Etiket arşivi: aile

MAHALLEDE SEFERBERLİK İLAN  EDİLMİŞTİR!

MAHALLEDE SEFERBERLİK İLAN  EDİLMİŞTİR!

 KONU: Sapkın fikir akımları

“İnsanlar hiç imtihân edilmeden, (sâdece) “Îmân ettik!” demeleriyle (kendi hâllerine) bırakılıvereceklerini mi sandılar?”[1]

Müslüman olarak yaşamak ve itikad ve amelini muhafaza etmekle mümkündür. İnsan hayatı boyunca hem hayatının idamesi, devamı hem de manevi hayatının sağlıklı bir şekilde devam ettirmesiyle mesuldür.

İman ettikten sonra, imanın getirmiş olduğu hem bir manevi rahatlık hem de mesuliyetler başlamaktadır. Bizler Müslüman bir aileden doğmakla İslamiyeti araştırtmak ve merak etmek mevzuunda pek ihtiyaç hissetmiyoruz toplumsal olarak.

Müslümanları, dinden uzaklaştırmak için bir çok felsefi akım akın akın Türkiye’de faaliyet göstererek bu coğrafyanın evladını dinsiz, ateist, deist.. yaparak cehenneme ehil olacak bir hale sukut ettirmek için var güçleri ve yeni tarzlarda saldırılarını, hamlelerini devam ettirmektedirler.

Bu komitelerin özelliklerini Risale-i Nur Külliyatından şu şekilde okuyabiliriz.

  • “ecnebi hesabına
  • ve küfür
  • ve ilhad namına
  • bu milleti ifsad
  • ve bu vatanı parçalamak fikriyle,
  • Kur’an hakikatına
  • ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden
  • ve çok şekillere giren
  • bir gizli ifsad komitesi..
  • kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlar
  • Müslüman kisvesindeki propagandacıları..”[2]

 

  • “din, ahlâk ve an’ane aleyhinde olup pek müdhiş bir tahribat [yapan]
  • umum dünyaya karşı müfsid, yırtıcı [olan]
  • rejim-i küfrîsi [sahibi]
  • devletler mabeyninde tedbir aldıran
  • ve bununla beraber haricî, gizli ifsad komiteleri de bu vatan aleyhinde müdhiş bir herc ü merce çalıştıkları [kesin olduğu]

bir zamanda.. Risale-i Nur o tahribatçı cereyanı durduran Kur’anî ve imanî bir seddir..

 İman hizmetinin manevî, uhrevî faidelerinden kat’-ı nazar, dünyevî, millete ait mühim bir faidesini vaktiyle Üstadımız şu suretle ifade etmiştir ki, zaman bunun ne kadar doğru olduğunu göstermiştir.

..bu memleketin, bu vatan ve milletin saadet-i hayatiye ve ebediyesi noktasında [dikkat edilip tedbirlerinin alınması gereken] iki müdhiş cereyan var:

Birisi: Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik [komünizm] cereyanı..

İkincisi: Bin seneden beri İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâm’ın adaveti..”[3]

 Bediüzzaman Said Nursi, eserleri olan Dirayet tefsiri[4] olan Risale-i Nur Külliyatında[5] tüm bu sapkın fikirlerle mantık sahasında kıyasıya bir mücadeleye girişmiştir. Ateizm ve komünizm’in ana omurgasını çökerterek imha etmiştir, Kur’an ve Sünnet nuruyla[6] buna Allah’ın izni ve adetullahın[7] gereğince hareket ederek muvaffak olmuştur.

Çünkü her daim kulağında “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.”[8] İkazı çınlamaktadır üstad Bediüzzaman Hazretlerinin.

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir..”[9]

 

“Ey insanlar! Allah’ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!”[10]

Şüphesiz ki, bu hayatın imtihanları herkes için geçerlidir. Yani gün herkese 24 saat sene 365 gün.. dünya tüm cazibesiyle insanların karşısında arz-ı endam etmektedir.

 

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”[11]

Sapkın fikir akımları asla ülkemizi boş bırakmamaktadır ve bırakmaya da niyetleri yoktur. Çünkü üst nedendir bilinmez bu coğrafyadan çok iyi beslenmekte ve sürekli tip tip aktörler bulması gösteriyor ki buralar onlar için münbit bir zemin.

Sapkın fikirler hem sırayla hem de aynı zamanda satranç oynamakta. Yeri geliyor birbirinden çok farklı görünüyor yeri geliyor beraber hareket ediyor. Bu da gösteriyor ki kuklalar farklı; ama kuklacı aynı.

Lgbt sapkınlığı bir zamanlar komünizm ve ateizmin sahasında kendini gösteriyor.

“bir kıvılcım Avrupa içerisine sür’atle yayılarak büyük bir yangın halini aldığından, bütün milletler seferî vaziyetinde bulunduğundan Türkiye de kısmî seferberlik yaptı.”[12]

 

“küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere..”[13]

İslam toprakları olan günde 5 vakit tevhidlerin minarelerimizden yankılandığı topraklarımızı ve gençlerimizi bu sapkınlıktan korumak için tüm mahalleli seferber olup elinden geleni yapmalıdır. Başka yazılarımda belirttiğim gibi yeni bir döneme giriliyor ve kapı aralandı. Hem transhümanizm hem de saz ekibi olan diğer sapkın akımlar yani izm’ler tevhid sadalarını susturmak için sahada.

 Bakın sokaklarımıza yatak kıyafetiyle gezen gençler var. Bu gençler uzaydan inmedi buralara. Tebliğ ve irşat hizmetlerinin aksatılması ve önem verilmemesi veya yeterli kadar yapılamaması toplumsal çıplaklık ve edepsizliği arttırdı. Bu gençler birinin kızı, kardeşi, yeğeni neticede.

Elhasıl: tevhid sancağının dalgalanması için gençlerimizden başlayarak tüm toplumumuza İslami ve milli kimliklerimizi aşılamak ve benimsetmekle mükellefiz. Aksi taktirde dinsiz, milliyetsiz, kimliksiz, cinsiyetsiz, cibilliyetsiz, karektersiz bir topluma evrilecektir vatanımız.

Bu rol model konusunda tüm mahallede seferberlik ilan ediyorum. Esnafı, amiri, memuru bu seferberliğe katılmak zorundadır.

Unutmayın! Kaybetmeye en yakın olanlar kendilerini galip görenlerdir.

Lgbt içindeki sapkınlıklar için Kur’an-ı Kerim ayetleri diyor ki,

“İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor.”

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), kadına benzemeye çalışan erkekleri ve erkeğe benzemeye çalışan kadınları lanetle anmış.”[14]

“Alemlerin içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz? Siz sınırı aşan kavimsiniz.”[15]

“Lût”u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz!” / “Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz.” /Kavminin cevabı, “Onları (Lût ve arkadaşlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!” demelerinden başka bir şey olmadı. / Biz de onu ve karısı dışındaki aile fertlerini kurtardık.

Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. / Ve üzerlerine dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne olduğunu!”[16]

 

Selamve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Ankebût Suresi 2. Ayet Meali | Hayrat Vakfı

[2] Şualar ( 288 )

[3] Emirdağ Lahikası-2 ( 196 )

[4] Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevab veren yegâne tefsir-i Kur’anî olduğu, enaniyetini hakka feda eden faziletperver İslâm üleması tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Tarihçe-i Hayat ( 697 )

[5] o risaleler ki, herbiri başlı başına menba’ları ve mecraları ayrı fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez? Barla Lahikası ( 94 )

[6] Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmiş.. Mektubat ( 342 )

Ÿ Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Ehl-i Hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur’an’ın çetin ve metin kal’asına girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmağa muvaffak olunaca[k].. Barla Lahikası ( 152 )

[7]  (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah’ın emirleri, O’nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. “Âdetullah” yerine “tabiat kanunu” demek yanlıştır.

[8] Tarihçe-i Hayat ( 58 ) aynı mana için Bkz. Muhakemat (152)

[9] Muhammed / 36| Diyanet Meali

[10] Fâtır / 5| Diyanet Meali

[11] Hadîd / 20 | Diyanet Meali

[12] Kastamonu Lahikası (61)

[13] Emirdağ Lahikası-1 ( 133 )

[14] Buhari, Libas (61-62)

[15] Şuara, (26/165,166)

[16] A’râf, (7/80-84)

Çocuklarda Manevi Eğitim Ne Zaman Başlamalı

Çocuklarda Manevi Eğitim Ne Zaman Başlamalı

Bilinç altı henüz anne karnındayken başladığı kayıtları en üst düzeyde 0 – 2 yaş aralığında oluşturur. Gerek anne karnı gerekse 0 – 2 yaş aralığı bu bağlamda ciddi önem taşımakta. Manevi Eğitim ne zaman başlamalı diyoruz ya işte cevabı “bebeğin anne karnındaki varlığını öğrendiğiniz andan itibaren” Nasıl yani? diyorsunuz. Şöyle ki; Anne karnında başlayan bu kayıt döneminde annenin yaşadığı tüm duyguları direk olarak bebekte yaşamakta. 

Sperm ve yumurta bir araya geldikten sonra, annenin gıdası, hâl ve hareketleri, ruhî durumu, maneviyatı anne karnındaki çocuğun şaki veya said yazılmasında önemli birer etkendir. Haram bir lokmanın, işlenen bir günahın, manevî tatminsizlikten ileri gelen stres ve depresyonların hiç şüphesiz çocuğun karakterinin şekillenmesinde etkisi büyüktür. 

Dış dünya İle bebeği tanıştırmak henüz anne karnında başlıyor. İşte tamda bu esnada istediğiniz kadar manevi eğitime başlayabilirsiniz. Kuran-ı Kerim dinlemek, maneviyatından bol istifade edebileceğinizi düşündüğünüz mekanlarda bulunmak……

Nitekim Efendimiz (s.a.v.) in hamileler için verdiği öğütlerde Abdestsiz durmamaya özen göstermek, sakin kalmaya çalışmak, öfkenin azaltılması, Kuran-ı Kerim okumak, bebeğinizle konuşmak ve bol bol dua etmek yer almakta. Bilhassa yedinci aydan itibaren sese karşı hateketlerini arttırdıklarına dair klinik çalışmalar mevcut. Biz bu döneme “cenin devrinde öğrenme” dönemi diyoruz. 

Akabinde 0 – 2 yaş aralığında aynı şekilde devam etmek oldukça önemli. Kayıtların net bir şekilde alındığı bu dönemde her ses, her olay, her duygu olduğu gibi bilinçdışına işlenmekte. Ve ileri yaşlarda hangi konuda nasıl bir tepki oluşturacağının alt yapısı işte tamda burada yatıyor. Bu dönemlerde anne ve babanın sakin olması, öfkelenmekten uzak durması, birbirlerine güzel sözler söylemesi ve dahi bebekleri ile onları anlıyormuşçasına konuşmaları, dış dünyayı tanıtmak, kötü sözden ve olaylardan uzak durmak, hatta negatif düşünceler ve ortamlardan uzak durmak ilave edilebilir. 

