Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-1

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Birkaç hafta sürecek bu çalışmamızda Bilim’in en temel yöntem ve ayırtedici tanım ve ta’rifini ifade eden “Bilimsel(lik) İnancı”nın yapısını anlatmaya çalışacağız. Böylelikle “akıl mı – inanç ve iman mı, bilim mi – din mi, bilgi mi – inanç mı öncelikli ve asıl?” gibi soruların da yanlış ve eksiklik ve mantıksızlığı görülebilir. Başka vesilelerle önceki haftalarda dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; bu sebepten önce bu yanlış soruları düzeltmek gerekiyor.

 

Konuya bu açıdan bakarsak, öncelikli olarak sorulması gereken doğru soru şu: “Bizi Bilim mi geri bıraktı!?, Zihinsel olarak (hatta alet ve teknoloji olarak) Cahiliyet Asrına gerileyişimizin ana sebebi: Pranga gibi zihnimize vurulan Bilim’in; seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilimsel Yöntemi ve Bilimsellik Felsefesi mi!?”

 

Bu sorunun kısa cevabı: Evet. Uzun cevabı aşağıda.

 

bilim_teknolojiÖnceki haftalarda bilgi” (ilim – veri – data – info – information – knowledge) ve bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını; dolayısıyle birbirine karıştırılan bu iki kavramın ayrılması, sanki eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.

 

Konunun devamında; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel, inanç ve değer’den bağımsız; yani nötr “bilgi (ilim)” ve nötr “bilim (science)” olamayacağını; bunun en başta mantık ve dil açısından mümkün olmadığını belirtmiş ve birşeyi gözler ve gözlem sonuçlarımızı ifade ederken ya “Rabbi var(mış) ve fâili O(ymuş)” veya “yok(muş)” gibi Araştırma Yöntemi ve İfade Biçimi seçebileceğimizi; bunun ortası veya dışarıdan bakılacak eşit mes’âfeli başka bir orta ve dış noktası yok demiştik.

 

Bir bilgi’nin Bilimsel Yöntemle elde edilip; yani “bilimsel olup olmaması” ayrı şey, “doğru olup olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece, kâinattaki mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir “Bilim.”

 

Bilimsel(lik) Felsefe ve Yöntem ve Kriterlerine göre çalışan Bilim; evreni araştırma ve içindeki bilgi’yi keşfetmenin sığ ve dar, eksik ve yanlış bir türü olabilir ancak. Yani evrendeki mevcut “bilgi”nin, “bilimsellik prizma ve filtresi”nden geçmiş hâline “bilim” diyoruz biz.

 

Halbuki çoğumuz, varlık ve mahlûkatın vücud ve mevcudiyetinden bile çok daha önceye dayanan (daha doğrusu ezelî ve ebedî olan) “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)” ile 1800’lü yıllarda sistemleşip, yöntem ve tanımları şekillenmeye başlayan “bilim (science)”ın aynı şeyler olduğunu; birbirinin müteradifi olduğunu zannediyoruz!

 

Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu gözlem / ölçüm / ham data / veri; “Bilim”in “Bilimsellik” filtresinden geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşüyor.

 

Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri’ne göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

 

Bu açıdan “Bilimsellik” denilen şey; “ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretmeye çalışma ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi” yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

 

Elhasıl evrenin gözlem, deney ve ölçümü sonucu elde edilen ham veri / bilgi / data, Bilim’in ateist ve materyalist, natüralist ve determinist Bilimsel(lik) Filtreleri’nden geçerek “bilim (science)”e dönüşür. Bu filtreleme ve istihâle neticesinde; eksik ve yanlış ve sahte bir kâinat kurgu ve anlayışı zihne ilka ve inşa edilir. Bu sahte ve sanal kurgu; kâinattaki varlık ve hâdiselere Rabbi’nden bağımsız ve ilgisiz ve kopukmuş; yani “yok(muş!)” gibi bakmaya ve öyle algılama ve anlamlandırmaya zihni yönlendirir ve programlar! Zihnimize yüklenen bu Program neticesinde; çevremizden duyularımıza gelen bilgi / veri / info (data – information – knowledge) ve gözlemlerimiz, güya tarafsız ve olgusal, güya objektif ve nötr “bilimsel” ifadelere dönüşür!

 

Burada sorun; Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem – ölçme / deney ve bunlardan elde ettiği ham veri / data / bilgi’lerde (knowledge) değil. Sorun: Bilim’in bu bilgi parçalarını birleştirip, işlerken, Bilimsel İfadelerini, kendi ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefesinin, inanç / değer / tarafının rengine boyamasında!

 

Yani gözlem ve ölçüm, isimlendirme ve ifadelerini “Rabbimiz yok(muş), varsa bile kâinattaki varlık ve işleyişine karışmıyor(muş)!” gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)”ı ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli.

 

Bilgi ve Bilim’in eşanlamlı zannedilmesi örneğinde olduğu gibi, düştüğümüz başka bir zihinsel tuzakta; “bilgi ve inanç”, “epistemoloji ve ontoloji”, “maddî ve manevî”, “fizik ve metafizik” gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmaların da, yapay ve aldatıcı ve zihni çeldirici olduğunu unutmamız oluyor.

 

Önceki haftalarda “Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki / Etkileşim: Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” isimli Yazımızda; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın da yapay ve aldatıcı olduğunu söylemiştik.

 

Doğruluk ve kesinliğinden emin olduğumuz ve aksinden şüphe duymadığımız haber ve veriye “bilgi” isim ve etiketi veriyoruz. Yani işitip – okuyarak öğrendiğimiz herhangi bir veri / haber’i, önvarsayım olarak, bir şekilde doğru ve kesin olduğuna inanmaya meyilliyiz ve inanıyoruz. Bu önvarsayımın sonucu olarak; öğrendiğimiz veri / data’ya, (aksine bir ihtimâl ve delil yoksa) hemen “bilgi / doğru bilgi” etiket  ve değer’i atıyoruz.

