Etiket arşivi: Ayetü’l-Kübra

Azamet ve Kibriyâ Hakkında Muhteşem Bir Bahis

… Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihata ve kalb ile görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa, hiçbir cihetle inkâr ve nefye sebep olamaz.

Evet, azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddetü’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifâ ve ihticabdır ki, سبحان من اختفى بشدة الظهور demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez.

İkinci mesele

İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avâmın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli burhanları ve delilleri vardır. Meselâ, Yedinci Şuada göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve envâ’ ve efrad ve müştemilâtıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce Lâ ilâhe illâllah derler.

Meselâ, nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur.

Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allah kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir.

Aynen öyle de, bu kâinatın her bir nev’i ve o nev’in fertleri ve o fertlerin âzâları, lisan-ı hal ileLâ ilâhe illâllah derler. Birbiri içindeki büyük zikir daireleri misalimizdeki yalnız üç dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer.  Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor, belki her bir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder, büyük bir şahıs gibi Lâ ilâhe illâ Hû der.

Hattâ, bu Yedinci Şuanın İkinci Makamında, on dokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki, ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla Lâ ilâhe illâ Hûdedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şahit göstererek daha yüksek bir Lâ ilâhe illâ Hû söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattir ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.

Ben kendi kendime namazın arkasında her bir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve Lâ ilâhe illâllah tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için, bu Yedinci Şuadabişehadeti azameti… ilh. ve bimüşahedeti azameti ihatati… ilh. fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şuanın birinci ve ikinci makamları bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan:

تسبح له السموات السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيء إلا يسبح بحمده

hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviyye ve onun menbaı olan Münacat-ı Cevşeniyye-i Ahmediyye (a.s.m.) ve onun menbaı olan

إن في خلق السموات والأرض

ilh.’nin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse, mükerrer kelimeler yerine “ve hâkezâ” deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor.

Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i burhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belâgatine belâgat katmış, noksaniyet vermemiş.

Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç mukaddeme ve mertebeden terekküp eden bir tek burhan olan bu Yedinci Şua kadar vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve vahdaniyetin ispatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir burhan tasavvur edilmez. Ve hiç bir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da ispat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua risalelerinde ve onun kat’iyeti ve mıymeti ve lezzeti için ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.

***

Peki Latin harfleriyle basılı nüshalarda neden bu kısım yok?

Ümit Şimşek : Risale-i Nur’un ekseriyetinden farklı olarak bu kısım burhandan ziyade zevkî bir seyir takip ettiği için, Ayetü’l-Kübrâ’nın da önemli bir muhatap kitlesi olan mekteplilerin o zaman bu bahsi kolayca takdir edemeyebilecekleri düşünülmüş; bu bakımdan Latin harfleriyle neşredilen eserde yer almamış.
İhticab: Saklanma, hicap arkasına girme, gizlenme mânâsınadır.

www.yazarumitsimsek.com’dan alınmıştır.

Yunanistana Yeni Tercümeler Giriyor..

GetAttachment

Yunanistan Nur Talebeleri Risale-i Nurun eczalarından 5 Tanesini [Ayet-el Kübra’yı, Tabiat risalesini, Haşir Risalesi, Mucizat-ı Ahmediye, Hastalar risalesini] Rumca’ya (Yunanca) tercüme ettiler.

Teknik işlemler Türkiyede ittihat Yayıncılık Tarafından yapılan eser Komşu ülke Yunanistana Nur’a Müştaklara ulaşması içn sevkedildi.

Eserler Türkiyede Envar Neşriyat Bünyesinde tercüme edildi.

Tercüme esnasında Risale-i Nurun haricinde başka yerden ve tercümelerden alıntı yapılmadı ve orijinal metine sadık kalındı.

Tercümelerde bilir ki hiçbir tercüme aslını tutamaz inşaallah Bu Ayet-el kübrayı, Tabiat risalesini, Haşir Risalesi, Mucizat-ı Ahmediye, Hastalar risalesi Tercümeleri ile hidayet nasip olur ve orijinalinden okumak nasip olur. 

Roportaj: ittihat Yayınları İlmi Araştırma Heyeti / Mesut ZEYBEK

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

Ne Zamanki Ayetü’l-Kübra Gibi Ders Kitabı Yazarsanız..

