Etiket arşivi: Ahmet Nebil Soyer

Gözün Misyonları

Bediüzzaman Altıncı Söz isimli büyük eserinde insanın hayatla ilişkilerini kuran duyularının müspet ve menfi kullanımlarını anlatır. Bunlardan biri gözdür.

Bediüzzaman’ın hayatında ve insan hayatında, sanatta, dinde, felsefede, ilimde göz çok önemli bir misyona sahiptir. Herşey onunla dış dünya ile ilişki kurar, Bediüzzaman bu ilişki sınıflarını Altıncı sözde anlatır.

“Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o PENCERE ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sani-i Basir’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir MÜTALAACISI ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir SEYİRCİSİ ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir ARISI derecesine çıkar.” (Sözler, 31)

İnsan ile âlem iki farklı oluşum, birinden birine açılan pencere, göz.
Aynı göz bir mütalaacı,
aynı göz bir seyirci,
aynı göz bir arı.
Eğer pencere kapalı ise veya iyi yerde kullanılmıyorsa insan bakar körler sınıfına girer. İnsanın bütün dini, ilmi ve sanatsal faaliyeti göz sayesindedir. Bütün Risale-i Nur mütalaa, seyir ve arı faaliyetleri ile doludur. Aslında bu göz Bediüzzaman’ın gözüdür. Bu gözü bütün eserlerinde kullanmış ve ortaya eserleri çıkmıştır. Çünkü risaleler çok zaman görsel daha sonra akli ve kalbidir.

Sanatın temel sorunlarından biri biçimdir. Bediüzzaman eserlerinde Tanrısal sanatın biçimleri üzerinde, renkleri üzerinde yorumlar yapar. Kâinat bir ilahi sanatlar galerisi olduğuna göre Bediüzzaman baktığı her şeyi önce ilahi, ondan hareketle beşeri sanatın normlarına göre anlatır.
Marksistlerin biçim teorisi vardır. Hatta meşhur Marksizm ve Biçime diye önemli bir kitap vardır. Zaten bu iki akım birbirine cevap veren akımlardır.

SURET VE MİKDARLARDA MASLAHAT

On İkinci Pencerede canlıların s u r e t lerini söz konusu eder.

Bu Allah’ın yarattığı canlılardaki biçimler üzerindeki ayrıntılı dikkatidir. “Umum eşyada hususan zihayat masnularda-canlı sanatlı mahluklarda-hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam –düzenli bir miktar- ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret libasları –suret elbiseleri- ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkip ve tanzim edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması bilbedahe gösterir ki Bir Kadir-i Zülcelal’in bir Hakim-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgahında vücutları verilen o hadsiz masnuat, O Zat’ın vücub-ı vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler.” (Sözler, 920)

Bu cümleler bir biçim estetiğinin ayrıntılarıdır. Çünkü biçim varlığın varlık alanına çıktığı şekildir. Her biçim, hem kendi içinde düzenli, hem toptan birlikte birbirine göre bir biçim uygulaması ile meydana getirilmişlerdir.

İNSANA GÖRE BİÇİMLENMİŞ ÂLEM

Arı, insan, ağaç, ceviz, kavun, at hep birlikte tasarlanmışlardır, çünkü birbiri ile iç içe biçimdirler. Atın vücudu insana göre, diğerleri de yine insana göre tasarlanmışlardır. Kâinat bütün biçimleri ile aynı anda yaratılmışlardır, görünüşte öncesi ve sonrası yok. Nasıl her şey bir cetvele göre yapılırsa insan da varlığın mikyasıdır, adeta metresi insan olan bir kâinattır. Bu ilgiyi Bediüzzaman insanın âleme bir mikyas ve mizan olmasını bu cetvel misali ile ortaya koyar. Yani âlem insana göre biçimlendirilmiştir. Adeta ona bakılıp ona göre bir kâinat biçimlendirilmiştir. Nasıl bir ressam bütün sanatını bir resme yüklerse, Allah da bütün isimlerini insana tahsis etmiştir. “İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana tahsis ediyor.” (İnsan Penceresi) Bütün esması onun hizmetine, onun varlığına tahsis edilmiştir. Hani şu tahsisat kelimesi var ya işte onun gibi. Bütün isimler insana ayrılmış, kalbim hissediyor ama kalemim ifade edemiyor. İşte kendisine bu kadar önem verilen insanlardan insanlığı anlayanlar bu tahsisat karşısında utançlarından ve mahcubiyetlerinden büyük efali küçültmemek için büyük olmuşlar. Bütün bunlar gözün, Bediüzzaman’ın gözünün ifade ettiği hakikatlerdir, okuduğu hakikatlerdir.

Mütalaanın arkasından insanın gözü, onu seyirci yapar.
Bediüzzaman’ın seyirleri nasıl anlatılabilir? Bütün eserleri onun seyirleridir.
Alvarlı Efe; “Seyreyle güzel kudreti Mevla neler eyler” derken seyretmeye teşvik eder müridanını.
Yahya Kemal Vuslat şiirinde, “seyretme cennetinde yoksul fakir yoktur” mealinde konuşur. Yani seyretmek ruhun cennetidir, orda sınıf farkı yoktur, der.

