Etiket arşivi: Ayet

Vakıflar Haftası 11-17 Mayıs 2017

11-17 Mayıs tarihleri arasına denk gelen Vakıflar Haftasını NurNet ekibi olarak kutluyoruz.

Bizlerde Prof. Dr. Mehmet Emin Ay‘ın ayetler ve hadisler ışığında vakfın mahiyetini anlatmış olduğu sunumu, metin halinde sizlerle paylaşmak istedik.

Tarihten Günümüze Vakıfların Eğitime Katkıları

Vakıf Nedir?

İnsanlara faydalı olabilecek herhangi bir mülkü veya bu mülkün gelirini Allah’ın mülkü hükmünde kabul ederek, temlik ve temellükten daimi olarak alıkoymaktır.

Tanımdan çıkan sonuçlar:

1. Vakıf malın mülkiyeti Allah’a aittir.

2. Vakıf malın menfaati insanlara aittir.

3. Vakıf süresizdir.

İslam Dünyasında Vakıfların Ortaya Çıkmasında Etkili Olan Faktörler:

1. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri

2. Hz. Muhammed’in (a.s.m) konuyla ilgili hadisleri

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri:

Onlar gayb’e inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerine sarf ederler.”  (Bakara,3)

Onların mallarında yoksul ve muhtaçlar için bir hak vardır.” (Zariyat, 19)

Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe/sadaka vermedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)

Hz. Muhammed’in (a.s.m) Konuyla İlgili Hadisleri:

İnsan öldüğü zaman amel defteri kapatılır. Ancak ona üç şeyden dolayı devamlı olarak sevap yazılır: İnsanlara ve insanlığa faydası dokunan iyilikler (sadaka-i cariye); insanların faydalandığı ilim ve kendisine dua eden hayırlı bir evlat.

Bir hurmanın yarısı ile; onu da bulamazsanız güzel sözle ateşten korununuz.

Cömert kişiler Allah’a yakındır.

Yoldan insanlara eziyet veren şeyleri kaldırmak da bir sadakadır.

Bu tavsiyelerin insanlar üzerindeki etkileri:

İnsanın en hayırlısı, diğer insanlara yararlı olan;

Malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan/vakfedilen;

Vakfın en hayırlısı da, halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır.

Hz. OSMAN: Bir su kuyusu vakfetti

Hz. ÖMER ve Hz. EBÛ TALHA: Birer hurma bahçesi vakfettiler.

Mengücik hükümdarı Behram-Şah, ağır kış şartlarında aç kalıp ölmesinler diye, vahşi hayvanların yemeleri için dağlara yiyecek attırmıştır.

Erbil Atabeyi Muzafferüddin Gökböri, kimsesiz çocuklar için bakımevleri, bakıma muhtaç yaşlı hastalar için darülacezeler yaptırmıştır.

Dindarlığıyla bilinen ve çokça sadaka dağıtan Tuğrul Bey:  “Kendime bir saray yaptırıp yanına bir mescit inşa etmezsem Allah’tan utanırım.”  derdi.

Yoksullara maaş bağlatan ve cömertliğiyle tanınan Alp Arslan’ın duası şöyleydi:  “Allahım! Bana o kadar mal ver ki, ülkemde yoksul kimse bırakmayayım.

Bu anlayış ve geleneğin takipçileri olan Osmanlılar Döneminde atalarımız, hasta ve sakat leylekler için “Gurebahâne-yi Laklakan” adı ile hayvan hastahaneleri kurmuşlardır.

Vakıfların Eğitim Tarihimizdeki yeri ve önemi üzerine Kanuni Devrine ait bilgiler:

KANUNİ DEVRİNDEKİ NÜFUS VE VERGİ SAYIMINA GÖRE:

1527/1528 malî yılı bütçesinde gelirler:

537.928.000 akçedir. Bunun:

%12’si VAKIF gelirlerine aittir.

AYNI DEVİRDE:
Hüdavendigar Livası’na dahil 17 sancaklık Anadolu Eyaletine ait 77.187.788 akçelik genel gelir içinde, VAKIF ve VAKIF MÜLKLERİ hissesi %17.6 gibi yüksek bir oran gösteriyordu.

Anadolu Eyaletinin bu vakıf gelirleri ile:
45     İmaret
342     Cami
1055     Mescit
623     Zaviye ve Hankâh
112     Medrese
154     Muallimhane/İlkokul
1     Kalenderhane
4     Darulhuffaz
55     han ve Kervansaray

Olmak üzere toplam 2371 kuruluş işletiliyor ve işletme giderleri karşılanıyordu.

Yardımcı eğitim hizmetleri kapsamında:

Kütüphaneler açıldı ve ödünç kitap uygulaması başlatıldı.

Vakfedilen paralarla kâğıt-kalem-mürekkep    sağlandı ve kitaplar çoğaltıldı.

Cami, medrese, tekke ve kütüphanelere dini kitaplar yanında tıp, felsefe, astronomi, matematik gibi diğer alanlarda da kitaplar vakfedildi.

Okul çağındaki çocuklara kitap alındı.

