Etiket arşivi: ahmet ay

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun?

Anlayış dediğimiz yalnız bir kişinin veya kesimin göstermesiyle olacak şey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bunun adı elbette ‘katlanmak’ oluyor. Karıştırmamak lazım. Tıpkı merhametle acımayı karıştırmamak gerektiği gibi. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Yalnız acı çekene acır insan. Acımak, kelime kökeninin de haber verdiği şekilde, çekmeyi önşartı sayar. Fakat merhametimiz duyulmak için acının varlığına ihtiyaç duymaz. Bir anne çocuğuna o sağlıklıyken de merhamet eder. Ancak ona acımaz. Merhamet bir tür ‘gözetme ahlakı’dır. Acımaksa acıya karşı duyulan sancıdır.

Şunu da ilave edelim ki: Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı iş yapmanın delilidir. Monotonluğun yoruculuğu da bundandır. Varlık mahiyeti gereği tekdüzeliğe düşmandır çünkü. Mürşidim bu sadedde der ki: “Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner.” Evet. Hergün bal yiyen baldan usanırmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan, katlanan veya alttan alan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz.

Yaşam aynılık değildir çünkü. Değişimdir. Bazen sen onu anlayacaksın bazen de o seni. Sabır günleri de neşe günleri gibi aramızda dönüp duracak. Gündüzler gecelere kardeş olacak. “İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor.” Değişen rollerin/konumların sayesinde muhabbetin canı olan ihtiyaç/iştiyak hayatta kalacak.

Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. O makamda eşitlik istemek “Senin kadar ben de mahlukum” demektir bir nevi. “Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni. Benim seni idare ettiğim gibi.” Belki bunu da en güzel şu cümleleri anlatıyor Bediüzzaman’ın: “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.

Fakat bazen en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak karşılanıyor. Fedakârlıklarsa mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Yalnız bir insanken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Kendimize rol yapıyoruz. Lakin Kur’an-ı Hakîm’imiz demiyor mu: “Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez.” Hem yine demiyor mu: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde, omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir? Dikkat et arkadaşım: İmanının yüklediklerinden gayrısı için konuşuyorum.

Allah’ın emrettiği sınırlardan bahsetmiyorum. O Cenab-ı Haktır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten iyiliğimiz içindir ve uygun adım yürüdüğümüzde iyi de gelir. Fıtratımızı en iyi Sahibimiz bilir. Ancak bir de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan yükler var. ‘Mış gibi’ yapmalarımızdan. Hem her insan bir diğerinin yüküdür. Çünkü onu etkiler. Bizi etkileyen herşey bir açıdan bizim yükümüzdür. Zira izlerini taşırız. Hem hafızamızda, hem kalbimizde, hem de düşüncemizde çizikleri kalır.

İnsan insan olarak yaklaştığı sürece karşısındankinden insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki herdaim mütebessim bulmaya? “Mü’min mü’minin aynasıdır!” buyuran hadis-i şerifin penceresinden tefekkür edersek, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz, duyduğumuz sesler hep bizim seslerimiz, hissettiğimiz hep bizim hissettirdiğimiz değil midir? Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor veya öfkeyle boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz belki de? Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: “Ben mecbur değilim güzel kalmaya. Hiç değilim. Güzel kalması gereken esasında o!” Bu nasıl mümkün olabilir? Yansıyan yansıyandan nasıl farklı olabilir? Demek iyi olmak önce özümüze yapılmış iyiliktir. Yani aynamıza gülümsemektir.

“Tebessüm sadakadır!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam. Ama hiç kendine sordun mu arkadaşım: Kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa ‘kendine de’ mi? Unutmayalım. Burada ‘elhamdülillah’ diyenin ahirette ‘elhamdülillah’ yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Zikr u tesbihimiz cennete dikilmiş fidanlara dönüşüyor hadisin ifadesiyle. Birbirinin içinde yansıyor, renkleniyor ve zenginleşiyor herşey. Bâki âlemimiz böyle şekilleniyor. Aynamızla şuhudumuza renkler veriyoruz.

