Etiket arşivi: Alaaddin Başar

Sırların birincisi

“Bismillahirrahmânirrahîm” yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.” Sözler

O da Besmele’de yer alan, Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin hem mânâları, hem de diziliş sıralarıyla ortaya koydukları ince ve derin sır. Allah ismi, bütün İlâhî isimleri ve sıfatları içine almaktadır.

Rahmân, “bütün canlılara merhamet ederek onların rızıklarını veren ve her türlü ihtiyaçlarını gören,” mânâsına gelir.

Rahîm ise, “Allah’ın, mü’minleri lütfuyla cennete, kâfirleri, adliyle cehenneme koymasını” ifade eder.

“Yukarıdan nüzul ile” ifadesini, insana göre yukarı olan sema tabakaları ve topyekün varlık âlemi şeklinde anlamamız gerekir. Yani, Allah, “arşı ve kürsisiyle, âlem-i misali ve levh-i mahfuzuyla, semasıyla, arzıyla, cennet ve cehennemiyle” bütün âlemleri yaratmış, tanzim etmiştir ve bütün sıfat ve isimleriyle onlardaki tasarrufunu ve tecellisini devam ettirmektedir.

Allah ismi, bizi bütün âlemlerdeki isim ve sıfat tecellilerinde gezdirirken, Rahmân ismi, nazarımızı arza, yeryüzüne indirir. Rahîm ismi ise, yeryüzündeki canlılar içerisinde imtihana tâbi tutulan ve böylece cennet yahut cehenneme aday olan insan türüne dikkatimizi çeker. İşte, ‘nüzul’ kelimesi bu mânâları ders verir.

Besmelede ders verilen İlâhî tasarruf ve icraat sırası, bu tecellilerin düşünülmesinde değişiklik gösterir. Tefekkür en son isimden başlar ve ilk isme doğru ilerler. Yani, insan bu İlâhî icraatları ve onlardaki rahmet tecellilerini düşünürken, tefekkürüne önce kendi nefsinden başlayacak, Rahîm isminin kendi varlığındaki rahmet cilvelerine nazar edecektir. İnsan mahiyeti o şekilde takdir edilmiştir ki, ondaki istidat ve kabiliyetler ebedî bir âlemi meyve vermektedir.

Cennet ve cehennemin çekirdeği insan mahiyetidir. Teklifi kabul eden, emir ve yasaklara muhatap olan insan mahiyetidir. Organların birbiriyle ilgilerinden, ruhtaki hislerin ve duyguların yardımlaşmalarına kadar her şeyin Allah’ın rahmetiyle gerçekleştiğinin şuurunda olan, işte bu insan mahiyetidir. Kendini böylece değerlendiren insan, daha sonra tefekkürünü geniş dairelere yönlendirir. Çevresini kuşatan hayvanlar ve bitkiler âlemindeki İlâhî rahmet ve inayetlere nazar eder. Yer küresindeki bu fikrî seyahatini bitirmiş olarak semalara geçer; tâ âlem-i misâle, levh-i mahfuza, arşa kadar bütün varlık âlemindeki İlâhî terbiyeleri, icraatları düşünür. Böylece insanlık mahiyetini yerinde kullanmakla insanî arşa çıkmış, yani insanlığın en ileri derecelerine yükselmiş olur.

Böyle bir insandaki insanlık mahiyeti, bir cennet meyvesi verecek, aksi halde bu ulvî mahiyet, cehenneme tohum olacaktır. ‘İnsanî arş’ denilince, Allah Resulünün (asm.), “Namaz mü’minin miracıdır” hadis-i şerifini hatırlamak gerekiyor. İnsan, namaza başlarken önce, Allah’ın sonsuz kemâlinin beşer idrakinin çok ötelerinde olduğunu, tekbir ile dile getirir. Sonra “sübhaneke” diyerek, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder. Bu tesbihi hamd takip eder. Bu tekbir, tesbih ve hamd faslından sonra, besmele çeker ve Fatiha Suresini okumaya başlar. Bu surenin mânâsı onu şöyle bir fikrî seyahate çıkarır:

