Etiket arşivi: Akgündüz

Cifir İlmi Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlara Cevap

Cifir İlmi Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlara Cevap

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Mustafa İslamoğlu’nun geçen günlerde çok tartışılan Cifir ilmi konusunda Bediüzzaman’a yaptığı eleştirilere cevap verdi. Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti isimli kitabının III.Cildinde yer alan açıklamaları paylaştı.Gerçekten bu konunun hakikatını öğrenmek isteyenler için güzel bir bilgi,işte Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün o açıklamaları ;

1. 3. Cifir İlmi ve Ebced Hesabı

Cifir İlmi ile alakalı bazı konuların vuzuha kavuşmasında zaruret var. Gerçi bu konuda Dr. Niyazi Beki ve Abdülkadir Badıllı Ağabey yeterince inceleme yapmışlar. Biz onların çalışmalarından da istifade ederek biraz daha ayrıntılı konuyu irdeleyeceğiz.
1.4 Cifir İlmi Nedir?
 
Cifir veya cefer,
Arapça’da “sütten kesilmiş kuzu, oğlak; içi taşla örülmemiş geniş kuyu” ma’nalarını ifade etmektedir.
Istılahta ise, temeli ebced hesabına dayanan, harflerden ve ibarelerden gaybi haberler çıkarmada kullanılan hususi bir ilimdir.

Bazı alimlerin naklettiğine bakılırsa, Ca’fer-i Sadık, Hz. Peygamberin al-i beytinin muhtaç oldukları bütün gizli bilgiler bir kuzu ve oğlak (cefr) derisinin üzerine yazılmış ve bu sebepten bu ilme Arapça’da cefr adı verilmiştir. Cifir ile meşgul olanlara cefri veya ceffar denilir.

Konuyla ilgili ve özellikle de Ca’fer-i Sadık’a isnad edilen kitaplara da El-Cefr ve’l-Cami’a adı verilmektedir. Onu için bu ilmin adı hem Keşfu’z-Zünun’da ve hem de benzer eserlerde bu ad ile anılmıştır. İbn Haldun bu ilmin bir disiplin olmaktan ziyade şahsi bir kabiliyet olduğunu ifade etmektedir. 

Bir kısım kaynaklara göre ve genellikle de ehl-i beyt alimlerine göre, Hz. Ali, Kur’an’ın bazı sırlı ma’nalarını Hz. Peygamber’den öğrenerek bunları El-Cefr ve’l-Cami’a adı verilen iki eserde kuzu veya oğlak derisi üzerine yazmıştır.

Kıyamete kadar meydana gelecek olayların sırları ile dolu olan bu kitaplardaki rumuzlar ancak al-i beytten gelen alimlerce çözülebilecektir. Elimizde Hz. Ali’ye isnad edilen Kitab’ül-Cefr el-Cami’ ve Misbah’un-Nur el-Lami’ adlı eser bulunmaktadır. 1287 Hicri yılında basılan nüshası da elimizde bulunmakatdır. Bazı kaynaklar ise bu kitapları kaleme alanın Hz. Ali değil onun torunu olan Ca’fer-i Sadık hazretlerinin olduğunu ve bunun kaleme aldığı eserlerin ikiye ayrıldığını ifade etmişlerdir:

Birincisi; El-Cefr’ül-Ahmer yani kırmızı deri üzerine yazılan kısımda Hz. Muhammed’in manevi silahları mevcuttur. Aynı zamanda geleceğe ait hadiselerin şifreleri de bu kitapta kayd edilmiştir. 
İkincisi; El-Cefr’ül-Ebyad yani beyaz deri üzerine yazılandır ki, bunda ise eski peygamberlerin haberleri, ulema-i beni İsraile ait bilgiler ve bütün mukaddes kitap ve sahifelerle alakalı malumat bulunmaktadır. 
 
Keşfu’z-Zünun’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan manevi ilimlerde derinleşen simalar için birçok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz. Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyt’e tevarüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivayetlere işaret eden Çelebi, “Bu ilme, ancak ahirzamanda gelecek olan Hz. Mehdi, hakkıyle vakıf olur” diyen bazı alimlerin görüşlerine de yer vermiştir. 
Bediüzzaman’ın dikkat çeken yönlerinden birisi, eserlerinde cifir ilmine de yer vermesidir. Eskide ve günümüzde cifir ilmi hayli tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Bu konuda, şu hususlara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
1. Her şey bizim malumatımıza münhasır değildir. Bir ilmi bizim bilmeyişimiz, olmadığına delalet etmez. “Onlar, ilmen ihata etmedikleri ve te’vili daha kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar” Ayetini unutmamak gerekiyor. (Yunus, 10/39) Kur’an kelimelerinin istikbaldeki bir kısım olaylara işaretini, çok az müfessirin yazmış olması reddini gerektirmez.
2. Bu ilim, Kur’an’ın nüzulunden önce de bilinmekteydi. Mesela, Yahudileriden bir topluluk, Hz. Peygamberden (Elif-Lam-Mim) şeklinde huruf-u mukattaayı duyunca, ebced hesabıyla (harflerin rakam değeriyle), O’nun ümmetinin ömrünün az olacağına istidlalde bulunur. Hz. Peygamber, diğer huruf-u mukattaalardan okur. Adamlar, her yeni huruf-u mukattaayı duyunca şaşkına dönüp, “Biz senin durumundan bir şey anlayamadık.” deyip ayrılırlar. 
1.5 Lehinde ve Aleyhindeki Görüşler
Bazı ilim adamları gaybı bilmeyle alakalı genel kaideyi zedelediği ve al-i beyte imtiyazlı bir sınıf olarak bakmaya sebep olduğu için cifir ilminin aleyhindekonuşmuşlardır. Ancak Bediüzzaman’ın da dahil olduğu ve bir kısmının isimlerini zikredeceğimiz alimler ise, suiistimal edilmemek şartıyla bunda bir sakınca görmemişlerdir.
Bediüzzaman’ın ilm-i cifir hakkındaki şu ifadeleri de çok önemlidir: 
“İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’an’iyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemal-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:
Birisi: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ ‘ Gaybı ancak Allah bilir’ (Neml, 27/65) yasağına karşı hılaf-ı edebde bulunmak ihtimali var.
İkincisi: Hakaik-ı esasiye-i imaniye ve Kur’an’iyenin berahin-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulum-u hafiyenin yüz derece fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’i hüccetler ve muhkem deliller, su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulum-u hafiyede su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir.”
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitab etmektedir. İman ve Kur’an hakikatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve “Gaybı ancak Allah bilir” yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntılarını eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altı bin küsur sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir. Bunda asıl maksadı, o günün ağır şartları altında hizmet eden talebelerine bir şevk kaynağı olmasıdır.
Acaba cifir ilmi hakkında büyük İslam Alimleri ne demişlerdir? Bunu da özetleyelim:
A) İslam Filozofları: İmam Gazali kalbin garip hallerini sayarken kişinin nefsi safvete ulaşması şartıyla bazı gaybi sırlara muttali olabileceğini açıklamaktadır. Bunu teyid eden İbn-i Sina, fazilet kişiye bazı gaybi sırların açılmasına muktedirdir diyerek destek veriyor. Burada Hz. Peygamber’in “Şeytanlar Ademoğullarının kalpleri çevresinde vesvese ile dolaşmasaydırlar, semanın melekut alemindeki sırlar onlara keşf olunurdu” hadisini hatırlamak gerekir. İbn-i Haldun ise, manevi imtiyazlara sahip bazı insanların henüz vuku bulmadan kainat ile alakalı olayları haber verebildiklerini anlatmaktadır. 
B) Müfessirler ve Kelamcılar: Müfessirler ve Kelamcılara göre gaybi bir sırrın peygamberler eliyle keşfedilmesi mu’cize ve evliya eliyle keşfedilmesi ise keramettir.
 Meselenin temelini şu Ayetler teşkil etmektedir: “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir).” 
İmam-ı Beydavi bu Ayeti açıklarken gaybın tam olarak ancak ve ancak Allah tarafından bilinebilineceğini ve ancak Allah’ın bidirmesi halinde Peygamber’in de gaybdan haberdar olabileceğini zikreder; ancak bu Ayeti evliyanın kerametlerini red sadedinde kullanmaz. 
Fahreddin Razi ise, buradaki gaybı kıyametin kopması ma’nasında hususi bir ma’na ile anlar; bunun genel olmadığını ve Allah isterse kullarına bildirebileceğini kabul eder.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri Allah isterse evliyaya da gaybı bildireceğini ifade eder.

