün tebliğ dilinin biraz buna ihtiyacı var gibi. Hatta Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’nde yine ‘daha fazlasını istemek’ meselesine dair verdiği minare basamakları örneği, bu halet-i ruhiyenin tasvirini içeriyor. Daha fazlasını istemek, hiç sonu gelmeyecek bir minarenin merdivenlerini çıkmak gibi.

Hep bir fazlası, daha fazlası olacak… Bu yarışın hiç kazananı olmayacak… Herkesin bir üstü, onun da bir diğer üstü olacak. Yukarıya bakarsan mutlaka şikayet edecek bir ‘daha fazlası’ bulacaksın. Bu yarış da, yorgunluk da hiç bitmeyecek. Ta ki; “Yeter artık!” deyinceye kadar. Yukarıya bakmayı kesinceye kadar. Durduğun yerden razı oluncaya kadar. “Tamam!” deyinceye kadar… Sanki, Allah ve Resulü de bize emrediyorlar ki: “Zaten ‘Yeter artık!’ diyeceksin. Bari kanaatkâr ol. Daha canın yanmadan söyle!” Vahyin en büyük nimetiyet ciheti de bu değil mi? “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” sırrınca yapanın, daha biz yaşamadan, bize bilen olarak öğretmesi.

Ahmet Ay

Modernistler Menkıbelerden Neden Hoşlanmaz?

Bazı şeyleri ancak tevafukla açıklayabiliyorum. Mesela; daha bugün, Muhammed Nur Ambarlı abi bir video paylaştı. Etiketli olduğum videoda Prof. Dr. Mehmet Okuyan, evvel dinlemişlerin alışık olduğu yüksek volume’lü üslûbuyla yine İslam’ı kurtarıyordu.[1] Ulu kurtarıcımızın bu seferki meselesi; sigara veya içki değil; evliya menkıbeleri, sahabe kıssaları, hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından sahneler gibi zararlı(!) şeylerdi. Anlatımı sırasında sık sık ‘Masal bunlar…’ demeyi ihmal etmeyen Okuyan; bu menkıbe, hatıra, kıssa türü şeyleri dinlerken duygulanan insanları ise ‘salya sümük ağlayanlar’ diyerek aşağılamayı ihmal etmiyordu.

Kaptan Spark gibi Vulkanlı olan Okuyan’ın (nüfusa yanlış olarak Trabzon diye geçmiştir) elbette en az Spark kadar, ‘duygulanma’ yetisine sahip insanları aşağılamaya hakkı vardı. Eğer yine bu tür hatıralardan yapacağımız alıntıların kendisini etkileyeceğini düşünseydik; Allah Resulünün, sahabe-i güzinin veya evliya-i mübarekinin böylesi şeyleri hasbihal ederek ağlaştığı sahneleri naklederdik. “Müslümanın da bir kalbi var hocam!” derdik. “Sizin gibi Vulkanlı değiller!” Fakat ilahiyatçı da olsa bir Vulkanlıyla konuştuğumuzu hatırlayarak olmayan hislerine ihtar çekmeyi doğru bulmuyoruz. (Acaba Kur’an’da bir insanî özellik olarak ‘ağlamanın’ geçtiğini hatırlatsak? Aman boşver. Adam duygulanmıyorsa, zorla mı yahu?)

Muhammed Nur Ambarlı abiyle bazen böyle atışıyoruz. Birbirimizi videolarda etiketliyoruz. Yazılar gönderiyoruz. Kitap sayfaları paylaşıyoruz. Kader… İki Nur talebesi, karşı saflarda. (Ben kendimi hâlâ böyle tarif ediyorum. Acaba Muhammed abi de hâlâ öyle tarif ediyor mu? Dayatmak istemem.) Fakat bu videonun paylaşım tarihi itibariyle şöyle bir anlamı var benim için. İşte ‘tevafuk’ diye de ben buna diyorum: Tam da modernist/ehl-i bid’a insanların neden menkıbelerle bu kadar takık olduğunu tefekkür ettiğim bir döneme denk geldi.

