Etiket arşivi: asker

Her yerde mescit istiyoruz…

Aslında bu konuyu ben daha önce yazmıştım “AVM’lerde mescit istiyoruz” demiştim ama gördüm ki yanlış yazmışım…

Her yerde mescit istiyoruz…

Daha doğrusu bizim her yerde mescit istemememiz gerekir. Hatta bunu isterken bile üzülüyorum çünkü zaten her yerde mescit olmalı…

Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede resmi veya özel kurum ve şirketlerde okullarda hastanelerde vs… mescit olmaması garip değil mi?

Şahsen namaz kılanların bu konuda çok zorlandıkları zamanları biliyorum ve kendimde yaşıyorum…

Biz çok zaman yersizlikten bir mağazanın kıyafet deneme kabininde namaz kılmışızdır…

Allah’ın farz ibadetini yapabilmek için kıyı bucak yer aramışızdır…

Hani demokratik ve özgür bir ülke nidaları atanlar var ya, işte onlara bir misal vermek istiyorum…

On beş gün önce Amerika’daydım, hani bizim bazılarının modern ve çağdaşlıkta demokrasi de örnek aldıkları o ülke var ya işte oradaydım…

Daha doğrusu istedikleri kısımlarını alıp sahiplendikleri ülke olan Amerika ve Newyork şehrindeydim…

Malum Müslüman olamayan bir ülkede camiyi bırakın mescit olmasını beklemek bencillik olur. Bizde vakit namazlarımızı nerede kılacağımızın hesabını yaparken caddelerde dolaşırken bir baktım kaldırımlarda namaz kılanları gördüm…

Orada yaşayan arkadaşımıza “bizde kılalım” deyince…

Tabi abla kıl, burada kimse dönüp bile bakmıyor dedi…

Ve aynen bende dört gün boyunca vakit namazlarını tenha bir kenarda kaldırımda yani yolda kıldım ve gerçekten kimse de bakmadı. Hatta bir kişi görmeyip biraz seccademe basınca “Sory- sory” özür dilerken gözlerindeki samimiyeti görmek çok zor olmadı…

Vallahi biz kendi ülkemizde yolda namaz kılsak ne olur?

Herhalde bizi irticacı diye fişlerler hatta mahkum bile ederler…

Tabi şunu da belirtmek istiyorum; Bizim ülkemizde cami olduğu için keyfe keder de yolda namaz kılınmaması ve konuları abartmamak lazım. İmkansız yersiz bir durum olduğunda vakit namazı geçirmemek için yapılabilecek bir alternatif olarak algılamak gerekir…

Netice; insanlar birbirlerine saygılı olursa ve çocuklarımızı bu saygı ve anlayışla yetiştirirsek her düşünceden insan ile bir arada yaşayabiliriz…

Herkesin kendisi gibi olmasını bekleyen ve isteyenler sadece kendileri ile geçinebilecek kişilerdir…

Ve biz Müslüman bir ülkeyiz, tarihimiz her dine saygı ile övülmüş bize öyle öğretilmiştir. O halde bende bu ülkenin bir evladı olarak farz ibadetlerini yapan vatandaşlar için gerekenlerin yapılmasını istiyorum…

Bu benim en doğal hakkım değil mi?

Hepiniz hatırlarsınız, askeriye de namaz kılınmasının adeta yasaklandığı dönemleri ve namaz kılan askerlerin çektiği eziyetleri duyduk okuduk…

Ben mantıklı ve adaletli bir insan olarak şunu sormak istiyorum; Vatan için ölen şehit oluyor, ordu şehitlerine sahip çıkıyor veya askerimiz vatan için “Allah Allah” nidalarıyla sınır bekliyor ve bunların hepsi dini kavramların içine giriyor…

Peki, aynı şekilde aynı askere sağken veya görevini yaparken farz ibadetleri için neden bir yasaklama getirilir?

Biri bana bunu anlatsın!