Allame Alusi Sadettin Teftezani’nin evliyanın gayba muttali olmak yerine bazı doğru tahminlere mazhar olabileceği iddiasına cevap vererek, evliyanın da Allah isterse gayba muttali olabileceğini anlatır. 

Sahabeden bazı şahsiyetlerin gayba muttali kılınmaları bunun için güzel bir misaldir. Mesela Hz. Ebubekir kızı Aişe’ye ölüm döşeğinde iken “Hamile olan hanımının bir kız çocuğa hamile olduğunu” açıklamış ve mugayyebat-ı hamseden olmasına rağmen kendisine bildirilmiştir. Hz. Ömer’in Kadisiye Harbi münasebetiyle söylediği “Ey Sariye! Dağa çıkın” talimatı herkesçe kabul edilmektedir. 
Burada şunu da hatırlatmalıyız ki, gayb iki kısma ayrılabilir:

Birincisi; kadere müteallık gaybdır ki, Allah kimseyi buna muttali kılmaz; ancak bazı muhlis kullarına işaretler ihsan eder, peygamberler ve onların mirasçılarına İslamın muhafazası ve neşri için ihsanda bulunur.

İkincisi; cemal, celal, nur ve manevi zıya ile alakalı gaybi işlerdir. Allah bu ma’nadaki gaybi işleri muhlis kullarına açabilir. 

Kısaca Kur’an-ı Kerim’de bütün ilimler vardır. Bu ilimleri de herkes kendi kabiliyetine göre okuyabilir veya hissedebilir. Ancak bu ilimleri Kur’an’dan okurken, benim anladığım ilim kesin doğrudur diyerek değil de, ben böyle anlıyorum, şeklinde söylemek gerekir.

Çünkü bir gün bu anladığı bilgiler yanlış olursa Haşa Kur’an yanlış olmuş gibi algılanır. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de “Üzerinde “ondokuz” vardır.” Ayeti bulunmaktadır. Bu sayıdan hareketle Kur’an’ın bazı sırlarına ve şifrelerine ulaşmak mümkündür. Ancak bu bilgilere mutlak doğru ve Kur’an’ı kesin işareti olarak bakmanın bazı sakıncaları olacağından dikkatli olmak gerekir. Hiç olmazsa:“Böyle şeyler anlamak mümkündür, fakat bunlar kesin ve değişmez doğrular olmayabilir. Hesaplamalarımızda hata edebiliriz, bu hatalar da bize aittir.” demek gerekir. Ebced hesabı da bunlardan biridir.

1.6 Ebced Hesabı ve Hurufçuluk (hürufilik)
Bazı kimseler, Ebced hesabı gibi Esrar-ı hurufla ilgili İşari tefsir yorumları ile, hurufilik safasatasını birbirine karıştırmıştır. Bazıları da, bir tefsir metodunun kabul edilebilmesi için, onun Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından kullanılmış olması gereğinin varsayımından hareketle, bu tür işari tefsir metotlarına, bu çeşit yorumlara katılmama taraftarıdır. Onun için bu konuyu, soru-cevap şeklindeki bir diyalogla açığa kavuşturmakta fayda vardır: 
İslam inancını ortadan kaldırmak için ortaya çıkan, batıl batıniliğin bir kolu olan tarihdeki Hurufilik ekolünün kurucusu sayılan, Fazlullah adındaki şahsın doğum tarihi, hicri 740’dır. Halbuki İslam literatüründe “Esraru ilmi’l-huruf” olarak geçen ve harflerin sırlarına dair yapılan ilmi çalışmalar çok önceden vardı. Misal olarak harflerin esrarı konusunda meşhur olmuş Muhyiddin İbn Arabi’nin ölüm tarihi hicri 638’dir. Hatta ondan daha önce bu konuda oldukça fazla şöhret bulmuş İbn Berrecan’ın ölüm tarihi, hicri 536’dır. 
Hurufilik, 1394’de idam edilen Fazlullah Esterabadi tarafından kurulan ve Batıniliğin kolu olan bir batıl mezhepdir. 14. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, 15. ve 16. asırlarda Anadolu ve Rumeli’de ciddi etkiler yapmış ve hatta Fatih zamanında Saray’a kadar girmeye çalışmıştır. Bunların en önemli batıl inançları, harflere bazı ma’nalar yüklemenin yanında, hulul inancı ve buna bağlı olarak mehdilik anlayışıdır.

Bunlara göre, Fazlullah Allah’ın mazharıdır; yani –haşa- Allah Fazlullah’ın bedeninde görüntülenmektedir ve kıyamet gününe yakın, Müslümanları, Hıristiyanları ve Yahudileri kurtaracak Mehdi olduğuna inanılmaktadır. Maalesef, bu görüşleriyle, Anadolu ve Rumeli’deki Bayrami Melamilerini, Kalenderileri, Bektaşileri ve Kızılbaşlığı derinden etkilemiştir.

Hurufiliğin Anadolu’da yayılmasına sebep Azeri şairi İmadüddin Nesimi (ö. 1408)’dir. Nesimi, Anadolu’da çok sayıda halife yetiştirdiği gibi, kendisi de Hacı Bayram Veli ile dahi görüşmeye çalışmıştır. Fazlullah-ı Esterabadi’nin halifelerinden biri, Edirne’de iken genç Sultan Fatih’i etkilemek için Saraya yerleşecek kadar ileri gitmiştir.

Bundan rahatsız olan ve Fatih’in bunları tanimamasından korkan VeziriA’zam Mahmud Paşa, hemen büyük alim Müftü Molla Fahreddin-i Acemi’yi devreye sokmuş ve bu büyük alim de bunların hulul inancına sahip olduklarını bildiğinden dolayı, Padişah huzurunda bu meseleyi tartışmak üzere bir zemin hazırlamıştır. Hurufilerin gerçekten hulul inancına sahip oldukları anlaşılınca, hemen tutuklanmışlar ve haklarında verilen idam kararı infaz edilerek yakılmaları fetvası hemen tatbik edilmiştir. Bundan sonra 16. yüzyıl boyunca Anadolu ve Rumeli’de Hurufilerin takibatı devam etmiştir.

Netice itibariyle tamamen kötü niyetlerle genç Padişah’a sokulmak isteyen bu fitne ve dalalet grubu, Allah’ın da yardımıyla, en küçük bir zarar vermeden Saray’dan ve Osmanlı akide dairesinden silinmiştir. Fatih’in onları koruması diye bir şeyin olmadığı yapılan izahlarla ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Hatta fetvayı veren Molla Fahreddin-i Acemi’nin Ali Tusi’ye olan şu vasiyyeti her zaman için bir ibret dersi olarak kalmıştır: “Avamın sırtından şeri’at asasını eksik etme”. Şunu da ifade edelim ki, Türkiye’de belli çevreler, ısrarla ve kasıtlı olarak, batıl bir mezhep olan Hurufilik ile ilm-i cifiri birbirine karıştırmaktadırlar. Halbuki ikincisi bir ilimdir ve İbn-i Kemal çok açık bir şekilde bir Risalesinde bu farkı açıklamaktadır.

Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve camia ilmi“ diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tarafından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da müm¬kün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kaza levhlerinde olmuş ya¬hut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gös¬terdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir.

Bu ilmin Hurufilik, nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. 

Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resulullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bediüzzaman’dır. Kur’an, “Beldetün Tayyibetün“ ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn suresiyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir. İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet’ül-Münire“ adlı eserinde şöyle belirtmektedir:

Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur’an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişler¬dir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8) .
1.7 Ebced Hesabı ve Cifir İlmi ile Alakalı Bazı Müşahhas Deliller
 
“Bu hesab-ı ebcedi, makbul ve umumi bir düstur-u ilmi ve bir kanun-u edebi olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört – beş tanesini nümune için beyan edeceğiz.” 
Huruf-u Mukatta’a
Işari tefsirin ve ebced hesabının kullanılışının yoğun olarak görüldüğü yerlerden biri Huruf-u Mukatta’adır.

Taberi, Arap dili bilginlerinin Huruf-u Mukatta’ayı sadece alfabe harflerinden ibaret görmelerini doğru bulmayarak şöyle der: “Huruf-u Mukatta’ayı, “Bu Kitab’ın bütün harflerinde şüphe yoktur” şeklinde yorumlamak yanlıştır; çünkü bu, sahabe, tabiun ve onlardan sonra gelen tefsir ve te’vil otoritelerinin görüşüne aykırıdır.”

İbn Atiyye, çoğunluk alimlerin (cumhur), sure başlarında yer alan Huruf-u Mukatta’anın bir takım manalar ihtiva ettiği görüşünde olduğunu kaydeder . Bedruddin ez-Zerkeşi, de aynı görüşe meyledip der ki: Bu konuda farklı iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar, gizli bir ilim, kapalı bir sır olup bilgisi Allah’a mahsustur. Fahreddin Razi, Kelamcıların bu görüşü kabul etmeyip şöyle dediklerini nakleder: “Allah’ın Kitabı’nda, insanların anlamadığı hususların bulunması caiz olmaz; çünkü Allah Teala, Kur’an üzerinde iyiden iyiye düşünülmesini ve O’ndan ahkam istinbatını emretmiştir.”
İkincisi: Huruf-u Mukatta’anın muradı bilinmektedir. Bu konuda, uzak veya yakın yirmiden fazla görüş olmakla birlikte şu görüş, birincisini de kapsamakta ve onu açıklamaktadır. “Allah’ın her kitapta bir sırrı vardır. O’nun Kur’an’daki sırrı ise, bazı surelerin başında gelen Huruf-u Mukatta’adır”.

İbn Faris şöyle der: Sanırım, bu sözü söyleyen şunu kastetmiştir: “O sır, Allah’tan ve ilimde ileri gidenlerden başkasının bilemeyeceği sırlardandır.” Huruf-u Mukatta’anın bir takım anlamlar ifade ettiğini kaydeden alimler, açıktır ki, İşari tefsire ve ebced hesabına da yol vermiş olmaktadırlar.

Allame Alusi bu kaideye dayanarak ve İzz ibn Abdüsselam’dan naklederek Hz. Ali’nin كهيعص Ayetinden Hz. Muaviye’nin kendisine karşı geleceğini ve Ebül’l-Hakem Abdüsselam ibn Bercan isimli alimin 583 Hicri yılında Kudüs’ün fethedileceğini الم غُلِبَتِ الرُّومُ Ayetinden çıkardığını nakletmektedir. 
İşte Bediüzzaman hazretleri bu önemli konuyu şöyle özetlemektedir: 
 
Bir zaman Beni-İsrail alimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberide surelerin başlarındaki آلم ❊ كهيعص gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifri ile dediler: “Ya Muhammed ! Senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti, “Daha var.” Onlar sustular.. 
Hz. Ali’nin Kaside-i Celcelutiyesi ve Diğer Eserler
Hazreti Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmıştır. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin kaleme aldığı meşhur Mecmu’at’ül-Ahzab adlı eserde Celcelutiye kasidesine de yer verilmiştir. “Bede’tu bi bismillah” cümlesiyle başlayan kasidenin son beyti, kaside sahibi Hz. Ali’nin ismini gösteren ve “Bunlar, yaratıklar insanlar için bir araya getiriliş ilimlerin sırları olup, Hz. Muhammed (a.s.m)’in amcasının oğlu Ali’nin makalesidir” anlamına gelen: 
“Mekalu Aliyyin ve’bnu ammi Muhammedin ve sirru ulumin lil-halaiki cümmi’at” beytiyle sona ermiştir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, kaside baştan sona kadar ebced hesabını gösterir şekilde basılmıştır. 
 
Elimizde Hz. Ali’ye isnad edilen Kitab’ül-Cefr el-Cam’ ve Misbah’un-Nur el-Lami’ adlı eser bulunmaktadır. 1287 Hicri yılında basılan nüshası da elimizde bulunmakatdır. Bu kitaplar doğrudan cifir ve ebced hesabıyla alakalıdır. Ancak Bediüzzaman bu kitapların Hz. Ali’ye değil Cafer-i Sadık’a ait olduğunu düşündüğünden bundan bahsetmemiştir. 
Bediüzzaman da bu ma’nayı, “Hazret-i Ali Radiyallahu Anh’ın en meşhur kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihAyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış” şeklinde özetlemiştir. 
Osmanlı Şeyhülİslami İbn-i Kemal’in Konuyla İlgili Risalesi
1468-1543 yılları arasında yaşayan İbn-i Kemal’in asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Kemal Paşa-zade diye de bilinir. To¬katlı olan bu Osmanlı alimi, Paşa olan dedesinin adına nisbet edilir. Yavuz zamanında Anadolu Kazaskeri ve Kanuni’¬nin ilk yıllarında ise Şeyh-ül İslam olan İbn-i Kemal, dini ilimlerin tamamında ve özellikle de fıkıh, tefsir, kelam ve tarihte haklı bir şöhrete sahiptir.

Sadece Osmanlı ülkesinde değil, bütün İslam aleminde kabul görmüştür. . Bizim burada bahsedeceğimiz eseri ise, Kur’an ayetlerinden Yavuz’un Mısır’ı fethedeceğine dair işaretler ihtiva eden ve dedikleri aynen vaki olan bir başka Risale’sidir. Kemal Paşazade Ahmed Efendi, Enbiya Suresi’nin 105. ayetini, cifir ilmi kaideleri çerçevesinde tahlil ederek, Yavuz’un Mısır’ı fethedeceğini, bunun kolay olacağını ve günü ile yerini ayrı ayrı ortaya koymuştur.

İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet’ül-Münire” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur’an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişlerdir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8)”.
 
İbn-i Kemal, büyük ilmi dehasıyla Kuran’ın Enbiya Suresi’ndeki 105. ayetini, cifir ilminin kaidelerine göre tahlil ediyor ve bu ayetten Mısır ülkesinin, hicretten 922 yıl sonra, kış (zemherir) günlerinde fethedileceğini, Mısır ellerinden alınan kavmin köle diye bilindiklerini, fethedenlerin hür Osmanlıların olacağını, başında da Selim isimli bir komutanın bulunacağını Kur’an’ın işaretlerinden çıkarıyor ve Yavuz’a arze¬diyor. Üç senelik Mısır Seferinde Yavuz, İbn-i Kemal ile beraber, Kur’an’ın verdiği haberleri birlikte müşahede ediyorlar. 
Şimdi biz de beraberce bu ayeti görelim:
 
