Etiket arşivi: Alaaddin Başar

Kabiliyetleri açısından insan…

İnsanda öyle bir istidat var ki, her konuda insanın önünü açıyor; “çalışırsan bu sonucu da elde edebilirsin,” mesajını veriyor.

Dünyadaki meslekleri saymakla bitiremeyiz, bunların hepsini icra edenler insan. Demek ki, insan mühendis de olabiliyor, doktor da; fizikçi de olabiliyor kimyacı da. Edebiyatçı da olabiliyor sanatkâr da.

Bu meşru meslekler yanında, yine sayılamayacak kadar da bozuk, karışık, haram işler var. İnsan bunların da her birine girebiliyor. Hırsız da oluyor, dolandırıcı da; katil de oluyor kumarbaz da; uyuşturucu ticareti de yapabiliyor, silah kaçakçılığı da.

Müspet ve menfi bu kadar işleri görmeye açık olan bu kadar geniş bir istidat, insandan başka hiçbir varlıkta yok.

Meleklerin en büyüklerinden biri Cebrail’dir (as.). Ama o büyük melek isterse Azrail olamıyor, Mikail de istese İsrafil olamıyor.

Hayvanlar âleminde de benzer bir tabloya şahit oluyoruz: Bir arı, istese ipek öremez, ipek böceği de bal yapamaz.

Yani, her varlık ne için yaratılmışsa o işi görüyor. Sadece insana, kısmen de cinlere, imtihan olmalarının gereği olarak, bir serbesti, bir hürriyet tanınmış. İsterlerse iman edebiliyorlar, dilerlerse küfür yolunda gidebiliyor.

Tarih boyunca gelip geçmiş bütün insanları ve kıyamete kadar da gelecek insanları hayalen sıraya koyalım. Her birinin tek başına ayrı bir âlem olduğunu, her birinin karakter, meslek, ahlak, ilim, salih amel, takva ve ahlâk yönünden çok farklılık gösterdiğini görürüz.  Bu farklılıklar cennetteki ayrı ayrı ihsan mertebelerini ve cehennemdeki farklı azap derecelerini netice verecekler.

Peygamberler, sahabeler, âlimler, mürşitler de insanlardan çıkmışlar, Nemrutlar, Firavunlar, Ebu Cehiller de.

Alaaddin Başar

Hesaba çekileceğiz…

Rakîb;  “murakabe eden, denetleyen, kontrol eden” gibi manalara geliyor. Bu kelimenin geniş bir kullanım alanı olmakla birlikte, daha çok, mali denetimleri hatırlatıyor.

İnsana takılan o paha biçilmez istidat ve ona verilen ömür sermayesi de denetimden nasiplerini alacaklar.  Allah’ın bir ismi de Rakîb, yani murakabe eden.

Nefeslerimiz sayılı olduğu gibi, lokmalarımız da sayılı…

Düşüncelerimiz de sayılı.

Kurduğumuz hayaller, fırlattığımız bakışlar, yaptığımız konuşmalar da sayılı.

Attığımız adımlar, harcadığımız paralar da sayılı.

Bunların hepsi Allah’ın murakabesi altında.

Bütün bu kıymetli sermayelerden hesaba çekilmeyeceğimiz düşünülemez, hatta tevehhüm bile edilemez.

Ve o Rakîb, her şeyi işiten, gören, bilen bir Rakîb. Hem de Mucîb…Tövbelerimizi ve dualarımızı işiten bir Rakîb..

Resmi dairelerde, üç beş bin liralık bir bütçe veriyorlar,  ardından murakabe geliyor, “Bu bütçeyi nereye ve nasıl harcadın?” diye.

Üstümüzde bir Rakîb var, yani biz Onun murakabesi altındayız. Günah ve sevabımızı yazan melekler, bu murakabenin kâtipliğini yapıyorlar.

(Hikmetli Nükteler)

Alaaddin Başar

Külliyet Kazanma

Nur Külliyatında,  insanın külliyet kazanarak Allah’a yaklaşması konusunda çok önemli dersler ve mesajlar vardır.

Allah’a yaklaşma, kulun Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, O’nun marifeti, muhabbeti yolunda ilerlemesi ve O’ndan uzaklaşmayı netice veren isyanlardan, günahlardan da hassasiyetle kaçınması ile mümkün olur.

Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır …” diye başlayan hadis-i kutsîde, yaklaşmanın ilk ve en önemli adımının farzları işlemek olduğu nazara verilmektedir.

