Etiket arşivi: akıl

Güzel görmekte Hz. Hatice’den daha delikanlımızı bulamazsın

‘Güzel görmek’ eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için kastırmak/zorlamak değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı görmektir. (Varlık hayır üzere yaratılmıştır.) Fakat zaten güzel olanı güzel görmek de bir güzel nazar istiyor. Burada ayıklanmayı dilediğimiz şey nazar ettiklerimiz değil. Kem olanlardan gayrısını görmez oluştan, yani bütünden kopuştan, sıyrılmayı diliyoruz biz. Güzel görmek en azından bu.

Mürşidimin de dediği gibi: “Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mahluk olmamızdan gelen sınırlılık ve bu sınırlılığın bir türü olan eksik/kusurlu nazar eşyanın kapsamlı güzelliğini görmemize engel oluyor. İşte, nazarımız aklımızdan, aklımız da nazarımızdan böylece etkilenmiştir.

Akıl tahripçidir. Parçalayarak anlar. Birşeyi salt akılla anlamaya çalışmak onu varlıktan koparmak gibidir. Konsantrasyon dediğimiz hadise aslında bir nevi körleşme. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Bu noktada aklın tahripçiliğinin bir ölçüde insanın her duyusuna sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Dikkat etmemiz de bir ‘parçalama’mızdır bizim, dikkat çekmemiz de. Vurgu dediğiniz şey de aslında parçayı bütüne hâkim kılmaktır veya en azından daha görünür/ilk görünür kılmaktır. Bu yönüyle, yaratılmış olanın (mahlukun) mutlak olmamaktan kaynaklanan her kaydı ve bu kayıtla yaptığı her tasarrufu bir tür parçalamaktır. Bu halimizden korkmalıyız. İşte bu yüzden insan kendi parçasından vahyin bütünlüğüne kaçar/sığınır. Bir fikrin/tesbitin vahye ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda parçamızın bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça fenadır.

Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.

Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. İnsan neden/nasıl tecrübe sahibi olur? Bu sadece yaş almakla veya yaşamakla açıklanabilir birşey değil. Tecrübenin zamanla bağı aslında bütünle olan ilişkisiyle de ilgili. Tecrübe sahibi olan insan olayları ‘fiil’ olarak değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. Fiilden isme değil sadece, şuunattan kanuna bakmayı da öğrenmiştir: “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur…” Tecrübe dediğiniz böylesi cümlelerinizin sayısının çokluğuna ve isabetine bakar. Bu bir emin olma halidir. Kainatta her zaman ‘böyle böyle olduğunda sonucun şöyle olduğunu’ öğrenmişsiniz demektir.

İşte böyle böyle olanın nihayetinde şöyle olduğu bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla bir ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup kanunları keşfetmenizi sağlar. Benim mürşidim diyor ki mesela: Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır. Ne zamanki fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. (Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen kaderi değil bir kanunu okuyorsun.)

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın sıfat derecesinde hep öyle yaptığını ve şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması veya çoğunlukla öyle yapması sana Allah’ın rızasının o fiile dönük olduğunu öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Seçmenin/iradenin işaretidir. İrade ve kast da bir muhabbet kokusu verir. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Evet, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir, kanunlar ise şuunat-ı ilahiyeyi. Şuunat okuması müminin tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye marifet de diyoruz. Eğer Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir veya gafil o da bir tecrübedir ama eksiktir/sınırlıdır. O tecrübeyi şahid olduğu kısım dışında kullanmaya yol bulamaz. Eğer tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye oradan ulaşmaya bir yol bulabilirdi. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine diyor ki:Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata…

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, müminin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıktığın zaman Allah rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta bir fayda var!” dersin. Bu da seni “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine bilinen bir Allah’ın öyle kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifet ile emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her ziyaretimde “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenimin haline benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa, soruyor.

İşte, kötülük, yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir…” demek biraz. Bu kadar tanımak. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Bir paketi açtığınızda ve hediye hemen gözünüze çarpmadığında kutuyu biraz daha karıştırmak; size kötü bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek; davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa, “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak; buluşmaya gittiğiniz emin arkadaşınız sizi beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek… Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan işte o güzel görmek olur. el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

Ey sabırlı okuyucum, buraya kadar bana iyi katlandın. Becerebilmişsem anlatmayı, güzel görmekle güzel düşünmenin bağlantısını birazcık anlamışsındır. Benim bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice annemdir. (Allah ondan razı olsun.) Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince kendisine şöyle demişti:

Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Sen’i mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir! Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulünün eşi olmaya layıktır. Sana birşey daha diyeyim mi: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın.

Ahmet AY – Risale Haber

İnsandaki Fabrikalar…

İnsanın içinde çalışan mânevi fabrikalar, dışındaki maddî fabrikadan, yani beden fabrikasından çok daha gariptir. İnsan ruhunun mahiyetini an­cak Hâlik-ı Zülkemâl bilir. Biz sadece ruhumuzun bazı faaliyetlerine teşbih ve temsil dürbünüyle uzaktan uzağa bakmaya çalışacağız:

Cenâb-ı Hak, mefkûreyi acîb bir fabrika olarak yaratmıştır. Bu fabri­kaya zahirî ve batınî duygularla, hammadde mesâbesinde mânâlar ve malûmatlar gelmekte, akıl bunları ilim hâline getirip hafızada biriktirmek­tedir. Mefkûreyi bir mensucat fabrikasına teşbih edersek, bu fabrikanın kulak dediğimiz kanalından giren yünler akılda kumaşa inkılâb etmekte ve hafızada depolanmaktadır. İstediğimizde bu kumaşlar depodan alınmakta ve fabrikanın ağız denilen kanalından dışarıya ihraç edilmektedir.

Burada işaret etmemiz gereken çok mühim bir husus da depodaki ku­maşların ağızdan çıkmasına rağmen, kumaşlarda hiçbir eksilme olmaması­dır. Bu fabrikanın diğer harika bir tarafı da fabrikanın giriş ve çıkış kanal­larının muhtelif oluşudur. Şöyle ki:

Yukarıdaki misâlde giriş kanalı kulak, çıkış kanalı ise ağız olarak izah edilmişti. Bunun yanında, fabrikaya göz kanalından da yünler girebilmekte ve akılda kumaşa inkılâb ettikten sonra hafızada saklanmakta ve istenil­diğinde elden yazı suretiyle veya yine ağızdan söz suretiyle dışarı döküle­bilmektedir.

Böyle bir fabrika yapmak beşer takatının çok fevkinde olduğu gibi bu faaliyetlerin mahiyetini anlamamız da mümkün değildir.

Akla malûmat getiren diğer bir âlet de dildir. Yediğimiz bir elmanın vita­mini bedenimizde yerini alırken, tadı dil kanalıyla akla ve oradan da hafı­ zaya geçip kendine mahsus makamında oturmaktadır.

“Mefkûre fabrikası” göz penceresiyle de seyrettiği şeylerin suretlerini, okuduğu şeylerin mânâlarını alıyor ve hafızaya havale ediyor. Daha önce okuyup hafızamıza yerleştirdiğimiz bir vecizeyi yazmamız söylense, yine tahmin ve tasvir edemeyeceğimiz harika bir faaliyetle o vecize hafızadan alınıyor ve el vasıtasıyla kalemimizin ucundan dökülüyor. Aynı vecizeyi söylemek istediğimizde ise, bu defa ses olarak dilimizden akmaya başlıyor. Bu misâlde fabrikaya yün misâli giren vecize, hafızada oraya mahsus bir hâlde saklandıktan sonra, istendiğinde yine yün olarak yani bizzat kendisi hiçbir değişikliğe uğramadan dışarı çıkmış oluyor.

Hayâl ise, şeker fabrikasına çok uzak mesafelerden şeker pancarı ge­tiren vagonlar gibi, yüklendiği tahayyülâtı aklın eline teslim ediyor. Akıl bunlar içerisindeki mânâları süzüp, lüzumsuz şeyleri dışarı atıyor.

Diğer âlet ve cihâzatımızı bunlara kıyas edebilirsiniz.

Akıl böyle çeşitli kanallarla aldığı malûmatı ve mânâları ilim hâline ge­tirdikten sonra, ancak marifetullah ve muhabbetullah ile mutmain olan kalb fabrikası, bu ilimlerden marifetini ve muhabbetini ziyadeleştirecek olanları almakta ve Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla yine tavr-ı aklın haricinde bir faaliyet­le feyze inkılâb ettirmektedir.

Bu kadar harika fabrikalarla dolu olan insan, bu dünyaya elbetteki şu kısacık dünya hayatını kazanmak için gönderilmemiştir. Ebedî saadet fab­rikaları olan bu cihâzatımızı, âhirete ait olmayan hangi işte sarfetsek zarar etmiş oluruz. Dünyada kazandığımız cüz’i servet, makam, şöhret gibi şey­ler bu fabrikaların gayesi ve neticesi olamaz.

Bir insanın elinde altından yapılmış antika bir çekiç bulunsa, o insan bu çekiçle taş yontup para kazandığı takdirde, kâr ettiğini iddia edemez. Zira, çekici taşa her vuruşunda beş kuruş kazanmaya bedel belki beş yüz lira zarar etmektedir.Bizler de herhangi bir dünyevî menfaat elde ettiğimiz zaman sevinirken, neyi kaybettiğimizi ve hangi âletleri yıprattığımızı bile­miyoruz.

Bu harika ve cihanbaha aletlerle techiz edilen insan, sarfettiği ömür ne­ticesinde Hâlik-ı Ezel ve Ebedin rızası ve dolayısıyla da ebedî saadetten başka neyi kazansa zarar, hattâ iflâs etmiş demektir…

Mehmed Kırkıncı

Nefsini Bilen Rabbini Bilir

Nefis, zat manasına gelir. Yani cisim ve ruhun ikisine birlikte nefis denilir.

“ Nefis, insanın daire-i hayatı içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz, dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtınî hasseleridir.”

Nefsini bilmekten maksat, insanın yaratılış ve mahiyetini bilmesi demektir. İslâm âlimleri ittifakla buyururlar ki,

“Allah’a giden yollar nihayetsizdir. Zira zerreden yıldızlara, kamerden güneşlere kadar her şey O’nun mevcudiyetine delildir.”

Bu mevcudat içinde Allah’ın varlık ve birliğine en büyük delil, en kısa ve yakın yol insanın kendisidir. Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfat-ı Kudsiyenin en geniş ve en berrak aynası insandır. Zira bu kutsi hakikatler kemaliyle yalnız insanda tecelli etmektedir. Bu bakımdan mahlûkatın en mükemmeli insandır. Onun hilkatindeki garabeti ve mahiyetindeki ulvîyeti düşünmekte akıl aciz kalıp, hayrete düşmektedir. İnsan kendi nefsine ve mahiyetine dikkatle bakar ve tefekkür ederse, yüzlerce belki binlerce harikulade esrarı görür ve Allah’ın en büyük eseri olduğunu idrak eder.

Cenab-ı Hakk’ın en büyük eseri insandır. Allah (c.c) insandan daha büyük, daha şerefli, daha itibarlı, daha sevgili ve daha üstün bir mahlûk yaratmamıştır. Bu vasıflarından dolayıdır ki, Allah’ı kemal manada anlayıp anlatan insandır. O, bu yönüyle cin ve meleklerden üstün kılınmıştır.

Evet, insan şu kâinat kitabının bir nüsha-i camiasıdır. Ondaki her sahife, her cümle ve kelime nihayetsiz manalar ihtiva eder. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler âyeti ve ilâhi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halık’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder.

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”37

cümlesi yukarıda belirtilen gerçeğin vecîz bir ifadesidir. Evet, insanın zatı maddeten küçük bir cüz ve cüz’î gibi görünse de ihtiva ettiği ilâhi sırlar itibariyle sanki büyük bir âlemdir. Hazret-i Ali (ra.) bu hakikatı şöyle ifade buyurmuştur:

“İnsan maddeten küçük bir mahlûk olmakla beraber, onda bütün âlem gizlidir.”

Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem mahlûku olan peygamberler ve onların izinden giden kamil mü’minler, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hakikatini hayatlarına en mükemmel manada tatbik etmişler ve başkalarına da örnek olmuşlardır.

İnsanın nefsini tanımasının çok cihetleri vardır. Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Dehrin (zamanın) akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde insanın adı dahi anılmazdı. Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık olarak yarattık.”38

Evet, insanın vücudundan hiçbir eser yok iken, nasıl oldu da bir katre sudan hâlden hâle, tavırdan tavra değişip tekâmül ederek insan şeklini aldı? O bir damla su içinde ne et, ne kemik, ne göz, ne kulak, ne can, ne de akıl… Hâsılı zahirî ve batınî hiçbir aza ve duygu yok iken, nasıl gören ve işiten bir varlık hâline geldi. İnsan, kendisine nasıl muntazam bir vücut verildiğini, her şeyi tefekkür eden bir akla, dünyayı temaşa eden bir göze, sesleri işiten kulağa nasıl malik olduğunu düşünüp, bunların Allah’ın inayeti, ihsanı ve keremi olduğunu idrak etmelidir.

İnsanın vücudundaki azaların birbiri ile münasebeti ve birbirine yardımı ne kadar mühim ve ne kadar hikmetlidir. Mesela, bütün azalar aralarındaki münasebet ve yardımlaşma olmasa idi, akıl manasız kalırdı ve bugün ki fen ve terakkiyatlar vücuda gelemezdi. Göz ve kulak gibi sair azalar da aynı şekilde birbirine yardım etmese idi, hayat azap olurdu. İşte insan, vücudundaki her bir azanın binler hikmetini düşünüp tefekkür ederek kendini ve Rabbini bilir. Kâinattaki her mahlûkun, insanın istifadesine göre yaratılmasını ibretle ve hayretle tefekkür eder. Bu ise, kişinin kendini bilmesinin başka bir vechesidir.

İnsanın kendisini bilmesinin diğer bir ciheti de, esma-i İlahiyeye âyine olmasıdır.

Evet, insanın kendi mahiyetine takılan sıfatlarını tefekkür edip, onlarla Halık’ının sıfatlarını kıyas yoluyla bilmesi ve “üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık” etmesidir.

Evet, bu mahiyetteki bir insan, nefsini derinden derine tefekkür etmekle Halık’ına tahkiki bir surette iman eder. Böyle sağlam bir iman ise, ancak tefekkürle mümkündür. Zaten Cenab-ı Hakk’ın insana akıl ihsan etmesinin hikmeti de budur.

İnsan kendisinde tecelli eden esma ve sıfatları tefekkür ettikçe Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olduğunu anlar. Evet, her mahlûk, bir ayna ve mükemmel bir nakıştır, ama insan “Nakş-ı azamdır.” Zira insanın hilkatinde öyle esrar-ı İlahi ve kudret-i rabbani vardır ki, onu ne cin ne de melek taifesi idrak edebilir. Demek ki, insanı kemaliyle anlayan yine kendisi olmuştur. İşte kendini anlayan bir insan, elbetteki Rabbini bilir, bu noktada, melek ve cinlerin fevkine çıkar.

Böyle bir insan kendi mahiyetinin ulvîyetini hayretle tefekkür, yaratılışındaki hakikatleri ibretle ve dikkatle temaşa ederse, kendisine verilen nimetlerin bir Mün’im tarafından ihsan edildiğini düşünür ve idrak eder. “Sübhanallah” der ve O’na şükür ile mukabele eder.

Bu hakikatleri gören bir insanın, kendisine akıl, ruh, istidat, vicdan, aşk, şevk ve iman gibi manevî ve cihanbaha latifeleri ihsan eden Halık’ını bilmemesi mümkün müdür?.

Kendisinin bir damla sudan yaratıldığını ve ona verilen zahirî ve batinî duyguların menfaatlerini düşünen akıl sahibi bir insanın, Rabbine karşı marifet ve muhabbeti her an ziyadeleşir ve kendi aciz kudretinin üstünde merhamet ve inayet sahibi bir kudret-i kâmilenin mevcut olduğunu idrak eder.

İnsanın nefsini tefekkür etmesine dair saydıklarımız bu misaller, denizden bir katre, güneşten bir ziyadır.

Bir arif-i billahın nazarında bu kâinat nizam ve intizamıyla Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ilan eden mücessem bir delil ve bir hüccettir. Kâinatın her bir eczasında, çiçeğinde, meyvesinde, ağacında insanı vecde getirici bir cazibe vardır. İnsan bunların letafet ve ziynetlerini temaşa ettikçe, azamet-i subhaniyenin ulvîyetine hayran olur. Erbab-ı kemal için bundan daha büyük bir zevk ve aşk mı olur? Aşk-ı hakiki ile dolu olan gönülleri hangi keder ve üzüntü mahzun edebilir?

“Âlemleri tenvir eder envar-ı kemalin,
Her zerrede meşhud olur asar-ı kemalin.
İdrak edemez künhünü erbab-ı ukul,
Akılları mesrur eder esrar-ı kemalin.”

İslâm filozofları demişlerdir ki:

“Allah’ın insana verdiği en büyük ve en hayırlı ve en nuranî hediyesi akıldır.”

Zira insan, kendi nefis ve mahiyetini o nur ile bilebilir.

Aklın şerefi, insana kendini bildirmesi ve tefekkür ettirmesidir. Çünkü tefekkür, insanı Halık’ını bilmeye götürür.

Musibetlerin en şerlisi ve cehaletlerin en büyüğü kendini bilmemektir. Ehl-i dalaletin küfürde kalmalarının yegâne sebebi işte budur. Yani kendi nefislerini tefekkür etmemeleridir.

Dalalet ve cehalet gibi gayriinsanî yollara süluk etmek, insanın yaratılışındaki hikmetle asla kabil-i telif olamaz. Kendini bilemeyen kâinattaki nizam ve ahenkteki manayı kavrayamaz. Bu ise tam anlamıyla cehl-i mürekkep, yani katmerli bir cehalettir.

Zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar ibret alan akıl sahipleri için bu kâinat, Kudret ve Azamet-i ilâhiyeyi ilan eden antika eserlerin bir teşhirgahıdır..

Gerek kendi nefsine gerekse kâinata sathi ve cahilane bir nazarla bakmak, hiçbir zaman akıl ve fikirle bağdaşmaz. Her şeyin kıymet ve değeri olduğu gibi, insanında kıymeti ve değeri Mevla’sını bilmesinde ve O’nun asarını tefekkür etmesindedir.

Yunus Emre’nin dediği gibi,

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir…”

İlim hakikatının başlangıcı ve aslı, kişinin kendi nefsini bilmesiyle mümkündür. Buna hiçbir vicdan sahibi itiraz edemez. İnsanın bu dağdağalı ve keşmekeş dünyada huzur içinde yaşaması nefsini bilip, kendini okumasına bağlıdır. Hem kendi nefsine ve hem de âlemi insaniyete faydalı olması buna bağlıdır.

İnsanın kendini bilmesinin başka bir ciheti de kensinin bu dünyada bir memur ve misafir olduğunu, ebedi bir saadeti kazanmak ve kaybetmek imtihanı geçirdiğini, mahiyetinde nihayetsiz acz, fakr ve naksın bulunduğunu, cisminin taştan ve demirden olmayıp, her an yıkılmaya mahkûm et ve kemikten yaratıldığınını idrak etmesi ve bu şuur ile Rabbine karşı kulluk vazifesinde hassasiyet göstermesidir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

37. Sözler.
38. İnsan Suresi, ayet, 1-2.

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-3

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

 

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Felsefî Yöntem ve Felsefî Düşünce içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Felsefî Metod’un kendi düzleminde, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak yürüdüğü yolda karşısına çıkan, karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sistemi’nden doğmamış ki, o sistem içerisinden cevap vermek zorunda olalım.

 

Yani kes – yapıştır yöntemiyle Nübüvvet Sistemi’nden alınan bir uygulamanın; din dışı, yani seküler, lâik bir sistem içine alınıp, çözüm diye entegre edilmesi; kendi sistemi içinde faydalı olan o uygulamanın işlevini kaybedip; o seküler sistem içerisinde faydasız, hatta zararlı olmasına bile yolaçabilir.

 

Yani Felsefe ve Bilim’in eksik veya yanlış, sığ veya dar yöntem ve tanım ve ta’rifleriyle şekillendirdiği yolda karşılaştığı problemler ve girdiği çıkmaz sokaklar; cevaplamakta aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlamasında aciz kaldığı soru(n)lar; gene kendi düşünme sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve sisteminden kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz.

 

Ya ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; daha doğrusu ve en iyisi; paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Çünkü problem sistemden doğuyor, sistem kaynaklı; yapı kendi problemini üretiyor.

 

Örneğin: Daha önceki haftalarda “yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemlidir ve doğru soruyu bilmek, doğru cevabı bilmekten çok daha önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır” demiştik. Konuya uyarlarsak; Felsefe’nin vahiy mi – akıl mı öncelikli ve asıl?” sorusu yanlış, dolayısıyle bu soruyu doğru kabul ederek verilen tüm cevaplar da yanlış ve en azından eksik ve kusurlu oluyor.

 

Bu soru ve soru(n)un ortaya konuş ve ifade tarzı yanlış derken, yani asıl problem: Sorudaki “akıl” ve “vahy”in yanlış tanım ve ta’rif edilmesi. Dolayısıyle bu yanlış soru’nun zihnimizi manüple ederek gösterdiği yanlış bir ilüzyon ve yanılsama var! Yani soru, cevabı yanlış yerde aramamıza neden oluyor. Yani soru’nun kendisi sorun!

 

Bu sorudaki temel hatalardan birincisi: “Akıl” ve “vahiy”in anlam ve tanım, ta’rif ve konumlandırmasının yanlış olması. Bu yanlıştan doğan diğer yanlışta: Soruyu doğru kabul edenin zihninde; “akıl ve vahiy arasında bir öncelik – sonralık sıralaması var ve olmalı” yanılsaması doğurması ve bu yanılsamanın doğru olduğu önkabulü üzerinden cevaplar üretilmeye çalışılması.

 

Bu yanlış sorunun gerçekte olmayan bir problemi var(mış) gibi göstererek; zihnimizi teshir ve aldatma ve yönlendirmesinden kendimizi kurtararak; kendi müslüman bakış açımız, yani kitabımız Kur’ân–ı Kerîm’in bize öğrettiği kavram ve terminoloji (yani kitabımızın Kavram ve Anlam Haritaları’yla) konuya bakarsak; “akıl – vahiy” arasındaki ilişki ve etkileşiminin “göz – ışık” münasebetine benzediğini görürüz. Yani gözsüz ışığın ve ışıksız gözün bir anlam ve fonksiyonu olamayacağından; “akıl” ile “vahiy” için, aralarında bir öncelik – sonralık ve önem ilişkisi kurulamayacağı belirginleşmeye başlar.

 

Burada “akl”ın göze ve “vahy”in de ışığa benzetilmesinden; “akıl” olmadan “vahiy”in bilinemeyeceği ve anlaşılamayağı; “vahiy” olmadan da, “akıl”ın karanlıkta el yordamıyla, Güneş yerine kendi el feneriyle mes’âfe alamayacağı sonucu çıkar. Zaten vahyin akıl sahiplerine hitab/p ettiği; yani aklı olmayanın dinen de sorumlu olmadığı bilinen bir gerçek. Sonuç olarak: “Akıl”ın da Rabbimiz’in bir “tecelli” ve “mahlûk” ve “âyeti” olduğu unutulmayarak; “akıl” ve “vahiy” birbirlerine karşıt konumlanmış, birbirlerine antitez ve birbirinden ayrı ve bağımsız 2 ayrı seçenek değildir.

 

Başka bir konu: Şeytan imtihana tabi tutularak, o ma’lûm testten geçmeseydi; şu ânda o âlemde melekler gibi ibadet etmeye ve ihtiram görmeye devam edecekti. O test, kendisinde tohum hâlinde saklı bulunan kötü huy ve zaaf ve davranışları meydana çıkardı…

 

Müşterisi olup, satın almaya talip olduğumuz bir otomobilin her yerini kontrol edip, zorlu testlerden geçirerek; gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışmamız, böylece almaya değip değmeyeceğini anlamamız gibi; insanları imtihan ve testten maksatta; sınavı kaybedip, sınıfta bırakmak değildir. Tıpkı okul ve sınavdan maksadın, öğrenciyi sınıfta bırakmak olmaması gibi. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Okul, öğretme ve sınav ve yarışmanın amaçlarından birisi: Öğrenciye birşeyler öğretmek, dersi çalışma ve öğrenmeye zorlamak; böylece seviyesini yükseltme ve ölçmedir; sınıfta bırakma ve eleme değil…

 

Başka bir konu: “İnsan büyük bir âlem ve âlem büyük bir insandır” ve Kur’ân–ı Kerim “kûl” emriyle yazılmış 2 boyutlu (en – boy) âyetlerin bulunduğu “Kitap Kâinatı” ve kâinatta 3 boyutlu harflerle “kün” emriyle (ve her kisi de nokta / zerrelerin biraraya gelmesiyle) yazılmış âyetlerin bulunduğu “Kâinat Kitabı”. Buradan bakarsak: “Dünya” ve içindeki “insan”; bu âlemin hem Fatiha ve Besmelesi, hem de kalbi ve gözbebeği; başka açıdan hem meyvesi ve hem de çekirdek ve tohumu…

 

Belki de bu Kâinat Kitabı’nın “helezonik, sarmal DNA molekülü” ile aynı şekle benzer “Samanyolu Galaksimiz”, mikro ve makroyu bağlayan arka ve ön dış kapaklarıdır. Belki gökte dönen “gezegen – yıldızlar” ile vücudumuzda dönen “atomlar” başka bir dış kapaktır veya “Asıl Arş” ile “Kâlp Arşı” da, mikro ile makroyu bağlayan başka bir kapaktır…

 

Kur’ân’daki Fatiha, Bakara, Neml Sûre ve Âyetleri gibi; kâinatta da Dünya Suresi, İnsan Suresi, Ağaç Suresi, Su Suresi, Karınca Suresi ve Ahmet, Mehmet, Erol Sûreleri gibi; şahıslar adedince ayrı ayrı İnsan Sure ve Âyetleri var…

 

İleride kitap gibi 2 boyutlu değil, çok boyutlu, yıldız haritalarına benzer; yani âyetlerin birbirleriyle 5 – 10 koldan iplikçiklerle bağlanıp, linklenerek, köprülendiği; yani sırayla her bir âyetin merkeze alınıp, diğer âyetlerle münasebetinin tespit edilip, böylece yeniden yeniye oluşan Kur’ân Anlam Harita ve Görüntüleri’nin çıktığı; böylece yepyeni anlam perspektifleri doğacak “kürevî” ve “dinamik” bir Kur’ân Tefsiri; “Kur’ân Harita / Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” (bir anlamda; bizimle direkt konuşan, sorularımıza cevap veren; bir nevi canlı ve şuurlu, konuşan bir Kur’ân Tefsiri) gösterilebilir.

 

Sonra bu “Dinamik Kur’ân Haritası”nı ve bu haritanın gösterdiği “Kâinat Coğrafyası”nı, içiçe birbirlerini gösteren ve yansıtan bir ayna gibi karşılıklı tutarak; böylelikle üzerlerindeki harf, âyet ve surelerin birebir karşılık ve bağlantılarını görüp, iplikçik ve köprülerle çift yönlü bağlantılarının kurulduğu ikinci bir (gene yıldız haritalarına benzer ve gene çok boyutlu ve hareketli, dinamik) “Kur’ân – Kâinat Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” elde edilip, keşfedilebilir…

 

Kur’ân–ı Kerîm Kitabı’nı okumaya eûzu–besmeleyle  başlamamız gibi, bu Kâinat Kitabı’na muhatab/p olduğumuzda da; bu Kitabı da okur ve faydalanırken eûzu–besmeleyi dilimizle ve davranışımızla söylemek bundan dolayı gerekmektedir. Yani buradaki “Kur’ân – Kâinat Bağlantı ve Yansıması”nda; ilk vahyolunan âyetlere de (“Yaratan Rabbi’nin ismiyle, O’nun adına / adıyla oku insanın yaratılışını ve diğer kâinat âyetlerini…”) ve ni’metin başında söylediğimiz “besmele”ye de ve “ihlâs”a da işaret ve atıf vardır…

 

Kâinat Kitabı, “Büyük / Tekvinî / Kevnî Kur’ân” olduğu için; Kelâmî Kur’ân Âyetleri’ne (hatta harflerine) benzer getirmekten aciz oluşumuz gibi; Kâinat Ayetleri’nin en küçüğüne bile aynı, hatta benzer (nazire) getiremiyoruz. Mes’elâ kuşların, ancak “uçak” gibi kaba ve karikatürize bir modelini yapabiliyoruz.

 

2 boyutlu yazılmış “Kelâmî Kur’ân” ile 3’ten çok boyutlu yaratılmış “Kevnî Kâinat” Kitap ve Âyetleri’nin birbirine yansıma ve bağlantılarını araştırırken; birbirlerine “işaret, remiz, imâ” gibi atıflarına da dikkat edilmeli. Belki burada “Huruf-u Mukattaâ”nın şifre ve kod çözücü anahtar işlevi vardır. Kâinat Düzleminde, “Huruf-u Mukattaâ”nın simetrik veya asimetrik olarak karşılık ve izdüşümü nedir; yansıma ve iletişim / alışveriş kanalı hangi süreç veya nesnelerdir?…

 

beyin-cevizİşaret” demişken; cevizin kabuğu ve içindeki cevizin, beyin kafatası ve beyne benzemesi örneğinde; o cevizin tasarım ve dizaynının böyle olmasının, cevizin öncelikle beyne yaradığına işaret olarak koyulduğunu ve her bitki (ve diğer yaratılmışlar A.K.) için Rabbimiz’in böyle işaret ve şifreler koyduğunu merhum Tahsin TOLA abinin (R.Â.) sözlerinde okumuştum…

 

İslâmî B/İlim’in Yöntemi olarak teklif ettiğimiz; “kûl” emriyle vahyolup, söylenen Kur’an-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yaratılan Kâinat Kitabı konusunda; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nin değil eli, hatta göz ve hayâlinin bile ulaşamayacağı daha çok deney ve gözlem ve ölçümler; açılım ve keşifler yapılabilir. Şimdiki teknolojiden çok daha ileride teknolojik başarılar elde edilebilir.

 

Ancak benim bugünlerde dikkatimi çeken: “Allah’ın sözü, Allah’ın kitabı, âyetleri” diye abdest almadan dokunmadığımız ve devamlı yüksekte tutup, yukarılara astığımız (öyle yüksekteki artık elimizle ulaşıp, okuyamıyoruz!) kitabımız Kur’ân–ı Kerim’e bu kadar saygı ve hürmet gösterirken; “bu da Allah’ın yarattığı, bu da Allah’ın kitabı, âyeti” diye insan’a ve diğer yaratılmışlara saygı göstermememiz; bilâkis zarar vermemiz açıkça bir çelişki! Sanki bu mahlûkat Rabbimiz’in âyeti, Rabbimiz’in yarattığı / eseri değilmişte; tesadüfen, doğal olaylar neticesi olmuş gibi davranıyoruz herşeye! Misâlen: Elimizi gıdıklayan küçücük bir karasinekten bile (sanki bize zarar veriyor ve acıtıyormuş gibi) rahatsız olup; “Sahibi ne der!? Bu Sinek Âyet ve Kitabı’nı öldürüp, yere atarsam; bu direkt, yazar ve ustası, nakkaş ve sahibi olan Allahû Teâlâ’ya saygısızlık ve hakaret olarak gitmez mi!?” diye aklımıza bile gelmeden; nefes alma kolaylığında, nabzımızda en ufak bir değişme bile olmadan o sineği öldürüp; sanki sahipsiz ve kıymetsizmiş gibi ayağımızla çiğniyoruz! Eğer bilsek veya hissedip, farketsek ki; o sinek sadece “sinek” değil! Keşke o sinekle ölen sadece “sinek” olsa!

 

Merkezde ufak bir açı değişikliğinin, muhitte büyük bir açı ve yön değişikliğine sebep olması gibi; o sineği öldürmemiz ve ölümünün, “Mikro ve Makro Sonsuz”a doğru (limit sonsuza giderken) ne gibi bir değişiklik ve kırılma meydana getirdiğini bilemiyoruz!

 

Burada “İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları” isimli Yazımızı bitiriyoruz. Dikey ve yatay düzlemde birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı bir sürü konudan bahsettik. Kâinat Resminden bazı pazıl parçalarını bu yazıya yerleştirdik ama resim tamamlanmadı; zaten bu dünyada tamamlanması da mümkün değil; çünkü Rabbimiz’in ilmi sonsuz (üstelik belki yarattığı mahlûkatta sonsuz sayıda / sayısız olabilir).

 

Tabloda yerleştirdiğimiz pazıllardan; hangi pazılların eksik ve nereye geleceklerini bulmak nisbeten kolay. Bu mes’ele İslâmî B/ilim Çalışmaları’nın ana konularından birini oluşturuyor. Bu konuda elimizde hazır bir yol haritası ve anahtar yok. Geçmişte oluşturulmuş hazır bir yöntem; buradan, üzerine basarak takip edebileceğimiz ayak izleri de yok. Diyagramlarla birbirine bağlanmış Kavram Haritaları’mız ve hazır cevaplarımız da yok ama sorularımız var! Bu sebepten neyi nerede arayacağımızı ve nereyi kazacağımızı az – çok biliyor, en azından tahmin edebiliyoruz. Bu sebepten birlikte yol alıp, deneme – yanılmalarla birlikte öğreneceğiz inşâallah.

 

Bu yazımızda “fihrist” gibi kuşbakışı bazı konulara değindik, bu geniş konulu arazinin bazı yerlerine işaret taşları bırakmakla yetindik. Hiçbirisine detaylı ve derinlemesine inemedik; hatta arazinin derinlik ve sınırlarını bile belirleyemedik ki, sıra bina dikmeye gelsin. Üstelik bu arazi 1’den fazla yapıya izin verecek genişlikte. Yani “fizik, kimya” gibi çeşitli ihtisaslara göre ve belki yeni üretilecek ihtisas dallarına göre inşa edilmesi gereken bina sayısı çok fazla. Elhasıl “İslâmî B/ilim Projesi”; takım ve heyet işi, üstelik disiplinlerarası çalışmayı gerektiriyor.

 

Başlangıç olarak belki; Eski Yunan ve Roma Felsefe ve bilgilerinin esas tutulup, Kur’ân tefsir ve açıklamalarının bile o fen – felsefeye göre yapıldığı ortalama hicrî 300’den sonra başlayan Asr-ı Saâdet’ten kopma ve kırılmaların tamiriyle başlayabiliriz mes’elâ.

Ayhan Küflüoğlu

 

İradeyi Güçlendirmenin Yolları Nelerdir?

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık insanı ruhen zayıflatır.

Bir ordu komutanı askerlerine, “Şöyle yapsanız herhalde iyi olur.” ; “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez.

Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “Bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor”tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım”diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevk eder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.
“Sabah saat beşte uyanmalıyım” diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen ise, çalan saati duymayacaktır.
Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun. Bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hakimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevk eder.
Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır.
İlim zekaya, amel iradeye bakar. Sadece ilmi terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.
, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:
“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 7/175,176)
Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü alimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.
İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.
AA