Faydalı kitaplar yazdırılarak ücretsiz dağıtıldı.

d’OHSSON şöyle diyor:Kur’an, Türkleri dünyanın bütün milletlerinin en hayırseveri ve en insanseveri hâline getirdi.

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay

www.NurNet.Org

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-3

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

 

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Felsefî Yöntem ve Felsefî Düşünce içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Felsefî Metod’un kendi düzleminde, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak yürüdüğü yolda karşısına çıkan, karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sistemi’nden doğmamış ki, o sistem içerisinden cevap vermek zorunda olalım.

 

Yani kes – yapıştır yöntemiyle Nübüvvet Sistemi’nden alınan bir uygulamanın; din dışı, yani seküler, lâik bir sistem içine alınıp, çözüm diye entegre edilmesi; kendi sistemi içinde faydalı olan o uygulamanın işlevini kaybedip; o seküler sistem içerisinde faydasız, hatta zararlı olmasına bile yolaçabilir.

 

Yani Felsefe ve Bilim’in eksik veya yanlış, sığ veya dar yöntem ve tanım ve ta’rifleriyle şekillendirdiği yolda karşılaştığı problemler ve girdiği çıkmaz sokaklar; cevaplamakta aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlamasında aciz kaldığı soru(n)lar; gene kendi düşünme sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve sisteminden kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz.

 

Ya ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; daha doğrusu ve en iyisi; paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Çünkü problem sistemden doğuyor, sistem kaynaklı; yapı kendi problemini üretiyor.

 

Örneğin: Daha önceki haftalarda “yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemlidir ve doğru soruyu bilmek, doğru cevabı bilmekten çok daha önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır” demiştik. Konuya uyarlarsak; Felsefe’nin vahiy mi – akıl mı öncelikli ve asıl?” sorusu yanlış, dolayısıyle bu soruyu doğru kabul ederek verilen tüm cevaplar da yanlış ve en azından eksik ve kusurlu oluyor.

 

Bu soru ve soru(n)un ortaya konuş ve ifade tarzı yanlış derken, yani asıl problem: Sorudaki “akıl” ve “vahy”in yanlış tanım ve ta’rif edilmesi. Dolayısıyle bu yanlış soru’nun zihnimizi manüple ederek gösterdiği yanlış bir ilüzyon ve yanılsama var! Yani soru, cevabı yanlış yerde aramamıza neden oluyor. Yani soru’nun kendisi sorun!

 

Bu sorudaki temel hatalardan birincisi: “Akıl” ve “vahiy”in anlam ve tanım, ta’rif ve konumlandırmasının yanlış olması. Bu yanlıştan doğan diğer yanlışta: Soruyu doğru kabul edenin zihninde; “akıl ve vahiy arasında bir öncelik – sonralık sıralaması var ve olmalı” yanılsaması doğurması ve bu yanılsamanın doğru olduğu önkabulü üzerinden cevaplar üretilmeye çalışılması.

 

Bu yanlış sorunun gerçekte olmayan bir problemi var(mış) gibi göstererek; zihnimizi teshir ve aldatma ve yönlendirmesinden kendimizi kurtararak; kendi müslüman bakış açımız, yani kitabımız Kur’ân–ı Kerîm’in bize öğrettiği kavram ve terminoloji (yani kitabımızın Kavram ve Anlam Haritaları’yla) konuya bakarsak; “akıl – vahiy” arasındaki ilişki ve etkileşiminin “göz – ışık” münasebetine benzediğini görürüz. Yani gözsüz ışığın ve ışıksız gözün bir anlam ve fonksiyonu olamayacağından; “akıl” ile “vahiy” için, aralarında bir öncelik – sonralık ve önem ilişkisi kurulamayacağı belirginleşmeye başlar.

 

Burada “akl”ın göze ve “vahy”in de ışığa benzetilmesinden; “akıl” olmadan “vahiy”in bilinemeyeceği ve anlaşılamayağı; “vahiy” olmadan da, “akıl”ın karanlıkta el yordamıyla, Güneş yerine kendi el feneriyle mes’âfe alamayacağı sonucu çıkar. Zaten vahyin akıl sahiplerine hitab/p ettiği; yani aklı olmayanın dinen de sorumlu olmadığı bilinen bir gerçek. Sonuç olarak: “Akıl”ın da Rabbimiz’in bir “tecelli” ve “mahlûk” ve “âyeti” olduğu unutulmayarak; “akıl” ve “vahiy” birbirlerine karşıt konumlanmış, birbirlerine antitez ve birbirinden ayrı ve bağımsız 2 ayrı seçenek değildir.

