Etiket arşivi: Albert Einstein

Bir zaman sohbeti

İzafiyet teorisi, hız, kütleçekimi, karadelikler derken, ‘zaman’a dair ilginç bir düşünce yolculuğuna varım diyorsanız, buyrun lütfen…
ALBERT EINSTEIN izafiyet teorisinde, zamanın bazı etkilerle yavaşlayıp hızlanabileceğini veya daha doğru bir deyimle ‘genişleyebileceğini’ anlatır. Zamanı değiştirebilen bu etkilerden birisi hızdır. Yani ben size göre daha hızlı hareket ediyorsam zaman benim için daha yavaş geçer. Ancak hızın zaman üzerindeki tesiri o kadar azdır ki, bunu öyle küçük hız farklarında yakalayamayız. Meselâ, saatte 920 km hızla giden bir uçakta sekiz saat yolculuk eden bir kişi yerdekilere göre zamanı saniyenin milyarda onu kadar bir süre daha kısa yaşamıştır. Bu süre çok küçük olduğundan, yolcu bunu kesinlikle hissedemez. Ancak yolculuğu ışık hızına yakın bir hızda yapsaydı, 8 saat uçtuğunda bunu sadece 48 dakika gibi hissederdi…
İşi biraz büyütürsek, 25 yaşında bir baba 1 yaşındaki oğlu ile vedalaşıp kendi takvimi ve saatine göre 3 yıllığına bir uzay gemisine binip ışık hızına yakın bir hızda seyahat edip geri dönse, kendisi 28 yaşında olur, ancak oğlunu 31 yaşında bulacaktır. Işık hızına yakın hızlarda hareket edildiğinde hareket eden kişi geride bıraktıklarına göre zamanı 10 kat (belki daha da fazla) daha yavaş yaşar. Veya şu şekilde düşünebiliriz: Geride bıraktığı dünyanın zamanı, kendisine göre 10 kat hızlı geçer. Bu yolculuğu yapan kişi gemisinin penceresinden dünyadakileri seyredebilse, onları ileriye sarılan bir video kasetindeki gibi hızlı hareket ediyor halde görür! Bu konu artık bir teori olmaktan da çıkmış, doğruluğu kabul edilmiştir. Kanıt olarak da uzaydan gelen kozmik ışınlardaki bazı parçacıkların dünyaya kadar bozulmadan ulaşabilmesi gösterilmektedir. Çünkü bu parçacıklar dünyada üretildiklerinde çok kısa bir sürede bozulup yok olmaktadır, ama uzayda onbinlerce sene yolculuk ettikleri halde bozulmadan dünyaya ulaşmaktadırlar. Bunun tek açıklaması ise, bu parçacıklar ışık hızında hareket ettiklerinden, zamanın onlar için çok yavaş geçmesidir. Yani onlara belki de birkaç dakika gibi gelen yolculukları aslında dünyadaki bizler için onbinlerce sene sürmektedir.
yercekimi
Buraya kadar zamanı etkileyen faktörlerden biri olan ‘hız’dan bahsettik. Zamanı genişleten ya da yavaşlatan bir diğer etki ise, yerçekimi (kütleçekimi)’dir. Kütleçekimi de hıza benzer şekilde zamanın yavaşlamasına yol açar. Çekim arttıkça, arttığı bölgede zaman daha yavaş geçer. Bunu yavaş yavaş örnekleyerek, size söz verdiğim zamanın hiç olmadığı yere doğru gidelim. Bilindiği gibi, kütleçekimi, kütlenin merkezinden uzaklaştıkça azalır veya buraya yaklaştıkça artar. Yani, dünya için düşünürsek, yükseğe çıktıkça dünya merkezinden uzaklaştığımızdan zaman daha hızlı geçmeye, ama merkeze yaklaştıkça daha yavaş geçmeye başlar. Örneğin, nükleer bir denizaltı ile 6 ay boyunca 300 metre derinlikte dolaşsanız, bu altı ay yüzeydekilere göre saniyenin milyarda beşyüzü kadar bir süre daha yavaşlamış olursunuz; çünkü denizaltı yüzeye göre dünyanın merkezine daha yakındır, yani orada yerçekimi daha fazladır. Ancak yine jet uçağı yolculuğundaki gibi, bu zaman genişlemesi insan tarafından hissedilmeyecek kadar azdır. Bu genişlemeler ancak çok hassas atom saatleri kullanılarak ölçülebiliyor. Denizaltıda bulunan atom saati dışarıda bulunan aynı tip bir saate göre saniyenin milyarda beşyüzü (ya da milyonda yarım saniye) kadar geri kalır. Bu geri kalma olayının sebebi, tamamen denizaltının dünya merkezine daha yakın olmasından kaynaklanan zaman genişlemesi, yani zamanın daha yavaş geçmesidir. Bu etkinin insan tarafından hissedilecek kadar büyümesi için tek çare, dünyayı bırakıp yerçekiminin çok daha büyük olduğu bir yerlere gitmektir.