Gök kubbesi her lahza bütün gözlere mavi
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi
(Kendi Gök Kubbemiz, 75)

“Ruhun en estetik faaliyeti seyretmektir” derken Kant bunu kasteder.
Bu dünyaya açılan terkibi ve görünüşü ile harika iki pencerenin sıradan seyirlerle bedavaya gitmesi ne korkunç akıbet. Bediüzzaman kâinat sinemasını bu hakikat iki gözü ile seyretmiş, bir de i m a n s i neması diye bir imaj kullanır. Ne derin adam, hayatın hiç kabuğuna iltifat etmemiş.
BEDİÜZZAMAN : ‘‘BAŞINI KALDIR!’’der

Bak şimdi o göze C e m a l l e r i seyreder. “ Şu kainatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler bir Cemal-i Sermedi cilvelerinin bir nevi gölgesi olduğunu gösterir” o kendisine hayran olunan güzellikler O’nun bir nevi gölgesidir. İnsan ona değil Ayet-i Hasbiyede dendiği gibi gölgeye aşık olmuştur. Gölgeden başını kaldırıp güneşe bakmak herkese nasib olmaz. Gölgede kaybolan bir gölge, ne hazin kaybolmak! Gölgenin gölgeye âşık olması, ama yapıyoruz işte. Bu yüzden Bediüzzaman “Başını kaldır” der. Gelip geçen cemalleri o kalbimizi bağladığımız güzellikleri, o içinde kaybolduğumuz güzellikleri nasıl yorumlar. “Evet ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimi bir şemsin şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi, s e y y a l z a m a n ı r m a ğ ı n d a, s e y y a r m e v c u d a t ı n ü s t ü n d e parlayan lemaat-ı cemaliye dahi bir Cemal-i Sermediye işaret ederler ve O’nun bir nevi emareleridirler.” (Sözler, 943)

Seyyal zaman ırmağı, ne imaj.
Bergson Bediüzzaman’ı görseydi zaman kavramını nasıl anlattığına hayran olur parmağını ısırırdı.
Nerde Duree kavramı nerde seyyal zaman ırmağı.
İşte biz o seyyal zaman ırmağı üzerindeki kabarcıklarız. Kabarcık sonunda bir de “cık” eki var, küçültme eki.

TÜRKÇE LİSANI VE BEDİÜZZAMAN

Sanat demez Bediüzzaman insanın sanatına sanatçık der.
Türkçe onun elinde bir sanat diline dönüşür. Bir felsefe diline dönüşür.
Mardin’de beni etkileyen bir adam ismini unuttum, hanedan, cömert ama ruhu da cömert, yorumları da kalp, akıl, ruh ve hissiyat karışımında bir periyodik eğitim dışı kalmış, iyi ki de kalmış bir büyük adam dedi,
“Bediüzzaman hem Said-i Kürdidir, hem Said-i Nursi’dir, hem Said-i Arabi’dir, hem Said-i Farsidir. Hem Said-i bilcümle akvam-ı âdemdir.” Helal olsun bu kadar okudum ama bu kadar hissedemedim.
Gelin takılıp kalmayalım bu adam gibi bakalım.

Bediüzzaman gözü arıya benzetir. Ne kadar harika bir empati.
Arı bal yapar, göz de mana balları üretir. Bütün nurlar o balların tadlarıdır.
“Yunus Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” derken herhalde onu kastetmiştir.
Ballar balı nurlar, biz de kötü bir kovan, at kovanı ballar balına koş.
İkinci şua bir mana balı,

“Bu risaleyi anlayarak okuyan imanını kurtarır inşallah” der. Ne harika bir söz!
Risale-i Nur bütün dünyanın tattığı bir bal okyanusudur, haydi ballara ballara…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bedir ve Bediüzzaman

Mucizat-ı Ahmediye Bediüzzaman’ın mucizeler penceresinden Asr-ı Saadeti ve peygamberimizi anlattığı bir büyük eseridir.

Eser ismine inhisar etmeyecek bir büyük terkiptir. Meziyetleri o kadar çoktur ki yazarı bunu gördüğü için, “O risalesin mezayasını söylemek lazım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lazım geldiği..” söyler.

Eserde o kadar iç içe meziyetler vardır ki hakkında eser kadar bir eser yazılabilir. Bediüzzaman peygamberimiz hakkında yazılan eserlerin tek düzeliğini hissetmiş olacak ki, taklid edilemez ve dehavari bir terkip ile bir eser ortaya koymuş. Eserde mekânlar, insanlar, mucizelerin nakledildiği şahıslar, olaylar, iç içe bir kompozisyonda verilmiş. O kadar büyük bir hafızanın eseridir ki üç yüz mucizenin her birinin beş ravisi olsa sadece bin beş yüz tane nakledicinin birbiriyle irtibatlı olarak anlatılması sağlanmıştır.