O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun? Belki evden çıkarken yeğenine gülümsediğin için gülümsedi otobüsteki o çocuk? Sarıldığın için sarıldılar sana. Yardım ettiğin için yardım edildin. Hayat dediğin iradenin attığı bir bumerangtır biraz da. Tıpkı Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi: “Kim zerre mikdarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görür.” Nihayetinde arkadaşım: Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünler yarınınlarının tarlasıdır. Evveller ahirlerinin tarlasıdır. Bu eşikten bakınca aynalar da yansıttıklarının tarlasına dönüşmez mi? Işık da parlaklığı ekip biçmez mi? Güneş de kimbilir mazharlarından neler alıyor. Peki ya ism-i Nur’un Sahibi? Üzerimizdeki bunca tecelli de bir ekip biçme değil mi?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Allah Resulü (a.s.m.) sabır isteyeni neden uyardı?

Rockstar filminin üzerine kurulu olduğu bir sahne vardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ranbir Kapoor, müzikte kariyer yapmak isteyen, fakat yeterince yetenekli olmayan bir gençti. Arkadaşına ‘unutulmaz besteler’ yapabilmeyi dilediğini söylüyordu. Arkadaşı ise dualarına dikkat etmesini tavsiye etti. Çünkü her duanın bir bedeli vardı. Unutulmaz besteler yapanlar ancak unutulmaz acılar yaşamışlar olabilirdi. Nasihate aldırmadı. Film de zaten aldırmadığı nasihati yaşayarak ders almasıyla şekillendi.

Tirmizî’nin Daavat bölümünde geçen kısa bir hadis var. Bu sahne hatırıma gelince bazen o hadis-i şerif de hatırıma geliyor. Muaz b. Cebel radyallahu anhın rivayet ettiği bu hadis şöyle: “Peygamber aleyhissalatuvesselam bir adamın: ‘Allahım senden sabır isterim’ dediğini duydu ve ‘Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. O’ndan afiyet dile!’ buyurdu.

Neden böyle buyurdu? Neden sırf sabır istemenin ‘sıkıntı istemek’ anlamına geleceğini söyledi? Bence bu sırrın anlaşılmasında yukarıdaki perspektifin faydası var. Sabır ancak bir miktar zorlu tecrübenin ardından veya karşısında gösterilebilecek birşey. Bu noktadan hareketle afiyetteyken dilenmesi elbette isabetli durmuyor. Zaten Tirmizî şerhlerinde yapılan yorumlar da bu minvalde. Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesi afiyetteyken sabır dileyenlere dair.

Yine bir keresinde “Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin!” buyuran Allah Resülünün sabır duası konusunda da bu temkini göstermesi tuhaf gelmemeli. Çünkü ‘sabrı’ dilediğiniz zaman ‘gösterilecek durumu’ da dilemiş oluyorsunuz. Adresi belirsiz bir imtihanı/sınanmayı çağrılamış oluyorsunuz. Dualarımız bazı bütünlüklere (beraber yaratılacak şeylere) tekabül ediyorlar. Allah onlara kevnî şeriatı gereği bir tür ‘mukarenet’ vermiş oluyor. Yani sebep ile müsebbep bir ‘yanyanalık’ ile yaratılıyor. Yağmur isteyen bulut da istiyor.

Evet. ‘Sabır’ ve ‘zorluk’ iktiran ederler. Yani beraber yaratılırlar. Halbuki kula yakışan aczine bakıp afiyet dilemektir. Afiyetle iktiran edecek şeyler istemektir. Allah’ın, imtihanı kolay kılmaya da, zor kılmaya da gücü yeter. Kolayı seçmek aczle yoğrulmuş insanın şanına daha çok yakışan değil midir? Yine din için ‘kolaylıktır’ buyuran Aleyhissalatuvesselamın duanın hikmetini yanlış anladığını düşündüğü bir talebesine, ki ümmetinin her ferdi onun aynı zamanda öğrencisidir, durup iktiran dersi vermesi tuhaf gelmiyor. Aksine hikmetli geliyor. Yani sanki buyuruyor: “Dualara iktiran dikkati göstermek gerek. Ne istediğine dikkat et. Çünkü tek başına yaratılmayacak.” Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.