Bilindiği gibi, büyük yıldızlarda kütleçekimi çok fazladır. Hatta güneşten daha büyük yıldızlar enerjilerini tüketip öldükten sonra çekirdekleri çok küçülür ve nötron yıldızı denilen bir yapıya dönüşürler. Bir nötron yıldızına gidip yerdeki maddeden bir çay kaşığı dolusu alsanız bu madde dünyanın toplam ağırlığından daha ağır gelirdi. Buradaki kütle bu kadar yoğun olunca yerçekimi de inanılmaz boyutlara çıkar. Tipik bir nötron yıldızına gidebildiğimizi ve oradaki yerçekiminin bizi yere yapıştırıp parçalamadığını varsayarsak, buradan dünyaya baktığımızda olayların yüzde 30 civarında daha hızlı geçtiğini görürdük. Yani biz oraya saatimiz 12:00 iken varsak ve saat 15:00’i gösterene kadar otursak, dünyada saatin 16:00 olduğunu görürdük. Tabiî dünya, bizim yaşadığımız bu 3 saat içinde 4 saat yaşadığından, herşeyi yine hızlandırılmış sinema gibi seyrederdik.
Şimdi bir aşama ileri geçelim ve yerçekiminin nötron yıldızından da fazla, hatta sonsuz olduğu bir yapıya gidelim. Hepimiz, karadelik adı verilen oluşumlar hakkında birşeyler duymuşuzdur. Ben detaya girmeyeceğim, ancak şu kadarını söyleyeyim; karadelikler, çok büyük bir kütlenin kendi içinde çöküp çok küçük bir alana sığdığı yapılardır. Büyük yıldızlar yakıtlarını tükettiklerinde içlerindeki madde birbiri içine çöker ve küçük bir alana hapsolur. Güneş ileride karadelik olamayacak kadar küçük bir yıldızdır; ama eğer bir karadelik olabilseydi, yakıtı bittikten sonra bir apartman boyutuna sığacak kadar küçülmüş olurdu. Bu kadar büyük kütleler küçücük alanlara dolduğunda kütleçekimi o kadar büyür ki, bizim sanki ağırlıksız bildiğimiz ışık bile bu çekimden kaçamaz ve bu yüzden cisim ışık yayamaz ve simsiyahtır. Adının karadelik olması da bu yüzdendir. Hatta, buradaki maddenin varlığından bile söz etmek imkânsızdır, çünkü madde sonsuza kadar birbirinin içine çöker. Bir karadeliğin bu denli büyük, yani sonsuz olan yerçekimi gücü zamanı orada durdurur. Yani bizim nötron yıldızındayken bakıp yüzde 30 daha hızlı seyrettiğimiz dünya (ve kâinat) eğer karadelikten bakabilecek olsak, bir anda zamanını tüketir. Zaman kütleçekimi arttıkça yavaşladığına göre, sonsuz kütleçekimi olan yerde zaman duracaktır. Yani, faraza birisi bir karadelikten dünya ve kâinata bakacak olsa dünyanın ve kâinatın sonsuza kadar olan geleceğini görür; yani hızlandırılmış video kasetinin sonuna kadar bir anda seyreder.
Görüldüğü gibi, çok büyük, hatta sonsuz güçlerin bulunduğu bir mekânda zamandan söz edilemiyor. Çünkü, burada zaman durmuştur; hatta, durduğu için, etkisi yoktur. Etkisi olmayan birşeyin varlığından da söz edilemez. Sonsuz güç zamanın ötesinde olmayı sağlar/gerektirir. Rabbimiz sonsuz güç sahibidir. Bu gücün olduğu yerde zamanın kendisi ya da önemi yoktur. Zaman ancak O’nu durduracak gücün olmadığı yerde bulunan ve O’nun yarattığı güçsüz va aciz varlıklar için vardır.
Zamanın olmadığı yerde bulunmanın bir an içinde kâinatın geri kalan kısmının geleceğini, yani istikbalini bize gösterebileceğini anlatmıştık. Bu da, kader dediğimiz, ancak irademizle ilintilendirilen geleceğimizin Rabbimiz katında bilinmesinin normal olduğunu düşündürmesi açısından bize ışık tutabilir. Bir insanın faraza bir karadelikten baktığında sonsuza kadar olan geleceği görmesi nasıl onun bu geleceğe etki etmesi anlamına gelmiyorsa, zamanın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz geleceği biliyor olması da bizi kendi kaderimizin elimiz mahkum tâbi olduğumuz değişmez bir yol olmaktan ziyade, irademizle, yani tercihlerimizle şekillenen geleceğimiz olması noktasında rahatlatıyor.
Bundan sonra yapmamız gereken ise, zamanın etrafımızda ördüğü parmaklıkların ötesindeki güzellikleri hayal edip, bizi onlara kavuşturması için Yaratıcımızın varlığına olan imanımızı güçlü tutmak ve imanın gerektirdiği gibi yaşamak olmalıdır.
Kaynak: Scientific American
Mehmet Akyürek – Zafer Dergisi