“Şüphesiz biz “zikr”den (yani Tevrat’dan yahut ba¬zı hakikatları ihtar ettikden) sonra Zebur’da yazdık ki yeryüzü, (fesadçılardan alınır) ve verasete, hilafete layık salih kullarıma verilir, onlara miras kalır” . Bu ayet, kainatta tekvini şeriatın kaidelerinden olan “eslah kanunu” yahut “elyak kanunu”nu anlatmaktadır. Yani devam ve bekanın sırrı, salahat ve liyakat kanununa bağlıdır. Bozukların devam ve beka hakkı yoktur. Olsa da muvakkattır. Mısır’ın Yavuz tarafından fethinde de bu hakikat tecelli etmiştir. 
Kısaca bu ayetten İbn Kemal, Sultan Selim’in Mısır’ın Osmanlı ülkesine ilhak tarihini çıkarmıştır. Ayette Tevrat yerinde kullanılan “ez-Zikr” kelimesi, ebced hesabı ile konunun düğümünü çözen anahtar kelimedir. Ayette “ez-Zikr’den sonra” tabiri kullanılmıştır. Bu kelimenin ebced değeri (okunmayan lam hariç) 921’dir. Mısır’ın fetih tarihi ise, hicri 922’dir. Demek ki ayet işari manasıyla hicri 921’den sonra fethin gerçekleşeceğini ifade etmiştir.
Diğer Alimlerin İstihraçları
Mesela, Osmanlı ulemasından Molla Cami, Sebe’ Suresinin 15. Ayetinde geçen “beldetün tayyibetün” ibaresinden ebced hesabına göre hicri 857, miladi 1453 tarihini çıkarmış ve İstanbul’un Fethinin bu ayetle de müjdelendiğini haber vermiştir. Meşhur müfessirlerden Alusi’nin tefsirinde kaydettiği şu olay da, konumuz açısından güzel bir örnektir: 
İbn-i Hallikan tarihinde zikrediyor ki, Selahaddin-i Eyyubi Haleb’i fethettiğinde, Kadı Muhyiddin güzel bir şiirini okudu. Cümleleri arasında, “Şehba kal’ayı Safer ayında fethettin, Recebte de Kudüs’ü fetihle mübeşşersin” ifadesi vardı. Dediği gibi çıkınca kendisine “Bunu nerden bildin?” diye soruldu. “İbnu Berrecan’ın Rum Suresi’nin baş kısmını tefsirinden aldım.” diye cevap verdi. 
1.8 Netice
Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiçbir zaman “Ayetin açık manası budur.”dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarih ma’nasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, işari ve remzi ma’nadır. İşari ma’na da bir küllidir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Devamında ise: “İşte madem bu tevafuk-u cifri ve ebcedi, bir kanun-u ilmi ve bir düstur-u riyazi ve bir namus-u fıtri ve bir usul-ü edebi ve bir anahtar-ı gaybi oluyor. Elbette menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrası ve lisan-ül-gayb olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevafukiyi, işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.” 
Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:
Evvela; Resulullah’ın da beyanına göre, Kur’an ayetlerinin zahiri, batıni, İşari, sarih ve remzi çok manaları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her ayetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu manaya işaret etmektedir. Zira Kur’an’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’an, kainat kitabının tercümesidir. Kainatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur.

Hadiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’an’dır. Dolayısıyla İslam ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarahat demiyoruz, işaret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve camia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tarafından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kaza levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir.

Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resulullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kul¬lananlardan biri de, Bediüzzaman’dır. Kur’an, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sureleriyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir.

Tıklayın ► İşari Tefsir Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlar

www.NurNet.Org

İşari Tefsir Konusunda Bediüzzaman’a Yapılan İtirazlar

İşari Tefsir Konusunda Bediüzzaman‘a Yapılan İtirazlar

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, bazı çevrelerin Bediüzzaman Said Nursi hazretleri’nin telif etmiş olduğu Risale-i Nur külliyatına karşı yapmış oldukları eleştirilere cevap verdi,Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün açıklaması şöyle;

Kemalist Rejim, Bediüzzaman’ı adli, askeri ve mülki tedbirlerle bertaraf edemeyince, yeni bir yol denemişlerdir. O da yanlarına çekebildikleri, din alimleri ve bazı şeyhler vasıtasıyla, Bediüzzaman’ın ilmi itibarını çürütmek ve Risale-i Nurlara itiraz oklarını atmaktır. Bunun için Mustafa Kemal ile yakınlıkları bulunan iki alim ve şeyh kullanılmıştır: 

Birincisi, Şeyh Şerafeddin’dir ki, Eskişehir Hapsinde istismar edilmiştir. 
İkincisi ise, Eskişehir Hapsinin meyvesi olan ve 1936 yılında telif edilen 33 Kur’an ayetinin Nurlar’a işari olarak işaretini açıklayan Birinci Şu’adır. Bunu vesile yapan ve Mustafa Kemal’e yakınlığı bilinen Seyyid Abdülhakim Arvasi, şuursuzca Bediüzzaman’a itiraz eylemiş ve onu müridleri, kısmen de olsa, bu itirazda kendisini takip etmişlerdir. 
İşte bu işari tefsir konusunu açıklamadan, Bediüzzaman’a Abdülhakim Arvasi ve onun takipçileri (başta Necip Fazıl olmak üzere) tarafından yöneltilen tenkitleri anlamak mümkün değildir.
 
Alusi (ö. 1270/1854) ise, “işari tefsir” anlamında tevili şöyle tanımlamaktadır: “Te’vil, ibarelerin üzerindeki örtülerin kalkmasıyla saliklere aşikar olan ve ariflerin kalplerine gayb bulutlarından yağan kutsi bir işaret ve ilahi kaynaklı bilgilerdir.” 
1.1 Kur’an’ın En Önemli Mu’cizelerinden Biri Lafzındaki Camiiyyettir

Bilindiği gibi Kur’an-i Kerimin bütün Ayetleri bize naklediliş itibariyle mütevatirdir ve kesindir (lafzan kat’i); ancak ma’naya delaletleri açısından Kur’an bir okyanus gibidir. Kur’an, bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına hitap ettiğinden kullandığı kelimelerin bütün bu muhataplara yönelik ma’naları ve kainatla alakalı bütün ilimlere dair işaretleri kendisinde toplaması gerekir (lafzındaki camiiyyet).

Nitekim Kur’an’ın kelimelerinin birden fazla ma’nalarını Arapça alimleri Arap Gramerinin temel bilimleri olan Sarf ve Nahiv ilimlerine göre; belagat alimleri ise bu ilmin temel dalları olan ma’ani , beyan ve bedi ilimlerinin kanunlarıyla açıklamışlardır. Bununla birlikte yukarıda sayılan Arapça ilimleri açısından doğru ve belagat ilimleri kurallarına uygun olmak ve de İslam dininin temel esasları ile muhalif düşmemek şartıyla, Kur’an’dan alınan bütün ma’na ve vecihler makbuldür.

Bunun en büyük delili, içtihad derecesine yükselen İmam-ı A’zamların ve İmam Şafiilerin; Kur’an’ı tefsir eden binlerce Fahreddin Razi ve Kurtubi gibi müfessirlerin; İmam Gazali, İmam Matüridi ve İmam Eş’ari gibi usul’uddin tabir edilen Kelam alimlerinin ve de Kur’an’ı nasıl anlayacağımıza dair tefsir, tevil ve delalet kaidelerini inceleyen Pezdevi, İmam’ül-Haremeyn ve Molla Husrev gibi usul’ul-fıkıh allamelerinin Kur’an’dan çıkardıkları ma’nalar bunun en büyük delilleridirler. 

