Etiket arşivi: #ARASINDA

Koronavirüs’ten Daha Dehşetli Bir Hastalık Var!.. Hem de Herkese Bulaşmış!..

Şimdi öyle bir hastalık var ki o hastalık; insanların %5-6’sına değil, bütün insanlığın %100’üne bulaşmış. Ve bu hastalığın ne olduğuna da şu yer ışığında bakalım;

«Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyen bil ki senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve ma’dumdur ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi; gelecek istikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine ma’dum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan bîçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

   Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen iman nuruyla göreceksin ki o geçmiş zaman-ı mazi, ma’dum ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil belki mevcud ve istikbale inkılab eden nurani bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre cennetin bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahîm-i Zülcelali ve’l-ikram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir.

   Demek, hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.» (Şualar, s. 198)

İçinde bulunduğumuz zamanın kıymeti ile ilgili şunu unutmamak gerektir; “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise şimdi yüze çıkmış.” (Sözler, s. 842)

İmansızlık hastalığının olduğu konusunda kimsenin bir şüphesi yok. İmansızlık deyip geçiriyoruz lakin öyle basit bir şey değil. Çünkü “imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.” (Mektubat, s. 70)

Şimdi hastalığı teşhis ettik. Hastalığın nasıl bir şey olduğunu öğrendik. Peki bu iman konusunda mesaisini teksif eden birisi var mı? Bu hastalığa bir reçete var mı? Bu konuda bir eser var mı? İşte cevabını Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nden alalım;

“Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır. Çünkü sâbıkan ispat edildiği gibi siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.” (Mektubat, s. 79)

Onun için bu imansızlık hastalığına karşı, Kur’ân-ı Kerîm’den bir şifa olarak bir reçetesi nev’inden Risale-i Nur eserleri bize lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm, Sahih Sünnet ve bu 2 ana kaynağı tefsîr, izah, şerh ve açıklaması olan Risale-i Nur’u okumak; bu konu için bize lâzım olan şeylerdir. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Hakikatte Korkulması Gereken Ne?

İnsanların bu kadar korktuğu Koronavirüs adlı bir olgu var. İnsanlar bulaşıcı bir hastalıktan korkuyor ve bir endişe var. Peki sorumuz şu; Hakikatte korkulması gereken nedir?

Bununla ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne bir başka konuda sorulan soruya verdiği cevabı aktarmak istiyorum. Kendisine 2. Dünya Savaşı döneminde radyo başına koşmayıp, bu dünya savaşı ile ilgilenmemesi ile ilgili soru geliyor. Ve cevaben şunu diyor;

«Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.

   İşte o dava ise yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.» (Şualar, s. 201)

Burada geçen şu yere dikkat etmek gerektir; “…herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” Burada demek ki sadece insanların az bir kısmına bulaşmış ve sadece dünyadaki 70 80 yıllık bir hayatını tehdit eden bir hastalık yok. “Herkesi” ilgilendiren bir mevzu var. Öyle bir dava açılmış ki, bu yeryüzü kadar bağlar ve saraylar ile süslenmiş ve ebedî ve devam eden tarlaları ve mülkleri kazanmak veya kaybetmek davası herkesin başına açılmıştır. İşte bütün mesele bu.

Bizlere lazım olan şey “tam münevverü’l-kalp bir âbid” olabilmektir. Yani tam ve hakikî bir şekilde kalbi nurlanan ve aydınlanan bir ibadet eden kul olmalıyız. Şu yer bize ne de güzel örnektir;

«Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet, tam münevverü’l-kalp bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)» (Sözler, s. 22)

Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Korona, Musibet mi İltifat-ı Rabbani mi?

Farklı bir soru soralım; Korona, Musibet mi yoksa İltifat-ı Rabbânî mi? Bu soru karşısında çoğu kişi; “Ne İltifat-ı Rabbânîsi?! Tabiki musibettir bu!..” diyecektir. Bir de şu yeri okuyup, tekrâr düşünelim;

«Birinci Mesele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

   Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

   Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

   Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

   Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Âh! Of!” edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.» (Lem’alar, s. 14)

Burada geçen şu yer dikkat çekicidir; “Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir.”