Sahabeler ve özellikle peygamberimizin çevresindeki mümtaz sahabelerden tarihteki rollerine uygun bir şekilde ve hacimde bahsedilmiş, en fazla Hz Ebubekir’den, sonra sırasıyla Hz Ömer ve Hz Ali ve Hz Osman’dan bahsedilmiş.

Bedir Savaşı İslam tarihinde çok önemli bir olaydır.

Bu olaydan Gazve-i Bedir, Gaza-yı Bedir, Gazve-i Kübra-yı Bedir, Gazve-i Meşhure-i Bedir diye dört değişik tavsifle bahseder. Bu savaştan bahsettiği yerlerde hiç tekrara düşmez ve her bahsettiğinde bir yönünü nazara verir, böylece Bedir Savaşını anlatmış olur, mucizelerin gölgesinde.

Bedir Gaza’sından evvel o savaşta ölecek küfrün liderlerinin nerelerde öleceklerini göstermiş. “Hem nakl-i sahih-i kati ile Gaza-yı Bedir’den evvel ferman etmiş. Burası Ebu Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, burası da filan ve falanın yıkılıp devrileceği yer.” deyip müşrik-i Kureyş’in reislerinin her biri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: ‘Ben kendi elimle Übey İbni Halef ‘i öldüreceğim.’ Haber verdiği gibi çıkmış.”

Bedir Savaşı’nda onun yanında koruma olarak iki büyük meleğin bulunduğunu haber verir. “Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek.

Savaş olayları, her bahsedişte bir yönden verilir.

Savaştan sonra esirler önemli bir safhadır Bedir’de. Burada yaşanan bir olayı anlatır. “Hem nakl-i sahih ile Gazve-i Bedir’de Hazret-i Abbas sahabelerin eline esir düştüğü vakitte fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: ‘Param yok.’ Hazret-i Resul-i Ekrem (ASM) ferman etmiş ki zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filan yere bırakmışsın. Hazret-i Abbas tasdik edip demiş; ‘İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.’ O vakit kemal-i imanı kazanıp İslam olmuş.”

Aynı savaşta ordu susuz kalır ve Hazret-i Ömer dua ister Nebiy-yi Zişan’dan. “Ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar verdi gitti. Adeta yalnız orduya su vermek için memur idi, geldi, ihtiyacı verdi gitti. Şu hadise Gazve-i Meşhure-i Bedir’de vuku bulmuş ‘Sizi temizlemek için gökten üzerinize su indiriyordu’ (Enfal 11) Ayet-i Kerimesi o hadiseyi beyan edip ifade eder. Madem o ayet, o hadiseyi gösterir, katiyetinde şüphe kalmaz.”

Bir önemli hadise de yine bir mucizedir:

“Vemaremeyte izremeyte velakinnallahe rema” (Attığın vakit sen atmadın lakin Allah attı) nass-ı katisiyle ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla Gazve-i Bedir’de şu ayet haber veriyor ki:

Resul-i Ekrem ASM bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küfür ordusunun yüzüne attı, ‘Şaheti’l-vücuh’ dedi ‘Şaheti’l-vücuh’ kelimesi bir kelam iken onların her birinin kulağına gitmesi gibi o bir avuç toprak dahi her bir kâfirin gözüne gitti. Her biri kendi gözüyle meşgul olup hücumda iken birden kaçtılar.”

Resulünün kalbine bir farklı duygu gelmesin diye Allah atanın Resulullah’ın olmadığını hatırlatır. Kim olursa olsun imtihanda.

Bedir’de iki ordu arasında savaşçı sayıları itibariyle büyük bir fark vardır, Peygamberimizin ordusu üç yüzü aşkın, diğerleri ise bini aşkındır. Bunu gören Peygamberimiz Allah’a sığınır. “Kureyş ilerlemeye başladı. Dalgalı kum tepeciklerinin ardındaki Mekke ordusu şimdi, gerçekte olduğundan daha da az görünüyordu. Fakat peygamber onların gerçek sayılarının ne olduğundan ve iki ordu arasındaki büyük dengesizlikten haberdardı. Ebu Bekir (RA) ile birlikte gölgeliğe döndü ve Allah’a vaat ettiği yardımı vermesi için dua etti. Kendisinde bir an bir uyku hali meydana geldi ve uyandığında şöyle dedi. “Sevin ey Ebu Bekir, Allah’ın yardımı sana ulaştı. İşte Cebrail elinde atının dizginleri savaşa hazırdı” (Martin Lings, Hz Huhammed, s. 317)

Savaş sırasında Resulullah bir ilk yardım servisi gibi sahabelerin imdadına yetişir. “Gazve-i Bedir’in on dört şehidinden biri olan Muavviz İbni Afra Ebu Cehil ile dövüşürken Ebu Cehil-i lain, o kahramanın bir elini kesmiş Resul-i Ekrem (ASM) onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti şehid oluncaya kadar harbetti.