Deha Aranıyor!

Müslümanlar neden bu kadar başarısız? Neden elimizden hiçbir şey gelmiyor? Börekleri yiyip, çayları içip, sigaraları tüttürdüğümüz sohbetlerimizde, dünyayı kurtaracağımızı, bir gün Allah’ın yardımının geleceğini, dünyada kaybetsek bile ahirette kazanacağımızı söylüyoruz; biz, Allah’ın yeryüzündeki vekili değil miyiz? Nasıl bu kadar mağlup, nasıl bu kadar mutsuz, nasıl bu kadar çaresiziz? Neden hep, biraraya gelsek neler olacağını konuşuyoruz da bir türlü biraraya gelemiyoruz? İki oda bir salon hayatlarımızdan çıkamayaşımızın, kımıldayamayışımızın sebebi ne?

Müslümanlar deha yetiştirmiyor. Ne fizikte, ne kimyada, ne hukukta, ne siyasette, ne mimaride, ne astronomide, ne edebiyatta, ne felsefede, ne sinemada, ne tıpta, ne şunda, ne bunda… Elmacının kızında! Bu sözlerimin ardından, zihinlerde yükselen sesleri duyuyorum. ‘Olur mu canım! Kimleri kimleri yetiştirmişiz!’ Ben de geçiriyorum gözümün önünden o dehaları ve sonra onların talebelerini, çıraklarını, ustalarından öğrendiklerini ileri taşımakla, hayırlarda ve ilimde yarışmakla sorumlu olanları arıyor gözüm… Hiç mi yok! Var! Var, ama bir köşeye çekilmiş, Müslümanlar arasında bile azınlık gibi yaşayan, yalnız insanlar geliyor gözümün önüne. Nerede onlara sahip çıkacak Müslümanlar? Nerede, dehanın kıymetini bilen, onu gördüğü yerde tanıyan, onu dinleyen çoğunluk? İki oda bir salon hayatlar…

Hristiyanlar gibi Pazar günlerine kilitlediğimiz… Sabah sekiz, akşam altı ofis duvarları. Bir başka şehire göçmekten zahmetli git-geller, kalabalık şehir yolları… ‘Biz mi kurtaracağız dünyayı? Elbet biri gelir… Ben de onu takip eder kurtulurum’ rüyaları. Hep, neyin yanlış olduğunu tarif etmek, ama çözüm üretememek. Neyin yolunda gitmediğini görmekle yetinmek ve harekete geçememek.