Bilimler güya bize evreni anlatacakken,  konuşan kâinatı lal bıraktı, dilsiz hale çevirdi. Kafalarındaki şirki, inkârı, nihilizmi Allah’ın insan için hazırladığı hizmetçileri olan varlıklara yaydılar. Onları, birer harf iken müstakil, bağımsız varlık haline getirdiler. Bediüzzaman bilimlerin bu şirk vaveylasına isyan etti, bütün varlıkları Allah adına konuşturdu. Kerem nasıl Aslı’yı her gördüğü şeyden sordu ise, Bediüzzaman da bu büyük delil kitabında, her şeyden Allah’ı sordu. Kitapta sadece sorma ve konuşturma başlı başına bir sanat resmigeçidi.

Konuşma sanatı bütün edebiyat metinlerini işgal etmiş, çünkü konuşmak bir nevi ispat demektir. İnsan konuşur, kendini izah eder.  Din sadece namaz, oruç, hac bir de başörtüsü değildir.  

Kur’an’daki konuşmaları tasnif etmek lazımdır. Allah’ın konuşmalarını, peygamberlerin konuşmalarını, taşların, ağaçların konuşmalarını; daha neler ve ne konuşmalar… İsyan ediyorum, kızmayın beyler!  Kur’an ve Estetik diye bir kitap yazdım, ilahiyatta okutmak istedim.  O dersi koymadılar, sanattan habersiz adamlar. Bediüzzaman keşfedilmemiş, seksen yıl yaşamış, öleli de altmış yıl geçmiş, hala keşfedilmeyi bekliyor. Hâlbuki Kur’an’ın estetik düzeni ve sanatı üzerine çalışılsa daha geniş bir alana dönüşür, sanatçı da estetikçi de onunla uğraşır.

Bediüzzaman konuşan bir kâinatı, olayları, mekânları, insanları velhasıl her şeyi konuşturur. Küstürülmüş kâinatı ve üyelerini Allah’ın etrafında Mevleviler gibi koşturur. O varlıkları Allah’la buluşturur, küsmüş ve küstürülmüş kâinat onun sayesinde hem İlahı ile hem insanlar ile barışır. Yağmur yağar, sular akar, otlar yeşerir gibi öznesiz şirk cümleleri üzerlerindeki en büyük ateist yükü kaldırır. Gökyüzünden Allah’ın izni ile iner, yeryüzünden Allah’ın izni ile bitkileri çıkarır, onları insanların midesinin emrine verir; velhasıl bütün kainat onun yorumları ile konuşan ve Mevlevi gibi insanın ve Allah’ın etrafında dolaşan nesnelere, âşıklara dönüşürler. Bahar olur ağaçlar çiçek açar, meyve verir insanlara. Güller insanlara güler, bütün kâinat; “ben de varım, biz de varız“ sedaları yayar.

Eserin ilk cümlesi konuşma üzerine kurulmuş: “Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah.” Kâinat konuşmayan bir nesneler topluluğu olduğuna göre Bediüzzaman bu nesneleri ve olayları konuşturacak demektir. Soran dediğine göre, cevap verecek olan da var.  Sormak fiili, seyyahın fiili. O soracak, kâinat da cevap verecek demektir. Ayetü’l-Kübra büyük fenni ve ilmi bilgiler ile zenginleştirilmiştir. Bu bilgilerin marifete dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Biz konuşmalar üzerinde duralım. Hani bir adam birini arar da birisi onu görür ve “Ne arıyor bu adam?” der ya, işte öyle bir şey. Seyyah ararken, onun arayışını gören hava boşluğu, Bediüzzaman’ın tabiri ile cevv-i sema üç sesli fiille görünüyor. “Gürültü ile konuşarak bağırıyor.”

Tiyatro, konuşma ve konuşturma eğitimidir. Eğer dramaturg size; “Şunu söyleyin” derse onu söylersiniz. Farklı bir söz, sizi de oyunu da karıştırır. Bediüzzaman bir dramaturg gibi sahneyi kurmuştur. “Dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor. “Bana bak merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.’” der.

Ne harika sahne? Bir adam yeryüzünde dolaşırken hava boşluğu ona sesleniyor. Bu adam sanatçı değil. Ya nedir? Nasıl, bir konuşturma ustası değil mi? Öyle bir şablon ve örnek bir metin ki Medresetü’z-Zehra’ya kitap yazmaya çalışan herkese doğuran bir metindir. İşte ders kitaplarını böyle yazmaya başladığımızda ölü dersler birden canlanacak. İşte o zaman sınavsız ve zorunluksuz (aktif ve doğru) öğrenme devri başlayacak. 