Birşeyi dilerken ‘hayırlısını’ dilemek bu açıdan önemli. Bediüzzaman’ın hayrın külli ve vücudî, şerrinse cüzî ve ademî olduğuna dair yaptığı analiz burada da hikmetle göz kırpıyor. Öyle ya. Dilediğinin bütüne ne kadar uyumlu olduğunu sen bilemezsin. Uyumunu ancak tevhid bütünlüğünün sahibi Vahid ü Ehad bilir. Bu nedenle, lazım görüneni açıklıkla beyan ettikten sonra, kader bütünlüğünde hayır mıdır şer midir sorgulamasında, Allah’ın ilminden yardım istemek en doğrusudur. ‘Hayırlısını’ dilerken biz de aslında bunu yapıyoruz biraz.

Fakat, bugünlerde farkettiğim, sizinle de paylaşmak istediğim, belki bunun bir ileri aşamasıdır: Bütüne daha vakıf ve bütünün sahibine daha yakın kişilerin dualarını okumanın, hatta vird haline getirmenin faydası ve hikmetidir. Malumunuzdur: Kur’an’da öğretilenlerden ve Aleyhissalatuvesselamın dualarından başlamak üzere İslam mirası biraz da dua mirasıdır. Sahabeden, selef-i salihînden, asfiyadan, evliyadan kalan paha biçilmez devasa bir miras var.

Bu miras neden var? Biz istemeyi bilmediğimiz için mi? Hayır. Değil. Ya? Bu dualar aynı zamanda güvenlikli dualar. Bütüne sizden daha vakıf ve sahibine sizden daha yakın insanların ettikleri dualar. Bu dualarla yalvardığınız zaman yanlış birşeyi istemiş olma ihtimaliniz yok. Çünkü her ne istenmişse, her nasıl istenmesi gerekiyorsa, o şekilde isteniyor o dualarda. Kur’an’daki dualardan başlayarak aldığımız bir ders bu: ‘Bütüne uygun adım dilemeyi’ öğreniyoruz.

Bir tür doğru arzulama eğitimi alıyoruz. Nasıl ki şeriat hilkatin bütünlüğüne uygun adım yürümeyi öğretiyor bize, aynen öyle de, böyle mübarek dualar da ‘kader bütünlüğüne uygun şeyler dilemeyi’ öğretiyor. Elhamdülillah. Yani arkadaşlar dua da bir eğitim aslında. Cevşen, Sekine, Münacaat-ı Veysel Karanî, Sahife-i Seccadiye… hepsi birer eğitim. Zulmetmeden isteme eğitimi…

İşte bu eğitimi alanlar ne/nasıl arzulanır, kimden/nasıl istenir iyi öğreniyorlar. Mürşidim de bu sadedde diyor: “Kur’ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, ‘Evradlarınızı bununla okuyunuz’ der.

Demek duanın sadece istemekle değil terbiyemizle de bir ilişkisi var. Ne diyelim? Cenab-ı Hak kalbimizi/dualarımızı bu sır ile sırlayabilmeyi nasib eylesin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sevgiliniz en çok nelerden hoşlanır?

Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler…” Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.

Bu yazıyı okuduktan sonra “Lafazanlığın buna mıydı a aklı şaşıbeş Ahmed!” diyebilirsiniz. Hakkınızdır kârilerim. Fakat çaresiz yine de yazmayı deneyeceğim. Çünkü dilime bir şeker değdi. Aklım başımdan alındı. Güzel bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Muteber bir nesneyi farketmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Aşağı kalır yanımız yok. Benim çağırdığım da bir rızk-ı manevî. Yani kardeş ısırığı bu lokmayı azaltmaz. Paylaşması daha bereketli olur bunların. Çoğalır. Zaten yazmak bundan başka ne ki? Ne için ki?

Hem, öyle ya, kalbin zevki de hakikatin bir delilidir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet-i cemilesi bu sırra da işaret eder. Hem yine denilebilir: İnsanın kalben tatmin oluşu da zikrin burhanıdır. Hakikat, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir iz bırakır. Yanlış bunu beceremez. Bâtıl sek olarak katlanılır zehir değildir. Ancak başka bir doğru için, bazen yalnız bir dane-i hakikat için, yani tadının arada bir dile değmesi için, dadanılandır o. İptiladır. Bir üzüm hatrına içilen bir tencere hoşaftır.