Vakit, kendimizi kurtarmanın vaktidir! Allah, nefsindekini değiştirmedikçe, hiçbir kavmi doğru yola iletmez. Madem bu kadar çamura battık arzda ve böylesi yenik düştük şeytana, üstümüzü başımızı temizlemenin vaktidir. Şeytanın en çok sevdiği şey, hiçbir şey yapmadan yerinde oturan iyi bir adamdır. Yerimizden kalkmanın, tozumuzu toprağımızı silkelemenin vakti gelmedi mi? Bugünün ve yarının Müslümanlarını, yeryüzünde düştükleri utanılası durumdan kurtaracak dehalar yetiştirmenin vakti? Pekiyi, neymiş bu deha? Allah vergisi mi, öğrenilesi bir şey mi? Bu sorunun cevabını, yapay zekâ çalışmalarında kullanılan bir bilgiyle yanıtlayalım.

Öğrenme modelleriyle ilgili yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki normal zekalı bir insan, pek çok zaman, kendisinden daha üstün zekâya sahip diğerinden daha başarılı olabiliyor. Buradaki ilginç durum, bu üstünlüğün nasıl sağlandığıyla ilgili:

İSTİKRAR! Evet, istikrarlı çalışan biri, bunu beceremeyen üstün zekâlı birinden çok daha önemli işler başarabiliyor. Mesele, ne yapmak istediğimizi belirlememiz ve bıkmadan usanmadan onun üzerinde çalışmamız.

Müslümanlar, bilimde ilerlemeyi, dünya ilmi diye karpuz kabuğundan saydıkları için, uzaya uydusunu gönderip fotoğrafımızı çeken Amerika oluyor, bize de el sallamak düşüyor. Koca bir kent büyüklüğündeki uçak gemilerinden atılan Tomahawk’ları dualarla durdurmaya çalışıyoruz. Tomahawk dua ile durur mu? Allah dilerse durur! Pekiyi, biz, kötüyü durdurmak, akletme yeteneğimizi kullanmak için ne yaptık ki Allah bizi bedavadan kurtarsın? ‘Siz, sizden öncekilerin çektiği sıkıntıları çekmeden cennete gideceğinizi mi sanıyorsunuz?’ (2/214) ayeti kerimesine bakılırsa, Müslümanın bedavadan göğe yükselmeyeceği açık.

Arşimet, Romalıların saldırılarına karşı Syrakusai’nin savunmasını yönetti. Üç yıl boyunca, Marcellus’un ordusunu başarısızlığa uğrattı. Çok uzak mesafelere taş veya ok atmaya yarayan makineler yaptı. Düzlem aynaları ince hesaplarla birleştirirken, çevresinde toplanan halk ona gülüyordu. O, aynalarla topladığı ışıkları, dilediği gibi yönlendirerek, düşman gemilerini yaktı. Her şeye rağmen, Romalılar şehri zaptedince, Marcellus, Arşimet’e dokunulmamasını emretti. Ne var ki, Arşimet’i tanımayan bir asker, bir problemin çözümüne iyice dalmış olan bilginin kendisine cevap vermemesine kızarak, onu öldürdü. Nereden nereye… İspanya’yı fetheden kumandan Tarık bin Ziyad, ‘boş zamanımda askerlik yapıyorum, asıl işim ilimdir’ deyip, matematik çalışıyordu.