Hava boşluğunun yerine insanda, yeryüzünde ve kâinatta bütün nesne ve olayları koy, hepsi seyyahı çağırsınlar. Hava boşluğunun bağırdığını duyan seyyah, sesin geldiği tarafa yönelir ve oraya bakar. “O misafir onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler.” İfadede o kadar çok şey yapılmış ki, bunların hepsi sanatlı anlatım. Sıfata bak: “Ekşi, fakat merhametli yüzü.” Hem konuşma, hem görme, hem bakma, hem ifade etme. Gel de bu anlatıma hayran olma. Ya neye hayran olacaksın? “Ben bana kurban, ben bana hayran” diyor bir takım insanlar. Kendimize hayran olmaktan başka şeylere hayran değiliz ki…

Bediüzzaman ise, şaşkın seyyahına hava boşluğunun çağrısı ile cevap veriyor. Böyle bir şeyi hayal etmek… Onun hayran olacak nesnesi yok. O Allah’ın nesnelerine, hizmetçilerine, figüranlarına hayran, onları konuşturuyor. Onun elinde kâinat, susan kâinat iken konuşan kâinata dönüşüyor. Yani Bediüzzaman tevhid adına kâinatı konuşturan insan. Bu metinlerde hepimizin sanatçı ordusu olmamız lazım gelir. Evet, sanatçı ordusu… Konuşma, konuşturma, diyalog ustası Bediüzzaman. Bunları görünce bir onun uğraştıklarına, bir de bizim uğraştıklarımıza bakıyorum, hasta oluyorum, “Olmaz böyle şey” diyorum. Başka ne diyeyim?

Hava boşluğunu konuşturduktan sonra iç diyalog veya monolog yapar, kendi ile konuşur. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar; kendi kendine der ki…” Çünkü göz perde, perdeyi çekeceksin ki, dışarıyı göresin. Sadece bu kelimeyi kurgulamak ne kadar harika? Devam ediyor. “Gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki; atılmış bir pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve acıyıp imdadımıza, kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez.” Bulutun yerine hizmetimize tahsis edilmiş her şeye bak. İfadeyi onlara uygula. Buluttan sonra koyun de, inek de, rüzgar de, elma de, ağaç de, arı de, demir de, civa de, el de, ayak de, mide de, ıspanak de, maydanoz de, sonsuza kadar her şeyi böyle konuştur. Bir tiyatro eseri yaz: “Konuşan kâinat.” “Allah adına konuşan kâinat.”

Bu gariban koyun nasıl beni bilsin de süt fabrikası olsun?

Bu inek benim için nasıl protein ve süt kaynağı olsun, nasıl düşünsün?

Rüzgâr nasıl sesi arkadaşın kulağına taşısın, nereden bilsin, nereden bulutu taşısın, nereden tozlaşmayı yapsın?

Elma nereden seni ihtiyacına göre şekillensin?

Ağaç nasıl şeftali ağacı olmayı tasarlasın?

Arı nerden geometri öğrensin? Işıktan matematik hesapları yapsın? Yaptıkları o kadar çok ki, insana hizmet mektebinden arılık diploması aldıktan sonra senin hizmetine geliyor, sen adam olmazsan seni ısırıyor, “Adam ol” diyor.

Demir, senin vücut betonunu ayakta tutmak için bitkilere nasıl belli oranlarda gitsin? Fazla olsa bina gibi olacaksın, az olsa birden yere düşeceksin. Bu kimya dersini kimden aldı ıspanak ve demir?

Bütün nesneleri böyle cümlelerle konuşturabiliriz.

Kendi ile konuşur, rüzgâr ile konuşur, aklı ile konuşur; konuşa konuşa ruhları, imanları inşa eder. Hani sabahtan akşama kadar boş işler konuşan insanlar vardır ya, hâlbuki konuşmak ne kadar harika bir şey. 20. Mektup’ta insanın hitap çiçeğini açtığını söylüyor. Kime hitap? Allah’a hitap. Etten bir vücut yap. Ona konuşmayı yükle. Kendi ile konuşsun. Sonra namaza durup “Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin – Yarabbi sen alemlerin Rabbisin.” Konuşsun, konuşsun, sonra konuşma bitince selam versin konuşmayı bitirsin. Namaz konuşma sanatı; konuşan, kâinatı dinleyen insanın onlara karşı onlar için Allah ile konuşması. Sema, ağaç, çiçek konuşurken kulum “hayyaale’s-salah” diyor. Gel sen benimle konuş, kâinatı senin için konuşturan “Ben senin de benimle konuşmanı istiyorum” diyor.