Halbuki doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Kaynaşır. Yalanla ise hırlaşır. Belki ‘vicdan sızısı’ denilen şey de buradan çıkıyor. Yani aslında o bir hırlaşmadır. İçte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.

Mürşidim Birinci Söz’ünde diyor:Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Şimdilerde bana öyle geliyor ki: Buradaki sual-cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyumuna karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine bağışlanana ‘bir fiyat vermek’ ister. Yani size yapılan her tesir ve onunla oluşan her etki, mukabili bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Halka halka dalgalanır. Sinenize düşen herşey kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle ‘tekrar karar buluncaya kadar’ hareketlenirsiniz. İşte, bu eşikten bakınca mürşidim de sanki bizlere der ki: İnsana her nimet ulaştığında tetiklenen etkileniş de üç dalga/tepki boyuyla gösterir kendisini:

Başta ‘Bismillâh’ zikirdir. Âhirde ‘Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Evet. İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek ister. Tanımak ister. Bahsetmek ister. Konuşmak ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, ki diline şeker değenin tatlıya meraklanması gibidir bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. Aşamaların ilki zikir, ikincisi şükür, üçüncüsü fikirdir.

Bahsimize göre çok aşağı bir misal olmakla birlikte vermekten çekinmeyeceğim: Bir sevgilinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. Onun varlığıyla bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey:

1) İsmini bilmek/anmak/bahsetmektir.

2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir.

3) Hakkında daha fazlasını öğrenmektir.

Bunu dedik ya takılıp da kalmayalım. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her güzellik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklarımızdır.

Çok konuştum. Sadede koşayım: Bence bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde her an birçok etkiye maruz kalabilen insanın düştüğü şaşkınlığı hiçbir aklediş başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe tanrının varlığından haberdar olsun, fakat ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan Allah’ı rızasına uygun anmayı nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Nasıl sezecektir? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen aşkından nasıl bahsedecektir?

Zikri geçtik diyelim. Daha bu işin şükrü var. ‘İsim’ konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi ‘şükür’ bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat ‘teşekkür edilenin rızasını’ hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz ama teşekkür ettiklerinizinkini mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan mazhar olduğu iyilikler karşısında en çok teşekkür etmekte zorlanır.

“Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum” veya “Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim” türünden cümleler, hemen hemen her hayatta/kurguda karşımıza çıkan, her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız ‘teşekkür ederim’ diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Aynen. Seçeneklerin çokluğu karşısında şaşırabilirsiniz.

Sevgiliniz gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye midir onu mutlu eden? Veya küçük bir ikram mı yüreğinin bağlarını hemencecik çözer? Veyahut da bir ezgi? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer, teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha iyi tanısaydınız, teşekkürünüzün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz.

İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti taşır bize. Maşuk-u Hakiki onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını insana taşıyan nübüvvetle gelen bilgidir. Her insan yârinin kendisini nasıl seveceğini onun en sevgilisinden öğrenir.

Bir padişaha gittiğinizde öncelikle ‘nasıl davranmanız gerektiğini öğreten’ teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki padişahın huzurunda onun şanına ve muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir ama padişah sofrasında soğan kırılmaz.

Peki Allah’la muhatabiyetimizde bunları bize kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. ‘Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı’ meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor. Elhamdülillah. Elhamdülillah. O bülbülün bal dilinden şakıyan hakikat sayısınca elhamdülillah.

Ne diyelim? Sünnet nedir bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen kaba-sabaların kulakları çınlasın. Ayılıkları gözlerine görünsün. Teşrifatçısı olmasa saraya misafir doldurmanın, hatta inşa etmenin, ne manası kalırdı? Sorulsun. Evet. Yol-yordam bilmeyene bir tas çorba bile vermezler. Kaldı ki biz cennet istiyoruz. Ondan yücesi rıza-i ilahî istiyoruz. Beka istiyoruz. Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamdan ders almadan kim cennetten bir kokucuk kapabilir! Yola gideceksek kılavuzun ayakizlerine ihtiyacımız var. Kılavuzsuz yol gidilmez.

Ahmet Ay – risalehaber.com

Ateistlerin Allah’ı Yok Mu?