Şimdi Kur’an’ın lafzındaki camiiyyeti açıklaması bakımından iki noktayı açıklamak durumundayız.
1.1.1 Resulüllah’ın Konuyla İlgili Hadisi
Peygamber Efendimiz “أنزل القرآن على سبعة أحرف لكل آية منها ظهر وبطن ولكل حد مطلع =Kur’an yedi harf üzerine indirilmiştir. Kur’an’ın zahiri, batını, haddi, muttalaı vardır.” hadisiyle Kur’an’ın ma’na zenginliğine işaret eder. Bunu diğer hadis ile de birleştirirsek ma’na “Herbir ayetin ma’na mertebelerinde bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin (hadisçe “şücun ve gusun” tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır” şeklini alır. Hadiste belirtilen “zahir, batın, had, muttala’’” ifadeleri hakkında başka yorumlar da vardır. Bediüzzaman’a göre “Kur’an’ın lafızları öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelamın, hatta herbir kelimenin, hatta herbir harfin, hatta bazan bir sükutun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir“. 
Şimdi bu kelimeleri teker teker açıklayalım:
Zahir: Ehl-i ilme göre açık olan ma’nadır. Nitekim çoğu fıkıh ve tefsir kitaplarındaki ma’nalar buna dahildir. Elbette ki Kur’an’ın Muhkemat tabir edilen ve tevile ihtiyaç duymayan Ayetleri de böyledir. Bunu tilavet ve lafız ile ve hatta Kur’anda zikredilen kıssaların zahiri önceki ümmetlerin helakini haber vermek ile tevil edenler de vardır.
Batın: Erbab-ı hakikatın muttali olduğu sırlar ma’nasınadır. Ancak bunu da Kur’anı anlama ve hatta Kur’an kıssalarının başkalarına ibreti ifade etmesi olarak da değerlendirmişlerdir. 
Hadd: Bunu helal ve haram yahut Kur’an’ın ulaşılabilecek nihai ma’naları ve sırları olarak açıklayanlar olmuştur. Bazıları ise hadd-i muttala’ı beraber kullanarak Kur’an’ın en derin ve zor ma’nalarının bile mutlaka bir izah vechi ve yolu olduğuna işaret eder demişlerdir. 
Muttala’: Vaad ve va’id gibi sırlara işaret eder diyenler olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın yüce kitabında tenezzülat-ı ilahiye kabilinden kullarına olan tecellisi şeklinde açıklayanlar da olmuştur. Bazıları da nüzul-ü İsa gibi ancak Allah’ın bildiği sırlar şeklinde açıklamışlardır. 
Şücun ve gusun: Bu kelimeleri en güzel açıklayan ise yine Bediüzzaman olmuştur: Bunlar hadisçe “şücun ve gusun” tabir edilen füruatı, işaratı, dal ve budakları ma’nasınadır. 
Kur’an zahiri ve batınıyla bir bütündür. Nasıl ki lafız ve ma’na bir ve beraber mütalaa edilir; insan ceset ve ruhuyla mükemmel bir sistem oluşturur. Onun gibi, Kur’an’ı zahir ve batın ma’naları da muazzam bir bütünlük içindedir. Sadece zahire veya batına bakmakla Kur’anı hakkıyla anlayamayız. Zerkeşi’nin ifadesiyle “Zahiri iyi bilmeden batına ulaşılamaz. Ulaştığını söyleyen, kapıyı geçmeden evin ortasına ulaştığını iddia edene benzer.”
Kur’an’ı sadece zahirine göre hüküm vermek Zahirilik mezhebini, sadece batınına dikkat etmek Batınilik ekolünü, zahiri kabulle beraber ince batıni ma’naları görmeye çalışmak da İşari Tefsir mektebini netice vermiştir.
Büyük Müfessir Hamdi Yazır şöyle der: “Şüphe yok ki Kur’an apaçık bir Arapça ile inmiştir. Kur’an’ı dili, bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nasslarda asıl olan, bir karine-i mania olmadıkça, zahiri üzere hamlolunmaktır. Bununla beraber, Kur’an’ı Ümmü’l-Kitap olan Muhkematının yanında ‘hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tansısi, iması, belagatının nükteleri, tarizleri, telmihleri remizleri’ de vardır. Bütün bunlarda en açık olan ma’na maksud olmakla beraber, müstetbeat-ı terakib denilen ve tali derecede matlup olan nice ifadeler de vardır… Herhalde zahirilikte ifrat etmek de, batınilikte ifrat etmek kadar zararlıdır.”
Eğer Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’an’la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı. Çünkü Kur’an’ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’an’ın tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşabihlere sarılmaya imkan bulunmazdı. ŞAyet bütünüyle müteşabih olsaydı, bu sefer Kur’an’ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı. Gereğince amel etmeye de imkan bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akide bina edilemezdi.
 

Fakat yüce Allah hikmetiyle onun bir kısım ayetlerini muhkem olarak indirdi. Müteşabih görülen ayetlerin açıklanması için bu muhkem ayetlere başvurulur. Diğer ayetler ise kullara sınav olmak üzere müteşabihtirler. Böylelikle imanında samimi olanlar ile kalblerinde eğrilik bulunanlar birbirinden açık bir şekilde ayrılmış olur. İmanında doğru ve samimi olan bir kimse Kur’an’ın bütünüyle yüce Allah tarafından geldiğini kesinlikle bilir.

Allah tarafından gelen herşeyin hakkın ta kendisi olduğunu, onda batıl diye bir şeyin ya da çelişkinin bulunmasının imkansız olduğunu kesin olarak bilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Önünden de, arkasından da batıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmedir.” (Fussilet, 41/42); “Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (en-Nisa, 4/82)

Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler ise, müteşabihten hareketle muhkem buyrukları tahrif etmeye yeltenirler. Haberler hakkında şüphe uyandırmak için hevalarına tabi olmaya, hükümlere karşı büyüklenmeye kalkışırlar. Bundan dolayı akide ve amelleri itibariyle sapık kimselerin, çoğu zaman bu sapıklıklarına bu tür müteşabih ayetleri delil gösterdiklerini görürüz. 
1.1.2 İslam Nazari Hukuku (Usul’ul-Fıkıh) İlmindeki Lafzın ma’naya Delaleti İle İlgili Kurallar
Biz burada bütün İslami ilimler ve belagat ilimlerindeki Kur’an’ın ma’nalarının bu dört mertebesini ve de bu dört mertebenin de füruatı, işaratı, dal ve budaklarını açıklama imkanımız mevcut değildir. Fakat misal olması açısından usul’ul-fıkıh ilmindeki delalet şekillerini özetleyeceğiz. 
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdeki şer’i naslardan hükümlerin nasıl istinbat edildiğini anlayabilmek için Alimlerin, Arabçanın ifade tarzlarından veya şer’i hükümler ve onların illetlerinden, şeriatın esaslarından ve naslardan anlaşılan külli esaslardan istifade ederek oraya koydukları bir takım Kur’an’dan hüküm çıkarma kurallarını bilmek gerekmektedir. Bunlar şer’i nassların anlaşılmasında riAyet edilen kaideler halindedir. Çünkü lafızlar kapalılık ve açıklıkta aynı derecede değildir. Onun için lafızların ma’naya delalet yolları, amm, has ve müşterekin medlulü, tevil keyfi¬yeti; atfın mugayereti gerektirmesi; emrin vücub ifade etmesi, nehyin haram ve yasağa delalet etmesi gibi hususlarda bu dil kaidelerine müracaat edilir:
1.1.2.1 Birinci Kaide: Nassın Şer’i Hükme Delalet Yolları
Hanefiler lafzın ma’naya delalet yollarını dört kısma ayırmışlardır. Bunlar: Nassın ibaresi, nassın işareti, nassın delaleti ve nassın iktizasıdır. “Nass” dan maksad, ma’nası anlaşılan Kur’an veya hadis lafzıdır.
1.1.2.1.1 Nassın İbaresi
“Nassın ibaresi” demek, sözün kendisinden kastedilen ma’naya delalet etmesi demektir. Yani ister asıl ister ikinci derecede kastedilmiş olsun kelime¬den hemen anlaşılıveren ma’nadır. Şer’i naslardan her birinin ibaresinin delalet ettiği bir ma’na vardır. Bu ya kelimeden bizzat kastedilen ma’nadır -ki asıl kastedilen budur- veya asıl olmayıp tabi (ikinci derecede) olarak kastedilen bir ma’na olur. İşte buna “tebei ma’na denir . Bu ikisi arasındaki fark şu misallerle ortaya çıkacaktır:
“Allah alış-verişi helal faizi haram kıldı” Ayet-i kerimesi¬nin bir asıl kastedilen ma’nası vardır ki bu alış verişle faizi ayırmaktır. Çünkü Ayet-i kerime yine Kur’an-ı Kerimin naklettiğine göre “alış-veriş de faiz gibidir” diyen cahiliye insanı ve Yahudilere cevap vermek için nazil olmuştur. Bu Ayetin teb’an kastedilen başka bir ma’nası daha vardır ki bununla asıl kastedilen ma’na anlatılmak istenmektedir. İşte o “alış-verişin helal faizin haram olduğunu” ifade etmektedir. Her iki mana da murad edilmiştir. Ancak birinci ma’na asli ikinci ma’na tebe’idir.
Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i şerifede teşri’ için varid olan nasların ekseriyeti “ibaratü’n-nas” yolu ile hükümlere delalet eder. Mesela “Akidleri tam ifa ediniz” ve “Satıcı ve müşteri ayrılmadıkça muhayyerdirler” hadisi şerifi bu kabildendir. Nassın ibaresinin delaleti harici manialardan tecerrüd ettiği zaman kat’i hüküm ifade eder. Buna göre eğer nass tahsis edilmiş amm ise delalet zanni olur, kat’i olmaz.
1.1.2.1.2 Nassın İşareti
Bu sözün ne asaleten ne teb’an maksud olmayan lakin sözün bizzat ifade etmek için söylendiği ma’nanın yani lafızdan ilk anlaşılan ma’nanın lazımı olan bir ma’naya delalet etmesidir. Ve nassın, sözün siyakından maksud olmayan, doğrudan kastedilmeyen bir ma’naya delaleti, ibare ile değil işaretle olur. İşte bu ma’na iltizami yani nassdan ilk bakışta anlaşılan asli hüküm için lazım olan bir ma’nadır .
 