Bebek tüm duygu ve sezgileri anneden alır. Burada manevi eğitime başlarken önce kendimizi denetlemek ve davranışlarımızı, düşüncelerimizi kontrol altına almak. Mümkünse gözden geçirip revize etmek gerekmekte. Unutmayalım ki biz ne isek bebeğimiz o. 

Mesela yemek yedirirken besmele ile yemek yedirmek. İlk kelimesinde Allah lafzını söylemesini sağlamak. Kulağına Allah’ın birbirinden güzel esmalarını fısıldamak, yine maneviyatını arttırabileceğini düşündüğümüz müzikler dinleyip şarkılar öğretmek bir kaç örnek olabilir. 

Manevi eğitimin alt yapısı bu şekilde oluşturulduktan sonra 3 – 6 yaş arası vicdan mekanizmasının oluştuğu, karakterin bir çok bölümlerinin şekillendiği döneme artık hazırız demektir. 

Manevi eğitim demek çocuğunuzu karşınıza alıp motomot talim dersleri yapmak, Kuran-ı Kerim öğretmek yada yaşı itibari ile anlayamayacağı kavramları yüklemeye çalışmak değildir. Önemli olan somut bir şekilde öğrendiğini görmek değil. 

Maneviyata, inandığımız değerlere karşı  evvela sempati duymasını sağlamak, yani sevdirmek.

Sadece sevdirmek.

Unutmamalı ki manevi sevgi yeterli doyuma ulaştığında gerisi oldukça kolay olacaktır.

Bütün bunlardan sonra ise bize düşen, sebeplere riayet ettikten sonra Allah’a güvenip Ona tevekkül etmektir.

Çocukların da bir imtihan vesilesi olduğu unutulmamalı ve Cenâb-ı Hak’tan her hususta olduğu gibi bu konuda da hayırlısı istenmelidir.

Selam ve Dua ile

Merve Başpınar

FERT, AİLE VE TOPLUMDA BİR İNKILAP : NAMAZ

Namaz, küllî ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Küllî ve umumî bir şükrün mükafatı olarak da Cenâb-ı Hak, kemal-i kereminden cennetini kullarına ihsan ediyor. “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı ise abdesttir.” (1) hadîs-i serîfi de bu noktaya bakmaktadır.

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ şeklinde yaygın olarak bilinen hadîs-i şerifte ise meâlen Fahr-i Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz “Namaz dinin direğidir.” (2) buyurarak, namazın ehemmiyetine işaret etmiştir.

Namaz, İslâm dininde bir kıstas hükmündedir. Dinin sağlamlığı konusunda namaz bir ölçü ve mizandır. “Namaz kılmayanın dini sağlam değildir. Dinde namazın yeri, vücutta başın yeri gibidir.” (3) hadîs-i şerîfi konumuza bakmaktadır. Başsız vücut düşünülemeyeceği gibi, namazsız bir dinî yaşayış da düşünelemez.

Namazın bir boyutu da vardır ki mânen yükselme, urûc etme gibi anlamlara gelen “mi’rac” kelimesi ile de tavsif edilmiştir, yani vasıflandırılmıştır. “Namaz, mü’minin mi’racıdır” (4) şeklindeki rivâyet bu hakikate bakmaktadır. “Bir nevi mi’rac hükmünde olan namaz” (5) diyerek de Bediüzzaman, bu rivâyete atıf yapmaktadır.

Şimdi de İslâm dininin üzerinde hassasiyetle durduğu namazın; fert, aile ve toplum üzerindeki maddî ve mânevî faydaları üzerinde duralım.

Namazın Fert Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Hak, “yüzer âyât-ı Kur’âniyede Müslümanlar için en büyük hakikat, îmândan sonra namaz olduğunu mükerreren emrediyor.” (6) Yani; “İslâmiyet’te îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır.” (7) Elbette ki, böyle yüksek bir hakikat olan namazın; fert üzerinde faydaları vardır.

Cenâb-ı Allah, kendisinden nasıl yardım talep edilmesini meâlen şöyle belirtmiştir; “Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile (Allah’dan) yardım isteyin! Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berâberdir.” (8) İnsan fıtraten aciz ve zayıf yaratılmıştır. Ve İlâhî bir kudrete istinad edip dayanmak ve O’na güvenmek fıtratında yani yaratılışında vardır. O insana mânevî bir kuvvet ise ancak her şeye kuvveti yeten bir Ezelî Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Yani namaz, mânevî kuvvet vermesi ile o insana mânen fayda sağlamaktadır.

Bahsi geçen âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde şunlar belirtilmektedir; “Âyette hangi konuda sabırlı olmak gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple ibadetleri yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnmek, musibet ve acılara katlanmak gibi dayanıklılığı gerektiren her durumda sabretmek bu buyruğun kapsamına girer. Bunun yanında, kıble değişikliğinden sonra vuku bulan olaylar dikkate alındığında, burada özellikle İslâm’ın varlığına son verme kararında olan düşmanlara karşı verilecek mücadelelerde sabır ve metanet göstermenin kastedildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim kıble değişikliğinden yaklaşık iki ay sonra Bedir Gazvesi vuku bulmuş, sonraki dönemlerde de müşriklere ve diğer gayri müslim unsurlara karşı silâhlı mücadeleler devam etmiştir. 153 ve devamındaki âyetler bir bakıma, müslümanları böyle bir sıkıntılı döneme hazırlıyor; bu dönemlerde sabır ve sebat göstererek, Allah’ın divanına durup namaz kılarak O’ndan yardım dilemelerini istiyor; Allah’ın sabredenlerin yanında olduğu müjdesini veriyor. Sabır, insanın bir amaç için ortaya koyduğu özverinin, kararlılığın, güçlü azim ve iradenin ürünüdür; dolayısıyla sabır, insanın kendi benliğiyle ilgili tavrıdır. Namaz ise onun bedeni, dili ve kalbiyle kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir; şu halde namaz da müminin Allah ile ilgili tutumudur. Böylece sabırla benliğini güçlendiren, namazla da Allah ile birliktelik kuran insan, başarının psikolojik şartlarını tamamlamış olur.” (9) Buradan da anlaşıldığı üzere insanın ibadetleri yapması, hususen namaz kılması; haramlardan kaçınma iradesi, her türlü düşmanca hareketlere karşı direnme gayreti, musibet ve acılara tahammül etme iktidarını da sağlamaktadır.

Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’de namaz için “Allah’ı anma” ifadesi de yer almaktadır. Yani namaz, zikrin bir çeşididir. Onun içindir ki âyet-i celîlede “Şübhe yok ki ben, (evet) ancak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur; öyle ise bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl!” (10) buyurulmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede ise meâlen “Onlar, îmân edenler ve kalbleri
Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (11) buyurulur. Bu iki âyet-i kerîmeyi beraber düşününce namazın bir diğer faydası da, kalpleri mutmain ettiğidir. Mutmain etmek; yani yatıştırmak, tam bir kanaatle inanmak, kalbini ferahlandırmaktadır.

Namaz kılmakta insana herhangi bir meşakkat de bulunmamaktadır. Aksine “namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” (12) Namaz; ruha, kalbe, akla büyük bir rahatlık verir. Aynı zamanda namaz sayesinde insanın diğer haram olmayan gündelik işlerini yapması ona, ibadet sevabını vermektedir. Bu şekilde bütün ömür sermayesini âhirete mal ederek, fâni örünü bir yönüyle ebedîleştirir. Namazın mânevî faydalarının yanında maddî faydaları da vardır. Konuyla ilgili bir âyet-i kerîme meâlen şöyle buyurulur; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (13) Namazın çirkin işlerden ve kötülüklerden insanı alıkoyması buna misaldir. Fert bazında kişiyi kötülüklerden de muhafazayı sağlayan yine namazdır. “Muhakkak ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır.” (14) şeklinde meâl verilen âyet-i celîlenin tefsirine dair Bediüzzaman Sözler eserinde şunları belirtmiştir;
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (15) Namazın belli vakitlerde farz kılınması ve bu farzı îfa ederken, ruh mânen teneffüs etmekte yani nefes almaktadır. Ruha nefes aldıran bir ibadet elbetteki faydasız değildir ve olamaz!

Namazın her gün her gün beşer defa kılınmasından dolayı usanç verdiğini söyleyen ve yaş olarak, bedenen ve rütbe itibariyle büyük bir adamın sözü ve o söze Üstâd Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilen cevaplar da mânevî faydaları içerisinde değerlendirilebilir; «Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım o zat o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil beş ikazı benden işit.» (16) Burada geçen beş ikazdan iki tanesini misal olarak verebiliriz. Şöyle ki;
“BİRİNCİ İKAZ Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.” (17) Burada da namazın insanı, ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olduğu belirtilmiştir. Çünkü o namaz ki insanın hayat-ı ebediyesinin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmettir. Bunlar insanın mânen ve ruhen faydasına olan şeylerdendir.

“İKİNCİ İKAZ Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti, her şeye kàdir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fâni dünyada kemal-i süratle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise her şeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.” (18) Burada da insanın namaz vasıtasıyla şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde ancak namazın penceresiyle nefes alabileceği belirtilmiştir. Namaz ruhun penceresi vazifesini görmektedir.

İbn-i Mes’ud Radıyallâḥu Anh’tan rivâyet edildiğine göre, bir adam Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’e: “Amellerin/ibadetlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sordu.
Rasûlullah (asm) Efendimiz: “Vaktinde kılınan namazdır.” buyurdu. (19) Bu hadîs-i şerîften anlaşılacağı üzere “vaktinde kılınan namaz” vesilesi ile kişi “en faziletli ameli” yapmış ve sevabına nail olmuş olacaktır. Bu da namazın kişiye sağladığı bir diğer mânevî faydasıdır.

Muaz bin Cebel (ra) anlatıyor: Rasûlullah (asm) ile birlikte bir yolculukta idim. O şöyle buyurdu:
“Dinin başı İslâm (kelime-i şehadet getirerek Allâh’a teslim olmak), direği ise namazdır.” (20) Demek ki namazını kılan kimse din çadırının direğini kurmuş demektir.