 

Mes’elâ “suyun 100 oC’de kaynadığınaklî haber / verisi’nin, “bilgi / doğru bilgi ve ölçüm” olduğuna şüphesiz inanıyor; bu inancımız sebebiyle bu “haber / bilgi”nin kesinlik ve doğruluğunu bizzat test etmeye; yani aynelyakîn görme ve şahid olmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

Bu örnekteki gibi; “doğruluğunu araştırmadan doğruluğundan emin olduğumuz” okuduğumuz veya işittiğimiz her naklî bilgi / haber’de, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” ve “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Bununla birlikte; “delil – ispat süreciyle doğruluğundan emin olduğumuz” her naklî bilgi / haber’de de, “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Yani sadece bizzat tanığı olup, görüp – algıladığımız ve ölçtüğümüz şeylerin “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani “Big Bang’in olduğu” duyumu veya “suyun 100 derecede kaynadığı” haberi ile bizim bizzat algılayıp, şahid olduğumuz “2 kulağımız olduğu” gözlemi arasında, inanç ve bilgi ve derece farkı vardır. Çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü olayın bizzat tanığı, hatta yaşayanıyız! Fakat bizim yaşamadığımız geçmiş zamanlarda “Big Bang”in olduğu konusunda; eğer bilimadamıysak “ışığın kızıla kayması, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delillerden bu sonuca ulaşıyoruz.

 

Eğer bilimadamı değilsek; bilim kitaplarında okudumuz haberlerden, uzmanların “biz bu bilimsel gözlem – deney – ölçümleri yaptık, evrenin Big Bang’le başladığını bulduk” sözlerini delil kabul edip, gerçekten bu bilimsel deney – gözlemlerin yapıldığı ve Big Bang sonucuna ulaşıldığına inanıyoruz. Nitekim aynı gözlem – deneyleri biz de yaparsak, bizim de aynı sonuca ulaşacağımıza inanıyor ve bundan eminiz.

 

Yani “Big Bang, suyun kaynama derecesi” gibi haberlerin “doğru” ve “bilimsel bilgi” olduğuna, aksine bir ihtimâl yoksa, delil aramamayı, uzmanlara güven temeline dayalı, onlara delilsiz (taklîden) inanmayı tercih ediyoruz.

 

Buradan “bilmek” ile “inanmak” arasındaki tanım ve ayrımın yapay ve aldatıcı ve flû olduğu sonucu çıkıyor. Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi / doğru bilgi” ismini veriyoruz; yanlış olduğuna inanıyorsak “yalan / yanlış bilgi” ismi veriyoruz. Yani “bilgi” atomunu mikroskopla büyüttüğümüzde; “veri, haber, yorum ve zan, vehim, şüphe, inanç, kesinlik derecesi” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.

 

Buradan “delil ve ispat, bilgi ve inanç” arasındaki bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir.

 

Biz ise o bilimadamının (veya insanının) o yaptığını söylediği ve şöyle şöyle sonuçlar aldığını belirttiği o delil – ispat sürecini ve sonucunu bile görmeden inanıyoruz “bu haberin doğruluğuna” ve “doğru bilgi olduğuna bu haberin!”

 

Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluk ve kesinliğine görmeden, bizzat gözlemlemeden inanıyoruz. Bilimadamıysak elde ettiğimiz gözlem – delil – deney – ispatlarla; bilimadamı değilsek bu bilimadamının yaptığını söylediği, “bu gözlem – deney – ölçümleri ve delil – ispatları yaptık; sonuç olarak şunu gözledik, bunu bulduk ve ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla “haberdar oluyoruz bu bilgi’den” veya “doğru, kanıtlanmış bilgi olduğuna inanıyoruz bu haberin.

 

Elhasıl görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram ve isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgi’yi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp “kiracı” olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi…

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçlardan birincisi: “Bilgi” ve “inanç” arasında mahiyet farkı yoktur; sadece derece farkı vardır; eminlik ve kesinlik derecesi. Ve birşeyin “bilgi / doğru bilgi / haber” olup olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verip, inanma ve emin olmamız gibi; bir “inanç”ın da bilgi / doğru bilgi / haber olup – olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verir ve inanırız. Bu bilgi ve haberin doğruluğundan emin oluruz. Yani doğru veya yanlış her bilgi “inançsız”; doğru veya yanlış her inançta “bilgisiz” olmaz; bilgisiz inanç, inançsız bilgi ol(a)maz.

 

Bu açıdan “bilgi / bilmek” dediğimiz şey, “inanç / inanmak”ın bir alt kümesi olup; “inanç”ın alt parçasını oluşturmaktadır. Neye “doğru ve / veya yanlış bilgi” diyeceğimize, önceki mevcut inançlarımızla karar veriyoruz. Neye inandığımız, neye “bilgi / doğru veya yanlış bilgi” diyeceğimizi belirliyor.

