Etiket arşivi: Allah

Sebep’lere Takılma!

Yüce Allah şu dünyada meydana gelen olayları sebeplere bağlamış. Bu sebeplerin yerine getirilmesi sonucunda ise ne isteniyorsa o meydana getirir. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki, asıl iş gören sebepler değil yüce Allah’tır. Sebeplerin bir iş yapma gücü yoktur. Yüce Allah onları bir merdiven gibi yaratmış ve bunu da öyle bilmemizi emretmektedir. Eğer biz bunu gerçeği ile anlamazsak büyük hatalara girmiş oluruz. Evet, birçok şey sebeplerin eliyle bizlere ulaşıyor ama onları yapan sebepler değil kâinatın ve her şeyin yaratıcısı ve ilahı olan yüce Allah’tır. Sebepler göz önüne serilen bir perde gibidir. Asıl olan o perdenin arkasına geçebilmek ve gerçekten o işleri yapan yüce Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü görmektir.

Mesela, sebepler perdesini aşamamış çoğu insan sütü inekten, meyveyi ağaçtan, ısı ve sıcaklığı Güneşten, oksijeni ağaçtan, sebzeleri topraktan, çocuğu anneden, şifayı ilaçlardan, vücudu ayakta tutmayı besinlerden bilmektedir. Hâlbuki işin doğrusu ve gerçeği bu değildir. Çünkü bunların hepsi yüce Allah tarafından nasip edilmiş şeylerdir. Bu varlıkların hepsini yaratan yaşatan ve bizim emrimize veren yüce Allah olduğu gibi bunların eliyle bize ikramda bulunan da yüce Allah’tır.

Güneş o kadar uzun zamandır ısı ve ışık vermesine rağmen enerjisinde bir azalma ve eksilme meydana gelmemiştir. Demek ki, Güneşin enerjisi sonsuz bir hazineden gelmektedir. O sonsuz hazine ise her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’ın hazinesidir. Yüce Allah sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir. Eğer Güneş’in bir günlük enerjisini karşılamak insanlara bırakılsa idi, bütün insanlar bir günde donup öleceklerdi. Çünkü Güneş’in bir günlük enerjisi için dünyanın denizleri kadar benzin ve karalarının bin katı kadar odun gerekmektedir. Bu karşılamak ise mümkün değildir. O zaman aklımızı başımıza alalım ve yüce Allah’ın sonsuz gücü ve kuvvetine boyun eğelim. Onun emirlerini yerine getirelim. Bizi ve bütün varlıkları yaratan odur. Bütün varlıkları bizim emrimize veren odur. Sebepler perdesini aşıp, işin aslını anlayıp Allah’a şükür edelim.

Ne koyun, sütü kendisi yapmaktadır, ne de ağaçlar, meyveleri kendileri vermektedir ve bunlar gibi bütün varlıklar kendi başlarına iş yapacak güce sahip değillerdir. Fakat bunları yaratan, yapan ve bizlere sunan ancak ve ancak kâinatın ve her şeyin tek sahibi ve yaratıcısı olan yüce Allah’tır.

Evet, ey insan ve ey Müslüman kardeşim, sana gelen her türlü güzelliği yüce Allah’tan bilmen gerekmektedir. Bu şekilde işin gerçeği ortaya çıkar. Sebeplerden kurtulmak ise bir erdem ve yüceliktir. Yüce Allah’ın sevdiği kulu olmak istiyorsan sebepler perdesini aş ve işin hakikatini anla ve her zaman Allah şükürde bulun. İbadetlerini hiçbir zaman aksatma ki, perde hep açık kalsın.

Bahattin

www.NurNet.org

Deprem ve Diğer Afetler İnsanların Günahlarıyla Alakalı Mıdır?

Evvela; kainattaki küçük bir yaprağın kımıldaması bile bir ismin riyasetinde ve eşliğinde cereyan ediyor. Eşyanın hakikati Allah’ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Diğer bütün maddi kalıp ve formatlar o tecellilerin elbise ve ambalajları hükmündedir.

İkincisi, Allah’ın isimleri, hükümlerinin ve manalarının gereğini yapıp, fiiliyat aleminde görünmek ve tecelli etmek isterler. Nasıl ressamlığa kabiliyetli olan birisi resim kabiliyetini göstermek için önce resim yapar, sonra da o resimleri sergilemek için bir sergi salonu açıyorsa, -temsilde hata olmasın- Allah’ın her bir ismi de kendi hüküm ve manasını görmek ve göstermek ister. Hal böyle olunca Allah bütün isimlerinin mana ve hükümlerinin gereğini icra eder ve ediyor.

Mesela, Allah’ın Şafi ismi kendi mana ve hükmünü gösterip icra etmek için nasıl hastalığı iktiza ediyor ise, Rezzak ismi de açlığı ister. Muhyi ismi hayatı iktiza ederken, Mümit ismi ölümü ve ölüme aracı olan vesileleri ister. Trafik kazasının arkasında, sair isimlerle beraber Mümit ismi tecelli edip hükmünü gösteriyor.

Üçüncüsü, Risalelerde bu konu şöyle dile getiriliyor: 

“Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:”

“Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.”

Dördüncüsü, bütün bela ve musibetler Allah’ın hem kainattaki tasarruf ve terbiyesini göstermektedir hem de insanların inkar ve gafletten gelen zulümlerini tokatlayan İlahi birer ikaz ve cezadırlar. Ama insanlar inkar ve gaflet gözlüğü ile olaylara baktıkları için, bu ihtar ve ceza manasını göremiyorlar. Bu da gafletin derin bir haletidir. Yalnız, bu musibetleri sadece insanların gaflet ve günahına hasretmek dar bir bakış açısı olur. Nitekim birinci ve ikinci maddelerde farklı nedenlere işaret edilmiştir.

Özetle; felaketleri ve güzellikleri sadece amele ve amelsizliğe indirgemek ve sadece ondan ibaret görmek doğru bir yaklaşım olmaz.. Hatta bazen ehli küfür gayet rahat yaşar ve öyle ölür. Bazen de ehli iman gayet sıkıntı çeker ve öyle vefat eder. Demek musibet ve sıkıntıların yegane sebep ve gerekçesi, amel ve amelsizlik değildir. Amel ve amelsizlik çok gerekçe ve hikmetlerinden birisidir, demek daha makul olur.

sorularlarisale.com

 

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bu sorunun temelinde “zaman” ve “ezel” kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.

“Zaman”, mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde “olaylar zincirinin birbirini takip etmesi”, “mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi” gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

“Geçmiş, şu an ve gelecek” olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, “asır, sene, gün, dün, bugün, yarın…” ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel’e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde “geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk” yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman “devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an…” gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) “Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu.”(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk’ın ezelî olması demek, O’nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir” olan O Vâcib-ül Vücud’un“evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah’ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O’nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm’i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm’dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

Ezelde Allah vardı. O’nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk’a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O’nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O’na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O’na mahsustur.

Marifetullah’ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi’râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân’ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim… “(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise “Sen kendini sena ettiğin gibisin.” buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (4)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve “kün” emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah’ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

Dipnotlar:
—————————————
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.

(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.

(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da’avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu’l-Leyl 51, (3, 248-249)

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi’nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde “inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle “kün” emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu.”

Mehmet Kırkıncı

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Çocuklarımıza Allah’ı nasıl anlatalım?

Allah’ı korkulan, yasakçı bir üslupla anlatan; ayıp, yasak, günah üslubu kullanan ebeveynler, çocuklarını Allah’tan soğutur. Allah anlatılırken sevgi veren, yaratan, koruyan vs. vasıfları öğretilmeli. Çocuğa anlatacağınız şeyleri yaşamak ve göstermek en güzel eğitimdir. Çocuğun sorularına da yaşına uygun ve basit cevaplar vermeyi unutmayın.

Çocuklar 3 temel duygu ihtiyacıyla doğarlar. Bunlar bağlanma, güven ve sevgidir. Bu temel duygular karşılandığı zaman çocukta sağlıklı yapı gelişir. Bu duygulardan önce korku ile tanışan çocukta kaygılı yapı oluşur. Allah bilinci verilirken Allah’ı korkulacak ve cezalandıran bir otorite olarak değil de yaratan, yaşatan, seven, koruyan, gözeten, sahip olduğumuz her şeyi bize veren güçlü bir zat olarak tanıtmalıyız çocuğumuza. Nasıl ki çocuğun annesini, babasını ve hayatı güzel duygularla tanıması önemliyse Allah’ı aynı duygularla tanıması da bir o kadar önemlidir.

Çocuğa Allah anlatılırken anne babanın sevgi dolu, anlayışlı, yapıcı ve pozitif yaklaşım sergilemesi gerekmektedir. Zira insan fıtratı gereği sevgiye ve sevdiğinden gelen her şeye yakınlaşır. Korkudan ve korktuğu kimseden gelenlerden sakınır, uzaklaşır.