Nitekim bir diğer rivâyette ise Abdullah bin Mes’ud (ra) tarafından nakledildiğine göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:
“(Kıyamet gününde) kulun ilk önce hesaba çekileceği şey, namazdır.” (21) Bu mânâyı da içinde barındıran bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur;
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“(Kıyamet günü) kulun ilk hesaba çekileceği şey, namazıdır. Eğer bunu tam olarak yapmışsa (ne âlâ!) Ama (farz namazları tamam) değilse, Allah Teâlâ: «Kulumun nâfilelerine bakın!» buyurur. Eğer nâfile namazı bulunursa, «Onunla farz namazları tamamlayın.» buyurur.” (22) Namazı kılan kişi hesaba çekileceği ilk şeyi ifa etmiş oluyor ki; bu da onun mânevî kazançlarındandır.

Namazın Aile Üzerindeki Faydaları

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Azîm’de meâlen; “(Ey Resûlüm!) Âilene namazı emret, (kendin de) ona sabırla devâm et! Senden rızık istemiyoruz. (Bil’akis) seni biz rızıklandırıyoruz. (Güzel) âkıbet, takvâ (sâhibleri) içindir.” (23) buyuruyor. Namazı kendimiz kıldığımız gibi, ailemize namazı emretmemiz bize emredilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (24) Namaz demek ki sadece şahsî olarak yapıldıktan sonra bir mes’uliyeti olmayan bir ibadet değil; aynı zamanda aile halkına da emretmemiz gereken bir ibadettir.

Unutmamak gerekir ki; “her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir.” (25) Bu “küçük cennetimizi” mânen huzur ile doldurmaya vesile olabiliriz. Bu vesileler ise başta namaz olarak diğer ibadetleri ailece îfa etmek ile olur.

“Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.” (26) Aile hayatı “dünyevî saadet için bir cennet” olmasının yanında “bir melce” yani sığınak ve “bir tahassungâh” yani sağlam korunulacak yerdir. Aile hayatında namazı bir rükün haline getirmek; bütün aile bireylerini ruhen ve mânen ferahlandırır.

Cemaatle namazın faziletine dair şu hadîs-i şerîf aile ile de cemaat yapıp namaz kılmaya teşvik mahiyetindedir; “Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nispette sevimlidir.” (27)

Resulullah’a (asm) ‘namazın çocuğa ne zaman emredileceği’ sorulmuştu: “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” buyurdu.” (28) Bu hadîs-i şerîfte anne babalara düşen bir vazifeyi belirtmektedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailede dinî eğitimini alan bir çocuk, topluma da faydalı olacaktır. Aileler toplumu oluşturur, çünkü “memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (29) Aile içinde cemaatle namaz kılınması ve çocuğa da namaz öğretilmesi; hem o aileyi hem de çocukları mânen yetiştirir ve dinî hayatlarına olumlu etkiler yapar.

Şu âyet-i kerîmede ise çocuklarımıza nasıl öğüt vermemeiz bize misalen gösterilmiştir;
«Kendine câhilce kötülük edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini [*âyet-i kerimenin Arapçasında “milleti ibrâhîme” şeklinde geçmektedir. “İbrahim’in dinini” diye de meâl verilmiştir.] reddeder? Oysa biz, gerçekten onu dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü rabbi ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da,
“Âlemlerin rabbine teslim oldum” demişti. İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).» (30) Ya’kub (as) nasıl ki oğullarına “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” demiş ise bizlerin de dil ile bunu söylememiz gerektiği gibi; halimiz ve fiillerimiz ile de bunu göstermeliyiz.

Namazın Toplum Üzerindeki Faydaları

Namazın toplumsal faydalarından bir kaçına değineceğiz.

Namazın fert üzerindeki faydalarına da misal verdiğimiz; “(Ey Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla edâ et! Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.” (31) şu âyet-i kerîme, aynı zamanda toplumsal bir faydayı da beraberinde getirmektedir. Günah olan şeyler aynı zamanda suç olan şeylerdir. Suç oranının düşmesi toplumun da, devletin de faydasına olur. Namaz; hem mânen refah, huzur ve sürûr kalplere verirken aynı zamanda da suç oranlarının düşmesini sağlayıp maddî olarak da fayda sağlamaktadır.

Mâun Sûresi’nde ise meâlen şöyle buyurulur; “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar, namazlarından gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler)! Onlar ki, riyâkârlık (gösteriş için ibâdet) ederler! Ve mâûn’u (zekâtı) men‘ ederler!” (32) فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ şeklinde geçen âyet-i kerîmeye şu şekilde mânâlar da vermişlerdir;
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…” (33)
“Fakat veyl o namaz kılanlara ki…” (34)
“İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılan (münafık) ların vay haaline ki…” (35)
Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “veyl” kelimesinin diğer anlamları ise şunlardır; “Cehennem’de bir çukurun ismi veya Cehennem’in bir kapısının ismi.” (36)

Aynı zamanda âyet-i kerimede geçen “(Maûn) zekât, sadaka, itâat, ihtiyaç maddeleri ma‘nâlarını taşır.” (37)

Mâun Sûresi’nde geçen bu âyet-i kerîmelerden hareketle namazın hakkını veren kişilerin; zekâtını, sadakasını veren ve ibadetini sırf Allah rızası için riyasız yapan kimseler olması gerekmektedir. Zekât bilindiği üzere toplumsal dayanışma ve yardımlaşma konusunda köprü vazifesi görmektedir. Bu konuya işaret olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle buyururlar; “Namaz dinin direği, zekât da köprüsüdür.” (38) Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (39) buyuruyorlar. Namaz ve zekât ile ilgili bu hadîsleri Bediüzzaman, şu şekilde değerlendirir; “Namaz عِمَادُ الدّ۪ينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslâm’ın kantarası yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.” (40) Bu sebeplere mebnidir ki, Cenâb-ı Allah da Kur’ân-ı Hakîm’de İslâm dinin bu iki esasını art arda zikretmiştir. “Namazı hakkıyla edin, zekâtı verin ve peygambere itâat edin ki merhamet olunasınız!” (41) Buradan çıkan sonuca göre de, namaz kılan kişi toplumsal bir köprü vazifesi gören zekâtı edâ ederek; toplum içinde dayanışma ve yardımlaşma bilincini arttırmaktadır. Bu durum da namazın hem maddî hem de mânevî faydaları arasında zikredilebilir.

Mâun Sûresi’ndeki iligili âyet-i kerîmelerin tefsiri sadedinde şunlar söylenmiştir, “Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “(Namazlarının) özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. Âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının “zekât, farz olan sadaka, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320). Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân3/64).
Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. Âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.” (42)

Abdullah bin Ömer’den (r.anhüma) rivâyet edildiğine göre, Resûl-i Kibriya (asm);
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” buyurmuştur. (43) Cemaatle namaz kılmanın faziletine dair bu ve benzeri hadîs-i şerîfler toplumsal dayanışma ve uhuvvet yani kardeşlik ruhunu pekiştirmektedir.

Bu hadîs-i şerîfe bir şerh mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Taat ise, cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.” (44) İslâm dininde ibadetleri cemaat halinde yapmak, her zaman için daha faziletli ve daha güzel kabul edilmiştir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Fahr-i Kâinat (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse câmiye gitme niyetiyle evinden çıktığında, attığı (her) bir adımla kendisine bir sevap yazılır, diğer adımıyla bir günahı silinir.” (45) Bu hadîs-i şerîfte de Müslümanların bir araya gelip cemaatle kılmalarının yanı sıra camiye giderken attığı her adıma sevap verildiği ifade edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfler teşvik bakımından mühimdir.

Resûl-i Sakkaleyn yani hem cinlerin hem de insanların Resûlü (asm), bir gün Ebu’d-Derdâ’ya (ra); bir yerde üç kişi bulunduğu hâlde cemaatle namaz kılmazlarsa, şeytanın onları kuşatıp yeneceğini söylemiş, ardından da şöyle buyurmuştur:
“Cemaate devam et. Çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer!..” (46) Müslümanların topluluk halinde, birlik ve beraberlik içinde olması ve cemaat halinde bulunmalarına dikkat çeken bu hadîs, mühim bir hadîs-i şerîftir. Namaz konusunda cemaatle kılmaları onları şeytanın yenemeyeceğine de bir işarettir.

Mü’min ve Müslümanların cemaat olmaları ve birlik olmaları ile ilgili hadîsleri izah mahiyetinde Bediüzzaman şöyle demiştir; “Zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (47)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Habibullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:“Eğer (insanlar) yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (48) Burada da cemaatle namaza dikkat çekilmiştir.

Yatsı ve sabah namazının faziletine dair ise şöyle buyurmuştur Seyyidü’l-Enbiya (asm) Efendimiz; “Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını, sabahı da cemaatle kılan, gecenin tamamını ibâdetle geçirmiş sayılır.” (49)

Camiye giderken atılan her bir adıma sevap verilmesi, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi ve çeşitli faziletler ile ilgili hadîs-i şeriflerin yanı sıra camide veya mescidde ön safta bulunmanın ve ezan okumanın da faziletini beyan buyurmuşlardır Efendimiz (asm); “İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur’a çekmek zorunda kalsalardı kur’a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” (50)

Cemaatle namaza giden kişinin aldığı sevaba dair bir diğer hadîs-i şerîf ise şudur; “Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.” (51)

Ayet-i kerîmelerde de cem’ yani çoğul kullanım söz konusudur. Bu âyet-i kerîmelerden birirsi şudur; “Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin! Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû’ edenlerle berâber rükû’ edin!” (52)

Ayetteki “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” emri zorunluluk mu ifade eder? Başka bir ifade ile cemaatle namaz kılmanın hükmü nedir? Farz mı, vacip mi, sünnet mi? Beş vakit namazı cemaatle kılmanın, peygamberin emri, imanın alâmeti, İslâm’ın şiarı ve sembolü olduğu konusunda ittifak etmekle birlikte İslâm bilginleri, ayetteki emrin zorunluluk ifade edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Cemaatle namaz kılmanın önemine dair hadislerden (53) hareketle Hanbelî âlimleri, cemaatle namaz kılmanın erkekler için “farz-ı ayn”, Şafiî âlimleri, “farz-ı kifâye”, Hanefî ve Malikî âlimleri ise “sünnet-i müekkede” olduğu içtihadında bulunmuşlardır. Şu hadîs-i şerîf, namazı camilerde cemaatle kılmanın sünnet olduğuna delâlet eder: “Ezan okunan camilerde namaz kılmak sünen-i hüdâdandır.” (54)

İslâm bilginleri namazı camilerde cemaatle kılmanın hükmü konusunda ihtilâf etmekle birlikte camilerin cemaatsiz bırakılmasının asla caiz olmadığı, namazların cemaatle kılınmasının daha sevap olduğu, mazeretsiz cemaatin terk edilmesinin doğru olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. (55)

İbadetin Faydaları ve Hikmetleri Tercih Ettiren Sebep Olabilirler, Asıl Sebep ve Maksad Olamazlar

Yanlış anlaşılmaması gereken nokta şudur ki; namazın maddî ve mânevî faydaları illet değildir ve olamaz. Yani asıl sebep ve maksad bu faydalar değildir. Namazın faydaları ve hikmetleri ancak müreccih yani tercih ettiren sebep olabilirler. Bu konuyu daha geniş ve kapsamlı bir şekilde “ibadet”lerin tamamına şamil olarak Bediüzzaman şu şekilde ele almıştır;
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” (56)

Rıza-yı İlâhî’yi yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler, ibadetlerin en kamili, en ihlaslısı ve yükseğidir. Lakin hubb-u cennet (cennet sevgisi) ya da havf-ı cahîm (cehennem korkusu) ile yapılan ibadetler de meşru sayılmıştır. İmanın kuvvet ve mertebesine göre kimisi sadece Allah’ın rızasını arar kimisi cennette girmek için kimisi de cehennemden kurtulmak için ibadet eder. Bu yüzden “Cennete gitmek için iyilik yapanlar veya ibadet edenler cennete gidemez.” diye bir hükme gidilemez. Böyle denilmesi yanlıştır.

