Etiket arşivi: aşk

Arzunun Halleri…

GÜNDÜZ VAKTİ herhangi bir dost ziyaretinde, dost sohbetlerinin vazgeçilmez ortak paydası çay teklifine hayır dediğim durumlarda, “Niyetli misin?” diye bir soru sorulur hep. Bir hüsnüzannın tetiklediği bu soruya verdiğim mutad cevap ise, “Niyetim var, ama iradem yetersiz” şeklindedir. Kudsî nebînin sünnetine muvafık şekilde gün aşırı oruç tutmak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak veya en azından her ayın üç gününü oruçlu geçirmek hep bir arzu olarak yüreğimde vardır; ama bu arzunun fiiliyata geçtiği zamanlar ne yazık ki zikre değmeyecek kadar az sayıdadır.

Niyetlenmek ile gerçekten niyet etmek, arzu etmek ile bilfiil yapmak arasındaki bu mesafe, hayatıma baktığımda, nafile oruçlar ile ilgili durumumdan daha geniş bir yelpazede karşıma çıkmaktadır. Dahası, gördüğüm üzere, benim yaşadığım bu hali nice iman kardeşim ya aynen veya benzer şekilde yaşamaktadır.

Hayatımıza hükmetmesini arzu ettiğimiz nice güzelliğin, nice faziletin, nice salih amelin, nice hayırlı fiilin ‘arzu’ düzeyinde kalıp ‘bilfiil’ hayatlarımızda görünemeyişi gerçeği, Risale-i Nur müellifinin kurduğu ihtiyaç-iştiyak-aşk denklemiyle beraber düşünüldüğünde, beni ‘arzunun dört hali’ne götürür. Arzu ediyor olmak, içinde o yönde bir temayül hissetmek, öyle olsun istiyor olmak, arzu ettiğimiz o halin bilfiil tahakkuk etmesi yolunda birinci basamaktır yalnızca. Sadece bu basamakta kaldığımız içindir ki, ötesi gelmemekte; bu yüzden iç dünyamız, hep ‘keşke’ler etrafında dönmektedir.

Bir bütün olarak harikulâde bir imanî talim yüklü “Otuzikinci Söz”ün “İkinci Mevkıf”ında geçen az önce sözünü ettiğimiz denkleme ait cümle, işte bu noktada, bize yaşadığımız bu ketlenme halini nasıl aşacağımızın ipucunu veriyor gibidir. Bediüzzaman’ın söylediği üzere, “Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır; muzaaf iştiyak aşktır” diye ifade ettiği ilgili denklemin öğrettiği üzere, ihtiyacın cidden hissedildiği bir durum, bizi ihtiyacın katmerlenmiş hali olarak ‘iştiyak’ düzeyine götürecek; ‘iştiyak’ın ziyadesiyle hissedildiği bir durum ise, bizi ‘aşk’ haline eriştirecektir.

Bu üçlüyü ‘arzu’yla birleştirdiğimizde ise, arzunun dört hali ve ‘istediğimiz’i ‘yapabilir’ hale gelmenin dört basamağı çıkmaktadır karşımıza.

Arzu etmek, ilk basamaktır. Arzu ettiğimiz şeyin tahakkukuna tam bir ihtiyaç hissettiğimizde, ilk basamak aşılmış, ikinciye ulaşılmış haldedir. Üçüncü basamakta ‘iştiyak,’ dördüncüde ise ‘aşk’ vardır. Birinci basamakta duranın henüz ‘arzu ediyor’ olduğu şey, dördüncü basamakta duran kişi için artık hayatının ‘olmazsa olmaz’ıdır.

