Etiket arşivi: Ayet

“İyiliği tavsiye, Kötülükten sakındırma” bir görev midir?

Mübelliğ-i Ekrem, tebliğci ve mürşidlerin muâllimi Peygamberimiz (asm): “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emrederek [iyiliği tavsiye ederek], münkeri [kötülüğü] yasaklamaya çalışırsınız veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur.” (Tirmizî, Riyazü’s-Salihîn: 173.) buyurmuştur.

yangın söndüren adamBu hadis-i şerifin bize de hitabı gayet net değil mi?

Kur’ân, yalnızca “Biliyorum, iman ediyorum!” demekle kurtuluşa eremeyeceğimizi şu iki İlâhî ikaz ile ortaya koyar:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût Sûresi: 2)

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk Sûresi: 2)

Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar/imkân verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac Sûresi, 41.)

Peki Kur’ân hadimleri ve talebeleri, “ma’ruf ve münkeri” nasıl yapacak? O dersi de Resûl-i Ekrem’den (asm) almalıyız:

Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 89.) Sahanın uzmanları, hadiste geçen “el (güç) ile düzeltme vazifesi“yle idârecilerin, vazifelilerin; “dil” ile âlimlerin; “kalp” ile ise, bütün vatandaşların, herkesin kastedildiğini açıklar.

Evet, herkes tepkisini ortaya koymalı: Kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak vs. bu vazifeyi ifâ etmeli… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler.

Buna göre; “iman hizmeti” sadece ilim tahsil etmek ve anlatmak değildir. Hizmeti maneviyât üreten bir fabrika olarak düşünürsek, en büyük çarktan onu tutan cıvataya kadar muhtelif hizmetler vardır. Fabrikanın bekçisi de hizmet ediyor, temizlikçisi de, işçisi de, ustabaşısı da, mühendisi de, müdürü de… Hepsinin hizmeti birbirini gerektiriyor.

Öyle ise, insanlar ve bilhassa gençler, deccalizmin şubeleri olan “ifsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin” çıkardığı ateşlerde cayır cayır yanarken, o yangını söndürmeye yoğunlaşmalı. Ayağımıza takılan çelmelere değil…

Ve şöyle diyebilmeli: Vazife, hizmet cümleden âlâ, nefis cümleden edna!

Ali Ferşadoğlu

İslam’a göre evlenmek şart mı, tek başıma yaşayamaz mıyım?

İslama göre evlenmek şart mıdır? İnsan tek başına yaşayamaz mı? Kur’an’da yada hadislerde illede evlenilecek diye bir hüküm var mı? Çok sayıda evlenmemiş İslam büyüğü var?

– Annem evlenmem için sürekli baskı yapıyor. Bende pek istekli, değilim. Ben yalnızlıktan memnunum ama annem çok üzülüyor. Nasıl hareket edeyim?

İnsan tek başına yaşayabildiği gibi, hayatını o şekilde devam ettirebilir. Bunun ne dini açıdan bir sakıncası vardır ne de dünya açısından bir mahzuru…

Bugün sizin gibi düşünerek yaşayan çok sayıda insan vardır.

Böyle bir hayatı tercih edenlerin arasında erkekler de vardır, kadınlar da…

Fakat dini yönden söylemek gerekirse, bir insan evlenmediği zaman günaha, harama girmeden nefsine hâkim olarak yaşayabilecekse, gözünü, gönlünü karşı cinsten çekebilecek ve duygularına söz geçirebilecekse evlenmemesi mubahtır.

Ancak böyle bir durum söz konusu değilse mutlaka evlenmesi gerekir. Çünkü dinde beş esasın korunması gerekli görülmüştür.

İlk dördü dinin, aklın, malın ve hayatın korunmasıdır, beşincisi de namusun, diğer bir ifadeyle neslin ve ailenin korunmasıdır.