O gazvede Hubeyb İbni İsaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resul-i Ekrem (ASM) onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş şifa bulmuş. Gazve-i Bedir gibi bir memba-ı mucizat olan bir gazvede bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa elbette şu vakıa kati ve vakidir.”

Bedir savaşı hakkında mucize membaı der, orada birçok mucize meydana gelmiştir, onları nakleder Bediüzzaman. Baktığı her olaya, her temaya en can alıcı yerlerini görerek bakar, adeta ruhunu alır her bahsin her olayın, bu kadar büyük bir seçici zekâ ve hafıza ve zihne sahiptir. Helal olsun.

Bedir’deki bir olayı İbn-i Mesut nakleder.

“Bidayet-i İslam’da Resul-i Ekrem (ASM) Mescid-i Haram’da namaz kılarken rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da o vakit onlara beddua etti. İbn-i Mesut der ki, Kasem ederim o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanları Gazve-i Bedir’de birer birer lâşelerini gördüm.”

Bediüzzaman’ın çağrışımları o kadar güçlü ki bir olayı başka olaylara kapılar açarak anlatır, böylece bir olayı anlatmaz. “Ebubekir-i Sıddık ile küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Sevr’in kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hatta Rüesa-yı Kureyşten Resul-i Ekrem’in eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übey İbni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim. O demiş. Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada adam olsa orada dururlar mı?”

Bedir savaşının mucizelerinden biri de meleklerdir.

“Gazve-i Bedir’de beş bin melaike Nass-ı Kur’an ile önde sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar, hatta o melekler melaikeler içinde Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar.”

Martin Lings anlatıyor: “Müslümanlardan biri bir müşriği kovalıyordu ve daha ona yetişemeden adamın başının görünmeyen bir el tarafından gövdesinden uçurulduğuna şahit oldu. Başkaları da önlerinde sarı sarıklı Cebrail’in bulunduğu ve atlarının ayakları yere değmeyen uçları arkalarına sarkan beyaz sarıklı melekler ordusunu kısa bir an için de olsa görebilmişlerdi” (Martin Lings, Hz Muhammed, s. 324)

Bu görenlerden biri de Ebu Süfyandır. “Gazve-i Bedir’de gökle yer arasında beyaz libaslı atlı zatları gördük” der. Ebu Süfyan daha sonra harbe gitmek istemez, eşi onu evinde oturan kadınlar gibi davrandığını söyleyerek tahkir eder, o da ona “Sen ne diyorsun be! Onun ordusunda sadece insanlar savaşmıyor, gökten melekler de onun askeri gibi savaşıyor” der.

Bedir’de bir düşman ona saldırır:

“Gazve-i Bedir’de bir münafık Resul-i Ekrem’e (ASM) bir gaflet vaktinde kimse görmeden tam arkasından kılıç kaldırıp vururken birden Resul-i Ekrem (ASM) bakmış, o titreyip kılıç elinden yere düşmüş.”

Bediüzzaman Bedir’e bir mucize membaı der, bir başka yerde de memba-i garaip der, çok garip olayların kaynağı demektir. “Bir memba-ı garaip olan Gazve-i Kübra’yı Bedir’de Ukkaşe İbnü’l- Mihsan el-Esedi’nin müşriklerle dövüşürken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem ona kılıca mukabil bir değnek verdi. Dedi: Bununla harbet. Birden değnek biiznillah uzun beyaz bir kılıç oldu. Onunla harbetti. Hayatı boyunca Yemame Harbi’nde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.”

Bedir ile ilgili bütün kayıtlar ne kadar seçilmiş ve savaş mucizat penceresinden yansıtılmış, Bedir’in anlatılması Mucizat içine serpiştirilmiş, tekrara düşmeden, ne harika şekilde en orijinal olayları anlatmış Bediüzzaman. Ne diyelim şapka çıkaralım bu başarıya ve bu eseri okutalım değil mi. Nerden baksan büyük bir eser.

Savaşta bir önemli olayı yine Martin Lings anlatır:

“Peygamberimiz savaşta öldürülenlerin cesetlerinin bir çukura atılması için emir verdi ve Utbe’nin cesedi çukura doğru sürüklenirken oğlu Huzeyfe’nin yüzünü bir hüzün kapladı ve bembeyaz oldu. Peygamber de Huzeyfe için üzüldü ve ona şefkat dolu hislerle baktı, bunun üzerine Huzeyfe; Ya Resullallah babam hakkında verdiğin emirden ve onun sürüklendiği yerden endişe ettiğim için üzülmüyorum. Onu akıllı, sabırlı, fazilet sahibi bir insan olarak bilirdim ve bu niteliklerinin onu İslama götüreceğini ümid ediyordum. Şimdi onun düştüğü durumu ve ümitlerimin gerçekleşmeyerek, küfür içinde gittiği için üzüldüm.” (Martin Lings. Hz Muhammed, s. 327)

Bedir Savaşı önemli bir savaş İslam tarihinde.