İki oda bir salon hayatlar… Aceleciliğimiz, tembelliğimiz, ‘hemen olsun’ isteyişlerimiz. 100 metre koşup, dünya rekorunu kıralım, altın madalyayı alalım istiyoruz. Oysa, koşmamız gereken zorlu bir maraton var önümüzde, uzun mu uzun, zorlu mu zorlu, yalnız mı yalnız. Bugün, geri kaldığımız alanlardaki açığı kapatmak için çalışmaya başlasak, çok değil otuz yıl sonra neler değişir! Ama herkes kısa mesafe koşmak istiyor. Dünyanın o kadar işi gücü varken, ne gerek var şimdi fizik çalışacaksın, mantık öğreneceksin, kimya, biyoloji, genetik, matematik, astronomi okuyacaksın! Ne gerek var Kur’an’daki kavramlar üzerine düşünmeye, lisanını temizlemeye! Uzun iş! Biri yapsın da, biz de peşinden gideriz. Bize, deha lâzım. Hep geçmişe bakıp onun hayalini kuran değil, ama geçmişten öğrendiklerine sağlam basıp ayağını, gözünü geleceğe diken bir deha…

Her alanda yaptıkları istikrarlı çalışmalarıyla, keşif yapabilen dehalar. Albert Einstein‘ın, dünyanın en akıllı insanı olduğu masalını daha ne kadar dinleyeceğiz? Hep övünürüz: ‘Batı şunu da bizden öğrendi, bunu da bizden öğrendi.’ Son 20 yılda, kaç Müslüman, kaç keşif yaptı? Allah’ın vekili olma sıfatına layık görülen bizler, ne kattık da ne bekliyoruz hayattan? Bağdat’ta, İslâm tarihinin en önemli eserleri cayır cayır yakıldı. Şimdi var mı gücümüz, bir o kadar daha araştırmaya, yazmaya? İki oda bir salon hayatlar…

Keşifler kötüye kullanılıyor diye, keşfetmekten vazgeçtik. Ne Allah’ın neyi nasıl yarattığından haberimiz var, ne de öğrenmeye bir merakımız. Dünya ilmi… ne yapacaksın? Bize ne mercekten, protondan. Kozmolojiymiş, canlıların yaşamlarıymış, yerdeki ve göklerdeki hareketlermiş… Kime faydası var, bir teleskop alıp uzaya bakmanın? Nasılsa, son model telefonlar bilmem kaç piksel fotoğraf çekiyor. Internette sörf yapmak varken, gezegenleri, yıldızları incelemeye vakit mi ayırılır? Gazetelerin arka sayfalarındaki küçük köşelerde, Batı’nın son buluşlarını yayınlıyorlar nasılsa. Onları doğru kabul ederiz, olur biter. Olmadı; yazarız bir şiir, yıldızı sevgilinin gözü yaparız, sevgilinin gözünü ay, sonuna bir de kafiye attık mı tamam!

‘Yıldızlar karartıldığı zaman’ (81/2), ‘gezegenler saçıldığı zaman’ (82/2) kıyamet kopacak, ama onu da incelemeye gerek yok, zaten hayatımızın ve çağımızın geldiği noktadan iğreniyoruz ve düzelebileceğine dair hiçbir ümidimiz yok ve bu yüzden de bir şey yapmayıp, sadece kendimizi garantiye alacağız ya! Neyin yolunda gitmediğini, neyin yanlış olduğunu tanımlayarak ömür tüketenlerden yorulduk. Şimdi bize, merceğini, sorunun üzerine tutup, topladığı ışıkla onu yakacak dehalar lâzım. ‘Dehanın ışığı, başka, doğru düzgün bir insanınkinden daha çok değildir; ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.’

Aybars Bora / Zafer Dergisi

Başarının sırrı mı varmış?

Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış. Müzik hocası Beethoven’i kabiliyetsiz bulmuştu. Mimar Sinan sıradan bir acemioğlandı. Baltacı Mehmed Paşa oduncu çırağıydı. Ve Sokollu Mehmet Paşa…

Başarının bir sırrı var mı?..

Var…

Yakınmak yerine gerekeni yapmaktır, başarının sırrı.

Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle doludur.

Meselâ, meşhur fizikçi Albert Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış, okumayı yedi yaşına gelene dek sökememişti…

O kadar ki hem öğretmenleri, hem de ailesi Einstein’in “zihinsel özürlü” olduğundan kuşkulanmışlardı…

Yani başarısızlığın tüm şartları hazırdı…

Ama çalıştı, çabaladı, inandı, umdu, tüm engelleri yendi ve sonunda çağının en büyük fizikçisi oldu.

Meşhur bestekâr Ludwig Van Beethoven de öyle…

Beethoven’in müzik öğretmeni, bir gün aileyi ziyaret etti ve oğullarının müziğe kabiliyetinin olmadığını, boşuna emek sarf etmemelerini söyledi…

Beethoven buna hiç aldırmadı: Çok çalıştı, çabaladı, inandı, umdu; karşısına çıkan güçlükleri bir bir yendi ve dünyanın “en iyi bestekâr”larından biri haline geldi.

Ya Walt Disney?..

Disney, “Gereksiz şeylerle uğraştığı, onlara fazla vakit harcadığı, bu yüzden işe yaramadığı” gerekçesiyle çalıştığı gazetelerden kovulmuştu…

Çalıştı, çabaladı, inandı, umdu ve dünyanın tartışmasız en tanınan ve en çok para kazanan ressamı oldu.

Şimdi “içimizden biri”ne, Koca Mimar Sinan’a bakalım…

Sinan sıradan bir “acemioğlanı” olarak Yeniçeri Ocağı’na girmişti…

Çalıştı, çabaladı, basamakları bir bir çıktı, önüne gelen fırsatları değerlendirdi ve binlerce “acemioğlanı” arasından sıyrılıp yükseldi…

Nihayet “Koca Mimar Sinan” oldu, Selimiye gibi eşsiz bir mâbede imza attı.

Bir “içimizden biri” daha: Sokollu Mehmed Paşa…

1519 yılında Devşirme Sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayı’na getirilen küçük Mehmed, başlangıçta kimsesiz bir garibandı. Hiç kimseyi de tanımıyordu. Yani arkasında “dayı”sı filan yoktu…

Kendi emeği, kararlılığı, çabası ve gücü ile yükseldi. 1541’de Kapıcıbaşılığa, 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa geldi.

Görevde iken Trablusgarp Seferi’ne katıldı, İstanbul Tersanesi’ni genişletti ve yeniledi. 1549’da vezirliğe gelerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Nihayet Kaptan-ı Derya ve Sadrazam oldu.

Osmanlı donanması İnebahtı’da (07 Ekim 1571) yanıp kül olduktan bir sene sonra dünyanın en büyük donanmalarından birini kuran Sokollu Mehmed Paşa’dır…

Buna başlangıçta inanamayan Kaptan-ı Derya Ali Paşa’ya şöyle demiştir:

Bak a Paşa!.. Kaptan-ı Deryası olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!

Ve “İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!..” diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:

Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!..” diyerek, dersini vermiştir.

Ve Baltacı Mehmed Paşa…

Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan) Osmanlı Sarayı’na “oduncu çırağı” olarak girmişti. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu…

İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce “Baltacı Halifeliği”ne terfi etti.

Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, “müezzin” oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti. Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında “Mirahurluk”a yükseldi.

Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında “vezir”liğe, hemen ardından “Kaptan-ı Derya”lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704’te de “Sadrazam”lığa (başbakanlık) taşıdı.

Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski “saray oduncusu”dur.

Onlar başardıysa, biz neden başaramayalım?

Yavuz BAHADIROĞLU

Kaynak: www.NurDergi.com

Şahin Kuşunun Hazin Hikâyesi

Mevlana Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.

Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.

Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.

Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü: ”Vah!” dedi, “Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..” dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.

Şahin yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nafile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü: ”Vah!..” dedi, “Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..” diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.

Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı… Çaresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü: ”Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.” dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.

Cahil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi: ”Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu: “Git hadi, bildiğin yere!” diyerek kaldırdı havaya attı.

Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.

Çocuğu tanımadan, çocuk terbiyesi olmaz. Birçok anne-baba, çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için, ellerindeki “şahin” bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar da, farkında değiller. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi, çocuğu tanımaktır.

Hiçbir çocuk, bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki, gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi görünüşte birbirine benzediği hâlde, aslında hiçbiri bir diğerinin aynı değildir; tıpkı bunu gibi, her çocuk da bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Bu çocuklar öz kardeş bile olsalar…

Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, çocukların karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine girişilir ise, o takdirde, şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Çocuğunuzu yeniden keşfedin.

Albert Einstein’ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen ünlü Alman fizikçi… Albert Einstein’ı, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri, ne de ailesi yeterince keşfedebilmişti. Öğretmeni, Einstein’ı her defasında babasına şikâyet ediyor: “Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim konuların hızını kesiyor!” diyordu.

Einstein’ın babası, artık okulun bu baskılarından bunaldığı için, oğlunu okuldan aldı ve “hiç olmazsa bir mesleği olsun” diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi.12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, elindeki çocuğunun dünyanın en zeki insanı olduğunu bilseydi, her sinirlendiğinde:“-Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya gelmemiştir!” diye bağırıp çağırmazdı.

Einstein okulda başarısızdı, çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun ilgisini çekmiyordu. O dönemde tarım toplumu olan Almanya’da; “İnek nasıl sağılır, toprak nasıl gübrelenir, ağaç nasıl budanır?” konuları çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere…

O, kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl şekillendiğini merak ediyordu. Yıllar sonra onun farklılığı fark edildiğinde, bilim dünyası onun her konuşması karşısında nefeslerini kesip onu dinlemeye başlamıştı başlamasına, ama ne yazık ki, her çocuk Einstein kadar şanslı değildi!

Derslerinde başarısız olan binlerce çocuk, bir ömür boyu karga muamelesi yapılarak; tırnakları, gagası, kanatları yolunarak; şahini şahin yapan tüm özellikler kopartılıyor da kimsecikler fark etmiyor bile… Tıpkı Van Gogh’un fark edilmediği gibi… 

Dünyaca ünlü ressam Van Gogh’un tabloları bu gün paha biçilemeyecek kadar değerli olduğu hâlde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere bakmıyordu bile…

Hatta eşi ona bir gün: “Bırak şu gereksiz işleri de, git adam gibi bir işte çalış!.. Evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz kalmadı.” dediğinde, öyle sinirlenmişti ki, atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı.

Dün bir ekmek karşılığında satılan o tablolar, bu gün kimin elinde ise, o kişi dev bir hazinenin sahibi durumunda…

Başarısızlık, daha çok dikkat çekmemeli… Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne: “Kızım, Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu motive edebilmem için ne tavsiye edersiniz?” diye sormuştu.

Bense bu anneye, kızının hangi derslerde iyi olduğunu sormuş ve anneden “matematik” dersinde kızının çok başarılı olduğu cevabını almıştım.“Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek: “Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinde on alır.” demişti.

Şaşırmıştım, annenin “Gerek görmüyoruz!” deyişine… Kızı matematik dersinde bu kadar başarılı olan bir anne, kızının başarısız olduğu derslere gösterdiği önem kadar, başarılı olduğu derse önem vermiyordu.

Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, açık bir şekilde matematik sahasında ortaya çıkmış olmasına rağmen, anne, kızının bu başarısını, “Gerek yok!” diye geçiştiriyordu.

Hâlbuki çocuklara başarısız oldukları sahalarda ekstra yardımlarda bulunulduğu gibi, belki de daha önemlisi, başarılı olduğu sahalarda destek gösterilmelidir. Ancak, ve ne yazık ki, günümüz eğitim sistemi, “her şeyden bir şey” öğretmeye yönelik olduğu için, “bir şeyden her şeyi bilmeye” kabiliyetli çocuklar arada kaybolup gitmektedir.

Hâlbuki anne-babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da dikkat çekmeli ve o sahalarda yollarını açmalı, destek vermelidir. Çocuğu en iyi tanıyan annedir.

Hiç kimse, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki, bu donanımı “empati: karşısındakinin yerine kendini koyma” kanallarını tıkamadan kullanabilsinler.

Tabii ki, her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez…

Nitekim Mevlana’nın hikâyesindeki yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin gagasını, kanatlarını ve pençesini iyi niyetle kesti. Ancak o güzelim şahin, iyi niyetli, ama bilgisiz yaşlı kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı.

Adem Güneş