 

Başka bir konu: Şeytan imtihana tabi tutularak, o ma’lûm testten geçmeseydi; şu ânda o âlemde melekler gibi ibadet etmeye ve ihtiram görmeye devam edecekti. O test, kendisinde tohum hâlinde saklı bulunan kötü huy ve zaaf ve davranışları meydana çıkardı…

 

Müşterisi olup, satın almaya talip olduğumuz bir otomobilin her yerini kontrol edip, zorlu testlerden geçirerek; gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışmamız, böylece almaya değip değmeyeceğini anlamamız gibi; insanları imtihan ve testten maksatta; sınavı kaybedip, sınıfta bırakmak değildir. Tıpkı okul ve sınavdan maksadın, öğrenciyi sınıfta bırakmak olmaması gibi. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Okul, öğretme ve sınav ve yarışmanın amaçlarından birisi: Öğrenciye birşeyler öğretmek, dersi çalışma ve öğrenmeye zorlamak; böylece seviyesini yükseltme ve ölçmedir; sınıfta bırakma ve eleme değil…

 

Başka bir konu: “İnsan büyük bir âlem ve âlem büyük bir insandır” ve Kur’ân–ı Kerim “kûl” emriyle yazılmış 2 boyutlu (en – boy) âyetlerin bulunduğu “Kitap Kâinatı” ve kâinatta 3 boyutlu harflerle “kün” emriyle (ve her kisi de nokta / zerrelerin biraraya gelmesiyle) yazılmış âyetlerin bulunduğu “Kâinat Kitabı”. Buradan bakarsak: “Dünya” ve içindeki “insan”; bu âlemin hem Fatiha ve Besmelesi, hem de kalbi ve gözbebeği; başka açıdan hem meyvesi ve hem de çekirdek ve tohumu…

 

Belki de bu Kâinat Kitabı’nın “helezonik, sarmal DNA molekülü” ile aynı şekle benzer “Samanyolu Galaksimiz”, mikro ve makroyu bağlayan arka ve ön dış kapaklarıdır. Belki gökte dönen “gezegen – yıldızlar” ile vücudumuzda dönen “atomlar” başka bir dış kapaktır veya “Asıl Arş” ile “Kâlp Arşı” da, mikro ile makroyu bağlayan başka bir kapaktır…

 

Kur’ân’daki Fatiha, Bakara, Neml Sûre ve Âyetleri gibi; kâinatta da Dünya Suresi, İnsan Suresi, Ağaç Suresi, Su Suresi, Karınca Suresi ve Ahmet, Mehmet, Erol Sûreleri gibi; şahıslar adedince ayrı ayrı İnsan Sure ve Âyetleri var…

 

İleride kitap gibi 2 boyutlu değil, çok boyutlu, yıldız haritalarına benzer; yani âyetlerin birbirleriyle 5 – 10 koldan iplikçiklerle bağlanıp, linklenerek, köprülendiği; yani sırayla her bir âyetin merkeze alınıp, diğer âyetlerle münasebetinin tespit edilip, böylece yeniden yeniye oluşan Kur’ân Anlam Harita ve Görüntüleri’nin çıktığı; böylece yepyeni anlam perspektifleri doğacak “kürevî” ve “dinamik” bir Kur’ân Tefsiri; “Kur’ân Harita / Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” (bir anlamda; bizimle direkt konuşan, sorularımıza cevap veren; bir nevi canlı ve şuurlu, konuşan bir Kur’ân Tefsiri) gösterilebilir.

 

Sonra bu “Dinamik Kur’ân Haritası”nı ve bu haritanın gösterdiği “Kâinat Coğrafyası”nı, içiçe birbirlerini gösteren ve yansıtan bir ayna gibi karşılıklı tutarak; böylelikle üzerlerindeki harf, âyet ve surelerin birebir karşılık ve bağlantılarını görüp, iplikçik ve köprülerle çift yönlü bağlantılarının kurulduğu ikinci bir (gene yıldız haritalarına benzer ve gene çok boyutlu ve hareketli, dinamik) “Kur’ân – Kâinat Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” elde edilip, keşfedilebilir…

 

Kur’ân–ı Kerîm Kitabı’nı okumaya eûzu–besmeleyle  başlamamız gibi, bu Kâinat Kitabı’na muhatab/p olduğumuzda da; bu Kitabı da okur ve faydalanırken eûzu–besmeleyi dilimizle ve davranışımızla söylemek bundan dolayı gerekmektedir. Yani buradaki “Kur’ân – Kâinat Bağlantı ve Yansıması”nda; ilk vahyolunan âyetlere de (“Yaratan Rabbi’nin ismiyle, O’nun adına / adıyla oku insanın yaratılışını ve diğer kâinat âyetlerini…”) ve ni’metin başında söylediğimiz “besmele”ye de ve “ihlâs”a da işaret ve atıf vardır…

 

Kâinat Kitabı, “Büyük / Tekvinî / Kevnî Kur’ân” olduğu için; Kelâmî Kur’ân Âyetleri’ne (hatta harflerine) benzer getirmekten aciz oluşumuz gibi; Kâinat Ayetleri’nin en küçüğüne bile aynı, hatta benzer (nazire) getiremiyoruz. Mes’elâ kuşların, ancak “uçak” gibi kaba ve karikatürize bir modelini yapabiliyoruz.