 

Bu açıdan; “Ay’a çıkıldığı haberi” ile “Mi’rac’a çıkıldığı haberi” arasında veya kitaplardan okuduğumuz “hidrojen’deki elektron – proton sayıları haberi” ile gene başka bir Kitap’tan okuduğumuz “7 semânın olduğu haberi” veya “tanımadığımız, hatta diplomasını bile sorgulamadığımız ve görmediğimiz doktorlara ameliyatta bedenimizi emanet etmemiz ve verdiği reçete ve ilâçları gönül rahatlığıyla kullanmamız” ile “Peygamber’e güven” arasında kategorik veya yapısal bir fark olup olmadığı sorulabilir. Direkt veya indirekt yollarla bile deney – gözlem – ölçüm yapılamayan, belki ancak matematikî yöntem veya teorik model / modellemelerle olduğu varsayılan “Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, Atomaltı Parçacıklar” gibi Bilim’in bir nev’i metafiziği diyebileceğimiz haberleri ile “Cin, Melek, Arş” gibi haberlerin de zihnimizde karşılıkları sorgulanmalı…

 

Sonuçlardan ikincisi: Yani öyle zannedildiği gibi; “inanç”, “bilgi”den ileriye, bilginin ulaşamadığı ve dolduramadığı alanların boşluğundan karşıya bir atlayış ve sıçrayış değil; “bilgi”nin bizi getirip tam önüne bıraktığı bir kapı ve yol ayrımıdır. Yani “bilgi” ile “inanç” arasında; aklın ayaklarını yerden kesip, sıçramasını gerektirecek bir boşluk yoktur.

 

Bununla birlikte; Hür İrademiz’in inanıp – inanmama serbestiyetini kaybetmemesi ve hiçbir zorlama ve mecburiyet altında kalmadan tercihte bulunmasını sağlamak için; yani Hür İrademiz’in kendi seçim ve tercihiyle adım atabilmesi için “bilgi” ile “inanç” arasında bir adım atma boşluğu, adım atma mes’âfesi bırakıldığı konular da vardır.

 

İrademize inanıp – inanmama konusunda adım atma ortamı sağlayan bu boşluklar sayesinde; bazı konularda inanıp – inanmama yönüne bir adım atması ve tercih yapabilmesi mümkün olabiliyor irademizin.

 

Konuyla bağlantılı olarak; doğru olan bir mes’elede irade ve ihtiyarımızın inanmama yönünde tercihte bulunabilmesi için o konuda cehalet veya yanlış bilgimiz olması yeterlidir. Yani o konuya inanmamak için, o mes’ele hakkında hiçbir şey duymamış olmak yeter. Veya duysak bile; hakkındaki delili bilmemek veya anlamamaktan veya % 0,1 bile ihtimâl olmayan (yani vehmî ve zannî ve hayalî) ihtimâllere ihtimâl verebilme evham ve zülûmatı gibi sebepler ve hissî nedenlerden gene de inanmamayı seçmiş olabiliriz.

 

Yani doğru bir mes’eleye inanmak için hakkında bir duyum ve haber ve yanlış bile olsa bir delil vardır. Ama inanmamak ve kabul etmemek, hatta red ve inkâr etmek için; konu hakkında herhangi bir haber ulaşmamış olmak veya ulaşsa bile doğruluğuna bir delil ulaşmamak veya o delil(ler)i bilmemek veya anlamamak yeterlidir…

 

Bilgi / bilmek ile inanç / inanmak ve objektif bilgi ile subjektif inanç gibi ayrım ve kavramsallaştırmalar yapay ve aldatıcıdır diyorduk. Bilimsel Bilim’in “deneyselleme, tekrarlama” ve “ölçme” dediği Ampirik Bilimsel Yöntem; mes’elâ “Big Bang” ve “Yerçekimi / kütleçekimi” için mümkün değil. “Kızıla Kayma, Kozmik Fon Işıması” gibi delil ve gözlemlerle; zamanın bile olmadığı bir geçmişte olduğu söylenen “Big Bang”in, aynı şartlarda bugün deneysellenip, tekrarlanması mümkün değildir veya zamanda yolculuk yapıp geçmişteki o olayı aynelyakîn gözlemekte mümkün değildir. Yani bu örnekteki gibi, Bilimsel Bilim’in çoğu şeyi nazarî ve teoriktir, şuhudî değil gaybîdir.

 

Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle yaptığı keşif ve gözlem, ölçüm ve izahları; nazarî ve teorik olup; bütün bu tasvir ve açıklamaları “görmeden inanma” ve “görmeden bilmeye” denk gelir. Direkt gözlem yapamadığı atomaltı parçalar, hatta atom vs. hep böyle direkt gözlem ve incelemenin yapılamayıp; indirekt yollarla varlık ve özellik ve etkileri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Yani Bilim’in % 1’i doğrudan gözlem ve ölçme; kalan % 99’u dolaylı ve indirekt gözlem ve yorum, teori ve modellemedir! Başka bir açıdan; Bilim’in %1’i gözlem ve ölçüm, %99’u yorumlama ve modelleme, isimlendirme ve sınıflandırmadır.

 

Örneğin: “Evrendeki kütlelerin birbirine doğru çekildiği” gözlemini nedensellemek ve nasıllayıp, açıklamak için; “yerçekimi / kütleçekimi” diye bir “kuvvet”in olması gerektiği sonucuna varan Bilim için; eğer böyle bir “kuvvet” varsa (ki mes’elâ Einstein’ın Relâtivite Teorisi’ne göre; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedeni “çekim kuvveti” değil, uzay – zaman’ın bükülme ve çökmesidir), ne direkt ve ne de dolaylı yoldan gözlenememekte ve görülmemektedir!

 

Bilgi / bilmek” ile “inanç / inanmak” arasındaki ilişki ve etkileşim ve aralarındaki ayrımın yapay ve aldatıcı olduğu konusundan bahsederken; maddî ve fiziksel duyularımızla müşahede edilemeyen ve algılanamayan anlamında (şuhud’un zıttı) “gayb/p” konusuna girmemek olmaz.

 

Bedî’üzzaman Hazretleri’nin (R.Â.) “gayb” tanım ve ta’rifine göre; “şimdiki ân / mekân” (yani “bu ân / bu yer”) haricinde olan tüm “geçmiş ve gelecek zaman ve yerler” (duyu ve algı, görüş ve şuhud alanımızın dışında olduğundan) “gaybî” olup, “gayb”a dahildir. Buradaki “gayb” tanım ve ta’rifinde; gayb’ın epistemolojik veya ontolojik nedenlerle mutlak veya izafî olup olmamasının herhangi bir farkı yoktur.