Mesela “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı” Ayeti ibaresiyle ramazanda fecre kadar gecenin her cüzünde münasebette bulunmanın mubah olduğuna, işaretiyle de oruç halinde cünüp olarak sabahlamanın caiz olduğuna delalet eder. Çünkü fecre kadar münasebetin mubah olması kişi cünüp iken fecrin üzerine doğması demektir. İşte bu ma’na Ayetin siyakında maksud değildir, ancak bu, maksud olan ma’na için ay¬rılmaz bir ma’nadır.
 
İbarenin delaleti ile işaretin delaleti tearuz ederse, ibaresiyle sabit olan hü¬küm işaretiyyle sabit olan hükme tercih edilir, çünkü o daha kuvvetlidir. Mesela “Kısas size farz kılındı” nassı ibaresiyle amden öldürene kısasın farz olduğuna delalet ederken “Amden adam öldürenin cezası cehennemde ebedi kalmaktır” nassı da işaretiyle uhrevi ceza ile iktifa edilerek kısasın terkinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Ancak birinci hüküm takdim edilerek kısas tatbik edilir. İşaretin delaleti de ibarenin delaleti gibi kat’i hüküm ifade eder. 
Bediüzzaman bu nassın ibaresine ma’nay-i sarih yani açık ma’na demekte ve bu kaideyi nassın işareti yani ma’nay-i işarisi ile birlikte şöyle kullanmaktadır: 
İşte o pek acib ve çok hazin halette iken, iman ve Kur’andan gelen bir mededle Ayeti imdadıma yetişti ve gayet emniyetli ve selametli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, Kemal-i emniyetle ve sürurla o Ayetin içine girdi. Evet, anladım ki: Ayetin ma’nayı sarihinden başka bir ma’nayı İşarisi, beni teselli etti ki, sükunet buldum ve Sekinet verdi.
 
Evet, nasıl ki ma’nay-ı sarihi, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a der: “Eğer ehl-i dalalet arka verip senin Şeriat ve Sünnetinden i’raz edip Kur’anı dinlemeseler, merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kafidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı herşeyi muhittir. Ne asiler, hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler mededsiz kalırlar!” 
Öyle de ma’nay-ı işarisiyle der ki: 
 
Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse, eğer zihayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kafidir. Madem o var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azim sahibi, nihAyetsiz cünud ve askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka aleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel, tarik-ı hakkı takib edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir, o herşeye bedeldir. Bütün eşya, birtek teveccühüne bedel olamaz! der. 
1.1.2.1.3 Nassın Delaleti
Bu, lafzın ibare veya işaret yolu ile değil de hükmün sebebi veya illeti yolu ile delalet etmesidir. Mesela, iki hadisenin hükmün illetinde ortak olması veya nassın sükut ettiği meselenin hükmü, söylediğinden daha açık olması ve bunun kıyasa veya içtihada ihtiyaç duymaksızın lafızdan anlaşılması gibi. Buna hitabın fahvası yani gaye ve maksadı denir. İmam Şafii bunu celi kıyasdan sayar ve Şafiilerce buna “mefhumu’l-muvafaka” denir. Bu delalete “nassın delaleti” denir. Çünkü bununla sabit olan hüküm nassın ibaresi ve işaretinde olduğu gibi sadece lafızdan anlaşılmaz bilakis bu delalet ancak hükmün menatı ve illeti vasıtasıyle anlaşılır.
Mesela: “Onlara öf bile deme onları azarlama” Ayet-i kerimesi ibaresi ile açıkça öf demenin haram olduğuna delalet eder. Çünkü bu onlara eza vermektedir. Yine bu nass delalet tariki ile de onlara vurma, sövüp-sayma, aç bırakma gibi muamelelerin haram olduğuna delalet etmektedir, zira bunlar “öf” demekten daha ağır eza verir. Çünkü “öf demenin nehyedilmesinden, ana-babaya bundan daha çok eza veren şeylerin nehyedilmiş olması dil bakımından pekala anlaşılmaktadır. O halde nassın sükut geçtiği meselenin hük¬mü, söylediğinden daha açıktır. Zira illet birincisinde ikincisinden daha kuvvetlidir.
Bediüzzaman bu kuralı da Risale-i Nur Külliyatında kullanmakta ve buna tarik-i evla tabir etmektedir. 
Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sani-i Kadire mahsustur. Hülasa: Herbir fıkra, tek başına hatem-i Ehadiyeti izhara kafi olduğu takdirde, fıkraların hey’et-i içtimaiyesi pek zahir bir tarik-i evla ile hatem-i Ehadiyeti gösterir. 
1.1.2.1.4 Nassın İktizası
Sözün şer’an muteber olabilmesi için takdir edilmesine ihtiyaç duyulan la¬fızdır. Bu delalete iktiza denilmiştir, çünkü iktiza, taleb etmek ve istemek ma’nasınadır, söz şer’an doğru ve sahih olması için o mukadder ma’nayı taleb eder.
Bunun misali “Ümmetimden hata, nisyan, unutma ve ikrah kaldırılmış¬tır” hadisi şerifidir. Bu nass lafzı ve ibaresiyle hata, unutma ve ikrahın bu üm¬metten kaldırıldığına delalet eder ki bu selim bir ma’na değildir, çünkü fiil ol¬duktan sonra kalkmaz. O halde ibareyi düzeltmek için mutlaka bir şey takdir etmek lazımdır ki işte bu “günahın veya hükmün kalkması”dır. Yani hatanın, unutmanın ve ikrahın vebali kaldırılmıştır demektir. “Günahın kalkması” ik¬tiza ile anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman’ın bu kaideyi tevhide dair bir meselede kullanmasına en güzel misal şudur: 
Eğer Kadir-i Zülcelal’e verilmezse; o vakit, o kasedeki toprakta, herbir çiçek için ma’nevi, ayrı, tabii bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani: Müvellid-ül ma, müvellid-ül humuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntA’zam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki; o kasede bulunan toprakta, ma’nen Avrupa kadar, ma’nevi ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Ta ki, bu kadar hayatdar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin. 
1.1.2.2 İkinci Kaide: Mefhumu’l-Muhalefet
Nassın mefhumu iki çeşittir: mefhumu’l-muvafakat ve mefhumu’l-muhalefet.
Mefhumu’l-muvafakat: Hakkında hüküm bulunan bir şeyin hükmüne delalet eden lafzın, illette müşterek oldukları için, hakkında hüküm bulunmayan bir şeyin hükmüne de delalet etmesidir. Mesela, “onlara öf bile deme” Ayet-i kerimesinin onlara vurmanın da öncelikle haram olmasına delalet etmesi gibi. Bunun hükmü, bu mefhum ile amel etmenin vacib olmasıdır. Çünkü o, hükme mantuktan daha münasibdir. Meskutün anh mantuka müsavi olduğu zaman da hüküm aynıdır. Yetimin ma¬lını haksız yere yemenin haram olmasına müsavi olan onun malını telef etme¬nin de haram olması gibi. Bu çeşit mefhum ile nassın ibaresi aynıdır.
Mefhumu’l-muhalefet: Hükmü açık meselenin şartlarından biri bulunmadığı için kelamın hakkında hüküm sabit olan meselenin hükmünün, hakkında hüküm bulunmayan meseleden nefyedildiğine delalet etmesidir. 
Mesela: “Zina eden kadın ve zina eden erkek, her birine yüzer sopa vurun” Ayet-i kerimesi mehfumu’l-muhalefeti ile bu sayının yüzden ne fazla ne eksik olmasının caiz olmadığına delalet eder. “Onlara seksen sopa vurun” Ayet-i kerimesi mehfumu’l-muhalefeti ile seksenden az ve çok olamayacağına delalet eder. 
Bediüzzaman her iki metodu da Ayetin izahında kullanarak şöyle demektedir: 
Hem netice ve akibetlerine işaret eden şu ayet, 
mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.” 
Ve mefhum-u muhalif ile delalet ediyor ki: “Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.” Yani: Ehl-i dalalet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkar ediyor. Manalarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sani’lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semavat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: “Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.” Zira ehl-i iman ise; (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara layık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar ayine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zeVali Ne mahzun oluyorlar. 
1.1.3 Risale-i Nur İtibariyle Netice
Bediüzzaman’a göre, “Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan; ayetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve isti’dadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulum-u Arabiyyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartiyle, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir.” 
İşte Bediüzzaman Hazretleri Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserinde, Kur’an’ı bütün bu özelliklerini göz önünde bulundurarak ve de İslami ilimlerde mevcut olan yukarıdaki kurallara uyarak şöyle demektedir: “Kur’an hakkında nazil olan bazı Ayetler, fer’i bir tabakadan ve bir ma’na-yı İşarisiyle de Kur’an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakise değil, belki o lisan-ül gaybdaki i’caz-ı manevisinin muktezasıdır.” Dikkat ederseniz Bediüzzaman Kur’an’ın işaret ettiği fer’i tabakalardan biri ve işaret ma’nasıyla Kur’an Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine işaret ediyor diyor. 
Buna en güzel misal Nur Ayetidir. Geliniz Bediüzzaman’ın konuyla alakalı izahlarını dinleyelim: 
Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın bahir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı manevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir Şu’aı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’an’ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek ayetlerin işaratına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni kendini düşünen biri olarak ittiham edenlere hakkımı helal etmem. 
Tevafukla işaretler eğer münasebat-ı maneviyeye dayanmazsa ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir masadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o Kelamdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dahil olduğuna ya remz, ya işaret, ya delalet hükmünde onu gösterir. İşte gelecek ayat-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaretleri ve tevafukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler..Evet bu gelecek ayetler onüçüncü asrın ahirine ve ondördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur’an ve iman hesabına bir hakikata işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir “Nur”dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen şüpheleri izale edecek Kur’ani bir bürhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur’ani olacak.