Önce Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi olduğunu hayretle düşünür. Bu terbiyelerin tümünün insana bir ihsan olduğunu, bu terbiyeler sonunda ortaya çıkan bitkilerin ve hayvanların insan için büyük bir rahmet olduklarını hatırlar. Rahman isminin yeryüzündeki bu tecellilerine karşı kalbi şükür ve ibadet iştiyakıyla dolar. Sonra bu kâinatın insan meyvesi verdiğini ve insanın da ebedî âleme yolcu olduğunu düşünmekle, kalp ve ruhu Rahîm isminin tecellisine yönelir. Besmeledeki Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerini bu surenin başında da hatırlamış, zikretmiş olur. Rahîm isminden sonra hemen “Malikiyevmiddin” denmesi çok harikadır; insanın ahiret yolcusu olduğunu net bir şekilde ders verir. O yolculuğun cennetle neticelenmesi için insanın “ancak Allah’a ibadet etmesi,” O’nun bütün emir ve yasaklarına harfiyen uyması ve bu yolda karşısına çıkacak engeller için de yine “ancak O’ndan yardım dilemesi” gerektiğini hatırlar. Böylece sırat-ı müstakim ehlinin, yani hak yolun, istikamet yolunun yolcuları olan “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoluna girmek üzere Allah’tan yardım dilemiş olur. Ve O’nun hidayeti, O’nun ihsan ve keremi ile “mağdup ve dallin” zümrelerine dahil olmaktan kurtulur.

“Besmelenin Fatiha Suresinin özeti, Fatiha’nın da Kur’an’ın özeti olduğu” gerçeğinin birinci kısmına kısaca işaret etmiş olduk. Konumuzla ilgisi bakımından ikincisinden de bir parça söz edelim:

Kur’an’ın nazil olmasının sebepleri ve onda yer alan konular özet halinde ve çekirdek olarak Fatiha Suresinde yer almış bulunuyor. Şöyle ki: Kur’an bize öncelikle Allah’ı tanıttırır. Surenin başında geçen İlâhî isimler bunun içindir. Sonra ahiret âleminden haber verir. Malikiyevmiddin ayeti haşirle ilgili ayetlerin bir habercisidir. Allah’ın kulu ve ahiretin yolcusu olan insanoğlunun muhatap olduğu birtakım emir ve yasaklar vardır. Bütün emirler “iyyake na’budü” ifadesinde, sakınılacak bütün yasaklar da “iyyake nestain” de öz olarak yer alırlar. Kur’an, her türlü aşırılıktan uzak bir sırat-ı müstakim çizmiştir. Bu çizgiyi ders veren bütün ayetler “ihdinassıratel-müstakim” de bulunurlar. Bu hak yolun önderleri ve rehberleri olan peygamberlerin kıssaları da Kur’an’da yer alır. “En’amte aleyhim” de bu kıssalara işaret edilir. Bu yola uymayan “azgın” ve “sapık” insanlardan da Kur’an söz etmektedir. Bunlar, “mağdup ve dâllin” fırkalarıdır. Kur’an’daki temel maksatlar, Fatiha Suresinde böylece özetlenmiştir.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Tezahür ve Tecelli

TEZAHÜR ”Açığa çıkmak. Görünmek.”

TECELLİ ”Görünme. Bilinme.” ”Gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi.”

CİLVE ”Tecelliden hasıl olan şey.” ”Tecelli.”

Tezahür ve tecelli kelimeleri, çoğu zaman aynı mânâda kullanılırlar. Tezahür, ”zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek” gibi mânâlara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması sözkonusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna ‘mazhar’ denilir. Tecelli ise ”gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi,” şeklinde tarif edilir ve kalpteki bu tecelliye ‘cilve’ adı verilir. Cilve için, ”ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur” denilmiştir.

İnsan kalbi gibi, âlemdeki her varlık da, kendi kabiliyetine göre, ilâhî isimlerden birinin veya birkaçının tecelli mahallidir. Yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için Nur Külliyatından bir misal verelim: ”Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.” (Mesnevî-i Nuriye, 176). Bu cümlede güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de kendine göre bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır. Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede âlimin gizli olan, görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, müellifin ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz. Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilve.

Yine Nur Külliyatında şöyle bir ifade geçer: ”…bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvvet.” Burada, tabiattaki kuvvetlerin ilâhî kudretten bir cilve taşıdıklarına işaret edilir; aynadaki parıltının güneş ışığından bir cilve taşıması gibi. Tecelli kelimesi, daha çok kalb için kullanılır. İlâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar. Meselâ, insan ruhunda bir irade sıfatı vardır, işte bu sıfat, ilâhî iradenin bir tecellisidir. Her ne kadar bu irade mahluk ise de ve ilâhî iradeyle hiçbir benzerliği bulunmasa da, ”bir şeyi dileme kabiliyetine sahip olması” cihetiyle ilâhî iradeden bir cilve taşır. Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır. Bu tecellileri müstakil olarak değerlendirdiğimizde, yani onları da bir çiçek, bir yıldız gibi birer mahluk olarak düşündüğümüzde, Allah’ın ilâhî sıfatları o tecellilerde kendini göstermiş, bu cihetle o tecelliler aynı zamanda ‘tezahür’ olmuşlardır. Bu misalden de anlaşılacağı gibi tecelli ve tezahür arasında çok yakın ilgi vardır. Ama aralarında böyle bir ince fark da bulunmaktadır.

Alaaddin Başar