İhlası kaçıran, ameli iptal eden, ibadeti bütünü ile değersizleştiren, hatta günaha dönüştüren hata ve hatta şirke kadar götüren dünyevi menfaatler ve kaygılar ile yapılan ibadetlerdir.

“Falanca kişi bana cömert desin.” diye zekât veren birisinin zekâtı, değil ibadet olmak insanı ateşe sürükleyen bir amele dönüşür. Bu durum darb-ı mesel yani atasözünde de geçtiği üzere “Dost pazarda görsün.” kabilindendir. Ama zekâtı cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için verse, bu düşüncesi uhrevi olduğundan meşru ve sevaplıdır.

Niyete dünyevi bir gaile girdi mi amel bütünü ile iptal olur. Hatta bunun yüzdesi bile olmaz, yani “Şu ibadetimin yüzde doksan dokuzunu Allah için, kalan yüzde birini de halk için yapıyorum.” dese, o ibadet batıl olur ve hiçbir değeri kalmaz.

İbadetler yüzde yüz uhrevî yani âhiret için olmalıdır. Uhrevî de ancak ya Allah’ın rızasını kazanmak ya cennete girmek ya da cehennemden kurtulmak için olur. Dördüncü bir ihtimal yoktur.

Netice olarak; Namazın maddî ve mânevî faydaları inkâr edilemez derecededir. Kat’îdir ve su götürmez bir gerçektir. Ama bu faydalar için o ibadetler yapılmaz. İbadetler yalnız ve yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılır.

Namazlarını hakkıyla ifa eden kullardan olmak dua ve temennisiyle..
Vesselâm..

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar

1-Tabeanî, El-Mu’cemu’l-Evsat, 5/186, Hadîs no: 4361
2- Tirmizî, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, II/76
3- Taberanî, Mu’cemu’s-Sağîr, Hadîs no: 107
4- El-Munavî, Feyzü’l-Kadir, 1/497; El-Alusî, 6/361; Râzî, 1/226
5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şua, s. 220
6- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediîye, s. 702
7-Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 139
8- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 153. Âyet-i Kerîme
9- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 1 s. 239-240
10- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 14. Âyet-i Kerîme
11- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ra’d Sûresi, 28. Âyet-i Kerîme
12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 4. Söz, s. 25
13- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
14- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 9. Söz, s. 46
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 295-296
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 21. Söz’ün 1. Makamı, s. 296
19- Buhârî, Tevhid, 48
20- Tirmizî, Îmân, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 231
21- Nesâî, Muhârebe, 2
22- Nesâî, Salât, 9
23- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Taha Sûresi, 132. Âyet-i Kerîme
24- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, 6. Âyet-i Kerîme
25- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
26- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, Mukaddime, 1. Nokta, 4. Delil, s. 109
27- Ebu Dâvûd, Salât, 47
28- Ebû Dâvûd, Salat 26, 497
29- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, 11. Şua, 8. Meselenin Bir Hülasası, s. 228
30- Diyanet İşleri Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara 130-132. Âyet-i Kerîmeler
31- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Ankebut Sûresi, 45. Âyet-i Kerîme
32- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4-7. Âyet-i Kerîmeler
33- Diyanet İşleri Meâli Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
34- Elmalılı Meâli Orijinal, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
35- Hasan Basri Çantay Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Mâun Sûresi, 4. Âyet-i Kerîme
36- bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügât, Veyl maddesi
37- İbn-i Kesîr, c. 3, s. 682
38- bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, 1/530
39- Et-Terğîb ve’t-Terhîb, c.1, s.517
40- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s.48
41- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme
42- Kur’an Yolu Tefsiri, c. 5 s. 697-698
43- Buhârî, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 249
44- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, 1. Makale 1. Mesele, s. 58
45- Nesâî, Mesâcid, 14; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 320
46- Ebû Dâvud, Salât, 46; Nesâî, İmamet, 48
47- Kastamonu Lâhikası, s. 11
48- Buhârî, Ezan, 9; Müslim, Salât, 129
49- Ebû Davûd, Salat, 45
50- Buhârî, Ezân 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129
51- Müslim, Mesâcid 282
52- Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 43. Âyet-i Kerîme
53- Meselâ bkz. Ebu Dâvûd, Salât, 47–51, IV, 371–381
54- Müslim, Mesâcid, 256, I, 453
55- Kurtubî, I, 348
56- Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, s. 154

İSLÂM’A GÖRE EVLİLİK NASIL OLMALI?

Evlilik görüşmesinde iki taraf, bir yer belirleyip birbirlerini görmelidirler. Ama unutmamak gerektir ki “paketlenmiş-hazır” bir şekilde birini bulup, evlenmek gibisinden bir şey yoktur. Kız ile erkek buluştuğunda yanlarında mutlaka “üçüncü” birisi olmalıdır. 

Makalemize, başlığın tahlili ile başlayabiliriz. Öncelikle neden bu konuyu seçtik? Konumuz bildiğimizi zannettiğimiz, fakat bilmediğimiz birçok şeyi içinde barındıran geniş bir konudur. Müslüman olan ve hatta kendini dindar / muhafazakâr gören, öyle hisseden kimselerin bile çok defa yanlış ve hatalara düştüğü mühim bir konuyu seçmek istedik. “Ben Müslüman’ım ve dinime göre nasıl eş seçimi yapmalıyım, bu süreci İslâmî olarak nasıl doğru bir şekilde yürütebilirim, “helâl daire”yi ihlâl etmeden yapmam gerekenler nelerdir?..” ve benzeri akla gelebilecek birçok soruya cevaplar aradık. Ve bu konuda insanların bir nebze de olsa şuurlanması için bu konuya temas edilmesi gerektiği kanaatine vardık.

Makalemizin ismini de geniş ve şümullü bir başlığı ihtiva eden “İslâm’a Göre Evlilik Nasıl Olmalı?” şeklinde koymayı uygun gördük. En fazla günümüz gençlerini ve anne-babaları ilgilendiren bu konuda, “İslâmî hükümler” muvacehesinde ele alarak konuyu izah etmeye çalışacağız inşallah.

Yazdığımız makaleden amacımız ise; “bu vatan gençleri”(1) ve umum Âlem-i İslâm’daki “gençlere büyük bir rehber”(2) olmaya masadak bir konu derlemesi yapmak ve tahlillerde bulunmak, yol gösterilmesine küçük de olsa yardımcı olmaya çalışmaktır.

 Bu makaleyi kaleme almamızdaki önemli birkaç sebebi de zikretmek istiyorum:

1. Müslüman olan gençlerin “keyfe kâfi” olan “helâl daire”deki(3) “evlilik müessesi”ne giden yolda yapacakları hakkında az bilgiye sahip olmalarıdır.

2. İnsanlarda “haram daire”ye girmeden evliliğe giden yolda neler yapılacağı hakkında kafa karışıklıklarının olması.

3. İslâmî bir misyon üstlenmesi gereken “ahir zaman gençleri”nin yaptığı yanlış davranışlara “emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker” vazifesi gereğince, gerekli bilgileri vermek gerektiği kanısına varmamız.

Mesela, sözlüsü veya nişanlısı ile arasındaki mesafenin ne olduğunu bilmeden hareket etmeleri, yanlış davranışlarda bulunmaları. Hâlbuki söz ve nişan bir akit değildir. İleriki bölümlerde inşallah bu konuyu ele alıp, izah edeceğiz.

4. İslâmî olduğu zannedilen, ama İslâm’da yeri olmayan davranışların gençler arasında sergilenmesi.

Bu ve buna benzer onlarca madde sıralayabiliriz. Ama biz bir kısmını verip geri kalanını akla havale ederek devam edelim.

Evlilik ve nikâhlanma hakkında Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“…Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önceden kendilerine kitap verilenlerden iffetli olan kadınlar da mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâl kılındı…”(4)

Bu âyet-i kerîmede dikkat edilirse “iffet” üzerinde durulmuştur. Hem “mü’min” hem de “daha önceden kitap verilen” kadınlarla âyette “iffetli olanlar” kaydı ile evliliğe izin verilmiştir. “İffet” üzerinde durulması; İslâmiyet’in “iffet-nâmus” olgusuna verdiği önemi gösterir.

Daha sonra ise “mehirlerinizi vermeniz kaydıyla” denilir. Erkeğin kadına, (kadının istediği miktarda) altın, para ve benzeri türünden bir “mehir” vermesi istenilir.

Alıntı yaptığımız mezkûr âyette 2 şart daha sayılıp, “helâl kılındı” denilmiştir. Bunlardan birincisi “zina etmemek”, ikincisi ise “gizli dost tutmamak”tır. Buradan anlaşılacak birçok şey vardır. En basitinden evliliğin, “zina” ve “gizli dost tutma”ya engel olma yönü anlaşılır.

 “Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadîs-i sahîhtir.”(5) Onun için konuyla ilgili Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in şu sözleri nazar-ı dikkati celb etmelidir:

“Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.”(6)

Bir başka hadiste ise şöyle buyurulur:

 “Kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan alıkoyar ve iffet en iyi şekilde korur.”(7)

Şimdi başlıklar halinde konuları ele alıp, izah etmeye başlayalım.

1. Evlilik Görüşmesi Yapılırken Nelere Dikkat Edilmeli?

Evlilik görüşmesinde iki taraf, bir yer belirleyip birbirlerini görmelidirler. Ama unutmamak gerektir ki “paketlenmiş-hazır” bir şekilde birini bulup, evlenmek gibisinden bir şey yoktur. Kız ile erkek buluştuğunda yanlarında mutlaka “üçüncü” birisi olmalıdır. Üzerine basarak ve altını çizerek söylüyorum. Bunu unutmamak gerekir. Ya kız tarafından ya da erkek tarafından bir kişinin de yanlarında bulunmasıyla ilk görüşme yapılabilir.