Kur’ân, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun” (Tahrim, 66:6) âyetiyle bu noktaya dikkat çekerken, “İçinizden bekâr olanları evlendirin” emriyle de (Nur, 24:32) evlenmeye/evlendirmeye teşvik ediyor.

Peygamberimiz de “Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” meşhur hadisiyle evlenmenin önemini, gerekliliğini ve değerini dile getiriyor.

Zaten evlilik fıtri bir ihtiyaçtır, bir yaratılış gereğidir, insanlıkla birlikte var olan bir gerçektir.

Annenizin de evlenmenizi bunun için istiyor, bundan dolayı ısrar ediyor.

Bir de büyükler, “Ben hayatta iken baş göz edeyim, gözüm arkada kalmasın” diyerek çocuklarının bir an önce aile düzenine geçmesini isterler.

Ama evlilik bir nasip kısmet işidir. Zorlamak ve zorlanmanın bir anlamı olmadığı gibi faydası yoktur.

Çünkü o kadar istediği halde evlenemeyen, evlenme imkânı bulamayan, kafasına ve gönlüne göre birisiyle karşılaşamayanlar da az değildir.

Bu meselenin erkeği kadını; zengini fakiri olmadığı gibi, güzeli çirkini, yaşlısı genci de yoktur.

Evlenmek için yola çıkan bu insanların büyük bir kısmı o kadar çok istemesine rağmen evlenememiştir, çok az bir bölümü de bekâr kalmayı benimsemiş, tek başına yaşamayı kabul etmiş, ömrünü bu şekilde geçirmiştir.

Son olarak belki şu söylenebilir: Erkekler kimseye ihtiyaç duymadan kendini koruyarak/korunarak rahatça yaşabilseler de kadınlar bu konuda o kadar rahat olmayabilirler, yalnız başına hayat geçirmekte zorlanabilir, zorluklar yaşabilirler. Bunun için imkân ve fırsat bulunca aile bütünlüğü öne çıkıyor.

Mehmet PAKSU

En “AKILLI” İnsan Kim? Siz Ne Kadar Akıllısınız?

Bu konuda, herkes farklı görüşler söyleyebilir. Kimine göre kış gelmeden, yola çıkmadan, sınav gelip çatmadan, deprem, yangın veya sel olmadan tedbirini alan kimse akıllı insandır. Kimine göre de evlenmeden önce iyi araştırarak en doğru kararı veren, iş ortaklığından önce çok istişare eden veya gelecek on yılın bile plan-programını yapabilen insan, çok akıllıdır.

Bu kriterlerin hepsi, sadece akıllı olmanın belirtileri ve işaretleridir. Ancak, bir de birbirine zıt veya farklı görüşte olup farklı işler yapanlardan her birisi dahi, kendisinin en akıllı davrandığını zannediyor ve kendi konumunu savunuyorlar. Ötekilerini ise hâkir görebiliyorlar. Üstelik de böyle kimseler, toplumun çok büyük çoğunluğunu teşkil ediyor.

– Birkaç örnek arz edeyim: Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret olduğunu sananlar, başkaları gibi boşu boşuna namaz kılmadıkları için, ramazanda boşu boşuna aç durmadıkları için ve bunlara benzer diğer sorumluluklara inanmadıkları için kendilerini daha akıllı sanıyorlar. Üstelik de diğerlerini hâkir görüp, sözde saflıklarını ileri sürüp, onları kınıyorlar.

Bir başka kesim de; “basit bir iğnenin veya bir çivinin bile kendi kendine olamayacağı” bilinciyle, her şeyin bir yaratıcısı olduğuna, şu koca kâinatın insan için donatıldığına, yüz binlerce bitkilerin, hayvanların, hattâ tabiat kanunlarının da bir sistem içinde insana hizmet ettirildiğine inanıyorlar. Küçük bir atölye veya laboratuarın bile bir gaye için kurulduğu bilindiği gibi, şu koca kâinatın da gayesiz ve başıboş olamayacağına tam inanıyorlar.