Yani musibetlerin hastalık olan çeşiti, hakikat nazarında musibet değildir. Hakikatte o, Rabbimiz olan Allahu Teâlâ’nın bir lütfu ve iltifatıdır. Aynı zamanda yıkayıp pak etmek, temizlemektir. Demek ki bizim günahlardan temizlenmemize vesile olan bir şeymiş. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Mânevî Taun ve Taun Çeşitleri Nelerdir?

Taun kelimesi “bulaşıcı salgın hastalık” anlamına geldiği gibi bunun çeşitleri de vardır. Mânevî olarak imansızlık ateşi bir taundur. Materyalist fikirler ile bir kişi zihnen zarar görmüş ise bu da Maddiyyunluk taununa müptela olmuştur. Bir kişi namazlarında bir karar tutturamıyor ise, o da namazsızlık taununa tutulmuş demektir. Bir insan Kur’ân-ı Kerîm ve kitap okumuyor ise, o da Kur’an-ı Kerîm ve kitap okuyamama taunundan hastadır. Aynı şey Hadîs-i Şerîf, Risale-i Nur, İlmi eserler okuyamamak noktasında da geçerlidir. Bu misalleri her şeye kıyas edebilirsiniz.

Konuyla ilgili Nur Külliyatı’ndan bazı misaller;

“Şimdiki bataklığa ve manevî tauna sukutun sebebi ise terakki fikrinden neş’et ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip suud ve terakki, Müslüman için ancak İslâmiyet’te ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 23)

“…medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk {*Hâşiye: Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.} taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli, semavî tokatlar…” (Kastamonu Lâhikası, s. 202)

Bu cümlede geçen “semavî tokatlar”dan maksat, hiç şüphesiz zahirde bela, musibet, hastalık diye görünen şeylerdir.

“Bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.” (Şualar, s. 202)

Eğer ki bir mü’min virüs sebebiyle vefat ederse, şehit olur ve Allah’ın i̇zniyle şehadet mertebesine nail olur. Ama maddiyyunluk yani materyalizm virüsü ile hasta olan ve bu virüsten ölen ise ebedî hayatını kaybediyor; Allah muhafaza eylesin.

Peki dinsizlik virüsü ile ebedî hayatı mı kaybetmek daha dehşetli, yoksa imanlı olup virüs vesilesiyle şehit olup 70 80 yıllık bir dünya hayatını kaybetmek mi daha dehşetli? Birincisi dehşetin zirvesinde olduğu gibi, ikincisi değil dehşet ferah, refah ve huzura sebeptir; çünkü ebedî hayatı kazandırıyor.

“Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kabiliyeti tevessü ettikçe o taun da tevessü eder.” (Mektubat, s. 543)

Burada da “maddiyyunluk manevî taun”un beşeri müthiş bir sıtmaya yani titremenin çok olduğu bir hastalığa yakalattığından bahsediyor. Aynen bunun gibi de bu tür zahiri musibetleri bu yönü ile ele almalıyız. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

 

Kazaya Rıza Göstermek ve Kadere Teslim Olmak Nasıl Olur?

Kazaya rıza göstermek ve kadere teslim olmak; İslâm ve Îmânın şiarıdır. Bu durum söylendiği kadar kolay olmasa da işin künhüne yani aslına ve özüne inilirse bizim için daha kolay olacaktır.

Hangi fiilin kaderi tenkid etmek hangi fiilin de kadere tesim olduğunu bilmek gerekir. Şöyle ki; “Teşekki, kaderi tenkit ve teşekkür, kadere teslimdir.” (Şualar, s. 318) Yani şikayet etmek, kaderi tenkit etmektir. Ve teşekkür etmek de kadere teslim olmaktır.

Koronavirüs de diğer her şey gibi Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda ve yed-i kudretindedir. Bunu bilip, düşünmeli ve “kaderi tenkid”e varan şikayetlerimize dikkat etmeliyiz.