Farzları işleyen ve haramlardan hassasiyetle sakınan bir kul, Allah’a yaklaşma yoluna girmiş demektir. Bu vadide daha fazla yol alması ise ubudiyetinde, tefekküründe ve İslâm’a hizmetinde külliyet kazandığı ölçüde olacaktır.

Külliyet kazanma  konusu, muhtelif risalelerde farklı yönleriyle nazara verilir.

Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Nüktesinde geçen şu ifade de külliyet kesbetmekle ilgilidir:

Evet hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” Sözler, Yirmi Üçüncü  Söz

Bu hakikat dersine Nur Külliyatındaki bir başka dersin ışığında bakmaya çalışalım:

“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.”

Buna göre, her insan tek başına ayrı bir cemaat gibidir. Kalbinin, aklının, hafızasının, hayalinin ve hislerinden her birinin ayrı bir görevi olduğu gibi, gözünün, kulağının, elinin, ayağının da yine müstakil görevleri vardır. Bunların her birinin kendi görevlerini yerine getirmeleri onların ibadeti oluyor. Bunların fıtrî ibadetlerinin yanında bir de insanın bu cihazlarını İlahi rızaya uygun kullanmakla kazanacağı sevaplar ve manevi dereceler vardır ki, bu ikincisi çok daha önemlidir. Zira, insanların manevi dereceleri bu ikinci sahada ortaya çıkmaktadır, birincisinde bütün insanlar bir bakıma eşittirler.

Kalbini ve aklını iman ve marifetle zenginleştiren, hafızasını ve hayalini güzelliklerle dolduran, hislerini müspet sahalarda kullanan, duygularını ve organlarını İlâhî rıza istikametinde çalıştıran bir insan, bunların her birinden ayrı bir sevap, ayrı bir feyiz ve yine ayrı bir manevi derece kazanmakla küllî bir ibadet yapmış olur. Yani,  bütün maddî ve manevî duygularını ahiret ticareti için birer sermaye olarak görüp, onların tamamını en kârlı ve sevaplı sahalarda  kullanan kişi, ubudiyette külliyet kazanmış demektir.

On Birinci Sözün son kısmında hayatın gayesi, özet olarak,  dokuz emir halinde sıralanır ve birincisinde şöyle buyrulur:

Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiye’nin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.”

Şu küçücük insan gözü, güneşten aya, yıldızlara, ağaçlardan dağlara, ovalara kadar her şeyi tartabilmekte ve “Şu bundan daha büyük, bu ondan daha ışıklı.” diyebilmektedir. Aynı şekilde, insanoğlu  kulağıyla da sesler alemine nazar etmekte, yağmurun şıpırtılarından, derelerin akışına, rüzgârın uğultusuna, bülbülün sesine kadar bütün sesleri tartmakta ve “Bu şundan daha ince, o bundan daha güzel, bu ondan daha hoş.” diyebilmektedir. “Duygular terazileri” ifadesi, İlâhî rahmet hazinelerindeki nimetlerin sadece dilimize hitap eden rızıklarla sınırlı olmadığını ders vermekte ve bütün duygularımızla aldığımız zevk ve lezzetleri de dikkate alarak şükrümüzü küllileştirmemiz gerektiğini ders vermektedir.

Bu birinci maddedeki küllî şükür dersine diğer sekiz maddedeki ulvî görevleri de ekleyen ve bunları kalp ve ruh âleminde uygulamaya koyan kişi külliyet kazanmada büyük mesafe alır.

Keza, İkinci Şuada “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder.” buyrulduktan sonra, gerek nimetleri, gerekse hadiseleri tek olarak  düşünmek ve değerlendirmek yerine, onları birlikte nazara alarak tefekkürümüzü küllileştirmemiz  ders verilir. Bu konuda örnek olarak, rızık, şifa ve hidâyetin her birinin küllî manada düşünülmesi üzerinde durulur.

Yine, “İyya ke na’büdü ve iyya ke nestein” âyetlerinin tefsirinde, “ben” yerine “biz” denilmesinin hikmetleri anlatılırken, “küllî manada ibadet etme ve yardım dileme” dersi verilir. Namaz kılan bir müminin “biz” derken,  “bütün müminleri”, “maddî, manevî bütün cihazlarını” ve “kâinattaki bütün varlıkları” niyet etmekle, ibadetini küllileştirebileceğine dikkat çekilir.