Malumunuzdur belki, Senai Demirci abi de ‘kıssahanlar’ diyerek epey eleştirmişti bu tür anlatı yapan (Nihat Hatipoğlu, Ömer Döngeloğlu gibi) isimleri. Başkaları da eleştirdiler… Hoş, anlatımdaki tasannu çoğu zaman bizim de damağımıza acı bir tat veriyordu. Biz de zaman zaman “Yanında mıydın be hocam!” diyerek sitem ediyorduk. Fakat oyun içinde oyun var. Niyet içinde niyet var. Bazen, aynı şeyleri söyleseniz de, aynı şeyleri kastetmiyor oluyorsunuz birileriyle. Karıştırıyor ve karıştırılıyorsunuz. Kaş yapayım derken başkalarının göz çıkarmasına yardım etmiş oluyorsunuz. Şunu farkettim geçtiğimiz süre zarfında da: İki tarafın yaptığı eleştirilerin ekseni tamamen farklı. Bir taraf komple böyle hatıraların naklinden rahatsız. Diğer taraf böyle güzide hatıraların yâdından rahatsız değil. Ancak ona tasannu karıştırılmasını ihlasa uygun bulmuyorlar.

Burada bir nefes alalım. Farklı birşey anlatacağım. Marvel (çizgiroman) karakterlerini bilirsiniz. Örümcek Adam, Kaptan Amerika, Flaş, Wolverine, Hulk, Kum Adam, Fantastik Dörtlü, X-Man vs… Hepsinin ortak özelliği şudur: Kendi halinde yaşamakta olan kahramanımız, bazen bilimsel bir mekanda, bazen de tesadüfler sarmalı içinde biyo-kimyasal etkiye maruz kalır. Bu maruz kalış sonucunda mutasyona uğrar ve üstün yetenekler kazanır. Üst-insana dönüşür. (Üst-insan ifadesi Niçe’den mülhem.) Bu konu hakkınca onlarca çizgifilm, film ve animasyon bulunduğu için (ve siz de çoğunu izlemiş olduğunuz için) kısa geçeceğim. Bütün bu yapımların bize söylediği şudur: “Tesadüfleri hor görme. Onlar canlıları çok daha üstün şeylere dönüştürebilirler!” Zaten bu tarz yapımlar içinde evrime sık yapılan atıflar, anlatılmak istenen şeyin sadece Peter Parker’ın hikayesi olmadığını düşündürürler bizlere. Alttan alta birşeye de inandırılmak isteniyoruzdur sanki: Tesadüflerin elinden harikaların sâdır olacağına…

Bunu neden vurguladım? Çünkü Allah’a imanımızla onu inkâr etmemiz arasında tam bu kadarcık mesafe var: Tesadüflerin elinden harikalar gerçekleşebileceğine inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu… Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi’nde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisidir tesadüfün körlüğü… Kör olan, kontrolsüz olan, akılsız olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilmeyen sebeplerin elinden; görür olan, kontrollü olan, akıllı olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilen şeyler çıkar mı? Her türüyle, Allah’ı inkâr, biraz da buna çağırır bizi.

Ah şu tesadüflere birazcık inansak! Birazcık onların elinden de harikalar çıkabileceğine iman etsek! Herşey o kadar kolay olacaktır ki ateist için. Size meramını kolayca anlatacaktır. Fakat ateistin doğasıyla insan aklı/mantığı arasındaki ayar tutmamaktadır. Doğada, eğer sebeplere yaratıcılık verilecekse, işler düzensizden düzenliye doğru gitmeliyken; aklın kıstaslarına göre ancak düzenliden düzenliye doğru gidebilir. Yemeği yapan lezzetten anlıyor olmalıdır. Hayatı veren hayatı biliyor olmalıdır. Güzel kılan güzelliği takdir edebilir olmalıdır. Nizamı olan tesadüfî olamaz. Maruz kalan, aynı zamanda yaratan olamaz. Tabloyu yapan boyanın kendisi olamaz… Ancak ateist yine de umutludur. Sizi bir gün sebeplerin tesadüfen birşeyler başarabileceğine inandırabilirse yolu açılacaktır. Nitekim evrim teorisi dediğimiz şey de bu çabalarından birisidir. Marvel karakterleri de imkansızı mümkün göstermeye çalışan hayalî arkadaşlarımızdır.

“Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder.”