Tanrı diye birşey olmadığına dair yeminler eden ateistler bile dünyanın insan için yaratıldığını bilirler.” Daniel Quinn, İsmail’den…

Bana öyle geliyor ki: Şirke kapı açan, Allah’ın varlığını bilmemek değil. Allah’ın isimlerini bilmemek de değil. O isimlerin aynı Zat’ın isimleri olduğunu fark etmemek. Şirkin asıl menbaı bu. Yoksa her insan, her alanda, kendisinden daha üst bir gücün varlığını az/çok hissediyor ve kabul ediyor. Belki farklı isimler veriyor kendince, ama nihayetinde ötesinde/gaybında başka bir iradenin varlığının farkında insanoğlu.

Gerçekten birçok felsefeci farklı şekillerde de olsa ilahlara ibadet etmişlerdir. Rijson, hayatın kendisini bir ilah olarak görürken, Darwin, evrimi ilâhlaştırmıştır. Hegel, mutlak ruhu ilah kabul ederken, Marks, diyalektik materyalizmi rabb olarak tanımıştır. Durkheim’ın ilahlaştırdığı toplum, Freud’un takdis ettiği cinsiyet, Sarter’ın putlaştırdığı ferdin vücudu zikredilen ilah şekillerinden bazılarıdır. Bütün bunlar, kainat sarayında Allah’ın yarattığı ve icad ettiği sosyal, hayatî, insanî ve kevnî fiil ve hareketlere takılan adlardan başka birşey değildir.” (Ubayd, ‘Methods of Teaching in the Risale-i Nur, s. 250)

Fakat bir sorunu var: Varolduğunu hissettiği/aklettiği şeylerin aslında bir hakikatin farklı renkleri olduğunu yakalayamıyor çoğu zaman. Kuşatamıyor. Bu nedenle bence ‘vahyin hayatımıza kattığı en büyük uyanış Tevhid‘dir. (Ve bu uyanışın kıymetinden dolayıdır ki, Kur’an, tevhide çok vurgu yapar. Hatta İslam’a girişimiz dahi bu tevhidin şahitliği ve ikrarıyladır.) Yani o hissettiğimiz veya aklettiğimiz ‘görünenden öte güçlerin’ tamamının aynı Zat’ın farklı tecellileri olduğunu bize öğretmesidir. Bu öyle kıymetli bir uyanıştır ki; ben, sırf bunun için bile, bize vahyi indiren Zat’a (c.c.) çatlayıncaya kadar şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Vahiysiz akıldan emin değilim. Aczimi, yalnızca kalbimde değil, aklımda da hissederim. Bu yönüyle meleklerin talim-i esma sırrı karşısında ettiği itiraf ne kadar da yakın gelir bana: ”Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.

Belki de bu öneminden dolayı Bediüzzaman da sık sık isimden isme geçiş dersleri verir eserlerinde. Külliyatın üzerinde yoğunlaştığı birşey ‘esmanın talimi’ ise; diğeri de ‘isimden isme geçişin talimi’dir. Hatta 24. Söz gibi yerlerde “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var…” derken dikkatimizi asıl çekmek istediği şey bu tevhidî bakıştır gibi gelir bana.

İnsan, isimden isme geçebilmeyi ve o isimlerin tamamının aynı Zat’ın isimleri olduğunu farkedebilmeyi başarırsa ancak tevhidin huzuruna erer. Yoksa tevhid, esmanın her bir parçasının tek tek fethedildiği ve irtibatlarının yatsındığını bir bilme şekli değildir. Kur’an’daki fezlekelerde dahi, Cenab-ı Hakkın, kendisini tek isimle değil, terkiplerle zikretmesi bu geçişlerin hatırlatılması noktasında kıymetlidir.

Külliyatı biraz karıştırsanız her yerinde bu ‘geçişi’ ders alırsınız. Kanaatimce bu tedrisin en özet tanımı da iki şahid-i sâdık formülünde saklıdır. İki şahid-i sâdık, Bediüzzaman’ın tekrar be tekrar kullandığı bir delildir. Ben buraya 30. Söz’deki şeklini alarak düşünmeye devam etmek istiyorum:

Her bir zerrede, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ikişâhid-i sâdık vardır. Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kanaatimce, şahidlerden birisinin nesnelerin kendilerine, diğerinin ise nesneler arası bağıntılara dikkat çekiyor oluşudur. Yani birinci şahid dikkatimizi zerrenin ‘kendisindeki acze rağmen büyük işler yapmasına’ verirken; diğer şahid, zerrenin bu başarısının ‘büyük bir tablonun da parçası olduğunu (yani büyük düzenin içinde uygun adım hareket eden bir parçaya zerre dediğimizi)’ bize ders verir. Birincisi kudret dersiyse ikincisi kontrol/irade dersidir.