Halbuki Risale-i Nur bu mezkur noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasiyle delalet eder ki; o ayetler bilhassa Risale-i Nur’a bakıp ona işaret ediyorlar. Mesela bunlardan biri Ayet-in-Nur’dur ki, bunun manaca çok tabakaları ve çok vecihleri vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işari ve remzi bir vechi manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risale-in-Nur ve Risalet-ün-Nur’a dört – beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor. 

1.2 İşari ma’na ve İşari Tefsir
İşari mana, bir kelamın doğrudan değil, işaret olarak ince anlamlar taşımasıdır. Mesela, katıldığı toplantıdan erken dönen birine, “Niçin erken döndüğü” sorulduğunda “Hava soğuktu, fazla kalamadım” dese bununla hem maddi havanın soğukluğunu nazara verebilir, hem de toplantıdaki uygunsuz ortama dikkat çekebilir.
Fıkıh alimleri kıyas yoluyla bazı neticelere varırlar. İşari tefsir mensupları da istihrac ettikleri ma’nalarla ibret alırlar. Mesela, “Ona (Kur’ana) ancak tertemiz olanlar dokunabilir” Ayeti için “Nasıl ki Kur’ana ancak temiz beden dokunabilir. Onun gibi, Kur’an’ın ma’nalarını da ancak müttaki insanların temiz kalbleri zevkedebilir” sonucuna ulaşmak güzel bir işari ma’nadır. Keza, “İçinde köpek ve cünüp bulunan eve melekler girmez” hadisinden “kibir ve hasedle kirlenmiş kalbe de iman hakikatlerinin feyzi girmez” sonucuna varmak isabetli bir yorumdur.

Kur’an-ı Kerim, anlaşılmak ve amel olunmak için geldiğini açıkça bildirmektedir. “Biz, Kur’an’ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?” Bu itibarla, nüzule başlamasıyla birlikte anlaşılması için çalışmalara da başlanmış; bu yöndeki faaliyetler, ilk zamanlarda “te’vil”, daha sonra genellikle “tefsir” adıyla anılmıştır. İlk müfessir ve semavi orijinine en uygun yorumlar getiren Hz. Peygamber’e ve vahiy atmosferini yaşamaya mazhar olan sahabeye dayanan rivayet ağırlıklı tefsire, sonraları çoğunlukla bu rivayetlere aykırı düşmeyecek şekilde akıl, tefekkür ve her sahada gelişen ilimlerin daha bariz bir tarzda devreye girmesiyle dirayet tefsiri katılmıştır.

Böylece, içtimai tefsir, lügavi tefsir, edebi, hukuki, fenni ve daha başka tefsir çeşitleri ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, usul bakımından daha farklı ve daha hususi bir bakış açısını yansıtan İşari tefsir adı verilen çalışmalar da yapılmıştır. Bu faaliyetler, kesintisiz devam etmektedir. Gazzali’nin deyişiyle bu durum, “Kur’an’ın kıyısız bir umman” olduğunun bir göstergesidir.
 

Klasik kaynaklarımızda İşari tefsir geniş bir alana şamil olarak görülmektedir. Sonraları bu tefsir, sufi veya tasavvufi tefsir olarak görünmeye başlamıştır. Konu ile ilgili literatürü incelediğimizde, işari tefsirin, tasavvufi tefsire münhasır olmayıp, tasavvufi tefsiri de içine alan daha kapsamlı bir faaliyet olduğunu görüyoruz.
İşari tefsire delalet eden birçok ayet vardır. Yusuf (a.s.), hadiseleri ve rüyaları tabir ilmini Allah’ın kendisine öğrettiğini ifade eder . Gözlerini kaybeden babasının gözlerinin kendi gömleği ile açılacağını bildirmesi ve dediği gibi olması yine bu ilmin cümlesindendir. Onun bu ilmi kesinlik bildirir. 
Hz. Yakub’un, (a.s.) Filistin’den, Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un kokusunu almasını imkansız görenlere: “Allah’tan aldığım ilimle ben sizin bilmediğinizi bilirim” dediğini öğreniyoruz. Bu ayet ve özellikle Kehf Suresi 78-82. ayetlerinde, Hızır’ın, Hz. Musa’ya verilenden başka bir bilgiye sahip olduğunu anlatan kıssa, Allah’ın bazı kullarına lütfettiği bir kavrayış ve ledünni bir ilim olduğunu açıkça bildirmektedir. Kehf Suresindeki bu kıssa, açık ve tatbikatlı olarak bu alemde ve hayatta bilinen ve keşfedilen şeylerin ötesinde bilinmeyen pek çok şey olduğunu ispatlamaktadır. Ayrıca Kur’an, işaretten anlamayı açıkça teşvik etmektedir: “Kesinlikle bunda işaretten anlayanlar için nice ibretler (ayat) vardır.” 
Bediüzzaman Said Nursi, işari tefsiri değerlendirirken, zahir gibi batın ve mecazda da ifratı tehlikeli görür: 
Her şeyi zahire hamledip Zahirilerin yanlış mezhebini ortaya çıkarıncaya kadar tefrit etmek ne kadar zararlı ise, her şeye mecaz gözüyle baktırıp sonunda batınilerin batıl mezhebini sonuç verecek kadar ifrat sevgisi daha zararlıdır”. O, böyle derken, tabii ki İşari ve remzi manayı reddetmez, bilakis kabul eder ve bu konuda şu açıklamaları da yapar: “Bir işle çok uğraşan kimse, genellikle başka alanlarda bilgisiz olur. Bundan dolayı, maddi alanda fazla yoğrulan, maneviyatta zayıflar ve sathi olur. Sadece zahiri tefsir ile iktifa eden Kur’an’ın deruni anlamlarına nüfuz edemez ve yaptığı iş noksan kalır. Sarih mana, çoğunlukla bir tanedir ve bellidir. Aksi takdirde bu mananın belirlenmesinde alimlerin büyük çoğunluğunun tasvibi gerekir. Ama sarih mananın altında gizli olan İşari ve remzi mana böyle değildir. İşari mana bir bütün olup her çağa mahsus kısımları vardır. Bu açıdan, İşari mana, Kur’an’ın ayetiyle veya sarahatiyle çelişmek şöyle dursun, bilakis O’nun i’caz ve belagatine hizmet eder. Dolayısıyla, bu nevi işaretlere itiraza sebep yoktur. 
Bediüzzaman’ın, Al-i İmran Suresi (3) 64. ayetindeki “Ya Ehle’l-Kitab” ifadesi hakkında şu orijinal tesbiti İşari tefsire örnek teşkil etmektedir: “Ya ehle’l-Kitab lafzı, Ya ehle’l-Mekteb manasını dahi tA’zammun eder”. Onun, keza Bakara Suresi’nin ilk ayeti hakkında, “Elif Lam Mim lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu’ciz olduğunu ilan eder” yönündeki tespiti de bu kabildendir.

Elmalı Hamdi Yazır da şu tesbitleri yapar: Kur’an’ın lisanı lügaz ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Şüphe yok ki nususta asıl olan mani bir karine bulunmadıkça zahiri üzere haml olunmaktır. Bununla beraber şu da muhakkaktır ki Kur’an’ın Ümmü’l-Kitab olan muhkematının yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı, hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tensisi, iması, belağatinin nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlarda en vazıh olan mana maksut olmakla beraber müstetbeat-i terakib (satır arası manalar) denilen ve tali derecede matlup olan nice ifadeler de vardır.

Usul ilminde malum olduğu üzere zahirin zahir olması aynı zamanda te’vil, tensis, mecaz ihtimallerini kesmiş olmak lazım gelmeyeceği cihetle o zahire münafi ve münakız olmayarak maiyetinde bazı ihtimallerle tali derecede birçok işaretlerin anlaşılıp istinbat olunabilmesi, muhkematın vuzuh ve beyanına aykırı olamayacağı gibi, bilakis lisan Arabiy mübin olmasının levazımındandır.

Bundan dolayı Kur’an’da hiç batın, remiz ve ima yoktur, demek doğru olmaz. Elif Lam Mim, Kaf, Nun gibi sure başlarında gelen harfler ne surette tefsir edilirse edilsin remzi olmaktan hali denemez.

Fakat Kur’an, “O’nu gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’an Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı” esası üzere çelişkiden beri, son derecede beliğ bir kelam olduğu için, zahiri ve batını arasında aykırılık ve çelişkiden münezzehtir. Haddi aşmamak şartıyla ondan zaman zaman vehbi ve zevki olarak alınan tuluat ve ilhamlara nihAyet tasavvur olunamaz.” Şihab’ın dediği gibi bu kabil gizli işaretlerin Kur’an’ın mu’cizelerinden olması uzak bir ihtimal olarak görülemez. .

Maamafih müteşabihat vadisi demek olan bu gibi nüktelerden Muhkemata aykırı manalar çıkartmağa kalkışmak, Hurufilik sapıklığıyla Batınilik karanlığına sürüklenmek demek olacağı, bunun ise Kur’an’ın zulmetten nura götüren açık beyanına aykırı olduğu şüphesiz olmakla beraber Muhkemata aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, ışıklar, ince ince irfanları, zevkleri okşayan remizler, imalar, kalden ziyade hale ait olan ve ehlinden başkasına örtüsünü açmayan harikalar da ne kadar incelense o kadar faydalı, o kadar güzel olur.

Mesela Kur’an’ın başı besmelenin (ba)sı ile başladığı, sonu da ‘nas’ın ‘sin’i ile son bulduğu düşünülünce, bunun ‘bes’, yani yetişir, kafi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da ‘Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra, Rab’lerinin huzurunda toplanacaklardır’ (En’am: 6/38) muhkem mefhumuna uygun olarak Kur’an’ın başka bir kitaba, diğer bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli bir hidAyet rehberi olduğuna bir remiz, yani ‘Kendilerine okunan kitab (Kur’an)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır’ (Ankebut: 29/51) muhkem manasına da işaret olması gibi anlayışlar boş değil, hoştur. 
 

Makbul bir işari tefsir için şu dört esasa dikkat çekilmiştir:
 
1-Kur’an’ın zahiri ma’nalarına aykırı olmaması.
2-Onu destekleyen şer’i bir delil olması.
3-Şer’an ve aklen reddedilmemesi.
4-Zahiri ma’nanın tamamen reddedilip, “Bundan murat ancak bu işari ma’nadır” denilmemesi.
Konuyu bazı örneklerle açmakta yarar görüyoruz: Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde insanların bölük bölük Allahın dinine gireceklerini haber veren Nasr Suresi nazil olduğunda, artık Resululllah’ın (asm) dünyadaki görevinin bitmek üzere olduğunu hisseden Hz. Ebubekir (ra) ağlamaya başlar. 
Keza, Hz. Peygamber ömrünün sonlarına doğru bir konuşmasında “Bir kul dünyada kalmakla Allah’a dönmek hususunda muhayyer bırakıldı. O, Allah katında olanı seçti.” deyince, Hz. Ebubekir gözyaşlarını tutamaz. Halbuki aynı hadisi duyan nice insan, o anda Hz. Ebubekir’in hissettiğini hissetmez.
Hz. Ebubekir, Veda Haccı’nda nazil olan “Bugün dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım.” Ayetini duyunca “Kemalden sonra ancak noksan vardır” der. Hz. Peygamberin vefatının yaklaştığını hisseder ve ağlar.
Sonuç olarak, Bediüzzaman’a göre, “Bir tabakanın ma’nay-ı işarisinin külliyetindeki fertlerinin bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Risalet-ün-Nur’un Kur’an’dan başka me’hazı yok, Kur’an’dan başka Üstadı yok, Kur’an’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir.
İşte Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı Risalede zikredilen otuzüç ayetin bil’ittifak, tekellüfsüz, manaca ve cifirce Resail’ün-Nur’un başına parmak basmaları ve başta Ayet’ün-Nur on parmakla ona işaret etmesi ve eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hatta hususi tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmi iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun’i ve kasdi yapılsa, yalnız bir letafet, bir zerafet, bir cezalet olur.” 
Bediüzzaman hazretleri, hiçbir yerde bu Ayet Risale-i Nur hakkındadır demiyor ve şahsını ön plana çıkarmıyor; sadece yukarıdan beri izah ettiğimiz İşari tefsirin kurallarını kullanarak Kur’an Ayetlerinin işaret ettiği külli ma’naların yüzlerce işari ma’nalarından birinin de Risale-i Nur’a işaret eylediğini belirtiyor.
Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ
www.NurNet.Org