Tam da burada, Bediüzzaman’ın daha yirmibir yaşında bir delikanlı iken İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’la mü’minlerin arasını ayırmaya yönelik sözünü okuduğunda kendi iç dünyasına hissettiği “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu gösterme” kararlılığını; ve yine Bediüzzaman’ın bu kez yaşı seksene varmış bir ihtiyar olarak, “Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” sözünü hatırlayalım. Kur’ân’a hizmetin ‘arzu’ düzeyinde kalmadığı gibi, ‘ihtiyaç’ düzeyinde, hatta ‘iştiyak’ düzeyinde dahi kalmayıp ‘aşk’ düzeyine çıkmış olduğu bir durumdur onun yaşadığı. Kur’ân’ın hakikatini gösterme arzusunu aşk düzeyinde hissettiği içindir ki, koskoca bir ömrü bu yolda yaşamış; âlemler Rabbinin ona verdiği bütün kabiliyetleri bu uğurda kullanmıştır. Bu bakımdan, Risale-i Nur, Kur’ân’a intisabı ve Kur’ân’ın hakkaniyetini gösterme azmi ‘aşk’ düzeyine çıkmış bir insana Allah’ın bir ihsanıdır.

Ama Bediüzzaman’da ‘aşk’ düzeyine çıkmış bu ihtiyaç iştiyak düzeyinde dahi kalmış olsa, ihtimal ki araya başkaca meşgaleler girecek; ve bir sadık rüyada Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan aldığı emir uyarınca ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!”meye adanmış bir ömür, ‘değil bu asrı, belki gelecek asrı da tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye’ hükmündeki harikulâde bir eserle sonuçlanmayacaktı.

Bediüzzaman aynasında hayatlarımıza baktığımda, arzu ettiklerimiz ile fiilen gerçekleşenler arasındaki geniş mesafe, ‘arzunun dört hali’nin henüz birinci basamağında kalakalışımızı düşündürür bana. Bediüzzaman gibi, Kur’ân’a hizmetle şereflenmiş ve Kur’ân’ın hakkaniyetine adanmış bir hayat arzu ediyoruz hepimiz; ama arzular şelâle olup ihtiyaç nehrine akmadığı, ihtiyaç şiddetlenip iştiyak denizine dönüşmediği, iştiyak şiddetlenip bütün varlığımızı kuşatan bir aşk okyanusuna inkılab etmediği için ‘arzu ettiğimiz’le kalıyoruz.

Haydi, Bediüzzaman’ın hayatını ‘çok özel’ görüyoruz diyelim; onun bir talebesi olarak Zübeyr Gündüzalp’in şahsında dile gelen “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüne ne demeli?

Arzunun ihtiyaç, iştiyak ve aşk halini, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ‘dost, kardeş ve talebe’ halkaları ile karşılaştırmaya sevkediyor bu tablo beni… ‘Talebe’ olmak için, Risale-i Nur’un yol göstericiliğinde Kur’ân’a hizmete arzu ve ihtiyaç duymanın, hatta iştiyak duymanın ötesinde bir ‘aşk’ halini yaşamamız; hizmet-i Kur’âniyeyi hayatımızın ‘olmazsa olmaz’ına dönüştürmüş olmamız; hayatımızı bu şekilde tanzim etmemiş isek, ömrümüzü, yılımızı ve günümüzü bu minvalde yaşamıyor isek kendimizi yaşamış saymaz derecede bulunmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Bediüzzaman, Kur’ân karşısında böyle bir noktada durmuş; Hâfız Ali’den Zübeyr Gündüzalp’e Nur’un talebeleri böyle yaşamışlardı…

Metin KARABAŞOĞLU

Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç?

Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir.

Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir.

Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz.

Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.”

 “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.”  “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler.

Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”

Senai Demirci

Hz. Yusuf Kıssasının Günümüz İnsanına Taşıdığı Mesaj

Hz. Yûsuf (a.s.) Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. Hz. Yakub’un (a.s.) oğludur ve Hz. İbrahim (a.s.)’in soyundandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adını taşıyan bir suredir (Sure-i Yusuf). Hz. Yusuf’un hayat hikâyesi kısaca şöyledir:

Hz. Yusuf’un on bir erkek kardeşi olduğunu, bunlardan Yusuf’un çok daha güzel ve zeki olduğu ve babaları Hz. Yakub (a.s.) en fazla Hz. Yusuf’u sevdiğini ve bu sevgiyi ağabeyleri kıskandıkları belirtilmektedir. Bir gün ağabeyleri babalarından izin alarak, gezmek bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara götürdüler, orada da bir kuyuya attılar. Gömleğini bir hayvan kanına bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” deyip, babalarına Yusuf’un gömleğini verdiler. Sevgili oğlunun gömleğini alan Yakup Aleyhisselam, “Suphanallah! Ne acip, halim ve selim bir kurtmuş ki, oğlumu yemiş de gömleğini yırtmamış” diyerek yalanlarını yüzlerine vurmuştur.

Kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselam, Kenan Kuyusu civarında konaklayan kervancılar tarafından bulunmuş ve Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır. Yusuf Aleyhisselam, “Mısır Azizi” bu günün Maliye Bakanı makamında olan Kıtfîr tarafından satın alınmıştır. Kıtfîr, Züleyha’nın da kocasıdır. Kıtfîr ve Züleyha Yusuf’u öz evlatları gibi besleyip büyütmüşlerdir. Ancak Yusuf Aleyhisselam büyüdükçe Züleyha’nın ona karşı olan düşüncesi değişmeye başlamış ve kendisine âşık olmuştur. Yusuf Aleyhisselam ise kendisine öz evlatları muamelesinde bulunan bu aileye her zaman saygı ve hürmet göstermiştir. Zaten müstakbel bir peygamberin de yapacağı bu olması gerektir.

Züleyha kocasına, “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisi için hapsedilmekten veya acıklı bir azaptır.” diye Yusuf Aleyhisselam’a iftirada bulundu. (S.Yûsuf 25)

Buna karşılık Yusuf , “Benden muradını almak isteyen odur” söyleyerek iftirayı kabul etmemiştir.(S.Yusuf 26)

“Azizin hanımı kölesinden muradını almak istiyormuş. Sevgisi onun yüreğine işlemiş. Biz o kadını ap açık bir sapıklıkta görüyoruz” dediler (S.Yûsuf 30)

Dedikodulardan rahatsız olan Züleyha, söz konusu kadınlara haber yollayarak evine davet etti. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koydu ve meyveleri soymaları için de bıçak verdi. Evinde topladığı kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf’a seslenerek, “Onların yanına çık” dedi. Karşılarına çıkan Yusuf Aleyhisselam’ı gören kadınlar güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler ve meyve yerine farkına varmadan ellerini kestiler. O’na bakarak, “Haşa! Allah için, bu bir beşer olamaz. Olsa olsa şerefli bir melektir.”dediler(S.Yûsuf 31)

Züleyha da, “İşte beni kınamanıza sebep olan kimse budur. Yemin ederim, ben ondan muradımı almak istedim de o iffetini korudu. Ona emrettiğimi yapmazsa muhakkak zindana atılacak ve muhakkak küçük düşenlerden olacak” diye hissiyatını böylece açıklamış, (S.Yûsuf 32)

Yusuf Aleyhisselam zindanı tercih etti ve Züleyha’nın isteklerine karşılık vermedi. Yıllarca zindanda kaldı. Daha sonra Mısır kralının gördüğü rüyayı tabir etti, Yusuf’un suçsuz olduğuna kanaat eden Kral onu zindandan çıkarır, vefat eden Kıtfîr’in yerine Mısır’ın Azizliğine getirilir. Kral, Hz. Yusuf’un  Peygamberliğini de kabul eder ve iman etmiş olur. Ayrıca, kocası vefat eden Züleyha ile evlendirir. Bu evlilikten iki erkek ve bir kız çocukları olur. Kıtfîr’in erkeklik duygusunun olmadığı, Yusuf Aleyhisselam ile evlendirilen Züleyha’nın bakire olduğu nakledilmektedir.