Haşir’de gerilimi icad eden anlayışsız adamın tutumu, Ayetü’l-Kübra’da gerilim yok gibi; ama durgun suda fırtına koparan Bediüzzaman fikrin hareketine, insan bedenini ve ruhun bedenini baz almış. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar görür ki…” Burada gerilim kaynağı gözün, çıplak gözün, hakikate perde olduğu, aklın önüne perde olduğu, tarih boyunca bütün yanlış anlamaların ve dalaletlerin özünde gözün perdeli olması yattığı anlatılıyor. Gözün perdeleri ya ölürken açılır, ya kabirde açılır. Bu çok geç değil mi?

Perde kelimesi ile Bediüzzaman’ın büyük tanışıklığı var. Perde kelimesini ne mutasavvıfin, ne âşıkân evliya, ne de şair, şuara onun kadar anlamamıştır. Gözü perdelikten azat edip aklı konuşturur. Şahıs yok gibi; ama insan bedeninden şahıs özelliği olan davranışlar seçmiştir. Ne kadar harika, ince ruhlu ve kelimelere hakim bir insan.

Bütün Ayetü’l-Kübra’daki konuşmaları anlatmak bir kitabın hacmini aşar.

Necip Fazıl;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyor ya.

Ben ne diyeyim;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Haydi Ayetü’l-Kübra okuyun koşarak

Oradaki tevhid okyanusuna dalarak

Temizlenin olun pir ü pak ü zambak

Kim bu eseri bilir de okumazsa ayrıntılı

İmanı dar, kirli ve hem çıkıntılı

Bir sanat mektebi, bir aşk okulu

Bir menekşe hem de nübüvvet kokulu

Bir seyyaha açılır tevhidin yolu

Allah adına görür semayı, ufku

Ayetü’l-Kübra büyük bir delil

Onu bize ihsan etmiş Rabb-i Celil.”

Bu şiir bitmez, bu yazı da bitmez. “İkra” deyip “Bize okumayı öğreten sensin Allah’ım” demek lazım. En güzel okumaları gerçekleştiren Bediüzzamani bize kâinatı okumayı öğretti. Meleklere bir varlık yaratacağını söyleyince İlahımız, daha önce yaratılan bir türden dolayı itiraz ederler, “kan dökecek birini mi yaratacaksın” derler. Allah Adem’e esmayı öğretir, sonra melekler onun esma öğrenme ile kendilerine tefevvuk etmesi karşısında onun ilmine hürmeten susarlar. Adem’in şahsında her insana esmalar yüklenmiş,

Ne zamanki Ayetül Kübra gibi hakikatleri canlandıran/konuşturan ders kitapları vücuda getirebilsek, sanatla inancı, sanatla bilimi buluşturabilsek o zaman okullar marifet yuvası halini alacak. Bilimler faydalı olmaya başlayacaktır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.ulegder.net

Arjantin ve Şili’ye Nurlu Seyahat

Esselamu Aleykum Verahmetullahi Veberekatuhu

Güney Amerika Kıtasındaki bir çok ülkede her gün güzel inkişaflar var ve devam ediyor.

Arjantin’e Şili’den gelen Abdurrahman kardeşimizin tatlı ısrarı bizimde kendisi ile Şili’ye gitmemize vesile oldu.

Şili’ye gitmesine gidelim dedik ama karayolu ile gitmek belki 30 saat bizi yollara revan edecekti ama bir şehre daha uğrayıp gitmek bir hizmete daha vesile olması hikmetli ve makul idi karayolunun.. ve Buenos Aires’ten, Mendoza şehrine geçtik.

20 saat civarı bir seyahatin sonunda And dağlarının Arjantin tarafına bakan kısmı olan Mendoza şehrinde bir çok nurlu hizmet bizi bekliyordu.

Sabahleyin vardığımız Mendoza’da bir cami mevcud olduğunu öğrendik ve yerlilere sorarak camiyi bulmak nasib oldu, merkeze 15 dakika yürüme mesafesinde, Mısırlılara aid güzel geniş bir cami fakat malesef Türkiyedeki camiler gibi daima açık değil bazı gün ve saatler açık oluyor imiş.