Musibetlere karşı kader ve kaza noktasından bakış açımızı ifade eden kilit cümle işte budur; “…kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.” (Mektubat, s. 86) Burada bir ince noktada vardır ki; “…teslim İslâmiyet…” art arda geçmesidir. Nitekim İslâmiyet kelimesi de mânâ olarak S-L-M kökünden türemiş ve teslimiyeti de içinde barındıran bir kelimedir. “Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.” (Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İslâm Maddesi) İşte bu “kazaya rıza” göstermek ile “kadere teslim” olmak ancak ve ancak hakikat olan “İslâmiyet’in bir şiarı” olabilir.

Bu musibetlere tedbiri alıp tevekkül eden insanlar, “…kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, s.109)

Ve Enbiyalar yani Peygamberler (Aleyhimüsselam) bize her konuda hüsn-ü misal oldukları gibi bu konuda da bize hüsn-ü misal yani güzel örnektirler. Musibetlere karşı tavır olarak başta Efendimiz Fahr-i Kainat Aleyhissalâtü Vesselâm ve Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm bize rehber olmalıdır. Hz. Eyyüb (as)’ın misali ile ilgili 2. Lem’a muhakkak mütalaa edilmelidir. [Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarına bakış açımızı ve almamız gereken derslerin neler olduğunu şu 2 risaledeki 2 Nebi’nin (as) kıssasında görmekteyiz; 1. Lem’a – Yunus (as) ve 2. Lem’a – Eyyüb (as) misallerine bir de bu vecheden okumalıyız.]

Eyyüb (as) bakalım ne için Cenâb-ı Hakk’a münâcâtta yani Allah’a yalvarmak ve kurtulmak için duada bulundu;

“Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.” (Lem’alar, s. 14)

Hz. Eyyüb (as)’ın yukarıda geçen ifadelerinden de anlaşıldığı üzere “zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Bizlerde Cenâb-ı Hakk’a yönelip dua ediyoruz ki; “Ya Rabbi!.. Bu virüs bizim camilerde Cuma Namazı kılmamıza, bir araya gelip seni konuşmamıza ve Îmân Kur’ân hakikatlerini okuyup birbirimize anlatmamıza mani oldu. Bizi zahirde umûmî musibet, hakikatte ise bir uyarı nevindeki bu virüsten kurtar ve bizleri muhafaza eyle. Âmin.”

Musibete tevekkül ile yaklaşırsan ne olur peki? Buyrun onu da yerinden öğrenelim;

“Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 15)

 

Verilen misal çok yerindedir. Nasıl ki birbiriyle mücadele eden ve karşı karşıya gelen iki hasımdan birisi diğerine gülümseme ile karşılık verirse; aralarındaki düşmanlık gider barışa, çekişme ve kin ise şakaya döner. Bu şekilde düşmanlık küçülür, mahv olup yok olur. Aynen bunun gibi de musibete karşı tevekkül ile davranmak ona karşı istimal edeceğimiz silahımızdır.

 

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar eserinde de şu tabirler çok yerindedir; “…tevekkülle bu musibeti karşılamak…” (Şualar, s. 346) Evet, demek ki bize düşen ‘tedbir dairesindeki tevekkül’ ile musibeti karşılamalıyız.

 

Îmân kuvvetine göre kişi de, musibete karşı tavır değişmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü bir misaldir; “Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.” (Şualar, s. 346) Yani başına gelenlerin hepsini hoş görüp, ayırt etmeden kabul etmek gerekir.

 

Bu konu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de Niyazi-i Misrî’den bir alıntı yapılır. Önce o beyit ve izahını yaptıktan sonra, Risale-i Nur’da o yerin devamındaki alıntıyı nazara verelim;

 

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

(Niyazi-i Mısrî, Bizi Anlayan Şiiri)

 

İzahı şu şekildedir; “Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri arasında fark görmeyip, kahrı da lutfu da bir bilenler, hem dünyâ hem de âhiret azâbından kurtulur. İşte bizi ancak onlar anlayabilir.”