Hz.Yusuf (a.s.)’ın kıssası Cenab-i Allah tarafından birçok hikmete bina edilmiştir. Böylece Konu Kur’an-ı Kerimde daha da teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Bediüzzaman, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselam ile aralarında geçen hadiselere değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Yakup Aleyhisselam’ın oğluna olan şefkatini karşılaştırarak, şefkatin ne kadar üstün olduğuna vurgu yapar. İşte bir taraftan Yusuf Aleyhisselama büyük bir aşk ile bağlanan Züleyha, diğer taraftan Yakup Aleyhisselamın oğluna olan büyük şefkatini Risale-i Nur’da şöyle izah etmektedir:

Fakat muhabbet ve aşk, mecazi mahbuplara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-i nübüvvete layık düşmüyor”.

Anlaşıldığı üzere Hz.Yakup Aleyhisselam, Hz.Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan sevgisi aşk değildir. Mutlak surette içten ve karşılıksız merhamet ve şefkat duygusu ile onu sevmiştir. Şefkat, aşk ve muhabbetten daha fazla keskin, parlak ve temizdir. Bu da makam-ı nübüvvette yani peygamberlik makamına layıktır. Aşkın ise mecazi sevgililere ve yaratılmışlara şiddetli bağlılık olduğunu, dolayısıyla nübüvvete uygun düşmediğine dikkat çekmektedir.

Zaten, Kur’an-ı Kerim, Yakup Aleyhisselamın yüksek derecedeki şefkat hissiyatını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek suretiyle şefkatin aşka olan üstünlüğünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bediüzzaman:“Üstadım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yûsufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yûsuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da “En iyi korucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de odur.”dedirir.(S.Yusuf:64) –Mektubat/8.nci mektup.

Yukarıda ki izahattan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman, mecazi aşkı nübüvvete pek uygun görmeyip, Hz. Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevi olduğu, ona olan muhabbetin de mecazi sevgililere olandan farklı olduğunu belirterek, İmam-ı Rabbani’nin yorumuna da karşı çıkmış ve bunun “tekellüflü bir te’vil” yani zorlu bir yorum olduğunu belirtmiştir.

Hatta bir kişi evladına gösterdiği şefkat neticesinde bütün çocuklara ve canlılara merhamet sevgisi olan şefkatini de göstermektedir. Adeta, Cenab-i Allah’ın Rahim ismine bir nevi ayinadarlık gösterir. Aşk ise dikkati sadece bir yere yöneltir ve her şeyini sevilene feda eder.

Netice olarak Kur’an surelerinin en parlağı olan sure-i Yusuf’un kıssasındaki Hazreti Yakub’un(a.s.) şefkati, Cenab-i Allah’ın ism-i Rahman ve Rahim’i gösterir. Dolayısıyla Şefkat yolu Rahmet yolu olduğunu günümüz insanlarına da güzel bir mesajdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org

Aşkınla Çöllere Düştüm (Şiir)

Başım açık yalın ayak
Ne olur halime bir bak
Çölün ateşi çok sıcak
Aşkınla çöllere düştüm

Çok susadım bu çöllerde
Yol yakın mı acep nerde
Sen’i aradım her yerde
Aşkınla çöllere düştüm

Başımda akıl kalmadı
Sabrettim yine olmadı
Kalmadı dünyanın tadı
Aşkınla çöllere düştüm

Sen’i andım hece hece
Ağlıyorum gündüz gece
Biliyorsun halim nice
Aşkınla çöllere düştüm

Resulüm özledim Sen’i
Sevindir Sen’i seveni
Ne olur sevindir beni
Aşkınla çöllere düştüm

Bu çöllerde kayıp oldum
Saçımı başımı yoldum
Kaybolmuşken Sen’i buldum
Aşkınla çöllere düştüm

Sen ki dertlere dermansın
Ol Peygamber-i Zişan’sın
Sen Muhammed Mustafa’sın
Aşkınla çöllere düştüm

Ruhum feda olsun Sana
Rabbim nasip etse bana
Bir daha gelsem yanına
Aşkınla çöllere düştüm

Kavuştursun bizi Rabbim
Sen’i görsem ey Habibim
Tanyeri’yim bîtabibim
Aşkınla çöllere düştüm

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Ömür Boyu Muhabbet

Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini;

  • beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina etmez,
  • kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli.

Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor. (24.Lema, 2.Nükte)

Burada anlatıldığı gibi eşlerin birbirine muhabbeti fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina edilmemelidir. Çünkü aile hayatı ferdlerin tahassüngahı, hayat-ı içtimaiyenin dağdağalarına karşı bir melce hükmündedir. İnsanın kuvvei maneviyesini topladığı, eşinden bu manada destek aldığı cemiyetli bir merkezdir. Ferdlerin bu ortak gayeye hizmet edebilmeleri, kuvvet alıp verebilmeleri için hayata, insaniyete, hadiselere nazarları yani bakış açıları birbirine yakın olmalıdır ki hayatı yorumlamada birbirine ters hükümlere varılmasın, eşler birbirini anlayabilsin, anladıktan sonra hedefine yürümesi için gerekli destek ve tavsiyeleri verebilsin.

Bu hakikate Risale-i Nur külliyatında “koca karıya küfüv olmalı, küfüvlüğün en mühim ciheti de diyaneten ve seciyeten denkliktir.” denmiştir. Yani hayatı anlayış, yorumlayış, hedef ittihaz ettiği maksadlar birbirine yakın olmalı ki, eşler birbirine kuvvet verecek şekilde, ortak düşünceleri, hisleri, işleri paylaşabilsinler. Eğer bu hususlarda paylaşım olmazsa ferdler tek başına kalacak ve kendi önem verdiği şeylerin önemsenmediği, fikir ve hisleri paylaşamadığı bir insanla yalnız maddesel bazı şeyleri paylaşmak akıl ve ruhunu tatmin etmeyecektir. Günümüzde evliliklerin pek çoğunda yaşanan ortak sorun budur.

Eşler arası alış-veriş, yani paylaşımlar son derece azalmış, birbirine katkı yapma, ruhsal gelişimine faydalı olma, manevi inkişafında yardımcı olma gibi evliliğin esasında olan hikmetler yaşam sahasından uzaklaşmıştır. Bu sebepleri de nazara aldığımızda eş seçiminde en mühim noktaların diyanet ve seciye hususları olduğunu, bunlara nisbeten suri güzelliğin hayata fazla bir katkısı olmadığını anlıyoruz. Hatta sırf suri görüntüye bina edilen bir seçimin insanı ne kadar içinden çıkılması zor durumlara koyduğunu günümüzde maalesef ülkemizde görülen %18lere varan boşanma oranı haykırıyor.

Hususen muhabbet, yaşlanmakla bozulan hanımların suret güzelliğine bina edildiğinde, o hanım da eşinin sevgisinin buna bağlı olduğunu bildiğinden “yaşlanmamaya çalışmak” gibi çok müşkül bir çabanın içine giriyor. Bütün gayret ve fikrini yaşlanma geciktirici kozmetikleri takibe sarfediyor. Oysa yaşlılıkla Cenab-ı Hak insana olgun bir nazar ihsan eder; yaşlı insan, gençlik vaktindeki geçici heveslerden arınmış, dünyanın hakikatini anlamış, pek çok tecrübe ile insanları, olayları doğru analiz edip yorumlayacak bir keyfiyet kazanır.

Yaşlanmak, kemalata ermek manasında bir süreçtir aslında. Ama cesed güzelliği nazara verilerek yapılan evliliklerde her iki taraf ve hususen hanımlar bu kemalat manasını tatmaktan mahrum kalırlar. İç güzelliği yaşlandıkça arttığından eşinin muhabbeti ziyadeleşecekken, dış güzelliğinin eksilmesinden gelen bir stres ile çoğu zaman yaşından küçük insanların görünüm, hal ve hareketlerine bürünerek kemalattan mahrum kalırlar. Bu ise ruh için ciddi bir sıkıntıdır.

Halbuki hanımın en esaslı özelliği olan şefkat ve yüksek ahlakına bina edilse muhabbet, harici sebeplerle sarsılmaz, tersine şefkatiyle, müdebbirliğiyle, hayat yükünü paylaştığı için eşinin muhabbetini daha ziyade celbeder.

Nabi

www.NurNet.Org