Metin Karabaşoğlu abinin temsiliyle anlatmam gerekirse: Varlık, kontrolsüz bir güç patlaması yaşayan sel değil, kontrollü bir akış yaşayan nehirdir. Ayete’l-Kürsi’de geçen havl ve kuvvet birlikteliği de bunun dersidir. Kuvvet, evet, ama iradenin kontrolünde bir kuvvet. Havl’lı bir kuvvet.

Ali Şeriatî, İslam Bilim adlı eserinde bu nesneler ve nesneler arası bağıntılar üzerine şöyle bir ayrım dersi veriyor bizlere: “(…) Kur’an’ı açıp Keşfu’l-Kelimat’tan (Kur’an Terimleri Sözlüğü) yararlanarak gayb, şehadet, ayet ve sünnet kelimelerini bularak bu kelimeleri inceleyebilir ve böylece Kur’an’ın nelere ayet, nelere sünnet dediğini anlayabilirsiniz. O zaman Kur’an’ın nesneler arasındaki bağıntılara ‘sünnet’ nesnelerin kendisine de ‘ayet’ dediğini anlamış olacaksınız.” Bediüzzaman da sünnettullah’ı, Ali Şeriatî’nin bu tarifine benzer bir şekilde şöyle anlatıyor Mesnevi’sinde:

Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki; ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir.

Şimdi, bütün bunları neden anlattım? Aslında baştaki şeye dikkatinizi çekmek istiyordum sadece; ama bunlarla değil, bir ayetle. Bakara sûresinde buyuruyor ki Cenab-ı Hakk: “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.

Ben burada, işte tam da bu ayetin içinde yukarıda konuştuğumuz herşeyin bir özetini görüyorum. Önce nesnelerden birer birer bahsetmek (ayet), sonra da onların arasındaki bağlantıya dikkat çekmek (sünnet)… Ayetin bize yaptığı tam olarak bu.

Yer yaratılıyor farklı özelliklerle, gök yaratılıyor farklı niteliklerle. Ama nihayetinde ikisi birbiriyle bağlantılı çalışırsa (yağmur ve toprak) oradan hayat varoluyor. İşte bence ayetin bize verdiği özet ders bu: Nesnelerin ayrı ayrı meziyetlerini takdir edip, onların ‘ilah eseri’ olduğunu farkettikten sonra; sakın aralarındaki rabıtayı ve ‘beraberce çalışarak başardıklarını’ ıskalama! Çünkü asıl tevhid dersini oradan alırsın. Parçaları bir bütünün parçaları olarak görmekten, mana-yı harfî’den.”Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.” Ve böyle bitiyor ayet: “Artık bunubile bile Allah’a şirk koşmayın…

Ahmet Ay – hicbisey.com

Bediüzzaman Yavuz Sultan Selim’e neden ‘selefim’ dedi?

Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman’ın Yavuz Sultan Selim Han’a ‘selefi’ olarak işaret etmesi meselesi. Hatta ‘işaret’ kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:

Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir.

Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. “Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!” diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman’a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.

Ali Suavi’nin duruşu Muhammed Abduh’la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin’in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman’ın ‘dinde reform taraftarı olan’ kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.

Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: “(…) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî’nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu.

Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.

Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman’ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)

Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı’yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.

Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi ‘selef’ olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail’in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan’ı Otlukbeli’de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir ‘selef’ olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Teorim şu: Bediüzzaman’ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve ‘selef’ kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı’nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed’in kendisini ‘Yeni Roma İmparatoru’ ve Osmanlı’yı ‘Yeni Roma’ olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı’yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya’da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran’da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)

Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, ‘tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ’ gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.

Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine ‘ehl-i sünnetçilik’ olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman’ın ‘selef’ tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com