Her iki taraf karşılıklı olarak şartlarını dile getirmeli ve beklentilerini söylemelidir. Görüşmede karşı tarafın gözlerine bakın. Bu utanılacak bir şey değildir; aksine bu bir “tavsiye-i Peygamberî” (asm)’dir.

Bir adam (Mekkeli bir Muhacir sahabi) Ensar’dan bir kadınla evlenmek istedi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz ona şöyle dedi:

“Onu gör. Çünkü Ensar’ın gözlerinde bir şey (küçüklük ya da çakırlık) vardır.”(8)

 Ayrıca bir başka hadîste şöyle buyurulmuştur:

“Biriniz bir kadına tâlip olur da onun hoşuna gidecek ve kendini ona çekecek taraflarına bakma imkânı bulursa baksın.”(9)

Bu konuda “…evlenme gâyesiyle bakmış olduktan sonra, ona bakmasında günah yoktur.”(10) buyurulur.

“Peki, bakmaktaki ölçü nedir ve bakılmasına izin verilen yerler neresidir?” diye aklınıza gelmiş olabilir. O sınır da belirlenmiştir. Kadın erkeğe daha dikkatli bakıp inceleyebilir. Erkek de kadının yüzü ve eline bakabilir. Ulema-i İslâm’a göre yüz güzelliği “ahlâk güzelliği”ni, el güzelliği de “beden güzelliği”ni gösterir. Bazı âlimlere göre ayaklarında açık olması ve oraya da bakılmasında sakınca yoktur. Bakma konusunda bu kadar izah yeterlidir sanırım.

İlk görüşme 10-15 dakika civarında olabilir. İlk görüşme heyecanının da olduğu düşünülürse, bu süre 20-30 dakikayı geçmeyecek şekilde ayarlanmalıdır. Daha sonra birkaç gün geçsin. O süre zarfında da değerlendirmeler yapılmalıdır.

Etkileşim oldu ise, iki tarafta müsbet (olumlu) değerlendirdi ise, o zaman iş “istihare namazı”na kalır. İstihare namazının kılınışına ilmihallerden bakarak “istihare”ye yatılmalıdır.(11)

İstihareden sonra işler yolunda giderse “söz” ve “nişan” aşamasına geçilebilir. Bunlar örf ve âdettendir. Dinen bir sakıncası yoktur.

Burada bir parantez açalım ki; söz ve nişan akit değildir. Sözlü ve nişanlı olan kimseler, birbirlerine o süre zarfında hâlen nâmahrem durumdadır. Çünkü nikâh akdi ortada yoktur. Nikâh olmadan o süre zarfında evliymiş gibi tavır ve davranışlar, İslâm’a aykırıdır. Bu durumda bulunmaktan şiddetle kaçınalım, o durumda bulunanlara da izin vermeyelim.

İslâmiyet, “tanışma-görüşme” sürecinde bir “gün sınırlandırması” koymamıştır. Ama günümüz şartlarında tavsiye edileni “90 gün” civarıdır. Birbirini tanıma süresi bu miktarı aşmamalıdır. Unutmamak gerektir ki; “Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir.”(12) İfrat, aşırı ileri ve çok fazla; tefrit ise aşırı geri ve çok az anlamlarına gelir. 3 aylık süre zarfında “mahremiyet” gözetilerek görüşmeler yapılmalıdır. Bir yandan karşınızdaki kişiyi tanırken, bir yandan da onun çevresini tanıyın. Çevresindeki kişilerin anlatımlarına bakın. Bilinmesi gerekir ki, “Herkesin, yağmur yağdığında dökülecek boyaları vardır.”

Evlilik görüşmelerinde en önemli hususlardan bir de asla tek kalınmaması gerektiğidir. Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in buyurduğu gibi;

“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça, yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”(13)

Bir başka hadis-i şerifte ise, bir kadın ile bir erkeğin yalnız kalması durumunda üçüncülerinin “şeytan” olduğu ifade buyurulur.(14)

2. Evlenirken Doğru Eş Adayını Bulduğumuzu Nasıl Anlayabiliriz?

Öncelikle halk tabiriyle, “beklentiniz full olmayacak.” Yani her yönüyle mükemmellik istenilmeyecek. Çünkü, “İnsan hatadan hâlî olamaz.”(15) Ve insan “kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil”(16)dir. İnsanoğlunda kusur etmek, unutmak ve hata yapmak vardır. Onun için “mükemmel ve kusursuz” kavramlarını evlilikte karşı tarafta aramaya çalışmayın. Yoksa evlendikten sonra umduğunuzu bulamadığınız için üzülürsünüz.

Daha sonrasında evliliğinizin sizin için bir “imtihan” olduğunu unutmayın. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de;

 “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.”(17)

buyuruyor. Buradaki “elbise” veya “örtü”yü bazı mealler şöyle izah etmiştir;

“Onlar sizin iyiliğiniz için bir elbise, vazgeçilmez birlikteliğinizin, sizi koruyan, sırlarınızı saklayan ortağı, rahat ve huzur kaynağıdırlar.”(18)

“Onlar, sizin için fenalığa karşı koruyucu bir elbise ve siz de onlar için koruyucu bir elbise gibisiniz.”(19)

“Onlar sizin için (günahlardan koruyan) bir elbise, siz de onlar için bir elbise (gibi)siniz.” (20)

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere “elbise / örtü “; “günahlardan korumak”, “sırları saklamak”, “fenalığa karşı bir koruyucu” niteliğindedir. Anlamamız gereken şu ki, evlilik bu hâsiyetleri câmi olan bir müessesidir, öyle basit bir şey değildir.

“İmtihan sırrı” gereği, yukarıda saydıklarımızı unutmamalıyız. Ona göre davranmalı ve birbirine tam uygun -Kur’ân’ın tabiriyle- “elbise / örtü” olacağı kanaatine vardığınız kimse “doğru eş adayı”dır.

“Sen nasıl olursan, eşin de öyle biri olur.” Bunu unutma. Nitekim Kur’ân-ı Azîmüşşan’da şöyle geçer;

“Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara layıktırlar. Temiz kadınlar temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlara lâyıktırlar.”(21)

 Yani buradan anlamamız gerektir ki, bizim durumumuz ve davranışlarımıza göre Cenâb-ı Hak, bize en hayırlı nasibi takdir edecektir. “Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.”(22) kaidesince biz kadere iman etmeliyiz. Ama bunun yanında Cenâb-ı Hakk’ın bize cüz’-i iradeyi verdiğini de unutmamalıyız. (Kader ve cüz’i irade hakkında bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Altıncı Söz / Kader Risalesi) Bize düşen, yapmamız gerekenleri yaptıktan sonra tevekkül etmektir.

Evlilikten önce yapılan edebiyatın %90’ı palavradır. Evlilik öncesi edebiyata kanmayın da yapmayın da. İmkânsız ve çok büyük hayaller kurmayın. Çünkü sonucu büyük hayal kırıklığıdır. Onun için, gerçekçi olun. Hayallere çok dalmayın. Ardından elem ve üzüntü verici olaylar olmasın istiyor iseniz, başlangıcınızı ve temelinizi sağlam atın. “Laf ile peynir gemisi yürümediği” gibi, “Aşk edebiyatı ile de evlilik yürümez!”

Evlilik, bilinmeyen bir meçhuldür; bu meçhulün izinde malum olmaz. Yani istediğiniz kadar evlilik hakkında kitap, yazı, makale ve benzeri okuyun; evlenmeden asla bunu hakkıyla anlayamazsınız.

Evlilik bir cihaddır; risklidir. Riski olduğu için zaten cihaddır. Onun için yaralanmaya ve sıkıntıya sabredebilmek gerekir. Evleneceğiniz eşte bu vasıfları arayın. “Bu, evlilik riskini göze alabilecek biri midir?” diye düşünün. Eğer alabilecek biri ise, demek ki “doğru eş adayı”dır.

Doğru eşi seçip seçmediğinizi anlayabilmek için, tecrübeli evli kimselerden danışmanlık isteyin. Mutlaka istişare edin. Müşavere etmeden, asla iş yapmayın. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da istişare şöyle geçer;

 “Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir.”(23)

Hazreti Resûl-i Kibriya Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz de

“İstişare eden mahrum kalmaz. İstişare eden pişman olmaz.”(24)

Mutlaka her iki taraf da istişareler yapmalı ve elde edilen bilgiler kulak ardı edilmemelidir.

Doğru eş seçimi yapmak isteyen kişiler, öncelikle kendilerinin doğru eş adayı olup olmadıklarına bakmalıdırlar. Eksikliklerini tamamlamalı, gediklerini kapatmalı, yanlışlarını düzeltmelidir.

Evlilik aşamasında bulunanlar hakkında bir başka tespiti belirtmek istiyorum; “Namuslu bir erkek ya da kız çok çabuk aldanır. Çünkü herkesi kendi gibi zanneder. Hile yapmasını bilmez.” Aldanmamak için iyice araştırma yapılmalıdır.

Evlilik çağına gelmiş kişi için eş bulma noktasında, anneden ziyade teyze veya abla daha idealdir.

Fizikî yapılar beğenilmeli ve güzellik beklentisi karşılanmalıdır. Kadın ve erkek birbirlerini %100 beğenmelidirler. Birbirini beğenmeyen çiftlerin evliliklerinde illaki sıkıntılar vuku bulacaktır. “Doğru eş” seçiminde buna dikkat etmek gerekir.

“Aradığım kişi bu!..” diyebilmeli her iki taraf da. Ve zevkler de uyuşmalıdır. Bu mühimdir.

3. İslâm’a Göre Nişan ve Nişanlının Sorumlulukları Nelerdir?

Öncelikle üstteki paragraflarda dediğimiz gibi nişan, nikâh gibi akit değildir; bağlayıcılığı yoktur. Ama Rasûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz zamanında da örnekleri bulunan bir uygulamadır. Yani evlenmeden önce bir söz verme şeklinde olmuştur.

Takılan yüzüğün dinen bir hükmü yoktur. Nişan yüzüğünün niteliği; yüzük takılan kızı bir başkasının istememesi içindir.

İslâm dininde nikâhtan önce hiçbir şey beraberlik izni vermez.

Mahremiyet durumu olarak; nişandan önce ve sonra arasında hiçbir fark yoktur. Dışarıdaki birbirini tanımayan iki karşı cinsteki kişi nasıl birbirlerine nâmahrem iseler; nişanlı çiftler de aynı şekilde birbirlerini nâmahremdirler.