Yirmi Dördüncü Sözde, Beşinci Dalın Üçüncü meyvesinde de şöyle buyrulur:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniye’nin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esmâ-i Hüsnâ’nın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”    Sözler

Cümlenin sonunda gelen “çalış” kelimesi, Allah’ın bazı isimlerine çalışmakla mazhar olabileceğimizi ifade etmektedir.

Sadece iki  örnek verelim:

İnsanın her bir organındaki ince hikmetler Allah’ın Âlim isminin birer tecellisidirler. Bu noktada bütün insanlar aynıdır, biri diğerinden daha fazla bir feyze mazhar olmuş değildir. Bir de insanın ilim tahsil ederek  Âlim ismine ayna olması vardır ki, bu ikincisi insanın iradesine ve gayretine  bırakılmıştır. Ve ancak çalışmakla kazanılacaktır.

İkinci örnek:

Bütün duygularınız ve organlarımız bize Allah’ın birer ikramıdırlar. Bu yönüyle hepimiz Kerîm ismine ayna olmuşuzdur. Bir de bizim başkalarına ikram etmekle, onların yardımına koşmakla bu İlahi isimden alacağımız feyiz vardır ki, “çalış” kelimesiyle bizden istenen şey, bu tecelliden nasiplenmektir.

Öte yandan, insanın himmetini ve gayretini dar bir dairede hapsetmeyip geniş tutmasını ve yaymasını ders veren şu cümle de küllîyet kesbetmenin ayrı bir yönünü ifade eder:

“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe- i Hayat)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İbadeti, insan vicdanı emreder

Soru :

Ayette “Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor. Halbuki, ibadet iman edenlere teklif edilen bir vazifedir. Burada  niçin insanlar muhatap alınmıştır?

Cevap:

Ayetin meali şöyle:

 “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız.” Bakara Sûresi, 21

Bu ayetin geçtiği Bakara Sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: Gabya inanırlar ve namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

Sizi ve sizden öncekileri yaratan”

“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”  (22. ayet)

“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.” (22. ayet)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi bir görevleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından,  kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de, sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü’min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…..kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir”

Alaaddin Başar

Günah sevaba, sevap günaha nasıl dönüşür?

“Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.”

Bakma manasına gelen “nazar” kelimesi, çoğu zaman,  “bakış açısı ve akıl” manasında da kullanılır.

Meselâ, hastalıklara bir elem ve keder vasıtası olarak nazar edilebileceği gibi, günahları eriten; insanın dünya sevgisini azaltan, kalbini ahirete yönlendiren, acz ve fakrını kemaliyle hissettirip insanın kulluk şuurunu pekiştiren bir nimet-i İlâhî olarak da bakılabilir.

Günahın sevaba dönüşmesine eskiden beri verilen meşhur bir örnek var: Yalan söylemek günah olduğu halde, iki kişinin arasını bulmak ve onları barıştırmak için yalan söylendiğinde o günah bir sevaba vesile olmuş olur. Ancak, Üstat hazretleri,“Maslahat için kizb ise zaman onun neshetmiş.” diyerek bu kapıyı kapamış ve  gerekçe olarak da “bunun muayyen bir haddinin olmadığını” göstermiştir. Yani, iki kişiyi barıştırmak için yalan söylenebileceğine dair bir kapı açılırsa, başka faydalar için de yalan söyleme yoluna gidilme tehlikesi ortaya çıkar.  Hatta, bu kapı birçok haramların işlenmesine de yol açabilir.

Bunun yerine şöyle bir misâl verebiliriz: Adam öldürmek günahtır, kötü bir fiildir, ancak bu iş İslam’ın nurunu söndürmek isteyen küffara karşı yapılırsa, yani maksat “İ’la-yı kelimetullah” olursa, adam öldürme fiili sevaba inkılap eder. Aynı örneği, sevabın günaha inkılabı için de kullanabiliriz. Allah için cihat etmek büyük bir fazilet iken, bunun şan, şöhret yahut ganimet kazanmak için yapılması halinde “rıza, riyaya”, “sevap, günaha” inkılap eder.

Bir başka örnek: Din aleyhine yazılmış bir kitabı okumak mutlak manada zararlıdır; kötü bir iştir. Ama, bunda niyetimiz o kitaptaki  yıkıcı fikirlere cevap vermek olursa bu okuma fiili sevaba inkılap eder.

Niyet de nazara yakın bir kelimedir; ancak aralarında şöyle bir fark da vardır: Nazarda “bakış açısı”, niyette ise “maksat” ön plana çıkar.

Alaaddin Başar