 

Elhasıl “Big Bang” gibi geçmişten bahseden “fizik, astronomi” veya eski zamanlardan bahseden “tarih” ve diğer “sosyoloji, psikoloji” vs. disiplinler; hatta “suyun 100’de kaynaması deney – gözlem – ölçümünün sonucunun tümevarımla genelleştirilmesi” gibi; Bilim’in tüm dene(ye)meyip – gözle(ye)mediği tüm zaman – yer ve nesneler hakkındaki bilgi ve haber ve yorumlarıgörmeden inanma ve kabul etme ve bundan emin olmaya”, yani “gayb”a tekabül eder.

 

Yani “tümevarımsal” olarak genelleştirmeler yaptığı tüm deney – gözlem – ölçümler (hatta mantık kuralı olarak “tümevarım”ın kendisi bile) görmeden / gözlem yapmadan “gayba inanç / inanmaya” denk gelir! Çünkü deney – gözlem sayı ve çeşitlerinin arttırılarak hep aynı sonucun bulunması, gelecekteki gözlem – ölçümlerimizde de aynı sonucu bulacağımızı garanti etmez. Yani “tümevarım” denilen genelleştirme mantığı, “doğrulamalar”la ispat edilemez; sadece doğruluğunun delilleri arttırılabilir ve bu da o deney / konu hakkında yakîn ve zannımızı arttırmaya yarar. Olay gene gayb kapsamındadır yani. (“Delil” ve “ispat” arasındaki ayrımı önceki haftalarda yazmıştık.)

 

Zaten suyla yapılan 1000 deneyden çıkan olgusal ve nesnel somut sonuç: “Yapılmış o 1000 deneyde, o suyun 100 derecede kaynadığını tespit ve gözlem ve ölçümü” iken; “aynı şartlarda yapılacak 1001 veya 10000. deneylerde de o suyun ve başka suların gene 100 derecede kaynamaya başladığını görürüz / göreceğiz” gibi; gelecek hakkında yaptığımız tüm öngörü ve tümevarım ve genellemeler nazarî ve teorik ve aklî bir sonuçtur, yani “inançtır!” Gelmemiş gelecek hakkında yaptığımız bu öngörü ve tahmin, vardığımız bu aklî sonuç ve evrenselleştirmeler “görmeden inanma” ve “görmeden bilme” kapsamındadır. Yani “suların gelecekte yapacağımız deneylerde de 100’de kaynadığını göreceğimiz düşüncesi”; ampirik (deneysel) bir bilgi ve gözlem değil; “geçmiş ve şimdi”de yapılmış deney – gözlem ve ölçümlerden, “gelecekte (yani yapılmamış)” deney – gözlemlere aklın bir sıçramasıdır!

 

Bilim Kitaplarında geçen; “o Bilimsel deney, gözlem ve ölçümün yapılıp, hep aynı sonuçların alındığı” haber / bilgi / verisi; o deney – gözlemi şahsen biz de yapmadığımız veya yapılırken şahid olup, görmediğimiz sürece; o kitaplarda geçen ve “bilimsel” ve “doğru” olduğu söylenen haber / bilgiler; biz okuyucular için (o deney – ölçüm ve haber’in doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak;) “taklidî ve naklî bilgi ve haber ve bunun doğruluğuna duyulan inanç ve güven” olmaya devam edecektir.

 

O kitapların yazdığı ve bizim deney yapmadan okuyup – işiterek öğrendiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız için, doğruluğundan şüphe ederek aynı deney – gözlemi bizim de yapmaya çalışmamızın saçmalık olduğunu düşündüğümüz o naklî bilgi ve haberler; (onların doğruluk – yanlışlığından bağımsız olarak) bizim için “gayb’a iman / inanç” kapsam ve kategorisindedir. Yani o deney – gözlem – ölçümleri şahsen biz yaparak, doğrulamadığımız veya yapılırken gözlemci ve şahid olmadığımız sürece; o “bilimsel ve doğru bilgi olduğu” söylenen o gözlem ve ölçüm, sonuç ve keşifler, biz okuyucular için “gaybî” ve “metafizik”tir!…

 

Bu açıdan “bilgi” ve “inanç” arasında zıtlık ve uzaklık yok; içiçe geçmiş çift yönlü bir etkileşim ve besleme var. Yani bildiğimiz her bilgiye eşlik eden; bu bilginin doğruluğundan “eminlik” ve “eminlik derecemiz” var. Hatta “inanç”; neye “bilgi” ismi vermeyeceğimizi bile belirleyen bir etki ve öneme sahip bilgi üzerinde! Yani “inanç”, “bilgi ve haber”in doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bir değer; hatta gelen malûmatın “bilgi” olup olmadığını tanımlayan, etiketleyen ve sıfatlayan asıl temel olarak; neyin bilgi olup olmadığına karar verdiğimiz bir “ana değer, algoritma ve kod”dur. Bu açıdan; “bilgi’den önce gelir ve bilgi’nin nedenidir ‘inanç” diyebiliriz.

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

Eşyayı Gösteren Rabbimiz’in Varlığı, O Eşyadan Daha Zahir ve Kesin

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: “Zihnimiz dışında bir eşya; varlık ve evren olduğu” inancıdır! Daha açık ifadeyle: “Zihin ve duyularımız haricinde eşyanın var olduğu ve bu eşyanın da, duyularımızın gösterdiği (algıladığımız) şekil ve özelliklerde olduğu” inancıdır!