Bediüzzaman bu olaylar, insanlar yığınağı içindeki eserinde, o savaşı da ayrıca anlatmıştır. İşte bu kadar çok vaka, insan ve mucizeyi bir arada, bir düzen içinde anlatmak, gerçekten büyük bir telif olayı!.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyar

Kaynaklar:
Mucizat-ı Ahmediye.
Martin Lings, Hz Muhammed’in Hayatı
Siret-i İbn-i hişam, Hz Muhammed’in Hayatı
Mevdudi, Hz Muhammed’in Hayatı (3 cilt)
Ali Himmet Berki, Hazreti Muhammed
Osman Keskioğlu, Siyer-i Nebi
Annemarie Schimmel Hz Muhammed
Karen Armstrong, Hz Muhammed
Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı

Bediüzzaman’ın Hafızası

Çok iddialı bir başlık değil mi? Bir çay bardağının koca bir bahr-i muhit-i okyanusu ölçmesine benzer. Ama ölçer mi, ölçmese de bir yorum imkânı verebilir mi?

Ben de siz de düşünelim. Bediüzzaman’ın eserlerinden hareketle o sonu gelmez hafızanın hakkında mülahazalar yapabiliriz. Sadece konuşmak değil örnek metinlerden hareket edeceğiz. Mu’cizat-ı Kur’an’iye isimli eserin tamamı o büyük hafızanın bazı görüntülerini almış. İkinci Şule’de şu cümleye bakalım: “Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın heyet-i mecmuasında,

Raik bir selaset
Faik bir selamet
Metin bir tesanüd
Muhkem bir tenasüb

Cümleleri ve heyetleri mabeyninde ulvi bir tecavüb olduğunu ilm-i beyan ve fenn-i maani ve beyaninin Zemahşeri, Sekkaki, Abdulkahir-i Cürcani gibi binlerce dahi imamların şehadetiyle sabit olduğu” (Sözler, 448)

Bu cümlenin sahibinin Kur’an’ın haritasını gören bir ihatası ve hafızası vardır.

Bu sözü söyleyen Kur’an’ın bütünü gören şahıstır. Kur’an’ın 6666 ayetini birden gören ve onlarda raik selaset, faik selamet, metin tesanüd, muhkem tenasüb, ulvi tevavübü genelinde gören ve yorumlayan bir hafıza ve zekâ vardır. Bu kelimelerin anlatamayacağı bir büyüklüktür.

İkinci Şu’le devam eder

Bu beş değişik özellik bir metinde düzen içinde genel tenasübü bozmayacak şekilde ifade edilmiştir, bunu da görmek ve ifade etmek aynı derecede zor.

Her surenin iniş nedeni nüzul nedeni farklı olduğu halde, onlar öyle birbiri ile dayanışma halindedir ki sanki iniş nedeni birdir, Kur’an bazı olaylara farklı ve tekrar tekrar cevap olduğu halde cevaplar o kadar iç içe girmiş, o kadar birbirine kuvvet verir ki sanki tek sualin cevabıdır.

Hem Kur’an değişik sayılarda, farklı farklı hadiselerin hükümlerini beyan için geldiği halde, öyle tam bir intizamı gösteriyor ki, bir hadisenin beyanıdır.

Hem farklı ve çeşitli halette muhatapların anlayışlarına göre uygun üslublarda hepsinin zihin derecelerine göre tenezzül ettiği halde, öyle güzel bir benzerlik ve güzel bir akıcılık gösteriyor ki güya haller birdir, bir anlayış derecesidir, su gibi akar bir selaset ve akıcılık gösteriyor.

Hem o Kur’an birbirinden uzak, sayısız muhatapların sınıflarına yönelik konuştuğu halde, öyle bir beyan kolaylığı, düzgün ve kurallı sözlerden oluşan bir nizamı, bir kolay anlatışı vardır ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki gölgesiz ve engelsiz muhatab kendisidir.

Hem Kur’an değişik ve birbirine derc olmuş irşadi bazı gayelere kavuşturmak ve hidayet etmek için nazil olduğu/indiği halde, öyle bir doğru istikamet, doğru hedef, öyle dikkatli bir denge, öyle bir güzel intizam vardır ki güya maksat birdir.

İşte bu sebepler karışıklığın nedeni iken, Kur’an’ın mu’cize beyanında akıcılık ve tenasübünde uygunluğunda kullanılmışlardır. Bu cümleyi kurmak ve ifade etmek bir büyük zekâ ve hafıza olduğu kadar, Kur’an’ın bütününde bunları tespit etmek daha müşkül bir meseledir. İşte Hadi-i azam bu demektir, bu cümleyi kuran adam Hadi-i azamdır. Bu cümleyi tüm zamanlar içinde kimse kurabilir mi? O da ayrı bir mesele.