Bir vesile ile cami vazifelilerine ualaştıktan sonra Mısırlı İmam Efendi ile görüşebildik.

Mendozadaki cami imamı Mısır Ezher Üniversitesi mezunu olup Nurları duyduğunu bildiğini söyledi.

Bizde Risalelerin mahiyetinden sonra dünya çapındaki Nur hizmetlerinden ve bilhassa Arap alimleri ve ezher üniversitesinin bu eserleri takbil ettiklerinden vs. bahsedince nazar-ı dikkati daha da perçinlendi ve sonra Ayetül Kübra’yı verdiğimizde okuduğu kısımların cezbi ile önce kendisi için Arapçalarından ve sonra camii cemaati içinde İspanyolca tercümelerinden taleb etti.

Bizim elimizde bulunan Arapça ve İspanyolca tercümeleri kendisine takdim ettik kendiside cemaate tevzi edeceğini söyledi
elhamdulillah.

Daha sonra buranın kitapevlerine uğradık; bir seneye karib bura kitapçılarında Risale-i Nurlar teşhir ediliyor ve satılıyor.

Bu şehirde çekirdek manada muhatap olanlardan İspanyol asıllı bir Ağabeyimizde 2-3 ayda bir Buenos Aires medresemizi bir kaç günlüğüne ziyarete geliyor ve bu manada muhatap olanların misalleri daha var hamd olsun.

Mendoza şehrinde bir günlük seyahatimizden sonra Şili başşehri olan Santiago’ya medresemize geçtik.

Şili Santiago medresemiz şehrin en merkezi yerinde elhamdulillah. Şili’de gördüğümüz en güzel noktalardan biri şu oldu ki Türklerin burda kesretli olması. Bu vesile ile Türklerlede bir ders halkası oluşmuş ve elhamdulillah çok neşeli dersler oluyor.

Şilide 500 civarı Türk vatandaşı var bu sayı Arjantinde belki 50 civarı diyebiliriz diğer ülkelerde ise hiç yok denecek kadar az belki.

Türklerin alakadar oldukları bir cami ve Araplarında alakadar oldukları bir diğer cami var.

Cuma günü biz Türklerin yaptırdığı mescide gittik 40’a karib bir cemaatle namazı eda ettik, mescidin kitaplığındada Nurlar nazarımıza çaptılar.

Camide tanıştığımız Pakistanlı samimi bir müslüman olan ve Santiago Devlet Üniversitesinde Profesor bir zatlada tanışıp Nurları takdim edip medresemize davet etmemiz kendisini çok memnun etti. Mescidde Risalelerde mevcud olması ve altındaki dükkanın tabelasında büyük harflerle Sungur ve Bayram isimleri de gözlerimizden kaçmadı ve bu vesileyle burda en başta üzerimizde hakları olan mezkur Ağabeylerimizin ruhuna Şiliden bir Fatiha okumaya vesile oldu.

Santiago’nun Meclis binasın muhafızlarına, Santiago polislerine ve halktan bir çoklarına kitap ve broşürlerimizden hediye ettik ve samimane kabul edip bir çokları lezzetle müteveccih oldular.

Santiago şehrinden sonraki durağımız San Antonio şehri idi.

Bu bölgede yaşayan Türklerin Nur dersine iştirak ettik ve gün boyunca güzel sohbetler oldu.

Pasifik okyanusunun küçük kıyı şehri olan bu bölgedede Şilili müslümanların olduğu haberini alınca çok sevindik ve onlardan biri ile görüşme imkanımızda oldu ve kendisi ile muhaveremizde Nurlara çok ciddi bir teveccüh gösterdi ve bizde eserlerden hediye ettik ve vazifeside muallimlik olduğundan talebelerine bu Nurları ulaştıracağını söyledi ve Arjantine döndüğümüzde aldığımız haberlere göre kısa zamanda hizmete sahabet etmeye başladığını duyduk.

Ordanda çok güzel müjdeler alarak seyahatimizi noktaladık bu geniş topraklarda seyahate devam edeceğiz biiznillah.

Fazla uzun tutmayıp hülasa ederek Arjantin-Şili Nur Talebelerinden tüm dünyadaki Ağabey ve kardeşlerimize binler selam ediyor dualarınızı bekliyoruz.

www.NurNet.Org

Yaratıcısını Arayan Çocuk!

