Etiket arşivi: Allah’a teveccüh

Yokluk Var Mı?

Adem “Yokluk. Olmama. Bulunmama.” “Vücut” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına geliyor. Yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok bu âlemde. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Her varlığın terki bir yokluğu netice veriyor. Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk deniliyor. Yok iken var olan insanoğlu, kendisini bu varlık nimetine kavuşturan Rabb’inin de var olduğunu anlamış ve böylece, “iman varlığı”na erişmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, bütün şer ve çirkinliklerin, bir başka ifadeyle “bütün adem alemlerinin” başını şeytan çekiyor. Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışı tamamlandığında, melaikelere emir verilmişti; “Adem’e secde edin,” diye. Bu emri, bütün melekler severek yerine getirdiler; şeytan ise secde etmedi. Böylece adem alemlerinin de temeli atılmış oluyordu. Secde etmek “vücut” idi, yani ortaya bir hadise çıkıyordu, bir iş yapılıyordu. Etmemek ise “adem”, yani işi yapmama, kabulsüzlük, itaatsizlik… Tevazu “vücut” alemindendir ve insana bir kemal kazandırır. Kibir ise kendinde bir üstünlük vehmetmektir. İşte şeytan kibirlenmekle bu “ademe” yapıştı.
yoklukİlâhî lütuf, ihsan ve rızaya ermek vücut alemindendir; bunlardan mahrumiyet ise adem alemlerinden. Şeytan, bu adem alemlerine talip oldu ve kovuldu. Bu da ayrı bir “adem” idi. Zira, huzurda bulanmak “vücut”tur; kovulmak ise “adem”. Nur Külliyatından bir cümle: “Bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.” (Şualar)
Ademî fiil denilince, yokluğa dayanan, yahut sonu yokluğa çıkan işleri anlıyoruz. Adem-i itimat, “itimatsızlık” demek oluyor; adem-i kifayet ise “yeterli olmama.” Meselâ, namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Görmek vücut alemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem alemleri hesabına çalışmış demektir. Hayat sahibi olmak bir kemaldir ve vücut alemindendir. Cansız olmak ise bir noksanlıktır ve ademe dayanır. Hidayet vücut alemindendir, dalalet ise adem aleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur. Küfür, imanın yokluğu, dalâlet ise hidayetten mahrumiyettir. Aynı şekilde, ilim “vücuttur”, cehalet ise “adem.” Cehalet ilmin yokluğudur. İlim, yaratılan her varlıkta tecelli eder. Ama cehilde bir tecelli yoktur. Cehalet, ilimden uzak kalan insanın düştüğü bir yokluk karanlığıdır. Tevhit, yani Allah’ı bir bilmek vücut alemindendir. Bir insan tevhit hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş oluyor. Ama şirk ademdir. Allah’ın, şeriki olmadığından ona koşulan şirk de boşlukta kalır, adem aleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O “müşriklerin vücudu” vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur. Doğru söylemek vücut alemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ademin kaynaklarından birisi:
Kabiliyetsizlik. Yumurtada kuzu olma kabiliyeti yoktur. Ve bu ademin neticesi de bir başka ademdir: Yumurtadan kuzu çıkmaması. Bir diğer kaynak:
Tahrip. Meselâ, insanların ahlâkını tahrip eden yayınlar, adem hesabına çalışırlar. Bu ademin adı, ahlâksızlıktır. Ahlâk vücuttur, bundan mahrumiyet ise adem. Ademin başka bir kaynağı: Vazife yapmamak. İş görmemek, tembelce yatıp ortaya bir şey koymamak “adem” hesabına geçer.
Bediüzzaman hazretleri, Asa-yı Musa adlı eserinde, “bütün vücud âlemlerinin ‘Elhamdülillah Elhamdülillah’ ve bütün adem âlemlerinin de ’Sübhanallah Sübhanallah’ ”dediğini kaydeder Allah’ın cemal, kemal ve rahmetini gösteren bütün tecelliler karşısında kul, Rabb’ine hamd eder, “Elhamdülillah” der. Yani bütün medih ve senaların ancak Allah’a mahsus olduğunu beyan eder. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederken de “Sübhanallah” der. Demek oluyor ki, hayır, ihsan, güzellik, kemal, hayat, görme, işitme gibi bütün vücut alemleri, insanı hamd etmeğe götürürken, noksanlık, bilgisizlik, çirkinlik, görmeme, işitmeme, hayattan mahrum olma gibi bütün adem alemleri de insana Sübhanallah dedirtir, yani Allah bütün bu ve benzeri noksanlıklardan münezzehtir, mukaddestir.
Peygamberler ve onların yolundan gidenler hep vücut alemleri namına çalışmışlardır. Günümüz tabiriyle onlar hep “yapıcı” olmuşlardır; “yıkıcı” değil. Zira, tamir vücuttur, tahrip ise adem. Onlar, insanların ruh binalarını, “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” üzerine kurmak istemişler, şeytanlar ve onların temsilcileri ise küfür, günah, isyan ve ahlaksızlık yolunu tutarak adem alemlerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu ikinci güruhun akıbeti de aynı eserde şöyle dile getirilir: “O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Asa-yı Musa)
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık Cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, Ondan başka Halık ve Malik yoktur.
Kur’an-ı Kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim,6; Bakara,24) Bu taşları, tefsir alimlerimiz “putlar” diye açıklamışlardır. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklardır. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, günah ve isyanları da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalı. Onlar, günah ve isyandan şu manada temiz kalırlar:
Cehennemde artık günah işleme söz konusu değildir. Orada herkes itaat üzeredir. Ama bu vakti geçmiş itaat, sahibini cennete götürmeye yetmeyecektir. … Ahiret ülkesi, iman ve itaat edenlerin mükafat beldesidir; etmeyenlerin de ceza menzili. Cennet vücut alemlerinin, cehennem ise adem alemlerinin mahsulleriyle dolup taşacaktır. Cennet ehli, “cemal, rahmet, ihsan ve kerem” tecellileriyle mest olacaklar, Cehennem ehli ise Allah’ın kahrını, izzet celalini en kâmil mânâsıyla idrak edeceklerdir. Demek oluyor ki, ahiret ülkesinde herkes mümin ve herkes ariftir. Ayna oldukları İlâhî isimler faklı olmak üzere…
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Zikir Sizi Var Kılar

ZİKİR BİZİ var kılar. Biz Onu zikrederiz, O da bizi zikreder. O bizi zikredince var oluruz. Varlık Onun bizi zikrinden başka ne ki? Gerçi bizim Onu zikrimiz de Onun bizi zikrindendir ya. Var olmasak nasıl zikredeceğiz? Demek önce O bizi zikreder. O bize “ol” der. Zikreder. Biz ise olur olmaz “Elhamdülillah” der ve Onu zikrederiz. O bizim ismimizi anar, kendinden bir isim verir bize, biz Onun isimlerini anarız. İsmimiz de Ona aittir. Biz Onu en çok bize verdiği isimle anarız. Her bir elhamdülillah ardından bize yeni bir varlık kategorisi bahşeder. Elhamdülillah.

Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassı “Zekeriyanın Rabbini zikredişi ve zikri sonucu ona Yahya’nın verilişi” zikrin bizi var kıldığı bağlamında anlatılır. Allah Meryem suresine “Bu Zekeriya kuluna rahmetin zikridir” diyerek başlar. Allah Zekeriya’yı anar, anması Onun rahmetindendir,önce O anar, sonra ayetler “Hani o sessizce Rabbini anmıştı” diyerek devam eder. Önce Allah Zekeriyayı anar, sonra Zekeriya Allah’ı anar. Zekeriya’nın anışı sessizdir, aczini ifade eder. Allah’ın anışı rahmettir, kudretini ifade eder.

Zekeriya Rabbine şimdiye kadar dualarında hiç boş çevrilmediğini söyler, yani hamdeder, kuşkusuz her kulun duaları surette kabul veya reddedilir, bazen de ertelenir, bazen dua daha iyisiyle kabul edilir, bazen ahirete bırakılır, ancak her halde duaya cevap verilir, bu her hal, hamdedilmesi gereken kabulde de redde de en hayırlısı buymuş diyebilen imanın belirtisidir. Zekeriya imanını ikrar eder. O samimidir. Hakikaten de her zaman dua etmiş, netice ne olursa olsun hayır bilmiş, hasılı hiç eli boş dönmemiştir. Sonucu hayır bilmek eli dolduran şeydir.

Allah ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Allah ona hem varlık verir, hem de bir isim. Bu bizim için de geçerlidir. Her kul Allah’a teveccüh eder, bu teveccühn sonunda her kula Allah onun mizacına göre bir şey verir. Bu İbrahim’de Haliliyettir, o ona yzünü semavat ve arzın Fatırına çevirmesi ile kavuşmuştur, bu Meryem’de Betül oluştur, o buna tebettülü sayesinde kavuşmuştur. Zekeriya’da ise hafi bir zikre verilen karşılık Yahya’dır. Bu bizim için şu anlama gelir, siz acz içinde en olmayacak şeyde dahi Rabbi hafi olarak zikrederseniz, o size Hayy ismi ile tecelli eder, size bir yeni yaşam imkanı açar, mertebe-i hayatınızı yükseltir, nasılı, kişiye göre değişir. Her tevacüde(vecde yönelim), bir vecdle(bulmak) mukabele edilir.

Herkes var olmak için birşeylere tutunur. Tutunabileceklerinizin en sağlamı zikrullahtır. Herkesin Onu zikredişi de farklı farklıdır. Ancak yollar ne denli farklı olursa olsun Gaye-i Yegane O olunca sonucun hayır olması kaçınılmazdır. Çünkü Hayır bütünüyle Onun elindedir. Yalnız Onun sizi hatırlaması sizi var kılmaya yeter, Onun sizi bilmesi sizi var kılar, O sizi biliyordu, vardınız, bilecek, var olacaksınız.

Onun sizi anmasını, bilmesini salt tenzih makamında anlamayın, tüm zişuurun sizi anması, bilmesi, Onun tezahüründen başka değildir.

Biz anılmamaya bilinmemeye anlaşılmamaya dayanamayız. Bu bir kusur değildir. Çünkü O da anılmak, bilinmek, anlaşılmak ister. Biz Onun yansımasıyız. Anılmak, bilinmek, anlaşılmak, hatırlanmak arzumuz, Onun bu yöndeki arzusunun bir tezahürüdür, hem anılmamızın hem anılmasının. Yani hem “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” madem ki anılmak istiyoruz öyleyse anılacağız. Hem de bunun illeti enemizin kıyası ile hasıl olur ki, O da anılmak ister, anlarız, Onun isteğine mukabele eder Onu anarız, andıkça var oluruz, çünkü andıkça anılırız.

Bazıları insana ilişkin her durumu çözebilecek bir tek anahtar kavram peşindedir. Bazıları bu kavramı zanlarınca bulmuştur. Sihirli bu kavram onların her duruma gösterdikleri bir jokerdir. Bir meselede ne zaman tıkansalar, meseleyi açıklamayasalar o kavram kartını çıkarırlar. Bilmiyorum dememek için yaparlar bunu…

Yahut çok zahmete girmek çok yorulmak istemezler, her duruma ayrı ayrı düşünüp bir neden bulmak yorucudur. Her nedenselliğe bu joker kavramı göstererek cevap bulduklarını sanırlar, bu onların aklından değil, kolaycılıklarından yahut o kavrama ilişkin tutkularındandır.

Ama her duruma cevap verseler de her duruma gerçekten cevap olamazlar. Anahtar kavramları o kadar büyük değildir.

Gerçekten akıllarıyla hareket etselerdi, insani her duruma kaşı bulunabilecek “aşk”, “ölüm”, “acz” gibi tek bir kavram olmadığını bilirlerdi. Çünkü gerçekten faal akıl kendi çaresizliklerini, sınırlarını, çözümsüzlüklerini de bilir. Çünkü vahye tabi akıl bize şunu söyler, madem ki insana tüm isimler verilmiştir, her durumu bir kavramla açıklamaya çalışmak beyhudedir. Her duruma karşılık gelen bir başka isim vardır. O olayın anahtarı odur.

Her insanın, her durumunu açıklayan başka bir isim vardır dedik. Ancak herşeyin birliği de aşikardır. O halde bir üstçatı kavram olmalıdır. O ancak Allah’tır. Çünkü sadece Allah kelimesi insan kelimesinin tüm nedenselliklerini açıklamak için yeterince geniştir. Aksi taktirde her şeye bir kavramla cevap veren adamlar yalnızca kendilerini tatmin eder, o kavramın taraftarı olmaktan öteye gidemezler.

Hareketleri bütünüyle duygusaldır, hikmetten uzaktır.Tembelliktir. Kolaycılığa sapmaktadırlar her sebepliye ayrı bir sebep bulmak zor gelir onlara. Kullanmaya, zikretmeye üşendikleri diğer isimler, onlara kızarlar.Kızgınlığın sonucu da o isimlerin hükmettiği manalardan ve bir sürü varlık imkanından mahrum kalmaktır. Ceza suça uygun verilir.

Bir de bakışları asla tenzihten teşbihe gelemeyen, bu ikisini dengeleyemeyen adamlar vardır. İsimleri zikrederler ama salt tenzih makamındadır zikirleri. İnsanın tüm azaları, latifeleri ile mutlâka soyuta, tenzihe yönelemeyeceğini, bazı latifelerin teşbihi istediğini anlayamazlar. Onlar bu latifelerini aç ve kıvranarak bırakmayı erdem sanırlar. Onlar dünyayı, bedeni, maddeyi sakil görürler. “Oysa madde mananın zuhuru için büyük bir imkandır, keşke bilselerdi.”(Konevi) O zaman “Dünya annemizdir, üzerimizde ahirete göre öncelik hakkı vardır”(Arabi), Sıla-i rahim dünya ve içindeki herşeyle yapılır(Konevi)anlarlardı. Bu Allah isminden kaynaklanır,Allah kendine gelen yolu tenzihle teşbih arasına koymuştur. Gerçek tevhid mahlukatı ayrı Allahı ayrı görmekle değil, doğrudan ya da dolaylı tasarruf edenin hep O olduğunu görmekle olur. Aleme meyledişimiz de teşbih makamında Ona meylediştir, sadece farkında olmak meyledişin ibadet olması için yeter, zira ibadette niyet şartı vardır. Ah keşke anlasalar.