Erkek veya kız tarafından biri nişandan vazgeçebilir. Bunda herhangi bir vebal yoktur. Hiçbir hak durumu da olmaz.

Nişan atılırsa; götürülen eşya, altın, para ve benzeri hediyeler geri istenilebilir. Bunda bir beis, yani aykırı / yanlış bir durum yoktur.

Nişanlılık, birbirini tanıma sürecidir; bundan öte bir şey değildir.

Nişan için aşırı yatırım yapmak israftır, gösteriştir.

Nişanlılar, evliliğin “yürek feda etme işi” olduğunu unutmamalıdırlar. Önemli olan birbirlerinin yüreklerine sığabilmektir.

Nişanın en doğru şekli; iki tarafın yakın akrabaları arasında sade bir yüzük takılma töreni şeklinde yapılmasıdır. Maksat, daha sonra taraflardan biri nişanı atarsa zor durumda kalmamalıdır.

Halk arasında yaygın olarak yapılan bir yanlış uygulama ise şudur:

Nişanlı çiftin rahat rahat gezebilmeleri için imam nikâhı (veya dinî nikâh) kıydırmalarıdır. Nikâh akittir ve eğer bu dönemde vazgeçseler boşanmaları gerekir. Çünkü nikâh kıymışlardı. (Bu arada İslâm dininde nikâh tektir; şahitler huzurunda kıyılır. Dinî / imam ve resmî nikâh diye bir ayrım yoktur.) Asla böyle uygulamalar yapmayınız. Nikâhın bir ciddiyetinin olduğunu unutmayınız.

Nişan süresinin maksimum 3 ayı geçmemesi en idealidir. 90 günlük bir süre nişan için yeterlidir. Çünkü tanışma süresinin bir miktar demlenmesi gerekir.

Aileler, birbirlerini araştırmalıdırlar.

Asla halvet durumuna maruz kalınmamalıdır. Yani bir alanda kız ile erkek tek başlarına kalmamalıdırlar.

Telefon ile mesafeli bir şekilde konuşulabilir. Mesafeli bir şekilde de mesajlaşma olabilir.

Taraflar tatmin olurlarsa, evlenmekte bir sıkıntı çıkmaz inşallah.

4. Mutluluğun Esaslarından: Nikâh

Evlilik, ebedî cennet yoludur. Bu yolun ilk giriş kapısı ise nikâhtır. Asrımızın Büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “nikâh” hakkında şöyle demektedir:

“Saadetin esaslarından ‘nikâh’ ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latîfi, en şefiki; ‘kısm-ı sânî’ ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimileştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin arızalardan hâlî olmasıdır.”(25)

Mutluluğun esaslarından biri olan “nikâh” ele alınıyor. Ve ardından güzel tespitler yapılıyor. İnsanın en fazla ihtiyacını karşılayan, kalbine karşılık verecek bir kalbin var olmasıdır. Bu şekilde her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini, kuvvetli arzularını karşılıklı olarak değiş tokuş yapsınlar. Ve lezzetlerde, zevklerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de birbirlerine yardımcı olsunlar. Daha sonra ise bir misal verilir. Bir işte hayrette kalmış, şaşırmış bir kişi veya bir şeye dalarak tefekkür eden, düşünen adam zihnen de olsa ister ki birisi gelsin. O gelen kişi kendisiyle o hayreti ve o tefekkürü paylaşsın. Daha sonra ise “kadın kalbi” ile ilgili mükemmel bir tarif yapılır ve der ki: Kalplerin en yumuşağı-mülayimi, en şefkatlisi “kısm-ı sânî / ikinci kısım” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhsal uyuşma ve kaynaşmayı tamamlayan, kalbe ait tanışıklık, sûrete ait ve dış görünüşle ilgili olan arkadaşlığı samimileştiren; kadının iffetiyle, kötü ahlâktan temiz ve saf / katıksız bulunması ve çirkin arızalardan uzak durmasıdır.

5. Kim Hayal Ettiği Gibi Bir Evlilik Yapabilmiş?!.

Evlilik, uzun soluklu bir koşudur. Ebedî refika-i hayat (hayat arkadaşı) bulma işidir.

Evlilik, imtihandır. Sıkıntı da hastalık da problem de olacaktır.

Evlilik kısa süren değil, uzun süren; 24 saatlik büyük bir imtihan sürecidir.

6. Evlilik Vakti Ne Zaman Gelmiş Olur; Bunu Nasıl Anlarız?

Hayat arkadaşlığı öyle kolay değildir. Hayat şartları zordur. Evlilik oruç gibi değildir ki; iftar olduğunda bitsin. 24 saat süren bir hayattır. Hatta hayatın tâ kendisidir.

Evliliğin ne zaman geldiğini anne-babalar hissetmelidirler; gözlem yapmalıdırlar. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Üç şeyi geciktirmeyin. Vakti gelince namazı, hazır olunca cenazeyi ve denk birini bulunca evlendirmeyi.”(26)

Hadisten de anlaşılacağı üzere “geciktirilmemesi” gerekir evliliğin. Ve zamanı da “denk birini bulunca”dır. Tabi şartlar haiz, yani uygun bir halde ise.

Kadının da erkeğin de şehvânî ve nefsânî ihtiyaçları vardır. Evlilik onun için yemek, içmek, uyumak gibi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın tatmin olmaması durumunda kişiler sıkıntıya girerler.

Evlilik vaktinin geldiğini anlamada ailelerin ve çevrelerinin iyice teşhis etmeleri gerekir.

7. Neden Evlilik Konusunda Acele Edilmeli?

Aileler öncelikle fizyolojik durumuna bakıyor ve “Askerlik yapmış mı?”, “Okulu bitmiş mi?”, “İyi bir mesleği var mı?” gibi soruları başa alıyor. Ve bunları evliliğin önüne bir engel olarak koyuyorlar. Hâlbuki Rahmet Peygamberi Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz;

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!”(27)

“Kim evlenirse imanın yarısını tamamlamış olur; kalan diğer yarısı hakkında ise Allah’tan korkun!”(28)

buyurmaktalardır.

Gençlerin evlenmelerine önayak olunmalıdır; engel olunmamalı, engeller kaldırılmalıdır.

“En faziletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik hususunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.”(29)

hadis-i şerifi de bu noktaya bakmaktadır.

Cuma günleri camilerin yapım, onarım ve masrafları için para toplandığı gibi; evlenmek isteyen, ama maddî imkânı olmayan gençlerin evlendirilebilmeleri için de para toplanmalıdır. Bir gencin zinaya düşmemesi için yapılan faaliyet ve çaba, bu ahir zamanda diğer birçok teferruat-ı hayriyeden daha faziletlidir.

8. Bir Nidâ-i Peygamberî (asm): Evleniniz!

Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz;

“Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim. Kimin maddî imkânı varsa, hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa, nâfile oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır.”(30)

buyurur. Başka hadis-i şeriflerde de benzer ifadeler vardır.(31)

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de “evlenme” konusunda şöyle der;

“Evlenmeli. Bekârlık bîkârların kârıdır. Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivac, tasfiye tezhib eder.”(32)

Bu cümlenin kısaca şerh ve izahı şöyledir;

“Evlenmeli” diye söze başlanılır. Zaten birçok hadiste de bu şekilde tavsiye geçmektedir.

“Bekârlık bîkârların kârıdır.” cümlesinden kastedilen, “Bekârlık, geçimini temin edemeyen, yani kârı olmayanların kârıdır, işidir.”

“Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir.” cümlesinden kastedilen; bekâr hanımın fıtratının üçte ikisi kadındır. Geri kalan üçte biri ise erkektir, yani erkek gibidir.

“Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur.” cümlesinden kastedilen; bekâr bir erkeğin fıtratının üçte ikisi erkektir. Kalan üçte biri ise çocuktur, yani çocuk gibidir.

“İzdivac, tasfiye tezhib eder.” cümlesinden kastedilen ise; evlilik her iki boşluğu dolduran ve tamamlayan tek yoldur. Kadın, anne olmak ve mesuliyet yüklenmekle tam bir hanım gibi fıtrat kazanır. Erkek ise evlilik sayesinde kişiliğini tam oturtur, çocuksu hallerden kurtulur.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Yirmi Dördüncü Lem’a olan Tesettür Risalesi eserinde “evlilik” ve “nikâh” konusuna temas eden birçok yer vardır. İnşallah ileriki zamanlarda bu konu müstakil olarak ele alınır. Evli kadın için Bediüzzaman Hazretleri, “müdür-i dâhilî” yani iç işleri bakanı / müdürü ve “muhafaza memuru” yani koruma memuru tabirlerini kullanır.(33)

Rahmete’n-lil Alemîn Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde;

 “Kadın dört sebepten biri için nikâhlanır; malı, nesebi, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç ki hayır ve bereket göresin!”(34)

buyurmuştur. Bu hadis-i şerife mutabık olarak Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demiştir;

“Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır.”(35)

İleride anne olacak kişilerin hâl, tutum ve davranışlarına dikkat etmeleri önemlidir. Nitekim “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir.”(36) Çünkü gelecek nesillerin mimarı, öğretmeni valideler, yani annelerdir.

9. Evliler ve Evlenecek Olanlara Birkaç Tavsiye

– Karşınızda bir insan olduğunu asla unutmayın.

– Eşinizin veya müstakbel eşinizi asla üzmeyin.

– Evliliğin aynı evi paylaşmaktan ziyade aynı yüreği paylaşmak olduğunu unutmayın.

– Hayatta şu üç seçimi dikkatli yapmalısınız. Bunlar; iş, eş ve dost seçimidir. Bu seçimlerde hata ederse bir kişi, hem dünyada hem de ahirette tehlikelere maruz kalır.

– Eşinizi cennet vesilesi olarak görün.

– Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in; “Kocası kendisinden razı olarak vefat eden kadın, cennete gider.”(37) hadîsinden hanım kardeşlerimizin birçok ders çıkarması gerekir.

– Erkekler de “Sahip olunan şeylerin en kıymetlisi; zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir eştir.”(38) hadis-i şerifi üzerinde düşünmeli, ders çıkarmalıdırlar.

“Saliha kadın”ın tarifini de Resûl-i Zîşan Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz şöyle yapmışlardır;

“Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını hem de namusunu muhafaza eder.”(39)

 Bu güzel tarif üzerine bize ne düşer ki?!.

10. Evlilik ve Cinsellik

Üzerinde durulması gereken konulardan birisi de “Evlilik ve Cinsellik” konusudur. “Dinî konuları öğrenmede, ayıp /utanma yoktur.” kaidesi, fıkıhta geçen bir kaidedir. Onun için bu bölümü dikkatlice okumakta fayda var.