Peki, ben, yazıyla doğrudan ilgili olmayan bu meseleden neden bahsettim? Bediüzzaman’ın bize Sözler boyunca (özellikle Küçük Sözler’in hikayeleri ve Haşir Risalesi boyunca) söylediği ikinci birşey de şudur: Varlık algısı bozuk olan bir insanda sağlam bir iman inşa edilemez. ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşen…’ insanın iman etmesinin sağlanması için önce varlığın onun düşündüğü gibi olmadığı anlatılmalıdır. (Güzel düşünmeye başlaması için insanın önce, güzeli değil bakınız, güzel görmesi lazımdır.) Göstermeyen tablo, öyle olmadığı hatırlatılarak, dağıtılmalıdır. “Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.” Bu nedenle Risale metinleri boyunca önce varlığın doğru/iyimser/hayırlı algılanışı bize aşılanır, sonra da bu varlık algısının gösterdiği Allah’a ve ahirete işaret edilir. Kainat kitabının, kafirin de ister istemez iman ettiği bir kitap olduğu düşünülürse; o kitaptan getirilecek delillerin gücü, işte bu doğru varlık algısının izah ve isbatıyla mümkündür.

Peki, bu noktada menkıbeler veya kıssalar bize ne söyler? Bence çok büyük sırlar saklıyorlar bu yönleriyle. Örneğin; modernizmin kıskacında ahsen-i takvim kıvamındaki insana imanını yitirmiş, onu hep esfel-i safilin konumunda görmüş olan bizlere, asl-ı insanı hatırlatan bir yönü yok mu menkıbe ve kıssaların? Umut vericiliği/özendiriciliği yok mu? Onları dinlediğimiz her vakitte “Adam diye ancak bunlara derler…” demiyor muyuz burnumuzun direği sızlayarak? Bu, bize olduğumuz şeyin ötesini, yani olmamız gereken şeyi (ahsen-i takvimi) hatırlatmıyor mu? Oraya doğru bir iştiyak ve heyecan uyandırmıyor mu? Yani Mehmet Okuyan’ın alay ettiği o ‘salya sümük ağlamalar’ aslında bizim aslımıza çektiğimiz özlemin yansımaları değil mi? Bu yönüyle kıssaların her metodik bilgiden öte aşıladığı bir hâl dersi yok mu?

Mesela bu noktada, Okuyan’ın, ancak atının ayağını bastığı toprak olabileceği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bakınız ne diyor: “Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir…” Yine hadis ve fıkıh üstadı Süfyan b. Uyeyne de diyor ki: “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner…” Hadi, böylesi nakillerden Vulkanlı Okuyan hoşlanmaz, bir ayeti hatırlatalım kendisine bari: “Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır…”

Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli kitabında yeralan Kendimiz Olmak İçin başlıklı yazısında modernizme direnebilmenin bir yolunun ‘salihleri anmak’ olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü salihleri andığınız, hatıralarını konuştuğunuz zaman bu çağın dayatmalarına mecbur olmadığınızı görüyorsunuz. Ve hassaten insan tanımının modern ve güvenilmez insandan ibaret olmadığını ders alıyorsunuz.

Naklî bilgiyle araları pek hoş olmayan Okuyan gibi modernist sapkınların kıssalardan hoşlanmamaları anlaşılır birşey. Zira hadis-i nebeviyece nesillerin hayırlıları olarak tarif edilen sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine güveni kırmazsanız; onların eliyle gelen hadis ve sünnete de güveni kıramazsınız. Onların dürüstlüğüne, asilliğine, şerefine halel getiremezseniz; bunun üzerine bir hadis inkârı bina edemezsiniz. Üzerine Kur’an müslümanlığı diyerek istediğiniz martavalı okuyamazsınız. Yarın bir gün hadisleri taşıyan eller hakkında, ulema-i İslam hakkında iftirada bulunduğunuzda cemaaten size; “Kapısında hırlayan köpek olamayacağın adamlar hakkında ne diyorsun sen?” diyenler olur. Elbette Okuyanlar, İslamoğulları, Dormanlar, Taslamanlar böyle şeylerden rahatsız olur. Modern insan algısını ‘geçerli tek insan algısı’ olarak aşılayamazlarsa, naklî bilgiye karşı güvensizliği nasıl aşılayacaklar?

“Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. (…) Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, sefâhete girmiş, sefâhete tiryaki olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: ‘Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?'”

Bunu test etmem mümkün değil ama, bu modernistlerin kem söyleminden etkilenmeyişimin bir sebebinin de küçüklüğümden beri evliya menkıbelerine meraklı oluşumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Faziletlerini bildiğimden dolayı iddia-i rüçhan etmiyorum. (Acaba herkeste böyle midir?) Allah onlardan ve onların nurlu hatıralarını nakledenlerden razı olsun. (Ey Nurcu kardeş, sen ayrıca bir bak, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin bir güzelliği daha yüzüne gülümsedi mi?)

Ahmet Ay