Aslında sadece Bilim’in değil; tüm insanların ortak inancıdır bu! Duyularımızın dışında; ki buna aslında “duyularımızı” da katabiliriz; o zaman doğru ifade şöyle olur: “Zihin ve algılarımızın dışında; duyularımızla algıladığımız gibi maddî bir evren olduğu” inancı; tüm “biliyorum” deyip, bildiklerimiz ve emin olduklarımızın üzerine temellendiği en temel inançtır. Doğru olduğu önvarsayılan ve buna inanılan; fakat doğru – yanlışlığı ispatlanamaz bir aksiyom, bir postulattır bu.

Bizdeki hemen hemen tüm kesinlik ve eminlik ve bilme hisleri, en temelde bu inanç ve önkabüle yaslanır. Demek daha başlangıçta; dil ve mantık kurallarını oluştururken, yaptığımız “bilgi / bilmek” ve “inanç / inanmak” arasındaki ayrım yapay ve aldatıcı! Bununla bağlantılı olarak; “fizik – metafizik” ayrımının da yapay ve aldatıcı olduğu anlaşılabilir.

Dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir sebep ve haklı bir kuşku ve gerekçe yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz. Zaten fıtraten, default / önvarsayım olarak; bize gelen ve duyularımıza yansıyan herhangi bir bilgi ve haberin doğru olmadığına aksi bir delil yoksa; bunu o şeyin doğruluğuna yeterli bir delil ve karine ve haklı bir gerekçe sayarız.

Belki de bu sebepten; rü’yalarımızda rü’yada olduğumuzu farketmiyoruz; yani içine doğduğumuz gerçekliğin gerçekliğinden (daha doğrusu “gerçeklik sınıf ve derecesi”nden) şüphe duymayıp, bunu sorgulamadığımızdan!

Eşyaya dokunduğumuzda bizde oluşan o dokunma hissi, gerçekten o dokunduğumuzu zannettiğimiz eşyadan mı kaynaklanıyor!? Yoksa rü’yalarımızda olduğu gibi; bizim fizikî bedenimiz de dahil olmak üzere; dışarıda görüp – dokunduğumuzu zannettiğimiz o maddî sandalye ve bizde oluşan o hisler; dışsal karşılıkları (dışarıda hiçbir nesnel karşılıkları) olmayan salt algılardan ibaret olabilir mi!?

Peki bizdeki o algı ve hislerin, dışarıdaki o eşyanın birebir yansıması olduğunu nasıl anlayabiliriz? Örneğin: Dünya “kürevî / geoid” olduğu için mi kürevî algılıyoruz; yoksa bizim göz – zihin yapımız ve bizde kayıtlı veritabanı dünyayı ancak bu şekilde algılamaya elverişli olduğu için; yani bize gelen veriyi kendi algı / anlam kodlarımıza encode ettiğimiz için mi “dünya kürevîdir” diyoruz!? Diğer deyişle: Dünya “yuvarlak olduğu için mi” onu yuvarlak algılıyoruz; yoksa “yuvarlak algıladığımız için mi” dünyayı yuvarlak zannediyor / görüyoruz!?

Yani “dünya” pekalâ 11 – 12 boyut ve şekilli olup; bizde bu boyut / kodlar tanımlı olmadığı ve göz (ve zihin) yapımız da buna uygun olmadığı için, yani bizim aynamız çok boyutlu olmadığı için; zihnimize sadece dünyanın 3 – 4 boyutlu resmini çekebiliyorsak, bizdeki bu resim / algıya göre dünyayı kürevî görüyor olabiliriz! Bunun gibi; baktığımız herşeyi kendi kodlarımıza indirgeyerek, bozup eksilterek (yani görüp – işittiğimizi değiştirerek) algılıyor olabiliriz! Tıpkı en – boy olarak 2 boyutlu bir dünyada yaşayan ve “yükseklik” kavramını bilmeyen, “hacim”i tasavvur ve tahayyül bile edemeyen resim insanların, dünyalarına temas eden 3 boyutlu bir kürenin ancak dairesel izdüşümünü görüp, algılamaları gibi…

Yukarıda; “dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir neden ve haklı bir gerekçe (yani ma’kûl bir şüphe) yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz” demiştik.

Kendi fiziksel vücudumuz ve yaşadığımız bu hayat ve içinde bulunduğumuz bu maddî ve somut evrenin, gerçekten maddî ve fiziksel ve somut olduğuna inanmamız ve düşünmemiz ve bundan şüphe duymamamızda bir problem yok. Yani bunun doğruluk ve kesinliğine inanmayı tercih etmemiz gayet ma’kûl ve mantıklı, normâl ve olması gereken insan davranışı. Yoksa durup dururken agnostizm ve septizme kaymaya, çeşitli evhamlarla kendimizi zehirlemeye gerek yok!

Hakkında en küçük bir delil ve emare olmayan ihtimâllerle ve olması mümkün olup – olmadığı bile belli olmayan mümkün – gayrimümkün evren, farazîye ve hayâllerle, şüphe ve evham okyanuslarında kulaç atmaya gerek yok; buna ihtiyaç ve zaruret olmadığı gibi, pratik faydası da yok.

Yoksa “mümkün ki şu ân annem ölmüş olabilir, şu ân deprem olabilir, Van Gölü şu ânda yerin dibine geçmiş olabilir, Karadeniz tuz yerine şeker gibi tatlı suya dönüşmüş olabilir” gibilerinden zatî ve vehmî ve kentrilyarlarca ihtimâllere göre hayatımızı yönlendireceksek; örneğin: “şu ânda deprem olabilir ihtimâliyle” hiçbir zaman hiçbir evde oturmamamız ve oturursakta devamlı deprem korkusuyla tir tir titremememiz veya “annemin şu ânda” ölmüş olma ihtimâli var diye devamlı depresyon altında ve evhamlar içerisinde yaşamamız (daha doğrusu yaşamaya çalışmamız) gerekir!