Çocuklar öteden beri dikkatimi çekmiştir hep… Eğitimci olmamız nedeniyle değil sadece, bir baba, bir dede olmamız hasebiyle de, yakın çevremden başlayarak o cennet kokulu, temiz fıtratlı yavruları düşünmüşümdür sürekli.

Onları sevmek, başlarını okşamak apayrı bir zevk. Ama bir yerden itibaren ciddi mânada eğitimleri, tefekkür dünyalarını geliştirme, ufuk açıcı anlamda zihnî, aklî, rûhî gelişimlerine yol açmada ve geleceğe hazırlanmaları hususunda üzerimizdeki sorumluluğun ağırlığını hissetmemiz gerekiyor.

Bu anlamda sekiz yaş üstü baz alınarak, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Âyetü’l Kübrâ Risalesi oldukça dikkat çekici bir tefekkür ve tezkkür yoğunluğuna sahiptir.

Âcizâne, O eserin basamaklarında çocuklarımızı bir gezintiye ve fikrî bir seyahata çıkarmayı hikâyeler tarzında denemeye çalıştım. Yedi hikâyeden oluşan, Besmele ile başlayıp, “İnsan Bir Yolcudur” hikâyesiyle tamamlanan ve oldukça cazip renk ve resimlerle desteklenen 72 sayfalık “Yaratıcısını Arayan Çocuk” adlı kitabımız, “Sefa Yayıncılık” eliyle Türkiye’nin ve yakında dünyanın her köşesine ulaşmış olacaktır inşaallah…

Dua ve değerlendirmelerinizi beklerken, sizleri kitabın arka kabağındaki yazı ile baş başa bırakıyorum.

” Çocuklar, geleceğe gönderdiğimiz ve nurlu yarınlarımızın en güçlü mesajlarıdır.

 Özgürlüklerin en büyüğüne, hakların en değerlisine sahip olan insan “La ilahe illallah” diyen insandır ve bu durumda insan, İslam’a göre, “ne bireyin malı, ne de toplumun kölesidir”. Yalnızca yaratıcısına ait ve yeryüzünün onurlu bir misafiridir.

Çocuk; geçmişin hiçi, hâlin küçüğü, geleceğin büyüğüdür.  Bu dünyada bana bir melek göster deseler, bir çocuğun yüzüne bakın derim. O sâf, o mâsûm yüz, melekten başka  neye  benzer ki?..

Çocuk, temiz bir toprak gibidir. Hangi tohum ekilirse, onun ürünü alınır. Ona gösterilen sevgi  asla boşa gitmez. Sevgi enerjisinin üniforması yoktur ve bütün kapıları açan bir anahtardır.

Şefkat Nebîsi’nin zamanlar ve mekânlar ötesinden değer verdiği bu sevimli yavrulara hiç kıyılır mı?

Hz. Peygamber’in (s.a.v), peygamberlik dışındaki insanî yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, âdeta çocuklarla çocuklaşabilen, bunu başarabilen ve diğer insanlara da tavsiye eden müstesna bir şahsiyettir.

Öte yandan Hz. Peygamber, bugün çocuk psikolojisi üzerine çalışan insanların tespit edip ortaya koyduğu pek çok gerçeğe, o dönemde dikkat çeken büyük bir eğitimcidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in gözünde çocuk reyhan çiçeğiydi. Çocukları değerlendirmesi böyleydi. Onların kokularını da : “çocuk kokusu cennet kokusudur”  şeklinde tanımlardı.

Çocukların hayal dünyasının çok zengin olduğu bilinmektedir. İşte böylesi bir zenginliğe sahip olan çocuklar için Yaratıcısını araması ve mânevî yüceliğe erişmesi hedeflenmelidir.

Sağlam bilgi, sarsılmaz bir inanç aşılanmalıdır.

Temel  gelişimlerini  dikkate alan ve gönülden dökülen sevgisini bir vitamin olarak çocuklardan esirgemeyen Şefkat Peygamberinin emri şudur: “Çocuklarınızı üç özellik üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, O’nun Ehl-i Beyti’nin sevgisi ve Kur’ân okumak.”(Câmiü’s-Sağîr, No:180)

Çocuklar bizim cennetimiz olsun, biz onların cenneti olalım.”

İsmail AKSOY / www.NurNet.Org