Etiket arşivi: Alaaddin Başar

Müstehcen Görüntülere Sebep Olanlar, Kul Hakkına Girer mi?

Maddenin ön plana çıktığı, menfaat kavgalarının hep maddede yoğunlaştığı bu dehşetli asırda, “kul hakkı”denilince de öncelikle kişinin malına ve bedenine verilen zararlar hatıra geliyor. Halbuki, kul hakkının en geniş ve en önemli boyutu onun manevî hukukunda kendini gösterir.
Bir adamın elbisesini bıçakla çizip parçalamakla, yüzünü çizip yaralamak arasında ne kadar büyük fark varsa, ondan çok daha ileri bir fark, bedene verilen zararla ruha verilen zarar arasında söz konusudur.
Ruhun hukuku denilince önce kalbin ve aklın, daha sonra his dünyasının hukuku anlaşılır.
Bilindiği gibi; kalb, iman mahallidir, akıl ise ruhun düşünme ve anlama aletidir. Bir insanın kalbine bâtıl inançları sokmaya, yahut onu inançsız yapmaya yönelik her türlü gayret, kul hakkına en büyük tecavüz ve o kula yapılan en büyük zulümdür. Ve kalplerin “iman etme hakkını” çiğnemektir.
Aynı şekilde, insanların zihinlerini bulandıran, akıllarını yanlışa sürükleyen her türlü telkin ve propagandalar da insan aklını yaralayan en tehlikeli saldırılardır. Ve akılların “doğru düşünme hakkını” çiğnemektir.
Kulun ahlâkını tahrip edip onu hayvandan daha aşağı bir dereceye düşürmek de ona yapılan büyük bir haksızlıktır. Ve “his dünyasının istikamet üzere çalışma hakkını” çiğnemektir.
Birkaç kuruş fazla kazanma hevesiyle, televizyon reklamlarında ya da ilan panolarında müstehcen görüntüler ve resimler sergileyen bir iş adamı, onu seyredenlerin gözlerini haramda dolaştırıyor ve ruhlarını yaralayıp kalplerini kanatıyor. “Sebep olan işleyen gibidir” hükmünce, onların kazandığı günahın bir katı da o reklam sahibinin amel bilançosunun pasif kısmına yazılıyor.
Bu adamın, hayatının hesabını vereceği o dehşetli mahşer meydanında ve o hassas mizan safhasında uğrayacağı o büyük zararı, bu kısa dünya hayatının hangi menfaati karşılayabilir!?..
Keza, başka gençlerin dikkatini çekmek üzere gayr-ı ahlâki bir kıyafetle sokağa çıkan bir gencimiz de akşama kadar, kul hakkına çok önemli zararlar vererek dolaşıyor ve evine döndüğünde çok kabarık bir günah listesini de beraberinde getiriyor.
Oysa kulların ahlâk binalarına verdiği bunca zarara karşılık, egoist hevesini ve hayvanî hislerini kısa bir süre tatminin ötesinde kazandığı dünyevî bir menfaat de söz konusu değil.
Prof. Dr. Alaaddin Başar
Kaynak:Sorularlaislamiyet

Bayram (Şiir)

İmanlıya Allah’ın rızası,  en büyük Bayram

Nurcu hedefe ulaşması, ona büyük Bayram

Müslüman, kardeşini hoş görmesi en büyük Bayram

Mısır halkı, zalim den kurtulması büyük Bayram

Suriyeliye, Esat’ın gebermesi büyük Bayram

Dindar babanın evladı, dindar ise ona Bayram

Dindarın hanımı, dindar ise ona Bayram

Annenin hayır duası, evlada büyük Bayram

Dindar genç, dindarla evlenmesine Bayram

Müslüman, Kur’an kerim okuması ona Bayram

İmanlı, hayırlı isteğe kavuşması Bayram

İmanlı dinini yaşaması, ona büyük Bayram

Hasta, hastalığa sabretmesi büyük bayram

Hasta hastalığı, Allah’tan bilmesi büyük Bayram

Müslüman, dinini yaşayabilmesi büyük Bayram

Nefsin desiselerinden kurtulan, yapsın Bayram.

Şeytanın evhamlarından kurtulan, yapsın Bayram

İki ayaklı şeytanlardan kutulan, yapsın Bayram

Mümin, dargın akrabası ile barışırsa yapsın Bayram

Hanımında ayrılan bey hanımına barışırsa yapsınlar Bayram

Kibirden kurtulup, alçak gönüllü yapsın Bayram

Küfre tekme vurabilen kişiye büyük Bayram

Günahlardan kurtulup sevap yapan yapsın Bayram

Dinini yaşayıp imanla ölene en büyük Bayram

Cehennemden kurtulup cennete gidene büyük Bayram

Allah’ına kavuşmak, o lika Bayramlar üstü Bayram

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.Albnur.com

Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?

Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil, hem de Türkçe bilmiyor… Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek istiyorum.

Soru sahibi niçin samimi değil, önce onu açıklayayım: Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allahtan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde. Gelelim asıl büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “Ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları… Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: “Kaderimde bu varmış.” diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu işlerde isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı Hak…

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir. İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde buna imtihan denmez.

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı? İlâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi? O hâlde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allah’ın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim: “Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin kabahatin o işi yapmak.”

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır:

“Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”

İlim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen” yahut “bilgin”demektir. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim.

Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allahın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:

“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinat eder.”

Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbulun fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini Sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o padişaha veririz. İstanbulu, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’in fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. İşte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allah’tandır. Fakat, bütün fiilleri Allah’ın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz… İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allah’tır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi? Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım, ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Sorularlaislamiyet.com

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

Yeis Nedir? Ucub Nedir? Neden İkisi de “Ruh”a Zararlıdır?

Yeis ve Ucub… Ruh dünyamızın iki büyük düşmanı.

En kısa ifadesiyle, yeiskişinin cehennemini garanti görmesi,’ ucub ise ‘cennetini kesin bilmesi’dir.

Bir başka ifadeyle, yeis ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmek,’ ucub ise ‘“O’nun azabından kendini emin sanmaktır.”

Halbuki hayrı da şerri de yaratan ancak Allah’tır. İnsan, hayrın ve şerrin sebeplerine müracaat etmekle, cenneti yahut cehennemi istemiş olur. İstemek kuldan, cevap vermek ise Allah’tandır. Şu var ki, istemek neticenin tahakkuku için kâfi değildir. Herşey, ancak Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla varlık sahasına çıkar. Allah Kelâmında ‘istikamet’ olarak ifadesini bulan rıza çizgisinin iki düşmanı vardır: ifrat ve tefrit.

Bunlardan biri insanı yukarı doğru, diğeri ise aşağı doğru felâkete sürükler. Yeryüzünün ‘istikameti’ temsil ettiği düşünüldüğünde, güneşe doğru yaklaşmak ifrat, mağma tabakasına doğru inmek ise tefrittir; ikisi de insanı yakar, mahveder. İnsanı böylece yoldan çıkaran aşırılıkların bir halkası da ‘yeis ve ucub’dur.

İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda ‘ümitsizlik’ hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan ‘ucub’ hastalığı tezahür eder. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de zarardır.

Ye’sin kaynağı Mesnevî-i Nuriye’de şöyle tespit edilir: “Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65) Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık yeistir. Bu hastalığa düşen insan, Cenab-ı Hakk’ın keremini, ihsanını, affını hatırlamalı ve O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünmeli. Böylece, kendisini ‘mutlaka cehenneme gidecek birisi’ olarak görme hastalığından kurtulur ve yeis âfetinden uzak kalır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle ders verilir: “De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer suresi, âyet: 53)

Ucub hastalığında yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur. Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi de yine Mesnevî-i Nuriye’de şöyle ifade edilmiştir: “A’mâle güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 65)

Bu noktada Kur’ân’daki şu ilâhî ikaza kulak vermek, kurtuluşun yolunu açacaktır: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ suresi, âyet: 79)

İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’tır. İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.

Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine Allah’a şükretme ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler.

Prof. Dr. Alaaddin Başar