Çok şükür şimdilerde bunlarda aşıldı ama normal hayatımızın içinde dışarıda her mekan da mescitlerin olmasının kime zararı olur?

Kimseye…

Faydası olur mu?

Çokkkkk…

Yıllar önce bir lisede spor salonunda namaz kılan kız çocuklarının haberi sanki “ayıp günah” bir şey yapıyorlarmış gibi lanse edilmeye çalışılmıştı…

Biz bunları da gördük ve hatta halen görmekteyiz…

Şimdi birileri çıkıp “sende kazaya bırak evinde kıl, gitme öyle yerlere veya mescit olan yerlere git” derse işte o zaman olmaz…

Neden vakit namazımızı kazaya bırakacakmışız?

Neden sosyal hayatımızı eğitim hakkımızı kısıtlayacakmışız?

Ve neden namaz kılmayanların her hakkı varken sadece iki m2 mescit namaz kılanlara çok görülüyor?

Şayet siz sadece belli bir gruba hitap eden yerler yaparsanız, diğer taraftan da diğer gruplar kendilerine göre yerler yaparlar ve işte o zamanda o ötekileştirme ve gruplaşma başlar…

Önemli olan her görüşteki insanın ortak mekanlar da bulunması ve birbirlerine kaynaşmalarıdır…

Kılan kılar, kılmayan kılmaz…

Ama kılmak isteyene de yer ayrılmalı yer gösterilmeli…

İslam dinin ibadeti ve farz ibadet olana “NAMAZ” görsel bir eylem olduğu için bazı bencil ve ön yargılı kesimler hemen “reklam yapmayın” deyiveriyorlar…

Bayanlar Baylar…

“Farz ibadetlerin riyası yoktur” yani birileri çıkıp da “namazını gizli kıl” demesin çünkü farz ibadetler imrendirici ve örnek olunması açısından açıkta yapılabilir.

Nafile ibadetler gizli yapılır, kimse işi başka boyutlara taşımasın…

İslam’ın 5 farzı yani Namaz, Oruç, Hac, Zekat, Kelime-i Şahadet bunlar aleni açık yapılan hatta yapılması gereken ibadetlerdir…

Evet, netice itibari ile madem demokrasi var o halde her yerde mescitlerin olmaması insan haklarına aykırı bir durumdur…

Çünkü bizler bu ibadetimizi yapmak için çoğu zaman mekan sahibinin vicdanına kalabiliyoruz…

Hele ki gençlerin bulunduğu okul, üniversite, kafeterya vs… gibi yerlerde mutlaka olmalı…

Ne demişler

Ağaç yaşken eğilir…

Sevda TÜRKÜSEV / Rotahaber

Askerin Siyasete Müdahalesi, Müthiş Zarar Vermiştir

Asâkire Hitap
(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)

Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulülemre itaat farzdır. Ulülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mu′cize-i garrâsını izhar ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intâc eder.

Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ulülemirlerinizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sâir sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâbda ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Hutbe-i Şamiye, s. 114

Bediüzzaman Said Nursi

Deux Soldats

Il était une fois que le commandant d’un détachement militaire avait chargé ses deux soldats pour aller à une garnison lointaine. Ces deux soldats, après avoir fourni les choses nécessaires pour leur campagne, les ont remplacées dans leurs sacs à dos et en ceignant leurs équipements se sont mis en route. On était à peine au point de départ de la route que celle-ci s’est séparée tout d’un coup en deux sentiers. L’un d’eux allait à droite, l’autre à gauche. Juste au moment où les soldats se discutaient le quel sentier devraient-ils prendre, un vieillard dont  tous les comportements signalait sa droiture apparut  soudain en face d’eux. Le vieillard en les instruisant sur les deux sentiers leur dit comme suit :

“ Si vous suivez le sentier droit, vous serez obligés de porter les poids au-dessus de vos épaules tout le long du chemin. Mais quand même, vous arriverez à bon port à votre objectif  sans rencontrer un péril grave pendant le passage. De plus, vous prendrez une récompense à la fin de la route. Si vous vous orientez au côté gauche, vous pouvez laisser par terre vos poids, cependant, puisque vous manquez vos armes et vos autres munitions, vous pourriez subir plusieurs dangers en route. Les deux chemins sont des mêmes longueurs. Le choix est à vous. “

Sur ces paroles, celui intelligeant et aimant l’ordre et la règle des soldats a choisi suivre le chemin droit ; et  celui ne supportant même pas la plus petite peine et préférant une vie désobéissante le chemin gauche.