Bahsin son paragrafında yine aynı hafıza, yorum, hayal gücü ve ihata konuşur. “Evet, kalbi sakamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim bir adam, Kur’an’ın beyanında güzel bir selaset, rana bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür.

Hem basiresinde selim bir gözü olan görür ki Kur’an da öyle bir göz vardır ki, güya o göz bütün kainatı zahir ve batını vazıh, göz önünde bir sahife gibi görür.” (Sözler, 449)

Burada göz ve görmek ile ilgili harika bir cümle kurmuş.

Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Göz asgari düzeyde eşyanın güzelliğini görür. Ve daha birçok gözle ilgili imajların şahikasında bu göz imajı yatar. Bu gözü gören göz de onun gözüdür. Düştük bir okyanusa sahile var ey kalbim.

Şimdi hazır olalım son cümle ne kadar azametli:

“İstediği gibi çevirir. İstediği bir tarzda o sahifenin manalarını söyler.

“Şu birinci Nur ‘un hakikatini misaller ile tavzih etsek, bir kaç mücelled lazım”. Birkaç cilt eser ile bu paragraflar örneklenebilir, o örnekleri gören de onu yorumlayan da o, seni anlatamadık Üstadım. Sevenler bir âlem, sevmeyenler bir âlem. Elimde şaşkın kalem, neyleyem ?

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bir Mizah Şaheseri: Tabiat Risalesi

Tabiat Risalesi, Bediüzzaman’ın mizah harikası olan bir eseridir.
Eserin maksadı insanların ağzından çıkan ama mahiyeti gerçek olarak bilinmeyen bazı kelimelerin tahlilidir. Bu cümleler varlığın yaratılışı konusundadır.
Sebeplerin bir şeyi icad etmesi,
kendi kendine olması,
tabiatın gereği olarak meydana gelmesidir.
Bediüzzaman üslubunun en harika örneklerinden bir kısmını de
bu eserinde gösterir. Burada hem anlatım, hem de anlatımda kullanılan, alay, ironi ve fars türü mizah cümleleridir.
Sebeplerin bir araya gelmesi ile bir şeyin vücuda gelmesi bahsinde verdiği ilk örnekte, bozuk bir itikadın tezahürü olarak kullanılan  bu kelimenin yanlışlığını ve yersizliğini anlatmak için bir eczane tasviri yapar. Bir tiyatro sahnesi gibidir, şahısları vardır. Şahıs zamiri tekil değil çoğuldur. Geldim demiyor, geldik diyor.  Yazar eczaneyi bir grup insanla gelmiştir: “Geldik o eczahanede, o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tedkik ettik.” (Asa-yı Musa, 158)

TİYATRO SİNEMA ROMAN

Bu eser bir tiyatro şeklinde canlandırılabilir, bir sinemaya uyarlanabilir, bir çizgi roman şekline dönüştürülebilir, bu şekilde çocukların ve büyüklerin itikadını kurtarır. Bir ressam bir çizgi roman halinde bu eseri çizebilir. Nesil veya Timaş böyle çok şeyler yapmış, bunu da yapabilir. Görelim ey ehli himmet. Çünkü eser çok görsel ve dramatizasyon ilkelerine göre kaleme alınmış.
Bir eczahane ve bir şahıs o odaya geliyor, yüzer kavanoz şişeler görüyor, onlardan tesirli bir ilaç yapılması istenmiştir.
İfadenin ikinci karesinde ilacın çoklukla örnekleri görülür, bir grup insan tarafından. Bediüzzaman ilaçların üzerindeki terkiplerini okur: “O kavanoz şişelerden her birisinden bir özel mizan ile bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem  ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış.” (Asa-yı Musa, 158)

Bir farmakolog (ilaç bilimci) gibi ilaç yapımını anlatır. Bu ifadeler anlatım  realitelerine, üretim gerçeklerine uygun  anlatılmışlardır.

ELEŞTİRME UZMANI

Bundan sonra ifadenin mizahi ve fars türü yorumlarına sıra gelir.

Bediüzzaman kötüyü, yanlış olanı hakaretle değil uzmanca anlatır. Kötüyü lanetleyen geleneksel yorum yerine kötüyü iyi anlatır. Bir çöplük hadd-i zatında kötü ve pistir ama onu bir resimle canlandırmak bir güzel sanat eseridir.

Bediüzzaman ikincisini yapar.

Büyük bir eleştirel uzmanlık gerektirir bu cümleleri kurmak ve bir şeyin butlanını hakaretle değil tahlil ederek ortaya koyar. Bunu okuyan talebeleri ne kadar nazikane anlatmaları gerekir değil mi?

“Acaba hiçbir cihette  imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf  veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar  yalnız o miktar aksın.”(Asa-yı Musa 158)

Bundan sonraki ifadede ne kadar karakterize bir anlatım var:

“Beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı ?”
Yere dökülen miktarlar kalkıp birlikte gidiyorlar, şahıslar gibi, bir araya gelip toplanıp ilacı meydana getiriyorlar.Kırkından sonra öğrenilen bir dilde bu kadar büyük başarı Ahmet Feyzi Ağabeyin dediği gibi!