 

2 boyutlu yazılmış “Kelâmî Kur’ân” ile 3’ten çok boyutlu yaratılmış “Kevnî Kâinat” Kitap ve Âyetleri’nin birbirine yansıma ve bağlantılarını araştırırken; birbirlerine “işaret, remiz, imâ” gibi atıflarına da dikkat edilmeli. Belki burada “Huruf-u Mukattaâ”nın şifre ve kod çözücü anahtar işlevi vardır. Kâinat Düzleminde, “Huruf-u Mukattaâ”nın simetrik veya asimetrik olarak karşılık ve izdüşümü nedir; yansıma ve iletişim / alışveriş kanalı hangi süreç veya nesnelerdir?…

 

İşaret” demişken; cevizin kabuğu ve içindeki cevizin, beyin kafatası ve beyne benzemesi örneğinde; o cevizin tasarım ve dizaynının böyle olmasının, cevizin öncelikle beyne yaradığına işaret olarak koyulduğunu ve her bitki (ve diğer yaratılmışlar A.K.) için Rabbimiz’in böyle işaret ve şifreler koyduğunu merhum Tahsin TOLA abinin (R.Â.) sözlerinde okumuştum…

 

İslâmî B/İlim’in Yöntemi olarak teklif ettiğimiz; “kûl” emriyle vahyolup, söylenen Kur’an-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yaratılan Kâinat Kitabı konusunda; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nin değil eli, hatta göz ve hayâlinin bile ulaşamayacağı daha çok deney ve gözlem ve ölçümler; açılım ve keşifler yapılabilir. Şimdiki teknolojiden çok daha ileride teknolojik başarılar elde edilebilir.

 

Ancak benim bugünlerde dikkatimi çeken: “Allah’ın sözü, Allah’ın kitabı, âyetleri” diye abdest almadan dokunmadığımız ve devamlı yüksekte tutup, yukarılara astığımız (öyle yüksekteki artık elimizle ulaşıp, okuyamıyoruz!) kitabımız Kur’ân–ı Kerim’e bu kadar saygı ve hürmet gösterirken; “bu da Allah’ın yarattığı, bu da Allah’ın kitabı, âyeti” diye insan’a ve diğer yaratılmışlara saygı göstermememiz; bilâkis zarar vermemiz açıkça bir çelişki! Sanki bu mahlûkat Rabbimiz’in âyeti, Rabbimiz’in yarattığı / eseri değilmişte; tesadüfen, doğal olaylar neticesi olmuş gibi davranıyoruz herşeye! Misâlen: Elimizi gıdıklayan küçücük bir karasinekten bile (sanki bize zarar veriyor ve acıtıyormuş gibi) rahatsız olup; “Sahibi ne der!? Bu Sinek Âyet ve Kitabı’nı öldürüp, yere atarsam; bu direkt, yazar ve ustası, nakkaş ve sahibi olan Allahû Teâlâ’ya saygısızlık ve hakaret olarak gitmez mi!?” diye aklımıza bile gelmeden; nefes alma kolaylığında, nabzımızda en ufak bir değişme bile olmadan o sineği öldürüp; sanki sahipsiz ve kıymetsizmiş gibi ayağımızla çiğniyoruz! Eğer bilsek veya hissedip, farketsek ki; o sinek sadece “sinek” değil! Keşke o sinekle ölen sadece “sinek” olsa!

 

Merkezde ufak bir açı değişikliğinin, muhitte büyük bir açı ve yön değişikliğine sebep olması gibi; o sineği öldürmemiz ve ölümünün, “Mikro ve Makro Sonsuz”a doğru (limit sonsuza giderken) ne gibi bir değişiklik ve kırılma meydana getirdiğini bilemiyoruz!

 

Burada “İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları” isimli Yazımızı bitiriyoruz. Dikey ve yatay düzlemde birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı bir sürü konudan bahsettik. Kâinat Resminden bazı pazıl parçalarını bu yazıya yerleştirdik ama resim tamamlanmadı; zaten bu dünyada tamamlanması da mümkün değil; çünkü Rabbimiz’in ilmi sonsuz (üstelik belki yarattığı mahlûkatta sonsuz sayıda / sayısız olabilir).

 

Tabloda yerleştirdiğimiz pazıllardan; hangi pazılların eksik ve nereye geleceklerini bulmak nisbeten kolay. Bu mes’ele İslâmî B/ilim Çalışmaları’nın ana konularından birini oluşturuyor. Bu konuda elimizde hazır bir yol haritası ve anahtar yok. Geçmişte oluşturulmuş hazır bir yöntem; buradan, üzerine basarak takip edebileceğimiz ayak izleri de yok. Diyagramlarla birbirine bağlanmış Kavram Haritaları’mız ve hazır cevaplarımız da yok ama sorularımız var! Bu sebepten neyi nerede arayacağımızı ve nereyi kazacağımızı az – çok biliyor, en azından tahmin edebiliyoruz. Bu sebepten birlikte yol alıp, deneme – yanılmalarla birlikte öğreneceğiz inşâallah.

 

Bu yazımızda “fihrist” gibi kuşbakışı bazı konulara değindik, bu geniş konulu arazinin bazı yerlerine işaret taşları bırakmakla yetindik. Hiçbirisine detaylı ve derinlemesine inemedik; hatta arazinin derinlik ve sınırlarını bile belirleyemedik ki, sıra bina dikmeye gelsin. Üstelik bu arazi 1’den fazla yapıya izin verecek genişlikte. Yani “fizik, kimya” gibi çeşitli ihtisaslara göre ve belki yeni üretilecek ihtisas dallarına göre inşa edilmesi gereken bina sayısı çok fazla. Elhasıl “İslâmî B/ilim Projesi”; takım ve heyet işi, üstelik disiplinlerarası çalışmayı gerektiriyor.