Quand ils se sont rencontrés au point de l’arrivée, même s’ils ont compris en personne tous les deux le quel chemin était heureux, c’était déjà trop tard. Celui qui suit le chemin droit bien qu’il avait porté ses poids un peu gênant au-dessus de ses épaules, était arrivé à son objectif sain et sauf sans nulle peur. En plus, le commandant l’avait récompensé. Quant à celui qui suivit le chemin gauche, comme il s’est désolé en subissant plusieurs périls, a été puni et réprimandé par son commandant.

Comme ces soldats mentionnés dans ce petit récit, nous aussi, pour ainsi dire, nous sommes chargés par Notre Seigneur de parvenir à  l’au-delà  dans le monde des âmes. La vie mondiale est une étape où notre voyage se déroulera. Les poids que nous portons sont des obligations que notre religion a mises au-dessus de nos épaules. Tandis que les passagers du chemin droit qui obéissent les ordres divins  et supportent les charges d’Allah [Exalté soit-il] arrivent à l’au-delà dans la sérénité, de plus ils seront récompensés par un bonheur comme Le Paradis. Quant aux poursuivants du chemin gauche qui n’acceptent pas les charges religieuses, malgré qu’ils aient subi tant de gênes dans le monde, seront affrontés à une peine entraînant dans l’enfer.

Comme l’équipement d’un soldat ne constitue pas une lourdeur pour lui et qu’il ne se retient pas de le porter, n’est-il pas nécessaire aux hommes, étant les serviteurs d’Allah, de préciser notre chemin en pensant que le poids  des responsabilités de la servitude envers Allah  ne devait pas  constituer une lourdeur et d’agir selon Ses règles divines.

Source : Collection de Risale-i Nur, 3. Parole.

yazının tercümesi:

İKİ ASKER

Evvel zaman içinde, askerî bir birliğin komutanı, iki askerini, uzak bir garnizona gitmek üzere görevlendirmiş. Bu iki asker yol için gerekli şeyleri tedarik edip sırtlarındaki çantalara koymuşlar, teçhizatlarını kuşanıp yola koyulmuşlar. Neredeyse yolun başı sayılacak bir yerde birden yol ikiye ayrılmış. Yolların biri sağ tarafa, diğeri sol tarafa gitmekteymiş. Askerler tam hangi yoldan gideceklerini tartışırlarken, her halinden dürüst olduğu anlaşılan bir ihtiyar karşılarına çıkıvermiş. İhtiyar onlara bu iki yol hakkında bilgi vererek şöyle demiş:

“ Eğer sağ yoldan giderseniz, üzerinizdeki ağırlıkları yol boyunca taşımak zorunda kalacaksınız. Ancak yolda ciddî bir tehlikeyle karşılaşmadan sağ-salim varacağınız yere ulaşırsınız. Ayrıca yolun sonunda bir de mükâfat alırsınız. Sol tarafa yönelirseniz, üzerinizdekileri bırakabilirsiniz. Ne var ki, yoldaki tehlikelere karşı silahınız ve diğer malzemeleriniz olmayacağı için birçok tehlikeye maruz kalabilirsiniz. İki yolun uzunluğu da aynıdır. Seçim sizindir. “

Bu sözler üzerine, askerlerden aklı başında olup, nizam ve intizamı seveni sağ yoldan gitmeyi; en ufak zorluğa tahammül etmeyi göze almayıp, serkeşçe bir hayatı tercih edeni ise soldan gitmeyi seçmişler. Yolun sonunda karşılaştıklarında hangi yolun hayırlı olduğunu ikisi de bizzat görse de çoktan iş işten geçmiş. Sağ yoldan giden, her ne kadar biraz ağırlık taşısa da varacağı yere sağ-salim korkusuzca varmış. Üstelik bir de komutan tarafından mükâfatlandırılmış. Sol yoldan giden ise, birçok tehlikeye maruz kalarak perişan olduğu gibi komutanından azar işitip cezalandırılmış.