İçinde yaşadığımız vücut ve evrenin; sadece “zihin ve duyusal algı” olarak değil; ayrıca dışımızda, haricî mevcudiyet ve gerçekliğine inanmayı tercih etmemiz ve bundan şüphe duymamamız gayet ma’kûl ve mantıklı, burada problem yok demiştik. Problem: Bu fikrin doğruluk veya yanlışlığını ispatlayamayacağımızı unutmakla başlıyor. Yani problem; bu fikrin “bilgi / kesin bilgi” olmayıp, sadece bir “inanç” ve “önvarsayım” olduğunu unutmamız ve bu varsayımı başlangıçta tercih ederek hayata başladığımızı unutmamızla başlıyor!

Evet aslında ve hakikâtte ve en temelde; zihin ve duyularımız dışında (haricî) ve nesnel ve somut ve maddî bir dünya, eşya ve işleyiş olduğu ve bu dünyayı, duyularımızın bize tıpkı bir ayna gibi aynen yansıttığı düşüncesi bir inançtır! Hem de gerek gözlem ve deney ve gerekse mantıkî olarak doğruluk veya yanlışlığı ispatlanamaz bir inançtır!

İnsanlık olarak durumumuzu kabaca (hatta yaklaşık olarak) şöyle ifade edebiliriz: Bu hâlimizle, 2 pencereli (iki gözümüze işarettir), 2 kollu, 2 ayaklı bir uzay gemisinde doğup, buradan hiç çıkmamış bir astronota benziyoruz! Geminin 2 koluyla etraftan örnekler toplayıp, çevreye dolaylı yoldan temas eden, herşeyi yarısaydam 2 cam arkasından gözleyen bir astronot! Hayatında hiç ışık girmemiş, ses duymamış; karanlık ve sessiz, ıpıssız kafatasının içinden; dış dünyadan bilgi toplamaya çalışan bir “beyin astronot!” Üstelik hiçbir astronot, birbirlerinin aracını ziyaret edipte, yanyana oturup, çay bile içemiyor; herkes kendi uzay gemisinde yalnız! (Hüseyin Rahmi GÖKTAŞ abi, kafatasının içindeki beynin durumunu “lâhit” olarak anlatır, aynı isimli kitabında.)

Elhasıl bu evren ve hayatın bir çeşit “rü’ya” olup – olmadığı ispat edilemez; çünkü getirilecek her delil gene bu hayatın içerisinden (eğer rü’yaysa gene bu rü’ya içerisinden); gene beyin ve zihin ve duyularımız vasıtasıyla elde edilecektir!

Yani eğer her insan doğduğu günden itibaren aslında kabrinden hiç çıkmamış olup; o kabirden kalkıp, haşirde diriltileceği güne kadar kollektif bir rü’yanın içerisindeyse ve ancak öldükten sonra kabrinde uyanıp, asıl âleme uyanacaksa; bu imkân ve ihtimâlin doğruluk veya yanlışlığı, hatta mümkün olup olmadığı bile; epistemolojik veya ontolojik, mantıksal veya ampirik olarak araştırılma ve çözüm yolu kapalı!

Elhasıl “biz mi bir dünya ve hayatın içinde yaşıyoruz; yoksa bu dünya ve hayatı biz mi içimizde yaşatıyoruz?” sorusu güncelliğini muhafaza ediyor. Aynı şekilde; “acaba evren gerçekten rasyonel ve mantıkî kurallara göre mi işliyor; yoksa biz o işleyişi anlamlandırabilmek için kendi mantığımıza mı uyduruyoruz? Hatta ‘bilgi ve öğrenme’ denilen şey; evren gözlemlerimizi kendi mantık ve anlayışımıza uydurma çabası mıdır sadece?” soruları da aynı derecede güncel ve önemli.

Yani “evren ve içindeki eşyanın mantıkî ve rasyonel, normâl kurallara göre işlediğine duyduğumuz güven” de bir “inanç” değil midir acaba? Çünkü bilemiyoruz ki; bu evren rasyonel kurallara göre mi işliyor; yoksa öyle evrensel bir mantık ve kuralları yokta; sadece biz bu işleyişi anlamlandırmak ve algılamak için kendi dil, mantık, anlayış ve rasyonel kalıplarımıza mı uydururuyoruz!?

Hem belki, kollektif bir rü’ya ve bir simülâsyonun içinde olup olmadığımızın da bir önemi yok. Önemi yok, çünkü “Ân’lık var – yok oluşları, ‘hareket’ olarak algılıyoruz” isimli Yazımızda dediğimiz gibi: “1 ân geçmiş ve 1 ân geleceğe gidemediğimiz için, fiziksel olarak sadece bölünemez o ‘şimdiki 1 ân / mekân’da varlık ve mevcudiyetimiz var.” Yani “şimdiki ân”dan 1 ân önce ve sonrası fizikî ve maddî olarak yok! Gelecek ânlar henüz yaratılmadı; yaratılıp “şimdi” olan ânlar da yok edildi / ediliyor!

Yani bilgisayar ekranındaki piksellerin sırayla yanıp sönmesiyle, bizde ekrandaki şekiller hareket ediyor izlenim ve algısı oluşması gibi; gerçek evrenimizde de aynı şekilde olan devamlı ânlık var – yok edilişlerle; kâinatta kesintisiz bir “varlık” ve “hareket” var(mış) algılıyoruz!

Yani “şimdiki ân / mekân”dan geçmişe geçen her ân / mekânımızın; “bir rü’ya, hafızada bir anı–hatıra ve evrende bir kayıttan” başka bir vücudu yok! Evet maddî ve somut varlık ve vücudumuz sadece “şimdiki 1 ân”da!