Öncelikle çok ayrıntıya girmeyeceğiz. Konuyla ilgili ilmihallere, aile ile ilgili yazılan kitaplara ve mahremiyet bâblarına müracaat edebilirsiniz. Biz konuyu sadece yüzeysel ele alacağız.

Cinsellik denince akla sadece erkeklerin gelmesi yanlış bir durumdur. Çünkü kadında da cinsel arzu vardır. Bu konudaki yanlış algıları yıkmak gerekir.

Erkeğin de kadının da nefsî ve şehvânî istekleri vardır. Bu fıtrî bir durumdur.

Evlilik çift kanatlıdır. Bunun bir kanadında erkek, bir kanadında da kadın vardır. Onun için cinsel tatmin konusunda, her iki tarafın da ihtiyaçlarının giderilmesi gerekir.

Rabbimizin kitabında ve Resulü (asm)’nün de sünnetinde bu konular işlenmektedir. Ve ayıp değildir. Ayıp olsa idi en başta Allah’ın kitabında geçmez ve Allah Resûlü (asm) de ashabına anlatmazdı.

(Kur’ân-ı Kerîm camilere, mescidlere, dinî toplantılara ve dinî grupların toplandığı yerlere hasredilen bir kitap değildir. Ve asla da olmamalıdır. Kur’ân-ı Hakîm, hayatın her alanına inen bir kitab-ı mukaddestir. Hayat kitabıdır. Bizim her işimizi tanzim eder. Ticaretimizden, yatak odamıza ve oradan da devlet yönetimine kadar…)

Kur’ân-ı Mübîn’de; “Kadınlar sizin tarlanızdır.”(40) buyurulur. Buradan maksadın cinsî münasebet noktası olduğu herkesin malumudur. Tarlaya yapılacak ekinden maksat da açıktır. Kapalı bir şekilde ifade etmek gerekir ise; neslin devamının olacağı yerden, neslin devamı maksadıyla, şehvetinizi söndürmeye vesile olarak, ilişkiye girin denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için ilgili âyetin tefsirine bakabilirsiniz.

Toplumda hayâ edilmesi gereken şeylerden hayâ etmeyip, öğrenmemiz gereken faydalı bilgilerden hayâ edip öğrenmemek, çekinmek; yaptığımız en büyük yanlışlardandır.

Yukarıda alıntı yaptığımız âyet-i kerîmeye, hadis-i şerifte şu kayıt düşülmüştür;

“Kadının üreme organından olmak şartıyla hangi şekilde olursa olsun…”(41)

Diğer önemli konu ise; pek de üzeri açılmayan ama burada yazmak mecburiyetinde kaldığımız bir konudur. O konu da “ters ilişki”dir. Diğer ismi ile “anal ilişki”. Konuyla ilgili şunun bilinmesi gerekir ki; kadına arka organdan / anüsten cinsel ilişkiye girmek, ne şekilde olursa olsun kesinlikle haramdır. Şayet kadın bu işe razı olursa, o da bu büyük günaha ortak olur. Eşler arası bile olsa anal ilişki, “livata” olarak adlandırılmış olup, İslâm dininde yasaklanmıştır. Konuyla ilgili hadislerde o fiili yapma halinde eşler için “lânete uğramıştır” ve “Allah, rahmet nazarıyla bakmaz.”(42) buyurulmuştur.

Yukarıda bahsi geçen hadislerde dübürden / anüsten cinsel ilişkiye girmenin haram olduğuna delil çıkmaktadır. Bu ilişkiye evli çiftler yaklaşmamalı, eğer yapmış iseler tövbe ve istiğfar etmelidirler. Evlenecek olan çiftler ise, bu konuda burada yazılanları akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Şimdi de bir diğer konuya gelelim. Evli çiftler arasındaki “oral ilişki” mevzusuna. Ağız, cinsel ilişki için yaratılmamıştır. Başka işler için var edilmiştir. Oradan cinsel ilişkiye girmek, fıtrata aykırıdır. Hâlbuki İslâmiyet, “fıtrat dini”dir. Fıtratları bozulmamış olanlar bu tür bir ilişkiye asla girmezler.

İlişkiye hazırlık aşamasında çiftlere tavsiye; “karşısındakinin onurunu kırıcı durumda bulunmadan” bunu yapmalarıdır. Oral ilişkinin hükmü konusunda ihtilaf olsa da şu hadis-i şerif ile konuya netlik kazandırabiliriz:

 “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe etmediğini yap.”(43)

Bu bağlamda ismini zikretmeyeceğimiz, diğer ilişkiye hazırlık fiillerinin yapılması daha yerinde olur.

Cinsellik konusunda sonucu şu misalle bitirelim; perdenin amacı nasıl içeriyi göstermemek ise, mü’minin tavrı da mahremiyete riayet etmek olmalıdır.

14. Aşk ve Evlilik

Evlilik konusunda bir söylenecek birçok şey var. Şimdi ele alacağımız mevzu ise makalemizin son mevzusu olacaktır.

Unutmayın ki, evliliği ayakta tutan aşktan ziyade idare edebilme kabiliyetidir. Evi idare edebilme, eşlerin birbirini idare edebilmesi, çocukları idare edebilme, eşlerin hoşgörülü davranmaları, yeri geldiğinde alttan alabilme vesaire gibi tutum ve davranışlar evliliğin devamını sağlar.

Evler aşk ile değil, İslâmiyet ve nesli koruma ile yürür.

Tartışma olunca aşk gider, ama İslâmî şuur varsa evlilik ayakta kalır.

Evlilikler kuru kuruya aşk ile değil, iyi idare ve eşler arası saygı-sevgi ile devam eder.

Allah’ın kurduğu düzende ailede hem erkek hem de kadın sorumludur.

Aşk ile evliliğin yürümemesi demek evlilikte aşka gerek yoktur, demek değildir. Aşık olmadan asla evlenmeyin. Aşk çimentosu sizin evliliğinizde mutlaka bulunsun. Ama esas o olduğu zaman sıkıntılar çıkar. Çünkü kuru kuruya aşk bir şey ifade etmez.

“Ev hanımı” kelimesine Arapça’da “Rabbetü’l-Beyt” denir ve terbiye eden, düzenleyen, idare eden anlamlarına gelmektedir. Bu mananın da üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gerekmektedir.

Biraz uzun olan makalemiz elhamdullillah hitâma erdi. Niyâzımız, makaleden istifade edilmesi ve hiç olmazsa okuyan kişiye bir yol gösterebilmesidir. Amelimizde her dâim yalnızca “rıza-yı İlâhî”(44) vardır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’in de buyurduğu gibi; “Hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilmektedir.”(45) İnşallah umumî istifadeye medâr olur ve evlilik gibi derin ve mühim bir meselede, insanlara yardımcı olur.  Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn evlilere mutlu bir yaşam ve hayırlı evlatlar, gençlere ise evleneceği kişi ile mesut bir İslâmî yaşantı nasip eylesin. Âmîn.

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

Dipnotlar:

(1) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.143.
(2) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-2, s.41.
(3) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.204.
(4) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Mâide Sûresi, 5. Âyet.
(5) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s.20.
(6) bk. Buhârî, Nikâh, 3; Müslîm, Nikâh, 1.
(7) bk. Buhârî, Savm, 10.
(8) bk. Müslîm, Nikâh, 12.
(9) bk. Ebû Dâvûd, Nikâh, 19.
(10) bk. Müsned (Tertibü’l-Müsned), 16/154).
(11) bk. İslâm İlmihâli, Diyanet İşleri, İstihâre Namazı maddesi, s.223.
(12) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.31.
(13) bk. Buhârî, Nikâh, 111; Müslîm, Hacc, 424.
(14) bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tecrüme ve Şerhi, c.10, 17. Fasıl, Hadîs No: 3433.
(15) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s.220.
(16) bk. age., s.148.
(17) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(18) bk. Ali Tekin Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(19) bk. Ali Fikri Yavuz Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(20) bk. Hayrat Neşriyat Meâli, Bakara Sûresi, 187. Âyet.
(21) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Nur Sûresi, 26. Âyet.
(22) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.262.
(23) bk. Kur’ân-ı Kerîm,  Şûrâ Sûresi, 38. Âyet.
(24) bk. Taberânî.
(25) bk. Bediüzzaman Said Nursî, İşârât-ül İ’caz, s. 217.
(26) bk. Tirmizî, Salât, 13/171.
(27) bk. Buhârî, 3:72.
(28) bk. Heysemî, 4, 252.
(29) bk. İbn-i Mâce, Nikâh, 49.
(30) bk. İbn-i Mâce, 1/1846.
(31) bk. Abdurrezzak, el-Musannef, 6, 173; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 7, 131.
(32) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tulûat İşârât, s.116.
(33) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.240.
(34) bk. Buhârî, Nikâh, 15; Müslîm, Radâ, 53.
(35) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.238.
(36) bk. age., s.242.
(37) bk. Tirmizî, Radâ, 10; Bkz. İbn-i Mâce, Nikâh, 4.
(38) bk. Tirmizî, Tefsir, 9/9.
(39) bk. İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857.
(40) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 223. Âyet.
(41) bk. Müsned, 1, 268; Dârimî, Vudû, 113-114; İbn-i Mâce, Nikâh, 29.
(42) bk. Ebû Dâvûd, Nikâh, 45; Müsned, 1, 86; 2, 44; Tirmizî, Taharet, 102.
(43) bk. Buhârî, Büyü, 3; Tirmizî, Kıyâme, 60.
(44) bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.193.
(45) bk. Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Sûresi, 127. Âyet.

 

www.NurNet.org

GENÇLİĞİN KIYMETİNİ BİLMEK!..

Öncelikle Meyve Risalesi’nin nerede yazıldığına, kaç yılında yazıldığına ve ehemmiyetine değinelim.

“Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı Meyve Risalesi olduğu”(1) nu belirtiyor, Üstad Bediüzzaman. Yani bu eser Denizli’de hapishanede yazılıyor.

Ve Bediüzzaman Hz. “Meyve Risalesi” için “Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir.” demiştir. Bu eserin bir hâsiyeti de demek ki “müdafaaname” olmasıymış.

“Meyve Risalesi” için On Üçüncü Şuâ eserinde; “Meyve Risalesi çok ehemmiyetli ve kıymetlidir. Ümid ederim, bir zaman büyük fütuhat yapacak.”(3) şeklinde bir müjde verilmektedir.

Şuâlar eserinin sonundaki fihristte ise şu açıklamalar ile karşılaşmaktayız: “Bu risale (Meyve Risalesi), Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki cuma gününün mahsulüdür.”(4) Bu cümleye bakarak da bu eserin “iki cuma günü”nde yazıldığını anlıyoruz. Denizli Hapsinin tarihi ise 1943-1944 tarihleridir. Eserin yazılma tarihi de bu tarihlere denk geliyor.