Bu hikâyecikteki askerler gibi bizler de adeta, ruhlar âleminde, Rabbimiz tarafından ahirete ulaşmak için görevlendirilmişiz. Dünya hayatı, yolculuğumuzun geçeceği yerdir. Üzerimizdeki ağırlıklar ise, dinimizin bize yüklediği mükellefiyetler. Cenâb-ı Hakkın emirlerini dinleyip ibadet mükellefiyetlerine katlanan sağ yolun yolcuları, ahirete selamet içinde varırken, üstelik bir de cennet gibi bir nimetle mükâfatlandırılmaktadır. Dînî mükellefiyetleri kabul etmeyen sol yolun yolcuları ise, dünyada bin türlü sıkıntı çektikleri halde bir de cehenneme girmek gibi bir cezaya çarptırılmaktadırlar.

Bir askerin teçhizatı nasıl kendisine ağır gelmez, onu taşınmayı yüksünmezse, Allah’a] kul olmuş insanlara da bu kulluğun sorumluluklarının ağır gelmemesi gerektiğini düşünüp, yolumuzu ona göre belirlememiz gerekmez mi?

Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, 3. Söz.

www.NurNet.org

Dostluk Öyküleri (Bir Hiç Uğruna)

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Almanlara karşı mücadele eden bir Fransız birliğinde çarpışan iki arkadaştan biri ağır yaralanmıştı. Geri çekilen Fransız birliği, yaralı askeri çatışma alanında bırakmıştı. Yaralı askerin arkadaşı, çatışma alanına dönüp arkadaşını getirmek istiyordu.

Arkadaşın herhalde ölmüştür” dedi komutan. “Onun cesedini getireyim derken kendi hayatını tehlikeye atmanın gereği yok.”

Fakat, askerin bitmek bilmeyen ricaları karşısında, komutan yumuşadı. Bir müddet sonra çatışma alanından geri dönen askerin sırtında, yaralı bir beden değil, bir ceset vardı.

“Görüyorsun” dedi komutan, “bir hiç uğruna hayatını tehlikeye attın.”

“Hayır” diye cevap verdi asker. “Onun benden istediği şeyi yaptım ve ödülümü aldım. Onu kaldırıp kollarımın arasına aldığımda, henüz ölmemişti. ‘Biliyordum Tom’ dedi, ‘geleceğini biliyordum. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum.

Nene Hatun Kimdir?

Erzurum‘daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.

Nene Hatun 1857 yılında Erzurum’da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı.

Sabah ezanından hemen sonra “Moskof (rus) askeri Aziziye Tabyası’nı ele geçirdi” şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya’ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, “Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum.” diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası’na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda öldüler. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300’e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Osmanlı tarafı ise 1000 kadar şehit vermiştir.

Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:

“Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden ‘Moskof Aziziye’ye girdi’ diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, ‘Seni öldüreni öldüreceğim’ diye and içtim. Yavrumu Allah’a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye’ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.”

Tabya’nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun’un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.

Nene Hatun’un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum’dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum’un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın zaferinde Nene Hâtun’un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.

Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO’da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: “Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım” cevabını vermişti.

1955 yılında yılın annesi seçilmiştir.

98 sene yaşadığı Erzurum’da 22 Mayıs 1955’de zatürre hastalığından dolayı 98 yaşında vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası’na defnedilmiştir. Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden birkaç ay önce yılın annesi seçilmiştir.

Vikipedi