Sonuç? Bu yazının bir çok sonucu var veya çok yerlere bağlayabiliriz. Sonuç: Bilgi–inanç, epistemoloji–ontoloji, maddî–manevî, bilgi (knowledge)–bilim (science), fizik–metafizik gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmalar, yapay ve aldatıcı. Başka din, felsefe ve anlayışların kavram – ayrımlarıyla düşünmeye devam ederek kendi medeniyetimizi kuramayız. Bize yabancı bu dil ve düşünce aletleriyle kuracağımız medeniyet “bizim” olmaz, zaten “biz” de olmayız; başka birşey oluruz!

Sonuç: Anlam; Allah’tır! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran; hatta “şüphe” ve “inkâr”a bile anlamını veren; onlara mana kazandırıp, ruh üfleyen ve anlamlı hâle getiren Allah’tır!

Faraza eğer varsa (ki buna insan davranış ve tutumlarında çok rastlıyoruz); “absürd / saçmalık” ve “bilin(e)mezlik (agnostizm)” bile O’nunla anlam veya anlamsızlık kazanıyor. Velev zihnî ve soyut bir kavram bile olsalar; varlıkta durmak için O’na muhtaçlar! (C.C.)

Sonuç: İnsanın Rabbi’ne koşup, sığınması için önce O’na muhtaç olduğunu bilmesi gerekiyor. Çünkü susamadan suyu aramayız; bulsakta içmeyiz; içsekte lezzet almayız. Suyun önem ve değeri, bizim suya ihtiyacımızla doğru orantılı. O hâlde uçurumdan düşer gibi bir boşluğa düşmeden; tutunacak bir dalın bizim için bir kıymeti yok. O hâlde bizim uyanmamız ve sür’âtle düştüğümüzü farketmemiz gerekiyor. Belki bazı hayvanlar hissen biliyordur ama sadece insan, öleceğini bilen ve bildiğini bilen (bunun şuurunda olan) tek canlı! (Metin KARABAŞOĞLU abi, kutlanan Doğum günlerindeki tuhaflığa atıf yaparak “her sene yaşımız artmıyor, ömrümüz 1 sene daha eksiliyor!” der.)

Neyseki eşyayı gösteren Rabbimiz’in varlığı, o eşyanın varlık veya yokluğundan çok daha zahir ve kesin! Tabiri caizse; ressam – resim ilişkisi gibi; O kâinatın hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde!

Biz sadece kalemlerin ucu veya mürekkebi veya uzay – zamanımıza temas noktası olan atom noktalarını ve hareketlerini görüyoruz; bir de O’nun kudretinin izdüşüm ve yansıması olan kuvvet ve enerjiyi farkediyoruz. Madde içerisinde cereyan eden bu kuvvet ve enerjinin, madde ve kütleden mi kaynaklandığı; yoksa O’ndan mı geldiği ise ayrı bir inanç. Yoksa “bilgi” mi demeliydim!?

Sonuç: “Fizik–Metafizik” ayrımının yapay ve aldatıcı olduğunu unutmadan; fiziksiz, metafizik olmaz. Yani fiziği bilmeden, metafiziği anlamak mümkün değil. İşi anlayınca zaten bu ayrım, kavram, isimlendirmelerin; hakikâte yaklaşmak için kolaylaştırıcı ve basitleştirici aletler olduğu anlaşılacak. Bu kelime / isimlendirmelerin geçici olup; fonksiyonunun sadece, gerçeğin eksik ve tek yönlü resmini gösteren basit bir benzetme ve temsil, misâl ve işaretler ve realiteye bakmak veya yaklaştırmak için geçici bir dürbün ve menfezler olduğu anlaşılacak.

Ama anahtar “ben(lik) / ene”de. Çünkü “ben’in kim ve ne olduğu”; varlık ve hayat ve kâinatın ne olduğunu ve bunlara karşı bakış ve davranış kodlarımızı belirler! Ve daha önemlisi: Rabbimizle münasebetimizi belirler!

Allahû Teâlâ’yı unutarak, ölümü / öleceğimizi düşünmeden yaptığımız her davranış kusurlu ve yaralı! “Allah yok(muş)” gibi yaşamaya devam edersek, (Allah korusun) öyle de inanmaya başlarız! Parttime müslüman gibi sadece belli zamanlarda belli ritüellerde hatırlamayı alışkanlık hâline getirirsek…

Kimliğimizde din kısmında “İslâm” yazıyor ya; işte bunun anlamı: “Bir müslüman olarak benim yaşam tarzımı İslâm belirliyor” demektir. Çünkü “din”; yaşam tarzı demektir ve İslâm, Rabbimiz’le yapılmış bir akid, bir sözleşme demektir.
Haftaya devam edelim inşâallah.
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 07.Aralık.2015

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz fakat bu haftaki konumuz biraz kişisel.

Defalarca kim olduğumu sorup, merak edenler ve hakkımda bilgi veya fikir edinmek isteyenler için hayatımın bazı köşe taşlarını yazmaya karar verdim bu sefer. Artık bir daha soran olursa, bu yazıma atıf yapacağım. Çünkü devamlı aynı şeyleri anlatmak sıkıcı ve sorana göre yaşadıklarımı filtreleyip anlatmak yorucu.

Hem bu kitap çalışmamızda yazarın da özgeçmişinin bulunması şart. Böylelikle dinleyen, söyleyenin ruh lâbirentlerinde dolaşabilsin ve muhatabın, mütekelliminin kişiliği hakkında bir fikri olsun ve olaylara nereden baktığını bilsin. Hem böylece belki de, kitaptaki cümlelerde yazarın ne kasdettiği ve maksadı ve hangi makamda, neden böyle yazdığına isabet etme ihtimâli artsın.
Okuyanın yazara ünsiyet ve yakınlık kurabilmesi; belki ortak paydalar yakalayabilmesi; yani konuşanla dinleyen arasında bilgi aktarımından başka, duygusal aktarım ve bağ kurulabilmesi için de bu gerekli. [Burada Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) 27. Söz’de geçen “sohbet, muhabbet, yakınlıkta; insibağ, in’ikas, boyanma, çift yönlü aktarım olur” anlamına gelen cümlelerini hatırlamak gerekli. ]

Bununla birlikte bir de tanıdıkların senelerdir; “hayatını yazsan, bu yazılarından çok daha fazla merak ve ilgi uyandırır ve okunur” şeklinde tavsiyelerine uymaya ve doğruluğunu test etmeye karar verdim denilebilir.