Çocuğa Allah’ı korkulan, kural koyan ve yasaklayan olarak tanıtmamalı ve ayıp, yasak, günah üslubu kullanılmamalıdır. Bu yaklaşımlar çocuğu direkt olarak Allah’tan soğutan ya da korktuğundan dolayı boyun eğen, fakat bununla birlikte çocukta anksiyeteli yapı oluşmasına zemin hazırlayan yaklaşımlardır. Hatta anne babasından korkarak ve onların kurallarına uymak zorunda kalarak büyüyen çocukların zamanla ebeveynlerine ve kurallara baş kaldırdığı ya da ebeveyninin yanında kurallara uyduğunu fakat onların olmadığı ortamlarda sınırları zorlayacak kadar istediklerini yaptıklarına dair örnekleri çevremizde görmekteyiz.

Bir danışanım çocuğunun Allah’a küfrettiği ve onu hiç sevmediği şikayetiyle gelmişti. Aile önceden çocuklarının böyle olmadığını, bu durumun zamanla oluştuğunu ve ne yaparlarsa yapsınlar çocuklarının bu tepkisel tutumunu değiştiremediklerinden yakınıyorlardı. Yaptığım değerlendirme sonucuna göre çocukları el bebek gül bebek yetişmiş, 4 yaşına gelince kardeşi olmuş, onu çok kıskanarak kardeşine zarar vermeye başlamış olduğunu öğrendim. Çocuğun “Nerden geldi bu çocuk?” sorusuna ailesi her seferinde Allah verdi, diye cevaplıyor. Çocuk kardeşine zarar verdiği her anda anne babası “Allah kızar, seni sevmez.” yanıtı veriyordu. Çocuğun kardeşine zarar vermesi sonlanıyor diye aile bunu çok kullanıyordu. Çocuk, saltanatını sarsan kardeşini onlara veren ve kardeşine zarar verince kendini cezalandıracağına inandığı zattan zamanla nefret etmeye ve uzaklaşmaya başlamıştı. Belki de bir ömür Allah’ı hakkıyla tanıyamayacaktı.

Çocuğu yetiştirirken gelişim basamaklarını ve çocuk psikolojisini bilmek çok önemlidir. Bazen doğru olan şeylerin yanlış yolla yanlış şekilde öğretildiğine şahit olabiliyoruz.

Çocukta merak duygusu 3 yaştan itibaren başlar. Çocuğun hayatı ve kendini anlamlandırmaya dair sorduğu soruları yaşına uygun bir şekilde cevaplamak çok önemlidir. Çocukta vicdan gelişimi ise 6 yaştan itibaren başlar. 6 yaş öncesinde kurallar ve yasaklar minimal bir dozda öğretilmelidir.

Ne yapabilirsiniz?

6 yaştan itibaren yapılması gerekenler:

Doğru-yanlış, iyi-kötü, cennet-cehennem, sevap-günah kavramları doğru üslupla anlatılmalı.

Allah korkusu tedrici olarak öğretilmelidir.

Çocuklar her yaşta rol modele ihtiyaç duyarlar. Model alacakları kahramanları ve idolleri taklit ederler. Peygamberlerin, sahabelerin hayatlarına dair dini kitapların alınması ve okumalarının teşvik edilmesi faydalı olur.

Küçük, basit dualar ezberletilebilir ve her ezberlediği dua için bir ödül verilebilir.

Tabiat, hayvanlar, çiçekler, bedenimiz, gökyüzü, su vs. tanıtılmalı, üzerine tartışılmalı ve bunların hepsini Allah’ın bize verdiği anlatılmalı, bizden şükür istediği söylenmeli.

Bayram günleri, kandil geceleri kutlanmalı, dini içerikli hediyeler verilmeli, onun da başkalarına vermesi teşvik edilmeli.

Başkalarına iyilik yapılması teşvik edilmeli ve Allah’ın bunun için bizi mükafatlandıracağı söylenmeli.

“Allah nerede?” diye soran çocuğunuza şu cevabı verebilirsiniz: O bizi her nerde olursak olalım, seviyor ve koruyor. (6 yaştan küçük çocuklar için) Allah’ın belli bir mekanı yoktur. Her yerdedir. O bizim duyu organlarımızla algılayabileceğimiz bir halde değildir. Asıl olan Allah’ın sevgisinin kalbimizde olmasıdır. (6 yaştan büyük çocuklar için)

Çocukların en bariz özelliği taklitçiliktir. Çocuklar anne babalarını taklit ederek birey olmayı öğrenirler. Anne babalar çocuklarının nasıl olmasını istiyorlarsa öyle yaşamalıdırlar.

Basit masal ve dini hikayeler anlatılarak Allah sevgisi ve koruyuculuğu öğretilebilir.

Ayşe Özden

Psikolog

Kaynak: Zaman Gazetesi