“Meyve Risalesi” hakkında yaptığımız kısa bir girizgâhtan sonra “Beşinci Mesele”yi ele almaya başlayalım.

“Beşinci Mesele”

“Gençlik Rehberi’nde izah edildiği gibi…”

Meseleye başlanır başlanmaz başka bir risaleye atıf yapılmıştır. Atıf yapılan eser “Gençlik Rehberi”dir. Bu eser için Bediüzzaman Hz. “…on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için…”(5) yazdığını dile getirir.

Ele aldığımız eser olan “Meyve Risalesi” ile atıf yapılan eser olan “Gençlik Rehberi” için; her ikisi ile ilgili şu ifadeler geçmektedir Risale-i Nur’larda:

“Bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir.”(6)

“…gençlik hiç şüphe yok ki gidecek.”

Gençlik ile ilgili Risale-i Nur’da bir çok yer geçmektedir. Buraya konu ile münasebeti olan Mektubat’taki bir sorunun cevabını alabiliriz. Soruyu soran kişi (Mektubat eserinin yazılmasına, yazdığı mektuplar ile vesile olan Nur’un birinci talebesi İbrahim Hulusî Yahyagil Ağabey) duyduğu bir sözün hadîs olup olmadığını ve mânasını sormuştur. Ve bu soruya cevap aynen şöyledir:

“Hadîs olarak işitmişim. Murad da şudur ki: ‘En hayırlı genç odur ki ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tabi olur.’ “(7)

“Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyyetinde gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.”

Burada benzetmeler yapılmıştır. Ve tam yerinde bir kıyasta bulunulmuştur. Yaz gençliğe, güz ihtiyarlığa, kış ise ölüme benzetilmiştir. Nasıl yazdan sonra güz ve kış geliyor ise; gençlikten sonra ihtiyarlık ve ölüm de elbette gelecektir. Burada cümleye kesinlik anlamı katan “kat’iyyetinde” kelimesi delil ve bürhan ile ispatlı bir şekilde anlamına gelmektedir.

“Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata -istikamet dairesinde- sarf etse onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar.” 

Yani buradan da anlaşılacağı üzere gençlik “fâni” ve “geçici”dir. Yani devamlı kalmaz, gelip geçer. Kısa bir vakti vardır. O vakitte iffetle hayrata, yani Allah’ın razı olacağı şeylere doğruluk yolunda harcasa, kullansa; sonsuz bir gençlik kazanacak. Ve bunu kazanacağını da bütün semavî fermanlar, yani vahiyle gelmiş olan emirler, buyruklar, tebliğler, kitaplar, suhuflar ve ilahi kaynaklar müjde veriyorlar.

Bu meseleyle ilgili Risale-i Nur’da şu ibareler geçmektedir:

“Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mâl edebilir. Fâni ömrünü bir cihette ibka eder.”(8)

Buradan da anlaşılacağı üzere insanın beş vakit namaz kılmasına karşılık ömrünün dakikaları sevap oluyor, ibadet hükmüne geçiyor. Ve bütün ömür sermayesini de bâkileştirmiş, sonsuzlaştırmış oluyor.

“Eğer sefahete sarf etse nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir.”

Ama eğer ömrünü sefahete yani zevk-eğlence vd yasak olan haram şeylerde sarf ederse; nasıl ki bir dakikada adam hiddetlenip bir adamı öldürüyor ve hapse giriyor. Aynen onun gibi de -Allah muhafaza- cehenneme cezasını çekmeye gidebilir. Diğer cümle de burayı biraz daha açıp, izah ediyor. Devam edelim.

“Öyle de gayr-ı meşrû dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mesuliyetinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.” 

Diğer cümleyi açıklamaya başlıyor. Orada nasıl bir adam bir dakika hiddete gelmesi yüzünden, milyonlar dakika hapis cezasını çekiyordu. Aynen onun gibi de Allah’ın rızasına uymayan durum ve davranışların mevcut olduğu dâiredeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, kişinin yaptığı iş ve hareketlerden dolayı âhirette hesap vermeye mecbur olmasından ve kabir azabından ve ömrünün sona ermesinden gelen eseflenmeler, kederlenmeler ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından yani dünyaya ait cezalardan başka, aynı lezzet içinde o lezzetten daha fazla ağrılar, acılar, kederler getirdiğini aklı başında olan her genç deneyim ve sınamalarının sonucu olarak tasdik edip, kabul eder.

Allah’ın razı olmayacağı fiillerin tamamına gayr-ı meşrû deniliyor. Ve bu tür sevgilere de gayr-ı meşrû muhabbet deniliyor. Gayrimeşrû muhabbet ile ilgili Bediüzzaman Hz. şöyle demektedir:

“Gayr-ı meşrû bir muhabbetin neticesi merhametsiz azab çekmektir.”(9)

Ve “Zeval-i elem, lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir.”(10)

Bu konuya misal olarak harama karşı sakınmak kişiye biraz zorluk verir ama sonrası lezzettir. Aynı şekilde günahlarda da bir lezzet var ve daha sonrasında o günahların elemi ortaya çıkıyor.

“Mesela, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.”

Bundan sonra da misal ile başa gelebilecek ârıza ve sıkıntıları belirtir, Müellif. Haram sevmekte öncelikle kıskançlık elemi vardır. Her iki tarafta da bu olur. Sonra ayrılık elemi olur. Ve en fazla kişiye elem veren durumlardan biri olan mukabele, yani karşılık görmemek elemi gibi çok noksanlıklar, eksiklikler ile o küçük lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.

“Zehirli bir bal” tabiri çok güzel bir örnektir. Günahların tanımı bu örnek üzerinden yapıldığı gibi haram sevmekte aynı buna benzetilmiştir. Başta tat verir, ama daha sonradan karın ağrısı ortaya çıkar.

“Ve o gençliğin sû-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşrû keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.”

Burada da gençliğini suistimalde, yani kötüye kullanmada başa gelebilecekler sayılıyor. Öncelikle gençliğini kötüye kullananlarda ortaya çıkanların hastalıkları nedeniyle hastanelere gideceği belirtiliyor. Taşkınlıklara neden olanların da hapishanelere gittiği bilinen bir durumdur. Kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden meydana gelen sıkıntılarla da ya meyhanelere, yani şarap ve içki içilen kötü yerlere gideceklerini ya da sefahethanelere, yani sonunu düşünmeden ahlâksız davranışların yapıldığı mâlum yerlere gittikleri de günümüzde görülmektedir mâlesef. Bunları saydıktan sonra son gidilecek yer de söylenir. Ölülerin gömüldüğü mezaristan. Bunlara inanmıyor iseniz bizzat gidin ve kendiniz tecrübe edin. Elbette çoğunlukla, gençlerin gençliğinin kötüye kullanılmasından ve taşkınlıklarından ve haram keyiflerinin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve hüzünler, gamlar, pişmanlıklar işiteceksin.

“Eğer istikamet dairesinde gitse gençlik gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semavî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.”

Eğer insan doğruluk yolunda ilerlerse gençlik gayet şirin ve Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu ve ihsanı ve tatlı ve kuvvetli bir Allah’ın razı olacağı iyilikleri yapma aracı olarak âhirette gayet parlak ve sonsuz bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kesin âyetleriyle Allah tarafından gönderilmiş vahiy olan bütün kitaplar, buyruklar, emirler ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Konuyla bağlantılı olarak Bediüzzaman Hz.nin Mesnevî-i Nuriye eserinde söyle bir tabiri geçmektedir:

“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”(11)

Şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’de geçen gençlik ve mükâfatlarıyla ilgili âyetlerden birkaç örnek verelim.

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu kadehler vardır.”(12)

Bu âyette verilecek mükâfatlardan bahsedilmiştir. Diğer bir âyet-i kerîmede ise;

“Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp, dolaşırlar.”(13) buyrulmuştur.

Ashab-ı Kehf’in kıssâ edildiği Kehf Sûresi’nde ise şöyle buyurulur:

“O gençler mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: ‘Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır.’ “(14)

Gençlikle ilgili diğer semavî kitaplarda da âyetler geçmektedir. Her ne kadar tahrif olunmuş olsalar da bazılarını misal olarak verelim:

“Ey delikanlı, gençliğinle sevin, bırak gençlik günlerinde yüreğin sevinç duysun!”(15)

“Genç erkeklere sağduyulu olmayı özendir.”(16)

“Genç insan yolunu nasıl temizler? Senin sözünü tutmakla.”(17)

“Kemiklerini dolduran gençlik ateşi, kendisiyle birlikte toprakta yatacak.”(18)

“Gençlik günahlarımı, isyanlarımı anımsa, sevgine göre anımsa beni, çünkü sen iyisin Ya Rabbi!”(19)

“Yiğidin elinde nasılsa oklar, öyledir gençlikte doğan çocuklar.”(20)

“Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak o tatlı nimeti iffette, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.”

Bu paragrafı üstteki paragraflarda gereği kadar izah ettik. Ama bu paragrafta geçen “şükür” ile ilgili birkaç noktaya değineceğiz.

Bediüzzaman Hz. şükür ile ilgili şöyle der:

“Şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır.”(21)

“Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir.”(22)

Bir başka yerde ise şükür şöyle tarif edilir:

“Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur’ân-ı Kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-ı âlemin en mühimmi şükürdür.”(23)

Şükür ile ilgili güzel bir lügât mânâsı da şudur:

 

 “(Şükür) Kalb ile dil ile sâir azâlarıyla (diğer uzuv ve organlarıyla) olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden her nimeti Allah’ın razı olduğu yere sarf eder. Şükür; Allah’ın kullarından iyi amellerine mükâfat veya mücâzat (karşılık) vermesidir.”24)

Dipnotlar:

(1) Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.363.
(2) Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.190.
(3) age., s.325.
(4) age., s.647.
(5) Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s.241.
(6) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.162.
(7) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.315.
(8) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.25.
(9) age., s.710.
(10) Bediüzzaman Said Nursî, s.58; Şuâlar, s.361.
(11) Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.130.
(12) Kur’ân-ı Kerîm, Nebe’ Sûresi, 31. Âyet.
(13) Kur’ân-ı Kerîm, Vâkıa Sûresi, 17. Âyet.
(14) Kur’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi, 10. Âyet.
(15) İncil, Vaiz, 11.
(16) Tevrat, Titus, 2:6.
(17) Zebur, Mezmurlar, 119:9.
(18) İncil, Eyyüp:.20.
(19) Zebur, Mezmurlar, 25.
(20) Mezmurlar, 127.
(21) Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.412.
(22) age., s.410.
(23) age., s.413.
(24) Lügât-ı Remzî, ilgili madde.

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

www.NurNet.org