Bu bir karikatür, yere dökülen sıvılar veya tozlar konuşup anlaşıp  birlikte gidiyorlar, ilacın oluşturulduğu kaba toplanıp ilacı yapıyorlar, sanki anonim veya kooperatif şirket. Küfür ile böyle artistik dalga geçmek ne kadar harika bir olaydır. Bu mizaha şapka çıkarmak… Nerdesin Levent Kırca?

TEVHİT DERSİ BAŞLAR

Metin dramatik bir tablo ile ironik bir anlatımla devam ederken birden fars türü bir eleştiri ortaya çıkar. Anlatım karelerinin yeni sahnesi, yerdeki ilaçların eczaların dökülüp bir araya gelmesinden oluşmasını, son kareye gelen bir eşeğe anlatılır. Bu eşek özel bir eşektir. Eşek anlayışsızlığın ifadesidir. Bu eşek ise kat kat eşek olduktan, anlayışsızlığı kat kat arttıktan sonra, bu halinden birden insana dönse, bu fikir ona anlatılsa, o dinledikten sonra, en son karede “bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır. Eşek bu insana dönmüş hali ile eczahaneye girse ve ona bu muhal anlatılsa, o yanlışın azametinden yürümez kaçar. Fars türü bir eleştiri, büyük yazar her türlü mizahi kalıbı kullanır, alay eder imansızlığın bu büyük yalanı ile.

Mizahi anlatım bittikten sonra tevhid dersi başlar. Örnek büyütülür, her canlıyı bir terkip olarak ifade eder.
Küçük ölçekte laboratuar örneği kâinata, ilaçlar da canlılara benzetilir. Canlılar; ”müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir.”(Asa-yı Musa, 158)

ÂLEM BÜYÜK BİR ECZANEDİR

Bunların icadı sebeplere verilirse; “aynen eczanedeki macunun şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.”( Asa-yı Musa, 159)

Bir küçük eczanenin yerine âlem büyük bir eczanedir: “Şu âlemin büyük eczanesinde, Hakim-i Ezelinin  kaza ve kader mizanı, terazisi ile alınan hayati maddeler, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz  bir ilim  ve her şeye şamil bir irade ile vücut bulabilir.”(Asa-yı Musa, 158)
Bediüzzaman elementleri yani eşyanın onların belli oranda bir araya getirilmesi ile oluşmasında bu elementleri  şuursuz, hudutsuz, sel gibi akan olarak anlatır.

Çünkü bir element mesela demir elementi, hangi maddenin kendine ne kadar ihtiyacı olduğunu bilemez, her element için bu geçerlidir. Tabayi dediği eşyanın tabiatı da kendiliğinden oluşmamış her şey bir tabiat ile yaratılmıştır, o tabiatının yani fizyolojisinin yapısına göre elementler ve diğer şeylerle ilişkide bulunabilir.

Âlemi meydana getiren sebeplerin var edilmesi ve birbiri ile irtibatı da aynen şuursuz ve akılsızca, ölçüsüzcedir.

Yağmurun yağması, toprağı yoğurması, tohumun açılıp büyümesi, bir şekil kazanması, tad ve koku ile yapılması, aralarındaki ilişkiler kendiliğinden olacak şeyler değil.

Bir dokuma tezgâhı değil tabiattaki rükünlerin ilişkileri.

İlacı kavanozların dökülmesinden oluşmuş diyen adam gibidir âlemdeki her şeyin icadını sebepler sayesinde olduğunu diyen: “O acip tiryak  kendi  kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur, diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır.” (Asa-yı Musa, 159)

Tabiat risalesinin dokuz örneği için

Bediüzzaman; “pek çok muhalatı var” der. Yani dokuz örnek sayısız örnekleri doğurabilir. Bu eser eğer film kareleri ve çizgilerle ifade edilse, güzel bir görsel eser olarak birçok insanın yanlış anlayışını düzeltebilir. Görsel bir tevhid risalesi olabilir. Çünkü çok dramatik ve mizahi bir zekâ ile meydana getirilmiş, muhalleri edebi ve mizahi bir dil ile izah etmiş, küfrün olumsuzluğunu sanatlı bir şekilde ortaya koymuştur. Eserde teknik bir tahlil yapılsa yazarın mizahi, ironik zekâsının harikalığı görülür.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Kâinat İlahi Gösteri Merkezi

Allah’ın  icraatını insanın beş duyusuna açmasının Bediüzzaman’ın tevhid eğitiminde çok yönlü bir dağılımı vardır. Tanıttırmanın yanında göstermek  de önemli bir icraattır.