Elbette burada mantıkî, duygusal, felsefî, ekonomik ve sosyâl bir sürü sebep veya bahane sayabilirim; fakat beni bu yazıya iten veya çeken asıl saik ve gaye nedir; hikmet ve illet, daî ve muktazî nedir emin değilim veya bilemiyorum. Yani yazarın niyeti karışık!

Fakat size yol göstermesi açısından şu kadarını söyleyebilirim: “Bunları niye yazdığım” sorusunun cevabından daha çok, “bunları niye okuduğunuz”un cevabı çok daha önemli. İşte benim hikâyem:

Küçükken en çok istediğim şeylerden biri evliya olmaktı! İlkokul zamanlarımda evliya olmayı çok istiyordum. Böylelikle babamın dövmelerinden ve evdeki diğer nahoş şeylerden; evliyalar gibi duvardan geçerek, havada uçarak kurtulacak; tayyı mekân yaparak, bir ânda çok güzel yerlere gidecektim! O zamanlar okuduğum evliya menkıbelerinden; benim gözümde evliya, “süpermen” gibi birşeydi! Evliya (evet haklısınız tekil olarak “veli” demem gerek) olursam, elimdeki bu muhteşem güçle fizik kanunları bana işlemeyecekti!…

21. Nisan. 1973’te Bursa’nın Yenişehir İlçesi’nde sabaha doğru doğmuşum. Şimdi buradan geçmişime baktığımda ilk hatırladığım şeylerden birisi: Babamın beni dövmek için mahallede sopayla kovalarken, benim bisikletten bile inme fırsatım olmadığı için bisikletin pedallarına var gücümle basarak kaçışımdır!

Fakat bugün düşününce tuhafıma giden bir olay var orada: Babam elinde sopa, ben bisiklette kaçarken; TV’den naklen yapılan canlı yayımın birden kesilmesi gibi birşey oldu orada ve benim yaşadığım o olayla bağlantım koptu bir ân ve bu babamdan kaçış sahnesini ve kendimi bir ân yukarıdan izler gibi oldum! Bilemiyorum yaşadığım korkudan ruhum vücudumu mu terketmeye karar verdi veya geçici şoktan dolayı bilincimin beyin arayüzüyle bağlantısı koptu veya vücudumla iletişim hatları mı kısa devre yaptı!? Yani kısa bir “aydınlanma(!)” yaşadım orada! Neyse, bu soruları burada bırakalım.

O günlerden hatırladığım canlı ve net bir görüntü de: Babamın beni dövmek için kovaladığı evimizin bahçesinde, beni yakaladığı ânda yüzünde gördüğüm o öfke ve haz karışımı ifadedir! (Bir panterin avını yakalamasında duyduğu veya birisine öfkelenenin hedefini ele geçirdiğinde duyduğu haz gibi. ) Bunu da geçelim.

Gene babamın beni dövdüğü rutin günlerden birindeyiz: Ellerim bahçedeki ceviz ağacına bağlı ve ben iplerden kurtulmaya çalşıyorum! Siz burada yokken, biraz önce babam beni hortum gibi şimdi hatırlayamadığım birşeyle dövmüş, fakat bunun kifayetsiz olduğunu düşünmüş olacak ki; kaçmamam için beni ellerimden ağaca bağlamış ve bahçeden çok daha uygun (odun, sopa gibi) birşey arıyordu! Bu olayı da burada keserek, devamını sizin hayâl gücünüze bırakıyorum!

Babamın beni dövdüğü zamanlarda kendi kendime sorduğum sorulardan biri: Evlâtlık alınıp alınmadığım olmuştur. Şimdi düşünüyorum da; sanki bu kurguda “üvey evlât” rolünde olursam, taşlar yerli yerine oturacak, olanlar bir mânâ kazanacakmış gibi; ne komik!

Burada annemden hiç bahsetmediğimi farkettim şimdi. Okuldan (ilkokuldan) eve döndüğümde annemi sedirin üzerinde her yeri dövülmekten morarmış, ağlarken bulduğum o günü hiç unutmuyorum!

Başka bir seferinde bir akşam babamın evdeki bakır sürahiyi annemin alnına indirdiğini, annemim hastaneye kaldırılıp, alnına dikiş atıldığını hayâl meyâl hatırlıyorum! (Yeri değil belki ama sürahi, bakır olmayabilir. ) Gene başka birgün, annemi boğmaya çalışırken, elinden dedemin kurtardığını hatırlıyorum!

Diğer birgün eve geldiğimde babamın dinî kitaplarımı bahçede yakmış olduğunu hatırlıyorum. Bir konuşmasında, Peygamberimiz hakkında (S. Â. V. ) terbiyesizce ettiği birkaç iftirayı da!

Hafızamda kalan şeylerden bazıları da: Babamın beni elinde kıvrandırarak ağzımı çakmakla yakmaya çalıştığı; başka bir gün de kiremitle sırtımı keseleyip(!) banyo yaptırdığı bir görüntü.

Annemin kaçıncı evden kaçışı ve bizi terkedişiydi hatırlamıyorum. Fakat biz 3 kardeşten en küçük kardeşim olan kızkardeşimin henüz kundakta olduğu zamanlardaki kaçışından sonra bir daha hiç dönmedi. Sonra boşandılar, sonraki yıllar annem başkasıyla evlendi.

Evden o son gidişinde anneme yazdığım bir mektubu hatırlıyorum şimdi. