Etiket arşivi: Allah’ın güzel isimleri

“El – Kabıd” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Kâbıd

Kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir.

Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.

Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.

Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.

Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir.

Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)

Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.

Hülasa: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna itikat ederek dua ve tazarru ile acz ve fakrini rahmetin dergâhında izhar etmektir.

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

Mide İstiaresi Ve Sırr-ı Kayyumiyet

Bütün varlığı ayakta tutan “Kayyumiyet” sırrıdır. Toprağın ağaca dönüşmesi ve o ağacın toprağın üstünde ömrü nihayet buluncaya kadar çevresindeki tesirlere direnerek yaşaması bizim anlamakta zorluk çektiğimiz bir sırrın onun içinde var olması iledir. Aynı topraktan yapılan insanın toprak zerrelerinden inşası bir mesele, o zerrelerin birbirine dayanarak insanın ömrünün sonuna kadar onu ayakta tutması yine bir sırdır.

Ölümde nasıl olursa o sır birden yerini değiştirir ve koca insan birden yere yığılır. O insanı meydana getiren zerre ve hücreler arasındaki dayanışmanın bir şekilde kayyumiyete dönüşmesi, azaların birbiri ile irtibatları yanında birlikte varlıklarını devam ettirmeleri yine kayyumiyet sırrıdır. Bediüzzaman kayyumiyeti tarif eder.” Bu kainatın Halık-ı Zülcelali Kayyumdur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur.  Eğer kainattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse  kainat mahvolur.

Bir binadaki tuğlalar birbirine çimento  ve demir ile tutturulur ve o sayede bina birbirine dayanarak ayakta kalır. Bunun gibi bütün kainat böyle bir kayyumiyet çimentosuyla birbirine nasıl bağlanır, üstelik onlar arasında tam bir rabıta yoktur, tuğlaların bitişik rabıtası gibi .Bütün kainatı meydana getiren cüzler, parçalar birbirine nasıl bir bağ ile  hep birlikte bağlıdırlar, bu bağın o vücuttaki görüntüsü bizim anlayacağımız bir şey değil. Çimentoyu görüyoruz ama bu sayısızmahlukatı birbirine bağlayan program ve uygulamayı nasıl anlayalım.  

Ağaçların , bitkilerin,yavruların, çocukların kayyumiyet  sırrını kazanmak için yaptıkları kayyumiyet talimlerine bak, mesela bir çocuk  doğduktan dokuz ay sonra emeklemeye başlar, bir süre sonra bir yere tutunmaya başlar, tutunduğu yerden bir an ayrılır bir iki adam yürür ve düşer, tekrar kalkar yavaş yavaş yürümeye çabalar. Annesi onun arkasından tutarak yürümesini öğretir ona, o bir iki adım gider tam düşeceği zaman annesi tutar, düşmekten kurtulur. Bir süre sonra kayyumiyet sırrı gerçekleşir çocuk yürümeye başlar. Ağaçlar ekildikten sonra rüzgarın önünde eğilir kalkar, kimisi kırılır, kimileri de eğile kalka ayakta durmayı başarır kayyumiyyet sırrını gösterir. Yuvada kuşlar anne gelince ağızlarını açarlar, anne bir süre sonra onlara  uçmasını öğretir. Yavaş yavaş düşe kalka uçmayı öğrenir, bütün bu deneme yanılmalar kayyumiyet sırrının süreklilik kazanması ile gerçekleşir.Allah bu bütün kainatı kayyumiyyet sırrı ile nasıl bir sır ile bir arada tutar, tutmanın ötesinde bir de onlara hareketlilik verir, hareketli bir canlının kayyumiyet  sırrı ile sabit bir varlığın ağaç gibi kayyumiyeti farklı şeyler. 

Koca güneşi semada direksiz tutan güç ona nasıl bir kayyumiyet sırrı vermiştir, ağacı sabit bir yere tutunmasını sağlamak ile, boşlukta bu kadar ağır bir kütleyi kayyumiyet sırrı ile tutmak ve hareket ettirmek, düşürmemek dağıtmamak. Akıl bunun karşısında hayret eder. Subhanemen tahayyere fi sünuhil ukul. Subhane men bikudretihi yacüzül fuhul.

Bediüzzaman kayyumiyet sırrının kendisine ait olduğu Zat’ı tarif eder. “Evet bütün kainatı bütün şuunatıyla  ve keyfiyatiyle  kabza-i rububiyetinde tutup , bir hane bir saray hükmünde kemal-i intizam  ile tedbir ve idare ve terbiye eden Zat-ı Akdes..

Kabza bıçağın elle tutulan kısmı, kainatı kabzasından tutulan bir bıçak gibi görmek, hayale ne manalar veriyor. Eliniz kabzadan çekildiğinde bıçak nasıl yere düşüyorsa, kainatın kabzasını tutan onu bir an Bediüzzaman bir dakikacık diyor, bıraksa kainat bir anda onu ayakta tutan sırrı kaybeder.  

Şimdi şu cümleye bakalım ”Kainatta tecelli eden  Kayyumiyyetin cilvesi  vahidiyet ve celal noktasında  olduğu gibi  kainatın merkezi  ve medarı ve zişuur meyvesi olan  insanda dahi, Kayyumiyetin  cilvesi Ehadiyet ve Cemal noktasında  tezahürü var.”

Yani nasıl ki kainat sırrı kayyumiyetle kaimdir öyle de İsm-i Kayyum’un  mazharı ekmeli  olan insan ile, bir cihette, kainat kıyam bulur.Yani kainatın ekser hikmetleri maslahatları gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet  kainata bir direktir.

Kayyumiyet iki  yönlü, kainatı Kayyumiyet sırrı ayakta tutuyor. Aynı kainat insanla  da ayakta duruyor. İnsanın ayakta durması nasıl kainatı gerektiriyorsa, kainatı ayakta tutan da insandır. İnsana göre tasarlanmış kainat insan olmasa idi neye göre tasarlanacaktı. Mahsüle göre fabrika yapılır, fabrika mahsül ile ayakta durur. Kumaş üretemeyen fabrika kapanır, fabrika kumaşın kumaş fabrikanın ayakta durmasını sağlar.

İnsan kainatın kainat insanın sayesinde ayaktadır. Bunu kendi şöyle izah eder.” Kainatta münteşir bütün enva-ı nimeti  insanla tanzim etmek ve insanın menfaat ipiyle tesbih taneleri gibi  tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını  insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine  insanı bir liste hükmüne getirir.

Bütün nimetler insana göre düzenlenmiş, insanın menfaat ipiyle düzenlenmiş kainat. O iplerin uçları insanın başına bağlı. İnsan menfaat ipi, iplerin uçları insanın başına bağlı. Bu menfaatların oluşması insanın başına bağlı ipe göre, böylece kainat insana bağlanmış, onun olmayışı birden tesbihin ipinin kopması veya başına bağlı ipin kopması gibi. Kayyumiyetle bağlı kainat ve insanla bağlı kainat. Kainatı ayakta tutan kayyumiyet, kayyumiyetin odağında da insan. Bu onu, o bunu ; o bunu bu onu, ayakta tutuyor.

Bediüzzaman kayyumiyetten sırrını dört mide örneği ile açıklar. Birbirine bağlı  ve sürekliliği sağlayan bir mideler zinciri. Mide  hayatın değil de yaşamın merkezinde, yaşamamız ona giren nimetlerle mümkün, o nimetler ile devamlılık arasında bağlantı var. İkinci  mide hayat midesi , üçüncü mide insaniyet midesi, dördüncü mide, İslamiyet ve iman midesi.

1 Mide :   “işte insanın bu ehemmiyetli camiiyyetidir ki , Zat-ı Hayy-ı Kayyum insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için  öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı matumatıyla kerimane doldurmuş.

Kayyumiyyetin birinci sırrı insan ile ona ihsan edilen nimetler arasında. Allah o mideyle ihsanlar arasında bir cazibe vermiş, o mideye hizmet eden şeyleri insanlar elde etmek için çalışıyor, çabalıyor, koşuşturuyor, bütün hareket bunları elde etmek için, şehirlerdeki bütün gayret ve keşmekeş insan midesinin hizmetine verilen şeylerin yetiştirilmesi ve tedariki ve yenilir hale getirilmesi için , fırınlar, tarlalar, lokantalar, daha nice şeyler bilerek bilmeyerek sırrı kayyumiyetin birinci midesini ayakta tutmak ve insanı ayakta tutmak için  çabalıyor. Küçük midenin hayatı ve süreklilği insanın fiziksel hayatının sürekliliği ve o süreklilik için çabalayan bütün dünyanın  gayreti bir sır ile bütün hayatı ayağı kaldırmış. Bu sırrı gören ve düşünen ve  ifade eden Bediüzzaman’a maşallah barekallah.

2 Mide Hem bu maddi mide gibi  hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-ı nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle  o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nevini yapar. Hayat midesinin elleri ise duygular, nasıl bir cümle alıştığımız mutadımız olan cümlelerden nasıl farklı. Ne kadar duygumuz var ise bizi hayatla ilgili kılmış, hayat midesinin elleri bunlar. Bizi bütün kainatla  dünyayla alakadar etmiş, mesela sevgi bir duygu bizi sayısız şeylerle alakadar etmiş, daha nice böyle duygular bu midenin alanı birinciden daha geniş, bütün duygular, psikoloji, edebiyat, sanat hep bu duygularla bağımlı ne kadar geniş bir mide dairesi.

Üdeba, fuzala, etnologlar, bir kelimeye mide kelimesine getirilen genişliğe bak, edebiyatta felsefede, dinde, sanatta Bediüzzaman’ı Hugo dan Şhakespeare’den üstün gören Akif ne kadar isabetli demiş, araştır dünya ve Türk edebiyatını bu mide kelimesine bizim bu midemizin dışında anlam veren bir babayiğit var mı?

İkinci mide hayat midesi, oku bir geri dön ne demek hayat midesi o nasıl şey hayatında mı midesi varmış. Midemizden dışarı çıkamadığımız için öbür mideler bu mide yüzünden sinip kalmış, Bediüzzaman midesiyle pek arası iyi olmadığı için diğer mideleri  nasıl görmüş. Bir avucun üçte biri kadar bir yemek bir kısmını yemin diğer kısmını Vahşi Şaban’a vermiş, üstadım zaten hepsi bir lokma bile değil üçte birini bana veriyorsun, demiş. Midelerde cünbüş, damaklarda davul sesi, dimağda ölü sessizliği. Oğlan evi günbür günbür kız evinde yas. Mideler kazınıyor fikir midesi tutmuş pas. Mutfakta şamata kitaplıkta toz tutan raflar. Aksesuar kitaplık ve kitaplar, ne kadar da çok kitabı varmış, ahir zamanda kütüphane zevki olacakmış demiş bir büyük . Metre ile kitap alıyor ekabirler, raflara metre işi kitap.  

3 Mide : ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki  o mide hayattan daha geniş bir dairede  rızık ve nimet ister. Akıl  ve fikir ve hayal o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde o sofra-ı rahmetten istifade edip şükreder. Üçüncü  mide insaniyet midesi, akıl hayal ve fikir onun alanı, bütün ilimler buna dahil, tasarımlar, biçimlendirmeler, inşaat, mimari, heykel, daha neler neler insanın bu üçüncü midesi onun dini ve entelektüel gelişmesinin kaynağı.

4 Mide : ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-ı nimet açmak için İslamiyet ve iman akidelerini  çok rızık ister  bir manevi mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkünat dairesinin haricinde genişletip  Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki o mide ile İsm-i Rahmanı  ve İsm-i hakimi en büyük bir zevk-i rızki ile hisseder. Elhamdülillahi Ala Rahmaniyetihi ve Ala Hakimiyetihi , der ve hakeza , bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i ilahiyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiyye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İslamiyet ve iman midesi. Bu midemizi doldurmak için  hangi gayretleri sarfediyoruz. Üç öğün yemek , en azından bir öğün de insaniyet midesine kültürel ve dini erzak taşımak . Bu midenin dairesi , mümkinat dairesi, Esma-i İlahiye, İsmi Rahman ve İsmi Hakim. Bu dört alandan aldıkları onun iman ve İslamiyet midesinin rızıkları.  Muhabbeti ilahiye bu midenin rızıklarından biri. Bediüzzaman bu midenin ihtiyaçlarını tedarik etmek için büyük gayret sarfetmiş, bu midenin  tarifini “manevi mide-i kübra“ olarak yapar ve diğer midelerden farkını ortaya koyar. Kulluk, diğergamlık ve dava adamlığı ve hakperestlik ve daha büyük ulvi hislerin hepsi bu mideden kaynaklanıyor. Allah’ı esmasını, büyük isimlerini, o esmanın kainata ve varlıklara yansımaları hep bu büyük midenin faaliyeti içinde.

Bu birbiri içinde mideler insanı kainata bir direk hükmüne getirmiş  ve bu midelerin etrafında yer alanlar koca kainatı maddesi ve manası ile ayakta tutuyor.

İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum  insanı bütün kainata bir merkez, bir medar yaparak  kainat kadar geniş bir sofra-ı nimet insana açtığının  ve kainatı insana musahhar ettiğinin  ve kainatın insan ile mazhar olduğu Sırr-ı Kayyumiyetle bir cihetle kaim olduğunun hikmeti …

Bu dört midenin bütün alanlarını birbiri içinde görmek ve onları insan ile kainat ile, Allah ile bütün mukaddes eşhas ile kavramlar ile, ilimler sanat edebiyat ile, bütün varlığı içine alan dört içiçe mide. Sırrı Kayyumiyetin idraki beşerin tasarlayamayacağı bir boyutta izahı.  Birbirini besleyen ancak halkaları gittikçe büyüyen dört mide insan ve kainat ve sırrı Kayyumiyet…

Mide kelimesi bir ihtiyacın ifade edildiği  bir mananın zarfı, insanın bu dört  büyük ihtiyacını anlatmak için Bediüzzaman’ın istiare olarak kullandığı bir kelime, midemiz fiziki hayatımızın devamı için, hayat midemiz de fiziksel varlığımızdan farklı bütün azalarımızın maneviyatımız ve duygularımızla birlikte meydana getirdiği bir armoninin kendisi, onun de bir istekler manzumesi var.

Üçüncü mide ise insaniyetimizin midesi, insan başka insaniyet başka, insaniyet insandan farklı bir cehdin ve gayretin mahsülü, onun da ihtiyaçlar güldestesi var.

Dördüncü ihtiyaç ise İslamiyet ve iman, bu dört midenin bir insanda sağlıklı  çalışması alakadar olduğu dairelerle münasebettar olması dengeli bir insan ve dünyayı meydana getirir. İnsan adeta bu dört odaktan dünyaya iaşe, ibateye, dünyanın ve kainatın hayatına, insanlığımızı alakadar eden şeylere ve en önemlisi iman ve islamiyetimize açılır, bir insanın kayyumiyeti bu dört mide ile alakadardır, onun kayyumiyetini sağlar bunlar. Aynı şekilde dinin, edebiyatın sanatın, ihtiyaçların, tarihin herşeyi içine alan büyük tazammunun zarfı bu mideler.

İnsanın bunlarla olan ilgisi kendi kayyumiyetini, dolaylı olarak alakadar olduğu insanların  kayyumiyetini sağlıyor. İnsanın dini dünyevi bütün hayatla ilgisi bu iplerle bağlı. İnsan kendi hayatını böyle dört mideden sağlayıp kainatla bağlantı  kurduğu gibi, kainatta bu ilgilerden boşa kürek çekmediğini anlar. İnsan hem kendi hem yaşadığı dünyanın bütün müesseselerini bu kayyumiyetle sağlar.

Peygamber olmadığı dönemlerde bu mideler boş, insanlık hazan rüzgarları ile meşbu, İslamın dine ve ilme hürmet etmesi ve yüceltmesinin nedeni bu midelerin hukuku için, Kayyum isminin sırrını bu kadar harika bir boyutta anlatmaya ne dersin, üç gündür bunları düşündüm birşeyler söylemek için gayret ettim. Kırık dökük birşeyler söyledim. Üstadımın ne kadar farklı bir dünyada ve boyutta yaşadığına her zaman hayret ederdim, o hayret vadisinin kenarında çelik çomak oynarken bunu gördüğümde düşünce dünyamda bir milat  bulmuş gibi oldum. Bediüzzaman en fazla dördüncü midenin ihtiyaçlarını tedarike gayret etmiş. Bu dört midenin insanla ve kainatla alakası bir roman olacak kadar geniş.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

“El – Alim” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El Alim: Bilen demektir. Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.

Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: Ey gaybların âlimi!

Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen! Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmını zikredeceğiz:

1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıkları layık bir tarzda, münasip bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek; sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Mesela yavruları süt ile besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir.

2- Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür. Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.

Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.

Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.

Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.

Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.

Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.

Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Hadsiz imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, el layık sıfatları vermek ise ancak bir ilm-i muhit ile olabilir.

Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın nihayetsiz ilmini bir derece tefekkür edin.

3- Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi vardır ki, nihayetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.

4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.

Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir ilm-i muhitin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu ilm-i muhiti inkar etmek, ancak akıldan istifa etmek ile mümkündür.

5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyor ve görüyoruz ki, küçük-büyük, adi-ali, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.

Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.

İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. Demek bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin delilleri çoktur. Bizler bu delilleri Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur külliyatına havale ederek zikrettiğimiz beş delille yetiniyoruz.

Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanların neye layık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Öyleyle ey insan! Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!

“El – Fettah” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

Fettah: Hüküm veren, kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden ve varlıklara suretler giydiren gibi manalara gelir. Şimdi bu ismin manalarını sırasıyla inceleyelim:

1- Hüküm veren: Allah Fettahtır. Bu ism-i şerifi ile hak ile batılı birbirinden ayırmış, aralarını yer ile gök arası kadar açmış, hakkı üstün tutup, batılı geçersiz kılmıştır. Bu mana ile Kuran, Fettah ismine en büyük bir aynadır. Zira Kuran’ın nüzulüyle hak gelmiş ve batıl zail olmuştur. Kuran’ın her bir hükmü hakkı ve adaleti izhar etmiş, batılın ve zulmün tasallutundan insanları kurtarmıştır. Yine Fettah ismi azami mertebede peygamber efendimiz (sav)’de tecelli etmiştir. Efendimiz (sav) insanlar arasında hak ile hükmetmiş, verdiği her hüküm ile hakkı galip kılıp, batılı yok etmiştir. Bu sebeplerdir ki Efendimizin isimlerinden bir tanesi de “Fatih”tir. Yine bu isim, hak ile hükmederek, hak ile batılın arasını açan adil sultanlarda ve devlet reislerinde de tecelli etmiştir. Hz. Ömer, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi sultanlar bunlardan bazılarıdır.

O halde kim bu ismin tecellisine mazhar olmak isterse, ilk önce kendi nefsinde hak ile batılın arasını ayırsın, hakkı hak bilip hakka tabi olsun ve batılı batıl bilip batıldan ictinab etsin. Daha sonra insanlar arasında hak ile hükmetsin ve kendi aleyhinde olsa dahi hakkın ortaya çıkması için adaleti gözetsin. Kim bunlara yaparsa Fettah isminin bir aynası olmayı başarır. Cenab-ı Hak bizleri Fettah isminin tecellisine mazhar eylesin!

2- Kapıları açan: Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır, müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi, kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi, ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin açılması hep bu ismin tecellisiyledir.

Bize düşen Cenab-ı Hakkı fettah ismiyle zikretmek, “Ey kapıları açan Allah’ım, bize bütün hayır kapılarını aç” duasını dilimize vird-i zeban etmek ve maddi veya manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı fettah ismiyle tefekkür edip O’na şükretmektir.

3- Zafer lütfeden: Cenab-ı Hak Fettahtır. Kullarına fetihler nasip eder. Peygamber Efendimizin Mekke’yi, Hz. Ömer’in İran’ı, Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudus’ü, Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesi ve diğer bütün fetihler Allah-u Teâlâ’nın Fettah isminin tecellisiyledir. Cenab-ı Hak, Fettah isminin hürmetine Ümmet-i Muhammed’e yeni Ömerler, Fatihler, Yavuzlar ihsan etsin ve bizlere, gayesi hakkı götürmek ve zulmü defetmek olan yeni fetihler nasip etsin. Fettah isminin tecellisi ile maddi fetihler gerçekleştiği gibi manevi fetihler de gerçekleşir. Peygamber Efendimizin kalplerin sultanı olması böyle manevi bir fethin neticesidir. Demek kalpteki sevgiyi kazanmak ve kişinin muhabbetine mazhar olmak fettah isminin tecellisiyledir.
Ya Rab! Kalplerimizi muhabbetinle ve Habibinin muhabbetiyle öyle bir fethet ki gayrısına yer kalmasın. Âmin.

4- Varlıklara suret veren: Fettah isminin bir manası da varlıklara suret ve şekil vermektir. Bir tohumdan çiçeğin çıkartılması, çekirdeklerden ağaçların yaratılması, ağaçlardan çiçek, yaprak ve meyvelerin çıkarılması, yumurtalardan hayvanatın icadı ve nutfe denilen su damlacıklarından insanların ve hayvanların halkedilmesi, hep Fettah isminin tecellisiyledir.
Bu manasıyla Fettah ismi âlemde azami mertebede tecelli etmektedir. Zira tohum ve nutfe gibi basit maddelerden, çeşit çeşit muntazam suretlerin, hep beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılması ve her mahlûka münasip bir suret ve şeklin verilmesi tevhidin en kuvvetli bir delili ve kudretin en hayretli bir mucizesidir.

Fettah ismi bu manasıyla gözümüz önünde her an tecelli ederken maalesef insan ülfeti ve gafleti sebebiyle bu ismin tecellisinden gaflet etmekte ve adeta şu ayetin manasına muhatap olmaktadır: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, yüz çevirerek üzerinden geçerler.” (Yusuf 105) .

O halde Fettah isminin bu manasına karşı vazifemiz şudur: Tohumlardan, çekirdeklerden, nutfe ve yumurtalardan çıkartılarak kendisine şekil ve suret verilmiş mahlûkata ibret nazarıyla bakmak, onlarda tecelli eden Fettah ismini tefekkür etmek ve tohum hükmündeki amellerimizin cennet sümbülleri şeklinde açılmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektir.

Seyrangah.tv

“Er – Rezzak” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

Er- Rezzak: Bütün mahlukatının rızıklarını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan demektir. Allah Rezzak’tır ve rızık vermek ancak Cenab-ı Hakka mahsustur. Bütün insanların ve hayvanların rızıklarına O kefildir ve O’nun garantisi altındadır.Rızık ise iki kısımdır;

1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar,

2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı.

1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar;

Yeryüzünün içinde, havasında, denizinde yaşayan bütün hayat sahiplerinin, bilhassa aciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddi ve midevi hem de manevi bütün rızıklarını, kuru ve basit bir topraktan, cansız ve kemik gibi kuru odun parçalarından yaratan O’dur. Adeta o toprak, bir kazan olur ki, içinde her nevi rızık pişer. Ve her bir ağacın kuru dalı, rahmetin eli olur ki, o el ile en güzel meyveler ikram edilir.

Hele hele en latifi, kan ve fışkı ortasından gelen tertemiz ve besleyici süttür ki, adeta o koyun ve keçi gibi mübarek hayvanlar, rahmetin bir süt çeşmesi olur ve Rezzak namına ab-ı hayat gibi en latif bir gıdayı bize takdim ederek, Rezzak ismini kör gözleri dahi gösterir.

Bir sofra görsek, üzerinde birkaç zeytin ile bir parça kuru ekmek olsa, acaba bu basit sofranın kendi kendine kurulduğuna, o zeytin tanelerinin ve ekmek parçasının tesadüfen, sofranın üzerine geldiklerine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır. Hatta dünya toplansa, bu basit sofranın tesadüfen bu hali aldığına bizi inandıramaz.

Acaba küçük bir sofra bile, kendisini kuran bir zatın varlığını gerektirirse, zemin yüzü sofrasının tesadüfen kurulması hiç mümkün olur mu ?

Bu öyle bir sofradır ki, kocaman bahar, bu sofranın gül destesidir. Bu sofrada her vakit hadsiz misafirler oturur. Onlara, layık oldukları şekilde ikram edilir. Bu sofranın üzerinde her çeşit yiyecek bulunur. Her vakit milyarlar oturur, o sofrada doyar, kalkar ama sofra hiç boş kalmaz. Hiç mümkün müdür ki, küçücük bir sofra bile sahipsiz olamazken, şu yeryüzü sofrası sahipsiz olsun?

Hem sakın zannetmeyin, bu sofrada oturanlar sadece insanlar ve hayvanlardır. İktidar ve ihtiyarsız olan ağaçlar ve bitkiler taifesi dahi rızka muhtaçtır. Onlar tevekkül edip, yerlerinde dururken mükemmel beslenirler. Hatta hayvanlardan daha çok yavru beslerler. Evet onların yaprak, çiçek ve meyveleri onların yavrularıdır.

Bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara sündüs misal cennet elbiselerini giydirmek… çiçek ve meyvelerin ziynetiyle süslendirip, onların latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı ve en sanatlı meyveleri bize takdim etmek… hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı ve tatlı bir balı bize yedirmek… kan ve fışkı arasından sütü bizim için çıkarmak… elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek… hem rahmetin büyük bir hazinesini bizim için küçücük bir çekirdekte saklamak… denizi bizlere taze balık deposu ve incileriyle, mercanlarıyla ziynet dükkanı yapmak… ve tavuğun yumurtasından tutun, gökyüzünden inen yağmura kadar sayamadığımız ve saymakla da bitiremeyeceğimiz daha nice nimetler üzerinde Allah’ın Rezzak ismi gözükür.

Demek yediğimiz her bir lokmanın üzerinde Rezzak isminin mührü vardır. Ve sabah aç çıkan ve akşam yuvasına tok dönen bütün canlılar lisan-ı halleriyle Cenab-ı Hakkı “ya Rezzak, ya Rezzak” diye tesbih ederek adeta şu ayeti okurlar;

“Nice canlılar vardır ki, onlar rızkını taşıyamaz. Allah hem onları, hem de sizi rızıklandırır. O işitendir ve bilendir.” (Ankebut: 60)

Hem Rezzak-ı Rahim, insana daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal, ruh ve akıl gibi duyguların her birisini rahmet hazinesinin birer anahtarı hükmünde yaratmış ve insana takmıştır.

Mesela göz, kainatın yüzündeki güzellik ve cemal gibi kıymetli hazineleri açan bir anahtardır. Dil; yiyecekler alemini açan bir anahtardır. Kulak; sesler aleminin anahtarıdır. İşte bunun gibi her bir duygu birer alemin anahtarı olur ve insan o alemden o anahtarlar vasıtasıyla istifade eder. Demek her bir aza ve duygu, nimetlere kavuşmaya vesile oldukları için Rezzak isminin tecellisidir.

Acaba Allah’ın nimetlerini bizlere ulaştıran kişilere bir ücret öderken, nimetin hakiki sahibi olan ve o nimeti bizim için yoktan yaratan Allah bu rızıklara mukabil bizden ne fiyat istiyor?

Bizden istediği üç şeydir: Biri zikir, biri fikir ve diğeri şükürdür. Başta “Bismillah” zikirdir. Sonda “Elhamdulillah şükrüdür.” Ortada ise; bu kıymetli sanat harikası olan nimetlerin Rezzak-ı Kerim’in kudretinin bir mucizesi ve rahmetinin bir hediyesi olduğunu düşünmek ve tefekkür etmektir.

2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı

Niçin insan güzel şeyleri dinlemekten hoşlanır?

Niçin güzel yerler görmeyi arzu eder?

Niçin konuşmak ister?

Niçin Kuran dinlerken tarif edemediği bir haz duyar?

Ve niçin Allah’ı isim ve sıfatları tefekkür etmek ona lezzet verir?

Bütün bu soruların cevabı şudur; Çünkü o anda o latifeler rızkını bulmuştur.

Nasıl ki mide bir rızık ister, öylede kalp, ruh, akıl, göz, kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahimden rızıklarını isterler ve şükrederek alırlar. Her birisine ayrı ayrı layık olduğu rızık rahmet hazinesinde ihsan edilir.

Kulağın rızkı seslerdir, gözün rızkı görülen güzel şeylerdir, kalbin rızkı Kurandır, aklın ve ruhun rızkı ise Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Ve bunun gibi…

Manevi rızıkların başında ise salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller cennette ebedi rızıklar tarzında sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş birer rızık kesilmiştir.

Salih amellerin en salihi ise namazdır. Demek namaz kılan kişi o anda Allah’ın Rezzak ismine mahzardır. Bunun gibi Kur’an okuyan, zikir eden, sadaka veren, tavaf eden ve mahsus bir ibadetle meşgul olanlar o anda Rezzak ismine birer aynadır.

Bu ismi şöyle bir dua ile tamamlayalım;

“Ey Rezzak-i Kerim, Ey Rahman-ı Rahim ve ey bizi nimetleriyle bu dünyada besleyen sultanımız!

Bize bu dünyada gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını ve menbaları cennette bize göster. Bizi huzur-u saltanatına celbet.

Bizi bu dünya çöllerinde sahipsiz bırakma. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezizi nimetlerini orada da tattır.

Bize zeval ve kendinden uzaklaştırmak ile azap etme.”

Seyrangah.Tv