 

Başlangıç olarak belki; Eski Yunan ve Roma Felsefe ve bilgilerinin esas tutulup, Kur’ân tefsir ve açıklamalarının bile o fen – felsefeye göre yapıldığı ortalama hicrî 300’den sonra başlayan Asr-ı Saâdet’ten kopma ve kırılmaların tamiriyle başlayabiliriz mes’elâ.

Ayhan Küflüoğlu

 

Kur’an’dan Bir kelime ”Duhân”

Duhân, Arapça bir kelimedir ve ‘duman’ mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime sadece iki ayette geçer. Çok ilginçtir ki, birisi kâinatın, yerin ve göğün yaratılması anlatılırken, diğeri ise kıyamet tasvir edilirken kullanılmıştır. Fussilet Suresi, 10-12. âyetlerde kâinatın yaratılışı şöyle aktarılır: ‘O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar yarattı. Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek ve istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik. Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.’
İsmini, içinde geçen 10. ayetteki bir kelimeden alan Duhân Suresi’nde kıyamet sahneleri şöyle canlandırılır: ‘Öyleyse gözle. Göğün açıkça bir duman çıkaracağı gün, bu duman bütün insanları bürüyecektir. Şüphesiz ki bu, elem verici bir azaptır.’ Âyette geçen ‘Duhân’ kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir.1
Duhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde ‘haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân’2 şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır: ‘…Semânın sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi’ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar…’3
Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır. Kur’an’ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur’an’ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?
Kâinatın yaratılışı ve Duhân günümüz bilimi, bütün kâinatın büyük bir patlamayla meydana geldiğini kabul etmektedir. Big Bang Teorisi olarak anılan bu görüşe göre, bundan 12-16 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlamanın ardından çok yoğun miktarda toz bulutları açığa çıkmıştır. Milyarlarca seneyle ifade edilebilecek zaman dilimleri içinde bu gaz ve toz bulutları belli yerlerde yoğunlaşmaya, büzüşmeye ve yoğunlaşmanın çok güçlü olduğu yerlerde kendi etraflarında dönmeye başlamışlardır. Bu yoğunlaşmalar ve dönüşler sonucu uzayın derinliklerinde milyarlarca galaksi ve yıldız sistemleri meydana gelmiştir. Bu büyük hadise ve ilk yaratılış Enbiyâ Suresin’in 30. ayetinde şöyle özetlenir: ‘O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’ Yani her şey, hattâ henüz yaratılmamış olan ‘gökler ve yer’ bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Gerek Big Bang teorisi, gerekse yukarıdaki açıklamalar, ilk başta verdiğimiz ve duhân kelimesini ilk yaratılış esnasında göklerin bir ‘duman’ halinde olduğunu ifade eden ayetlerle büyük bir paralellik arzetmektedir.
Duhân’dan nebulaya gerek kâinatın ilk yaratılışı esnasındaki oluşumları göstermek için, gerekse kıyametin gelişini haber veren bir alâmet veya kıyâmetten sonraki aşamada meydana gelecek bir olay şeklinde sunulan ‘Duhân’, bizlere günümüz biliminin tespit ettiği bir kavramı çağrıştırmaktadır: Nebula.
Şimdi nebula hakkında biraz bilgi verelim:
Nebula, en kısa tanımıyla, uzayın derinliklerinde bulunan gaz ve atomik toz bulutlarıdır. Bu toz bulutları bir yandan çok büyük boyutlardaki yıldızların ömürlerini tamamladıktan sonra patlamalarıyla oluşurlar, diğer yandan zaman içerisinde yeni doğacak yıldızlar için adeta beşiklik yaparlar. Dev boyutlarda bir yıldız büyük bir patlamayla yaşamının sonuna gelir ve Nebulalar ortaya çıkar; ancak ölen yıldız başka milyonlarca yıldızın doğumu için gereken maddeyi uzay boşluğuna yayar. Zamanla atomik reaksiyon içinde sıkışır, ısınır ve nükleer patlamalar ile yıldız topluluklarını oluştururlar. Galaksiler içindeki dev yıldızlar ve küçük yıldızlar yakıtları tükenerek içlerine çöker ve parçalanırlar ve süper novaları oluştururlar. Daha sonra süper novalar da fizyon olayı ile patlar ve süper nova olayı meydana gelir. Süper nova patlaması uzayda bir bayram şenliği gibidir. Çok muhteşem bir ışık seli halinde uzayı aydınlatır.
Kıyamet ve Nebula dünya üzerindeki sayısız kıyamet örnekleri, bizim için büyük kıyamete misâl teşkil eder. Aslında aynı durum, boyutlarını ifade etmekte güçlük çektiğimiz galaksimizde ve belki milyarlarca galakside ve yine milyarlarca yıl zarfında meydana gelen hadiseler, inşâ ve tahripler için de geçerlidir. Çünkü. Biz bilsek de bilmesek de, tespit edebilsek de edemesek de, kâinatın her köşesindeki büyük çaplı doğum ve ölümler sürekli olarak tekrarlanır durur. Belki her an bir galakside bir kıyamet kopar. Şu ayetlerdeki sahneler uçsuz bucaksız kâinatın bir yerlerinde uygulanır: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’4 ‘Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.’5
Bu muazzam kıyâmetler de, tıpı bedenimizde, tıpkı yeryüzünde olduğu gibi, büyük kıyametin; ardından gelecek yeni bir âlemin ve yeni bir dirilişin habercisidir. Ve ilim yeni kıyâmetleri keşfettikçe, bizim önümüze, ‘Haşre mani hiçbir şey yoktur’ hakikatine dair inanılmaz tablolar ortaya koyacaktır.
1- İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C. 13, s. 7180-7187
2- Şuâlar, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, C. 1, s. 934.
3- Sözler, C.1, s. 177.
4- Tekvir Suresi, 81:1-3. 5- İnfitar Suresi, 82:1-3
Veli Sırım / Zafer Dergisi

 

Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirmeliyiz?

Namaza yetişmek için koşan bir çocuğa Hz.Ömer “Sen daha çocuksun bu kadar telaş etmene gerek yok sen daha küçüksün namaz sana farz değil”demişti, ve çocuk demişti ki:

“Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı. Hem bu yaşta Namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir.”

Çocuklarımız yedi yaşına girdiği andan itibaren onlara öğretmemiz gereken temel konulardan biri de namaz. Efendimiz (s.a.v) ‘inde yedi yaşından on yaşına kadar olan sürede namaza alıştırmamız hususundaki önerilerini doğru okuyamadığımız için, çocuklarımız ön hazırlığı yapılmamış bir üç yılın ardından bir boşlukla karşılaşabiliyorlar. Oysa ailelerin üzerine bu konuda çokça sorumluluk düşüyor.

Bu konuda anne ve babalara düşen görevler nelerdir? Çocuklarımıza namazı nasıl sevdirmeliyiz? Sorusunun cevabını namaz hususunda ülkemizde çok önemli hizmetleri olan ve “ Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim”  isminde bir de kitabı olan Ahmet Bulut Hocamıza sorduk;

Efendimiz’ (s. a. v) in çocuklarımız için  7 yaşında tavsiye ettiği namazı, 10  yaşında kılmaya başlamalılar tavsiyesini anne babalar olarak nasıl okumalıyız?

7 yaşı başlama ve alıştırma, 10 yaşına kadar sevdirme ve uygulama ve 10 yaşından sonra kılmazsa ufak çaplı yaptırımlar mesela  kaş çatma, memnuniyetsizliği belli etme şeklinde okumak gerekir.

Öncelikle çocuk yedi yaşına gelince namaz için ön hazırlıklar tamamlanmalı. Taharet öğretilmeli. Daha sonra abdest öğretilmeli. Abdest almayı öğretirken aynı zamanda manevi yönüde öğretilmeli. Abdestten sonra namaz kılarken örtülmesi gereken yerler kızlara ve erkeklere anlatılmalı. Namazda giyecekleri kıyafetler hazırlanmalı. Çocuklara namaza yönelecekleri kıble anlatılmalı. Namazda okuyacakları tesbihler ve bazı sureler öğretilmeli. Çocuk madden ve manen namaz kılmaya başladıktan sonra namaza başlanmalı.

Bu dönemi iyi kullanmak gerekir. Sıkmadan her fırsatta namazı gündemde tutmalı. Hedef daha az hata yapmak olmalı.

On yaşına geldiğinde bir çocuk namazı kendi kılacak kıvama gelebilmeli. Önemli olan bu zamana kadarki süreci iyi değerlendirmek.

Çocuklara namazı nasıl anlatmak gerekir?

Namazı anlatmaya Allah (c.c )’ı ve Peygamber (s.a.v)i doğru anlatarak başlamalı anne ve babalar. Allah’ı korkutarak değil, severek anlatmalı. Nimetleri yaşlarına göre, kavrayacakları şekilde anlatmalıyız. Çocukları “ kalplerin meyvesi, gözlerin nuru” olarak tarif eden Efendimiz’i de çocuklarımıza doğru anlatmalıyız. Onun metoduyla çocuklara yaklaşmalı, namazı anlatmalıyız.

Anne ve baba olarak bu konuda atılacak ilk adım nedir?

Önce bilinçlenmeli anne ve babalar. Çocuklar dünyaya temiz bir fıtratla geliyorlar. Allah’ın emaneti olan çocukları kirleten biziz. Kendi ellerimizle ateşe hazırlıyoruz onları. Bazen ihmalimiz, bazen cahilliğimizi bazen de yanlış merhametimiz buna sebep oluyor.

Çocuklar namaz kılmayı İstemedikleri zamanlarda ne yapılmasını önerirsiniz?

Çocuklar etraflarında beğendiği, sevdiği ilgiyle takip ettiği şahısları taklit ederler. Çocukları böyle insanlarla sıkça bir araya getirmeli. Böylece namaz kılanın sadece kendi anne ve babası olmadığını görmüşler olurlar. Çocuklar için duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi çok önemlidir. Sürekli namaz kıl diyen anne ve baba olmaktansa, dostlarından bu konuda destek isteyebilir anne ve babalar. Bunun yanında bizzat yaşayarak örnek olmak çok önemli. Birlikte namaz kılmak, güzel bir çevrede yetiştirmek, takdir etmek, namazları düzenli kılmaya başladığında kutlama yapmak da atılacak önemli adımlardan.

Namaz eğitimi esnasında neleri yapmamalı aileler?

Aileler çocuğun zor zevkleri ile namazı karşı karşıya getirmemeliler.

Çocuğu münafıklığa itecek zorluklar çıkarmamalılar.

Çocuğun yaşı ve birikimine uygun olmayan bilgiyi ve eylemi çocuktan istememeliler.

Çocukların yaşına uygun konuşulmalı. Azarlama haklarının on yaşından sonra olduğunu unutulmasınlar.

Namaz konusunda bir dedektif gibi davranıyor hissi çocuğa verilmemeli

Namaza dair bilgiler tartışma şeklinde verilmemeli.

Bütün bilgileri aynı zamanda çocuğa boca etmek yerine, aralara serpiştirilmiş cümlelerle vermek gerekir.

Namaz kılma telkinleri sırasında, kılmayanların akıbetine dair ayet ve hadisleri örnek vermek yerine, kılanların neler kazanacağı anlatılmalı.

Bu konudaki Genel Tavsiyeler;

Sözü yumuşak söyleyin.

Hitap ederken yavrucuğum diye seslenin.

Sevgi dilini keşfedin ve ona göre yaklaşın

Kolaylaştırın

Müsamahalı ve hoşgörülü olun

Helal gıda ile besleyin

( Çocuk ve namaz hususunda daha çok bilgi elde etmek isteyenler Ahmet Bulut’un Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim ( Timaş Yayınları) kitabından,www.namazaalistir.com ve www.oncenamaz.com adresinden daha çok bilgi alabileceklerini hatırlatalım. )

Vahdet Gazetesi

Kur’anın Hükümlerine Uyma Mecburiyeti Var!

Kur’anın herhangi bir ayetini inkâr etmek Müslüman’ı dinsiz yapmak için yeterlidir. Hanımların din terbiyesinden mahrum, kendini beğenen bazıları: Adalet mi bu? İslam dini erkeğe dört kadınla evlenmeye müsaade etmiş, kadın buna nasıl dayansın. Biz kadınlar da erkekler gibi insan değil miyiz ki? Bu kelimenin altında şu yatıyor. Niye Allah erkekleri kadın yaratmamış ta bizi erkek? Bütün bu yanlış düşünce ve sorular anne ve babalarından âile terbiyesi alamayanlardan geliyor.

Biz de, hem onları, hem de, din bilgilerinden mahrum kalan diğer Müslümanları nazara alarak dört kadınla ne için evlenmeyi Allah müsaade etti meselesini öğrenmeleri için, birkaç noktaya işaret ederek, onların bilmedikleri yönleri izah etmeye çalışacağız.

1- İslamiyet bir kadından dörde çıkarmamıştır. Belki, İslamiyet geldiği zaman 40 kadınla evlenenler oluyordu. İslamiyet onlara yalınız dört kadınla nikâhlanabilirsiniz emredince, İslam dinini kabul edenler fazlasını boşamaya mecbur kalarak dörde razı oldular.

2-   İslam dini yalınız bir şehre, bir vilayete veya bir kıt’aya gelmemiştir. Bir asra da münhasır değildir. Belki Allah tarafından nazil olan Kur’ânı Kerim, öyle bir kanundur ki , hiç kimse onun bir noktasını silmek için el uzatamamıştır. Mademki öyledir, elbette hükmü her hangi bir zamana ve herhangi bir yerle sınırlanmayan böyle bir kanun, zayıf olan dindar bir fakiri de, şehevi duyguların baskısı altında yaşayan bir zengini de idare edebilecektir. Bu sebepten ötürü erkeklere ağır şartlarla, yani erkek: Dört bile kadına haklarını noksansız vererek, dört kadınla evlenmeyi  müsaade etmiştir.

3- İslam dini Müslüman’lara dört kadınla evlenmeyi müsaade etmiştir. Sebebine gelince, düşmanlarla savaşmaya kadınlar değil erkekler gider, savaşta şehit olan o erkeklerin  yetim kalan yavruları ile beraber dul kalan o gencecik hanımlarına sahip çıkmak amacıyla, dört hanımla evlenmeyi müsaade etmiştir.

4-İslam dini dört kadınla evlenmeyi emretmemiştir, belki erkeğin vaziyetine göre, ihtiyacına göre, alacağı kadının ihtiyaçlarını noksansız gidermek ve adaletle davranmak şartı ile ve onlardan doğacak yavruları giydirmek beslemek şöyle dursun, onlara hem din hem de dünya için lazım olan eğitimi ve geçimini temin etmek şartı ile birden dörde kadar kadınla evlenmeyi  müsaade etmiştir. Ayet-i Kerime’de:”Eğer adaletli davranacağınızdan endişeli iseniz o zaman size bir tane kâfidir” buyrulmuştur.( Nisa ayet 3)

5- İslam dini birden dörde kadar kadınla evlenmeyi, erkekleri haramdan muhafaza etmek için, müsaade etmiştir. Çünkü, her erkek şehevi duyguları tarafından farklı baskı hisseder. Bu baskıyı taşıyanların, hanımları hayız ve nifas hallerinde, yani kadınların adet görme müddeti 7 gün,  çocuk doğurmadan sonra kırk gün içinde kadınlara yaklaşma yasağı zamanında, hali müsait olanları haramdan kurtarmak için, ağır şartlarla, yani alacakları hanımlara eşit muamele etmek şartı ile, dörde kadar kadınla evlenmeyi müsaade etmiştir.

6- Evlenmekten ana maksat, neslin çoğalmasıdır. O esnada ki keyif ise, Halik tarafından nesli devam ettirmek için çiftlere verilen peşin bir ücrettir. Bu dünyada insanlar ücretsiz iş yapmadıklarını bilen Allah, onlara ücretlerini verip nesli çoğaltmak için evlenmeye sevk etmiştir. Kadınların evlat doğurma dönemi erken tükendiği için, erkeklere birden fazla hanımla evlenmelerine müsaade edilmiştir.

7- Dört kadınla evlenme tenkidi, Müslümanlardan değil, yolunu sapmış olanlar la imansızlardan geliyor.  Halbuki bunlar her gün gayrimeşru yollarla kendilerini tatmine çalışırlar. Hatta bunlar kendilerine hanımın derdini ve doğacak çocuk yükünü üzerlerini almamak için bir hanımla bile evlenmiyorlar. Belki boğazlarına kadar harama batık bir hayat sürüyorlar. İşte bu tenkit fikri, batılılardan bizi lekelemek için gelmiştir. “Aids” hastalığı, dinini yaşayan  Müslüman devletlerde değil, ecnebilerde çoğalıyor. “Aids” hastalığından korkan bizim zavallılar gayri meşru zevklerin peşine koşanlardan geliyor. O gayri Meşru hareket “Aids” hastalığa sebep oluyor. Bu sebeptendir ki  Dispanserlerin bazısında: Büyük büyük yazılarla aman kendi hanımınızı yeterli bulup dışarı çıkmayın, yazılarını çekinmeden bir tedbir olsun diye yazıyorlar.

8- Bugüne kadar hiçbir anayasa veya kanun, insanların tamamına faydalı olamamıştır. Çıkan kanunlara bakılır, çoğunluğa faydalı ise o iyidir. Bu itibarla mademki İslam dininin hükmü kıyamete kadar devam edecektir. O zaman bir tarafı tamir ederken diğer tarafı harap etmemeğe dikkat ederek, toleranslı olmayı elden bırakmamıştır. Madem böyledir, Allah’ın Kanunu olan Kur’an-ı Kerim’in hükmü her zaman ve dünyanın her yerinde yaşayan insanlar için geçerlidir ve geçerli olacaktır.

9- Bunu herkes bilmesi lazım ki, bir mucidin, veya bir san’atkârın yaptığı  san’atta, ancak o eseri yapanın kanunları geçerlidir. Yani bir mucit icat ettiği makineye bağladığı katalog-kullanma  kılavuzu  geçerlidir. Bunun haricinde mevzuun dışında  herhangi dalda çok mahir biri de olsa onun sözü  o makinede geçerli olamaz. Başkasının yapısı olan, bu aciz insanın yaptığı kanunun hüküm böyle olursa? Ezelden ebede kadar her şey kabza-i tasarrufunda bulunan Şanı yüce Allah’ın yaptığı işlerde Allah’tan başka kimin hükmü geçebilir. İnsanın faydası için yapılan kanunlardan hangisi Allahın kanunundan daha doğrudur veya doğru olabilir? Onun yaptığı işi O’ndan daha iyi kim bilebilir? İsterseniz deneyin? Mercedes’i yapan mühendisin arabaya astığı kullanma kılavuzunu hükümsüz sayın. Sonra arabayı sürerken, frene basacak yerde gaza basın de görelim halinizi. Sanırım bu kadarla, bu sorunun cevabını aldınız..

İşte bu mevzuda son sözüm. Dinimizde dört hanımla evlenmek bir emir değildir yalınız müsaade hükmünü alır.  Evliler bunu da bilmeliler Allahın en sevmediği şey boşanmak olduğunu nazara alarak evliler biri diğerini kırmamak için dikkatli olacaklar. Bundan ötürüdür ki: İslam ölçülerine göre nikâh  sözleşmesi yapılırken ömrün sonuna kadar desen kabul olmaz. Peki nasıl olacak?  Sonu olmayan bir hayata göre dini nikâh olunur. Onun için, dini bütün olan Müslümanlar, aman o uzun hayatta arkadaşımı kaybetmeyeyim diyerek bir diğerinin ufak tefek söz ve davranışlarına  tepki göstermesinler.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org