Allah atom zerratını kullanarak insanlara yeni yeni kâinatlar gösterir:

Şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hizmetle tahrik ederek  intizam dairesinde tavzif edip, her asırda her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mucizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat  gösterir.” (Sözler, 598)

Yeryüzü onun bir gösteri merkezi gibidir, orada sürekli aktörleri olan zerreleri, atomları değiştirerek yeni yeni gösteriler ortaya koyar.
İsimlerinin tecellilerinin nakışlarını göstererek, mahdut ve sınırlı bir sahnede, zeminde hadsiz nakışlar göstermektedir. Zemin sınırlı ama gösterilmesi gereken şeyler sürekli değişmektedir. Allah’ın gösterisinde süreklilik esastır: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-ı ilahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz manileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için Nakkaş-ı Ezeli zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler, 598)

KEMAL, CEMAL VE CELALİN GÖRÜLMESİ

Elbette bu gösterinin iki seyircisi vardır, biri kendi sanatını gören Allah, diğeri de insandır. Allah hem kendi sanatını görür, insan da Allah’ın sanatını görür, Allah ikinci bir yön olarak kendi sanatı karşısında insanın nasıl bir tavır aldığını görür ve kaydeder, değerlendirir. Tıpkı bir rejisörün ürettiği sinemasını hem kendi gözü ile hem de seyircilerin seyrederken aldığı tavırlara göre değerlendirmesi gibi.

G ö s t e r i n i n   ana teması  cemal, kemal ve celalini göstermektir. Tanrısal sinema her an cereyan etmekte seyirciler ise kendilerine verilen algı araçları ile sinemayı yorumlamaktadırlar.
Kemalat yaptığı her şeyi en ideal yapması,

Cemal yaptığı her şeyden güzellikler göstermesi,

Celal ise insanı aşan azametli görüntüler demektir.

Demek bu kâinat sinemasında Allah kendi güzelliklerini, haşmetini ve  yaptığı olgun eserlerini gösterir. Bu rolleri yapanlar da atom zerratıdır:

Nihayetsiz ilahi kemalatı ve hadsiz cemalinin cilveleri ve gayetsiz celalinin görüntülerini, sonsuz Rabbani tesbihatı şu dar ve mahdut zeminde ve sonlu ve az bir zamanda  g ö s t e r m e k  için zerratı tam bir düzenle hikmetle, kudretiyle harekete geçirip tam bir intizamla vazifelendirerek, sınırlı bir zamanda, mahdut bir zeminde, sonsuz hesab edilmez tesbihat yaptırıyor. Sınırsız cemal tecellileri  ve celal tecellileri  ve kemal tecellilerini gösteriyor.” (Sözler, 599)

Sonra da bu celal,  cemal ve kemal görüntülerine seyircileri olan insanları çağırıyor bakın ve bu görüntülere tavırlarınızı koyun ve ibadet edin:

Namazın manası Cenab-ı Hakk’ı tespih, tazim ve şükürdür.

 Yani Celaline karşı  kavlen ve fiilen (dille ve davranışla) Sübhanallah deyip takdis etmek.. Hem kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek.. Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler, 44)

MEVLEVİLER GİBİ ZİKREDEN ZERRELER

Akılsız feylesoflar bu gösteriyi bir oyun olarak değerlendirmişler ve kötü bir kanaat ortaya koymuşlardır:

Beş bin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsi, diğeri afakî iki harekât-ı cezbekaranede zikir ve tesbih-i ilahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri  kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

    İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir.” (Sözler, 599)

O akılsız feylesofların başında atom konusunu doktora tezi olarak yapan Marks ve bunu ilk ortaya atan Demokritos gelmektedir.

Sonuncusu milattan önce beş yüzlerde, ikincisi ise bu  doktora tezini Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir üniversitede yapmıştır. Bu yüzden papazların baskısı ile üniversiteden atılmıştır.

MİRACIN ULVİ  HİKMETİ

Namaz celal, cemal ve kemal tecellilerinden doğduğu gibi, Miraç da bu büyük kelimelerin insanlara açılması için bir seyahattir:

“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemalini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.” (Sözler, 528)

GÖRMEK  VE  GÖSTERMEK

Celal, kemal ve cemalden oluşan böyle bir kitabı insanların okuması gerekir, manaları, sırları bilmesi gerekir. Her varlık kendine göre bir okuma ve görme gerçekleştirecektir. Ama o manalar ise büyük bir öğretmene ders verilecek o da manaları diğer insanlara ders verecektir.

İşte Mirac’ın yüksek hikmetleri de yine  g ö s t e r m e k  ama gösterinin manalarını insanlara ders vermek gerektiğindendir, o manaları en  büyük gösterici ve tarif edici Resulullah yapacaktır:

Hem hiç mümkün olur mu ki nihayet derecede  bir hüsn-i zati sahibi, cemalinin  mehasinini  ve hüsnünün letaifini ayinelerde görmek ve göstermek istemesin.” (Sözler, 67)

Demek Resulullah gösterinin anlamlarını anlatandır. Bu gösteri kelimesi bir mana okyanusudur, devam edeceğiz İnşaallah

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer