Etiket arşivi: akıl

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

“Ziya” ve “Nur” Nedir? Nasıl Ayırt Edilir ve Nasıl Anlaşılmalıdır?

Sual ve cevap, dai ve sebep ikisi de Hak’tandır.” — Sözler

Göz ve Güneş, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır.

Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir. Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut. Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir.

 ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’ den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat)

Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır. “Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır. “O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5)

Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker: “Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673)

Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir: “Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz)

Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla. Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar. Aksi halde; “O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.”

Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti. Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır.

Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı. Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim.

Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır.

Alaattin Başar / Zafer Dergisi

Risale-i Nur’lar Klasik ve Evrenseldir

Klasik eserler insanlık tarihi boyunca insanın evrenselliğine paralel olarak onun değerlerini sürekli kılan yapılara sahip olmuşlardır.

Onlar adeta insanla atbaşı giderek onun dini, dili, hayali, milli hassasiyetlerinde değişmeyen ölçüler koymuşlar ve her zaman ve zeminde değerlerini ve sıcaklıklarını korumuşlardır. Klasik eserler toplumların mayası ve sabitliğini sağlamışlardır.

Klasik eserlerin yapısını tarif eder Boileau,

Sanatın akıl, sağduyu ve doğa gibi üç temeli vardır.

Her eser değer ve cilasını akıldan alır ve sağduyuya uymayan hiçbir sanat eserinin estetik bir değeri yoktur.

Güzelliğin esasını hakikat teşkil eder, hiçbir şey hakikatten daha güzel değildir ve ancak hakikat sevimlidir.

Sanatta incelenecek ve etkilenecek tek kaynak tabiat olmalıdır.”(Cemil Sena, Estetik 241)

Risale-i Nur’un özellikleri akıl, sağduyu ve tabiattır.

Bediüzzaman eserlerinde asırların ve fikirlerin değişmesiyle erozyona uğrayan ve hastalaşan, değerlendirme melekesini kaybetmiş olan aklın sabit değerlendirmeler ve yorumlar kazanmasını sağlamıştır.

Onun her eserinin arka planında akıl vardır, Onuncu Söz ‘de ahireti anlamayan İbn-i Sina ve daha önceden bu hakikatı anlamayan aklı onu anlayacak hale getirir.

Gündelik meselelerle uğraşmaz Bediüzzaman, kıyamet kopuncaya kadar Haşir hakikatı aklın handikapıdır ve bir Haşir risalesine dönemsel olmayan bir gerçeklikle bağlıdır. Onu vicdanı arar.

MUHAKEME VE YORUM LABARATUARI

Sağduyu yine Bediüzzaman’ın değerlendirmelerinin kaynağıdır, akıl eğitilir sağduyuyu eğitir, Bediüzzaman sağduyusu ile her olaya yaklaşır ve çözümler.

Tabiat, Bediüzzaman’ın eserlerinin muhakeme ve yorum laboratuarıdır. Onun eserlerinde akla ve mantığa ve kalbe yardım eden bir Tabiat gözlemleri zinciri vardır. Hem özellikle vardır, onun tabiat levhalarının hiçbiri dönemsellikle yâd edilemez.

Anlaşılıyor ki sağduyu, akıl, hakikat ve doğaya uygun olan düşünce ve duygular, gerek dil, gerek inanç ve anlayış itibariyle örnek niteliklere malik olan klasik eserlere yansırlar. Dönem ulus ve ihtiyaçlar ne kadar değişirlerse değişsinler, daima aynı akla uygun bir düzene bağlıdırlar, Zorunluluklara ve esaslara önem vermek, ayrıntılardan ve gelip geçici olanlarla mümkün olanlardan kaçınmak gerektir. Bediüzzaman bir hakikatperesttir ve insanları da hakikat perest olmaya eğitir.

Risale-i Nur’da onlarca hakikat çeşidi vardır, bu hakikatler son yüzyılların felsefi ve fenni tesiriyle yıpratılmış hatta yok edilmişlerdir.

Bediüzzaman bu değişmeyen ve herkesin zorunlu tecrübesi olan hakikatı talim ettirir, bu bahis büyük boyutludur.

Bütün akaidi hükümler aynı zamanda hakikattir.

  • Ahiret bir hakikattir.
  • Haşir bir hakikattir.
  • Melekler bir hakikattir.
  • Miraç bir hakikattir.
  • Nübüvvet bir hakikattir.

Bütün bu hakikat burçlarını Bediüzzaman insanın zihin ve akıl planına getirir onları anlamalarını onlarda fani olmalarını sağlar, bunlar dönemsel değil insanın klasik tabiatının değişmezliğine paralel hakikatlerdir.

Klasik eserlerin bir başka noktası, seçilecek konuların herkeste bulunan sağduyunun kavrayabileceği olgu, hal, duygu, düşünce ve inançlardır.

Klasik bir eserde zaman, uzay ve konu arasında bir birlik olmalıdır.

Klasikler insanın her çağda, her toplumda daima aynı duygu ve düşüncelere malik olduklarını, vicdan ve anlayış itibariyle aralarında bir fark olamayacağını kabul ederler.

Bu nedenle de eserlerinde değişmez tipleri örnek gösterirler. Klasiklerde akıl sanata yansımıştır.

Bütün bu özellikler Bediüzzaman’ın eserlerinin özellikleridir. Bediüzzaman eserlerinde değişmez tipler ortaya çıkarır. Bütün bir Sözler kitabında bir tipler külliyatı vardır.

Altıncı sözde iki kişi vardır, biri malını Allah’a satmaya diğeri satmamaya örgütlüdür.

Birinci sözde muhatab Bismillah’ın ilahi asansörüne biner, semaya çıkar, Allah’a muhatab olur. Bunlar nasıl dönemsel olabilir.

1898 ‘de klasikler münakaşası yapılır Osmanlı matbuatında, dönemin muharrirlerinden Hüseyin Daniş bey Klasik”i tarif eder.

Mertebe-i alelali, derece-i bülendi ihraz edip, ilelebed nümune-i imtisal, sermeşk-i taklid olmak selahiyetini haiz asara klasik denir.” (Hüseyin Daniş, Malumat, İkram-ı Aklam 6 Eylül 1898)

Yüksek ve büyük bir mertebe ve derece kazanmış eserdir klasik.

Numune-i İmtisal örnek alınan bir eserdir.

Bütün İslam dünyası Bediüzzaman’ın gayet yüksek ve ali, ve örnek yapısını dinin anlatımında esas almışlardır. İlelebed numunedirler, her zaman taklid edilirler. Türkiye’nin maneviyat erlerinin çoğu onun rahlesindedirler, eğitimleri her gün devam eder.

Roma’da “ seçkin edipler tabakasını teşkil eden roman ve Atina şairlerine, kalem sahiplerine Auctores Clasici anlamında klasik yazarlar dendi” (aynı yazı)

Yine Hüseyin Daniş bir başka tarifle “meşk ittihazına layık measir-i kalemiye“ (Ahmet Cevdet, İkdam 25 Ağustos 1898)Örnek alınacak bir metindir klasik eserler.

Necip Asım, Kitapçı Haşet’in neşrettiği klasikler cetvellerini yetersiz bulur.

O cetvelleri bir Avrupalının gayrisi tedkik ederse ne kadar nakıs, ne derece insafsızca tertib edildiğini görür de şaşar. Küre-i arz üzerinde binlerce asırdan beri gelip geçen akvamın klasikleri üçyüz parçayı geçmiyor. Bunlar da bir ikisi müstesna olmak üzere hep Yunan ve Latin ve Avrupa metaından ibaret” (Necip Asım, Klasikler, Malumat 3 Eylül 1898)

Klasiklerin önemli bir yanı dili ve değerleri korumalarıdır. Hüseyin Daniş söyler

Bir milletin içinde yetişen klasiklerin cümlesinin bir tarz-ı kelamda bir devirde, bir asırda tuluları şart değildir, muhtelif devirlerde doğarlar, mütenevvi şivelerde teferrüd edebilirler. Yunanilerde Homeros ve Eflatun ikisi de klasiktirler. Aralarında tam altı asırlık bir fark vardır. Bu müddet-i medide zarfında lisanın kemali tağyire uğramayarak kalmış yahut tevessü etmiştir.” (Hüseyin Daniş , İkram-ı Aklam , 6 Eylül 1898)

Klasiklerin bir önemli yönü milletlerinin dilini toparlamak ve yükseltmektir.

Daniş Bey Shakespeare ve Dante’nin biri İtalya’da biri İngiltere dillerin toparlanmasına yükselmesine neden olmuşlardır. “Dante İtalya’da Shakespeare İngiltere’de coşkun bir feveran ile lisanlarını kemalin en yüksek noktasına fırlattılar”(aynı makale )

Bediüzzaman dilin tahrib edildiği bir dönemde bu eserlerini yazmıştır, güneş dil teorisi ile milletin dil güneşi söndürüldüğü dönemde dilde sabit bir ölçüyü esas alarak bozulmuş ve dokusu karışmış dili korumuştur. Bugün hiçbir üniversite ve eğitim kurumu Bediüzzaman’ın medreseleri kadar sabit bir değişme ve klasik bir dil koruyamamıştır. Bunu Bediüzzaman yapmıştır dini koruduğu gibi dili de korumuştur. Köylü nur talebeleri bir profesörden daha derinlikli sabit bir Osmanlı ve Türkiye Türkçesi kullanırlar.

Bunlar nasıl dönemsel olabilir, yüz elli senedir dil sorun iken binlerce sayfa dil sorunu ile ilgili karalamalar olduğu halde Bediüzzaman dili korumuş ülkeyi korumuştur, birileri bu dili bozmakla güneş dil teorisi ile birlikte hareket etmiş olmazlar mı, dilini boz sonra dönemsel de birinci halka ve de ikinci halka.

Daniş Bey nelerin klasik olabileceği konusunda da bir ölçü koyar. “Klasik olabilecek yani ilk sıraya konup maye-i imtisal addedilebilecek asar öteberi şeyler, adi hikâyeler, efsaneler, mecmua-i letaif gibi şeyler olmayıp, ciddi yazan bir kalemin, hakikatleri yazan bir üstadın, mahsül-i dilpesendi olan asar-ı güzindir ki garbda ve şarkın Türkisi, Arabisi, Farisi’sinde mevcut nevadir bu kabildendir.” (Aynı makale )

Bediüzzaman hakikatleri yazan bir üstad, diline herkesin pesend ettiği bir büyük ediptir, klasik muharrirdir. Aşılmaz ve ulaşılmaz.

Ahmet Cevdet, Mithat Efendi bizim henüz klasikler devrine girmediğimizi söylerler.

Naci Efendi, bir klasik eser meydana getirmek isterse de başaramaz. O da bizim henüz klasik devrine girmediğimizi beyan eder.

Ahmet Cevdet ise “Süleyman Çelebiler, Sinan Paşalar, Naciler’in asar-ı fahiresi bizim klasiklerimizdir”(Ahmet Cevdet, İkram-ı Aklam, Malumat 25 Ağustos 1898)der.

Daniş Bey, eğer klasik eser var ise, lisan da klasikleri meydana getirecek mükemmelliktedir, yorumunda bulunur.

Necip Asım Bey, Nasrettin Hoca hikâyelerinin bizim mühim bir klasiğimiz olduğunu beyan eder.

“ O hikayat-ı latife bizim klasiklerimizden biridir. Hoca Nasrettin o kadar klasiktir ki klasiklerin içinde müstakil bir klâs teşkil eden eazım meyanına dâhildirler.

Arapta Cahız, Yunan-ı Kadim ‘de Diyojen, Hoca’nın eslafıdırlar.

“ Necip Asım Mevlid-i Şerif i de klasik olarak kabul eder.

“İşte ezcümle hala mülk-i Osmanî’nin her yerinde kemal-i tazimle okunan ve belki de yüzlerce naziresi yapıldığı halde, kıymetinden düşürmek şöyle dursun, sanki o naziregular o güzel eserin kıymetini artırmak üzere çalışıyormuş gibi maküs bir netice veren Mevlid- i Şerif manzume-i celilesi ilk klasiğimiz olduğu gibi, ondan sonra da bir takım edvar-ı edebiye küşadına sebeb olan klasik ediplerimiz gelmiştir. İşte Baki, Fuzuli, Nefi, Nedim, İzzet, Akif Paşa ve sairenin asarı bir klasik değil de nedir ?” (Necip Asım, Yine Klasikler, Malumat 11 Eylül 1898)

Mithat Efendi klasik eserler karşısında insanların zamanı bahane edemeyeceğini ve onların her asırda güzellikleri koruyacağını söyler. “Bu benim zamanımın asarından değildir, bunu benim dimağım beğenmez, buna karşılık tabımda bir bürudet hâsıl oluyor “diyemez. (Ahmet Mithat, Klasikler ve Şahabettin Bey, Malumat 25 Eylül 1898)

Klasik eserler zamansal değil, evrensel ve zaman üstü her devirde zamanın üstündedirler.

Bediüzzaman bir klasik müellif, eserleri de evrensel ve klasiktir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

Akıl Nedir ve Nasıl Kullanılmalıdır?

Akıl için “Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır.

Felsefeciler aklı değişik mânâlarda anlamış, farklı şekillerde tarif etmişler; ama üzerinde anlaştıkları tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoğlu henüz aklının mahiyetini anlamış değil.

Akıl hakkında yapılan güzel bir tarif: “Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”

Hem maddeden mücerret, hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olur? Şu misal konuya açıklık getirebilir.

Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmıyor. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akıl ile beyin arasında da, aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardır.

Aklın vazifesi üzerinde çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu: “Akıl anlama âletidir.

Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu da, ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “aklını kullan” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz.

İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili.

Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki halde de, âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.

İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da.

Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, nedense, sıra akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanın bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini keşfetmeye çabalar. Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir.

Aklın, rehbersiz dolaşamayacağı nice sahalar var. Bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratılmıştır?

Akıl ancak “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar. İnsan, bu vadide, sadece aklı ve kâinatı yaratan Allah’ın kelâmını dinleyecektir.

İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama yaratıcısına, Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez.

Aklın tek başına yanaşamayacağı bir başka saha, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtıdır. İnsan bu konuda izinsiz konuşmaya nasıl cesaret edebilir ki, daha aklının ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmiş değildir.

Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır.

Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” (Sözler)

Kur’an güneşinin altına girenler, aydınlığa kavuşur, yeni doğmuş gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genişlenir. Görmeyen gözleri açılır. Daha önce bir adım olsun atamadıkları sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya başlarlar. Ama elbette, belli bir sınıra kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar.

Gerçekte, akıl için yol birdir. O da ne şunun, ne bir başkasının sözüne değil, vahyin ta kendisine uymaktır.

Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru tektir. Ama, cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülen eğri çizgiler sonsuzdur.” (Kınalızade)

Felsefe tarihi, akıl üzerinde yapılan münakaşalarla doludur. Bu tartışmalarda aklın ne olduğu üzerinde uzun uzun durulmuş, ama onun nasıl kullanılması gerektiği çoğu zaman dikkate alınmamıştır. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir.

Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayı bildiği takdirde, ondan rahatlıkla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çoğu zaman, gerekmiyor.

Şu âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalım:

Bir de sana ruhtan soruyorlar: De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”(İsra Suresi, 85)

Bu İlâhî haber, akıl için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akıl” kelimeleri çoğu zaman aynı mânâda kullanılıyor. Bazı zâtlar, aklı ruhun bir sıfatı olarak kabul ederken, diğer bir kısmı da, akıl, kalp ve ruh kelimelerini, aynı mahiyetin değişik isimleri olarak değerlendiriyorlar.

Evet, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek Hadis-i Şeriflerde aklın mahiyetinden çok, nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durulur. Sema ve arzın yaratılışı, insanın yaratılış safhaları, dağların nehirlerin faydaları, arının ilhama mazhariyeti, baharın haşire benzerliği gibi nice ibretli tablolar insan aklına takdim edilir. Ve ondan düşünmesi, anlaması ve şükretmesi istenir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Sorularla İslamiyet