Bu doğru tespitlerinin ardından ise yine farklı kulvarlarda arayış içine girerek, çok farklı tanrı inançlarıyla, ona karşı şükrâne olarak bir şeyler yapılması gerektiğine de inanıyorlar.

Ancak, bunların da her biri, farklı kulvarlarda oldukları halde, kendisinin en doğrusunu bulduğuna inanıyor.

Bizzat Japonya’da gözlemlediğim Budist’ler ve Shinto’lar veya Hindistan’daki yüzlerce çeşit dini inançların mensupları dahi, her biri kendi inançlarının doğruluğuna inanıp, kendilerinin daha akıllı olduklarını zannediyorlar. Kendileriyle birebir görüşmelerimizde, bunları yakinen görebiliyoruz.

Hatta dağdaki teröristler bile, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmasalar, o kadar zahmete katlanmazlar herhalde. Kendilerine anlatılanlara inandırıldığı gibi hareket ettikleri ve evham ürünü dahi olsa, bir gaye uğruna çalıştıkları için, onlar da kendilerini akıllı sanıyor. Hattâ kendileri gibi düşünmeyenlerle, ölesiye mücadele ediyorlar.

– Peki, görüşler bu kadar çok, birbirilerine zıd ve muhtelif olduğuna göre, en doğru hareket tarzımızı, yanılmadan nasıl bulacağız?

– Kendimizin de bir yanılgı içinde olup-olmadığımızı, yani akıllı davrandığımızı nasıl anlayacağız? İşte bütün mesele bu!…

Çok önemli bir soru ve sorun, fakat cevabı da çok basit ve kolay aslında.

Ancak, Şeytan-ı Aleyhillâ’ne, insanları bu doğruluktan saptırmak için, bütün âvaneleriyle birlikte seferber oldukları için, yanılanların yüzdesi, tahminlerden çok-çok yüksek oluyor. Çünkü şeytanî tuzaklar insanlara, gerçeklerden çok daha lezzetli ve câzip gösteriliyor.

– Bu çok önemli soru ve sorunun bir nevi cevabı şöyle:

Her şeyin; gerçek mi sahte mi olduğunu açığa çıkaran birim değerler var. Her hesabın doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir “sağlama”sı var.

Meselâ: Altının, sahte veya gerçek olduğunu gösteren, hatta kaç ayar olduğunu bile ortaya çıkaran mihenk taşı, bu konuda hiçbir tereddüt bırakmıyor.

Paraların sahte veya gerçek olduğunu gösteren cihazlar var.

Bir inşaatın, binanın, köprünün veya herhangi bir tesisin çürük veya mükemmel olduğunu ortaya çıkaran teknikler, cihazlar ve hesaplar var.

Her şeyin sahte veya gerçek, doğru veya yanlış, çürük veya sağlam, hatalı veya mükemmel olduğuna dair cihazlar, hesaplar veya kriterler olur da, insanların görüşlerinin ve davranışlarının isabetli veya yanlış olduğunu gösteren kriterler olmaz mı hiç?…

***

İşte aynen bu örneklerde olduğu gibi, insanların da Hz. Adem (A.S.)’dan bu yana, şeytanın aldatıcı tuzaklarına düşmemeleri için, niçin yaratıldıklarını, bu dünyaya niçin gönderildiklerini en doğru biçimde bilmeleri için, Yüce Yaratıcı her dönemde, en ideal KRİTERLER göndermiş.

İnsanlık çoğalıp medenileşmeye başladıktan sonra da, kıyamete kadar yetecek donanımda, en mükemmel kanunlar, örnekler ve prensipler manzumesi, hattâ (navigasyon hükmünde) mukaddes bir yol haritası olan Kur’ân-ı Kerimi göndermiş.

Anlamakta zorlanmayalım, ihtilâfa düşmeyelim ve bocalamayalım diye, insanlığın en doğru sözlüsü olduğu, düşmanlarınca dahi itiraf edilen Hz. Muhammed’i (SAV) de rehber ve kılavuz olarak görevlendirilmiş. Medeniyetlerin, kıtaların ve Asırların başkalaşması nedeniyle, gelişen çağlarda da insanların bu mesajları doğru almalarını sağlayacak, ilmen de donanımlı olarak “Kutup İmamları, mezheb imamları, müctehidler ve Bediüzzamanlar” tayin etmiştir.

– İşte bizlere sağlıklı bir şekilde ulaştırılan bu KRİTERLERE, en güzel bir şekilde uyan ve “sırat-ı müstekıym” mihengine en yakın olan kişilerin, görüşleri en doğru olup ve yanılmayan akıllı kişiler olduğu, çok net bir şekilde ortadadır. Aksi halde, herkes kendi görüşünü doğru bilerek, yanılmaya devam edecektir.

Tâ ki, bu sınav bitip, kendisini sorgulanma âleminde buluncaya kadar!…

Tâ ki, ardında bıraktığı sadece 70-80 yıllık dünya sınavıyla, trilyonlarca yıllık (hattâ sınırsız, sonsuz, ebedî bir) cennet hayatını kaybettiğini anlayıncaya kadar!

Kim bilir, belki de ebedî bir Cehennemi hak ettiğini, görerek anlayıncaya kadar!…

Pek tabiidir ki o zaman, iş işten geçmiş olacak…

– İşte, ilgili Hadis-i Şerif: Kişiye sekerât halinde (yani ölüm sarhoşluğu ile can çekişirken), hak ettiği menziller (Cennet veya Cehennem) gösterilecektir.

İşte ilgili âyetler:

Mü’minûn Suresi, 99-100. Ayetler: Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” Hayır, hayır! Bu onun söylediği artık mânasız bir sözdür… (Prof. Dr. Suat Yıldırım meali.)

– En’am Suresi, 27. Âyet: Onlar (Cehennem) ateşinin karşısında durdurulduğunda, “Ah n’olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!” dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!…

Bakara S. 277. Âyet: İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler…

..İşte mutlaka karşılaşacağımız iki farklı âkıbet!…

– Bu gerçekler ışığında en akıllı insan, bu olacakları, şu sınav yerindeyken idrak ederek, lâyık-ı vechiyle âhiretini kazanmaya çok çalışan insandır.

Bir başka ifadeyle: İbadetlerini, dünya işlerinin arasına sıkıştırmaya çalışan değil, olmazsa-olmaz ibadetlerinden artan zamanda, dünya levazımatını kazanan kimse, en akıllı insandır. Çünkü insan; “Ancak ve ancak, Allaha kulluk ve İbadet için yaratıldı.” (Zâriyât Suresi, 56. Âyet.) .. Gerisi teferruât… Vesselâm.

A. Raif Öztürk

Kadınların Şer’i Tesettürü Yozlaştırılmamalıdır!

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmağa ve aslından saptırılmağa çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. Hatta, tesettürü evi ve mahremleri dışında, gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hatta cami ve türbelerde boy gösterenlere de çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1ve 339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’ahatta bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Namaz kılarken sureleri sesli mi okumalıyız?

Namazlarda dilimizle okuduğumuzu kulağımızda duymamızda mı gerekir? Cemaatle yada yalnız namaz kılınca durum farklı mı? Sesli okumayla, sessiz okumanın ne gibi farkları vardır?.

Soru: Kıldığımız namazlarımızda okuduğumuz Fatiha’yı, ayetleri dilimizle telaffuz ederek okumamız yeterli mi, yoksa dilimizle okuduklarımızı kulağımızda fısıltı halinde duymamız da gerekli mi?

Bazıları ‘dille okumak yeterli olmaz, okuduğunu kulağıyla fısıltı halinde duyması da gerekir‘ derken, bazıları da ‘dille okumak yeterli olur, kulağıyla duyması gerekmez‘ diyorlar. Siz nasıl bakıyorsunuz namazda okuyuş derecesine?

Cevap: İnsan, tek başına kıldığı namazında diliyle telaffuz ederek okuduğu ayetleri kulağıyla da fısıltı halinde duyup hissetmelidir ki; neyi okuduğundan haberi olsun, kalbi de okuduğuyla meşgul olarak namazını kılmış bulunsun. Yoksa ne okuduğunu bilmeyecek derecede sadece dudaklarını kıpırdatmakla yetinir, kulağında fısıltı halinde okuduğunu hissetmezse, okuma derecesinde eksiklik söz konusu olur.

Fıkıh alimleri, “Namazın daha başında iken alınan ilk tekbirin dille söylenişini kulağın duyması şarttır!” demişlerdir. (Nimet’ül-İslam)

Bundan dolayı namazdaki okumanın derecesi anlatılırken; “Kelimelerin ağızdaki söylenişini kulağın işitmesi gerekir!” tarifi yapılmıştır.

Ancak okuduğunu işitmesi, kendi kulağında kalacaktır, yanında namaz kılanın kulağına kadar aksederek onu şaşırtacak dereceye ulaşmayacaktır.

Bu sebeple namaza başlarken, diliyle söylediklerini fısıltı halinde kulağında hissederek okuma alışkanlığı kazanmalı, sadece diliyle ifade etmekle yetinmek gibi bir yarım okuma alışkanlığından kurtulmaya gayret etmelidir.

Zaten kemaliyle okumak, diliyle telaffuz ettiği kelimeleri kulağıyla dinlerken, kalbiyle de manalarını düşünerek okumaktır.

Namazını, okuduğu ayetlerin manasını düşünerek kılan kimse, hem kalbi hem de kalıbıyla namaz kılma mükemmelliğine ulaşan kimse demektir.

Bununla beraber, okumanın derecesi konusunda farklı görüş ileri sürenler de olmuştur. Bunlardan İmam-ı Kerhi demiş ki:

Diliyle okuduğunu kulağıyla işitmese de olur. Çünkü demiş, okumak dilin işidir, işitmek ise kulağın işi. Dil görevini tam yaparsa okuma gerçekleşmiş sayılır.

Pek iltifat edilmeyen bu görüşte de, kemaliyle okumaya muvaffak olamayanlar için bir ümit söz konusudur. Çünkü bunda (umumi belva) vardır, demişlerdir.

Ayrıca namazını, okuduklarını kulağında dinleyerek kılan kimse, rekat sayılarında şüpheye düşmekten de korunabilir. Çünkü okuduğu ayetleri hatırlaması, rekat sayısında yanılmayı önler, ‘önce şu ayeti, sonra da şu ayeti okudum‘ gibi hatırlamalarla vesveseye düşmekten de kurtulur. Bu da unutmalara maruz kalanlar için önemli bir yardım manasına gelmektedir.

Namazda ihmale uğrayan önemli bir diğer husus da, alın secdede iken ayak parmaklarının uçlarının da secdede olması şartı. Ayak parmaklarının uçları değil de sırtı yere serili halde yapılan secde, şartı yerine getirilmeyen secde sayılır. Yedi organ üzere yapılması gereken secde, parmakların sırtı değil, uçları yere dikili halde tutularak yapılan secdedir.Bu önemli şart unutulmamalıdır.

Alın secdede iken en azından sağ ayağın başparmak ucu da çivi gibi yere dikili halde secdede olmalıdır ki; yedi organla secde yapılması emri yerine getirilmiş olunsun.

Ömür boyu kıldığımız namazlarımızı usulüne uygun şekilde kılma dikkatimiz, ihmal edilmeyecek görevlerimizin başında gelmektedir. Böylesine önemli konular dikkatten kaçmamalı, gafletle ihmale uğramamalıdır.

Ahmed Şahin