Üstçatı kavram olarak Allah kavramını kullanmak da kullanıcısına bağlı olarak işlevseldir, kullanıcı bu kavramın ne demek olduğunu bilmezse onu kullanamaz ki, mesela “Allah bize yeter” der, ama ya Onun zatı bize yeter demek ister, ki bu yanlıştır, biz Onun zatına muhatap değiliz. Onun zatı kendine dönüktür, alemden müstağnidir, alemden yani senden, senle ilgisi yoktur. Ancak ve ancak kalbinin sır dediğimiz en derin yerinde bir şey Onun zatına yönelir ve tutunur. Bu ise dışarıda imanla bağlananın imanının tezahürleri biçiminde görünür. Ne zata ne sırra akıl erir.

Ya da bunu bir isim için söylerler mesela Rahim ismi “şefkat” bize yeter derler aslında, Allah bize yeter derken, ama bu da doğru olmaz. çünkü tüm isimlerle isimlendirilmiş insana bir isim yetmez, insan sürekli olarak “daha yok mu(hel min mezid) diyerek gezer.

Bu sebeple onu sadece Allah mutmain eder, ona sadece Allah yeter. Sadece bu kelime tüm isimler, tüm tezahürler, tüm tecelliler, tüm haller, tüm varlıklar demektir. Allah kelimesini alemden ayrı düşünmek, kelimeyi anlamamaktır, alem o kelimenin zuhurudur.

Allah bize yeter, bize ancak herşey yeter demektir. Alem ve içindekilerin hepsi, alemin öncesi, şimdisi ve sonrası, dünya ve ahiret, sevdiklerimizin hepsi, latifelerimizin hepsi, onlara gıda olan durumların, hallerin hepsi, aleme dair manaların ve hikmetlerin hepsi, onda tezahür eden isimlerin hepsi, o isimlerin kendisinde cem olduğu makam Allah bize yeter, demektir. Allah bize yeter, hakikatinde “İnsan kadar açgözlü bir varlık yoktur, bu onun yapısındadır, onu ancak sonsuzluk doyurur” demektir. Sonsuzluk ise şimdiden hali değildir. Bilakis şimdiyi de tüm şimdileri de içerir.

Şimdi “zikrullah bizi var kılar” demek başka bir anlamlı oldu. Biz aslında farkına varsak da varmasak da hep Allah’ı anarız. Bir sürü kelime sayabiliriz zikrederken, kimi ev der, kimi araba, kimi sevgilisini söyler, farkında değiller, aslında her biri bir ismin vechinden Onu anar. Hamdin tümü Ona döner. Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini, yinelinmemesini yazmıştır. İbnül Arabi’ye göre bu tekvini bir ayettir. Putperestin tapındığı imge de Onun bir isminin bir zuhurudur. O da aslında Ona tapmaktadır. Ama insan için kıymet-i harbiye ancak şuurladır. Şuur yoksa, neye yöneldiğinde kime yöneldiğini bilmiyorsan, hakikati Ona dönse de, bu zikir senin için bir şey ifade etmez.

Her durumumuz onun bir ismine tekabül eder her durumumuz Allah’lıdır. Her neredeysek O bizimledir. Süreklidir anışımız kesinti yoktur. Her nefeste “hu” der gibi anarız hüviyetini, tüm varlığa aşkımız, Ona aşkımızdan baka bir şey değildir. Çünkü varlık Onun hüviyetidir. Hüviyet Onun zuhurudur. Biz de Onun bir zuhuruyuz. Bu yüzden kendimizi de severiz. Hakikatte Ondan başka kimseyi sevmeyiz, ancak bazen bunu farkedemeyiz.

Fark edememe durumu farktan hasıl olur. Biz mahlukatı ayrı Onu ayrı telakki ettiğimizde, mahlukata bir sevgi Ona bir sevgi paylaştırılır, sonra sevginin hepsini ona yönelteceğim derdine düşülür, oysa geride bıraktığın kimdir. Mahlukatta görünen kimdir?

Aslında ikilik yoktur, sadece fark ehli onu iki görür.İnsan her nereye dönerse Ona döner, her neye yönelirse Ona yönelir, her neyi severse Onu sever, her neyi bilirse aslında Onun bir yönünü bilir. Varoluş çabalarımızın hepsi zikrullaha dahildir. Biz onlara boş iş demedikçe de hükümleri boş olmaz.

Not: Zikrin insanı var kılması ile ilgili tafsil için Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassına, ve şerhlerine bakmak iyi olur.

27/02/2012

© 2010 karakalem.net, Mona İslam