 

Mevzu bahis beyit, Risale-i Nurlarda aktarıldıktan sonra şöyle denilmiştir; “Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.»

(Emirdağ Lâhikası 1, s. 86)

 

Burada geçen “bu tercüman”, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’dir. Demek ki Allah’tan gelen kahrı da lütfu da bir şey gibi kabul edip “her şeyi hoş görerek”, her şeyde güzel bir cihet görmüştür. Bu şekilde “katreyi” yani damlayı “umman” Yani okyanus, “âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylem”eye muvaffak olmuştur; Allah’ın izniyle ve yardımıyla.

 

Buradan alacağımız derslerden birini şu vecize bize özetlemektedir; “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler, s. 349) Demek ki başa gelebilecek hâdisat yani hâdiseler ne kadar büyük ve tazyikler, baskılar, sıkıntılar da ne kadar dehşetli olursa olsun bunlara karşı “imanın kuvveti” ile mukabele edebiliriz. Akla Merhum Mehmed Akif’in “Birlik Şiiri”ndeki şu mısraları geliyor;

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!” (Mehmed Akif Ersoy, Birlik Şiiri)

 

Kadere rıza, kazaya teslim konusunu Allah rahmet eylesin eskilerimiz ne de güzel işlemişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur “Tefvizname”sinde de dediği gibi;

“Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!” (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname)

 

Cenâb-ı Hakk’ın işleri konusunda çok güzel nazmedilmiş. Allah’ın yaptığı işler “fâyıktır” yani yücedir, alîdir. Ve birbirine de “lâyıktır.” Çünkü O Allah (Celle Celaluhu) ki ne eylerse “muvâfıktır” yani birbirine uygun ve münasiptir. Bu nedenle ondan gelen her şey için dememiz gereken şudur; “Mevlâm görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

 

Bu konu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekildeki ifâdeler tam da konuya ışık tutmaktadır;

«Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” De, pencerelerden seyret, içlerine girme.» (Mektubat, s. 249)

 

Cenâb-ı Hakk’tan lutüf gelince o bizim Rabbimiz de, bir musibetin gelmesi zamanında -hâşâ- Rabbimiz değil mi?

 

Aynı hakikate işaret olarak Eşrefoğlu Rûmî de şöyle diyor;

“Ey lütfu hem kahrı güzel,

Senden hem ol hoş, hem bu hoş.” (Eşrefoğlu Rumî)

 

Bu sözler akla Yunus Emre’nin meşhur “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri”ni getiriyor, değil mi? Bir daha der-hatır edelim o güzel şiiri;

 

“Cana cefa kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lutfun da hoş,

Ya derd gönder ya deva,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkiside cana safa:

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ger bağ-u ger bostan ola.

Ger bendü ger zindan ola,

Ger vasl-ü ger hicran ola,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ey padişah-ı Lemyezel!

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ağlatırsın zari zari,

Verirsen cennet-ü huri,

Layık görür isen nari,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Gerek ağlat, gerek güldür,

Gerek yaşat gerek öldür,

Aşık Yunus sana kuldur,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş” (Yunus Emre, Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri)

 

Bu derin mânâlardan feyiz almalı ve dehşete kapılmadan, üzerimize düşenleri yapmalıyız.

 

Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen şu yer ise îmân, Kader ve teslimiyeti selamet ile mükemmel bir şekilde bağdaştırmıştır; “…imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 112)

 

Kendine Kur’ân-ı Kerîm’i mürşid ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’i rehber alan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri ise bize büyük bir ders vermektedir; “…Hâlık’ıma hadsiz şükür ederim ki her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.” (Kastamonu Lâhikası, s. 19-20)

 

Burada geçen “her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi” yeri dikkat çekicidir. Demek îmân ve îmânın esaslarından birisi olan kadere îmân her derdimize en kudsî dermandır. Ve kazaya rıza göstermek de bize ilaç hükmündedir.

 

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

 

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” Sırrıyla

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

 

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” Kaidesinin sırrıyla,

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde.

 

Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.

 

Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahate bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.”» (Şualar, s. 401-402)

 

Bu düstur bize hayat düsturu olmalıdır;

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”»

 

Bizim Allah’a (cc) ve kadere îmânımız var ise bu korku ve endişemiz nedendir?

 

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَر

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”

Sırrına dair Tarihçe-i Hayat eserinde geçen şu yer mühimdir;

 

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i ye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”(Tarihçe-i Hayat, s. 314)

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesi ile ilgili de bir diğer kaide irtibatlıdır;

“Her şeyin iyisine bak.” (Sözler, s. 41)

 

Başa gelen bütün hastalık, musibet ve zahiren kötü görünen her ne varsa biz her şeyin iyi cihetine, güzel yönüne bakmak ile mükellefiz.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur şu sözü tam da konumuza bakmaktadır;

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Mektubat, s. 537)

 

Peki bu hastalık ve musibetlerin güzel ciheti nasıl olur? Nasıl bu musibetler ve hastalıklar güzel olabilir? Bunun cevabı da şudur;

“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Mektubat, s. 427)

 

Yani zahirde bazı şeyler çirkin görülebilir. Lakin onlar da neticeleri itibari ile güzeldir. En basitinden hiç ölümü hatırına getirmek istemeyen insan oğluna, göz ile görünmeyen mikroskobik bir canlı ile Allahu Teâlâ (cc) ölümü hatırlatıyor. Buna bir çok şeyi de kıyas edebilirsiniz.

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Meâlindeki Âyet-i Kerîmeye dair de şu izah yerinde olur;

 

Mevzu bahis Âyet-i Kerîme, Zümer Sûresi, 18. Âyet-i Kerîmedir. Bu Âyet-i Kerîmenin kısa tefsir ise şöyledir;

 

«Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlâl) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır. (Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVI, 260-262) Râzî’ye göre “Bir insan akıllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz.”» (Kur’an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 608)

 

Akıllı insanın tarifi şudur;

“Âkıl odur ki ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Şualar, s. 402)

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

Diye ölen kişinin haberini aldığımızda söylediğimiz Âyet-i Kerîme’nin bir kısmını hatırlayalım. Bu Âyet-i Kerîme’nin tamamının meâli ise şudur;

«Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler.» (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Yani burada Cenâb-ı Hak (cc) bize tavsiyede bulunuyor. Başınıza bir “musîbet geldiği zaman” böyle deyin diye diyor. Sadece lafzen değil mânen de bunu demeli ve bu hakikatleri anlamalıyız.

 

Bu Âyet-i Kerîmeye şu şekilde de mânâ verilebilir;

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Diyanet İşleri Meali Yeni, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Evet mü’minlerin yapması gerekeni bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in lisanı ile beyan ettik.

 

Bu durumlarda şekva yani şikayet yerine rıza ile karşılamamız gerekiyor. Başına bir dert gelir ise “Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…” mü’minlerin yapması gerekendir. (Kastamonu Lâhikası, s. 128)

 

Peki bu musibetlerin bize vermek istediği mesaj nedir? Allah niçin bu zahirde musibet görünen şeyleri veriyor? Diye aklımıza soru gelebilir. Cevabı da şu misal ve devamındaki hakikattir;

 

« Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.» (Mesnevi-i Nuriye, s. 120)

 

Bizi bizden daha çok düşünen ve seven bir Allah’ımız var! Bundan şüphemiz mi var ki endişe, korku, merak ile kendimize zarar verip; kaderi tenkid mânâsına gelen şikayetlerde bulunuyoruz?

 

Şairin dediği gibi;

«Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: ‘Fallahu hayrun hâfizâ’ (*)»

[Şiir Seyrî’ye aittir. (*) “Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır.” (Yusuf Sûresi, 64. Âyet-i Kerîme Meâli)]

(Osman Nuri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 485’ten naklen)

 

“Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmak” diye dilimize giren bilinen ve meşhur bir kıssa vardır;

«Hz. Ömer (r.a.) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.):

 

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

 

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”» (Buhârî, Tıb, 30)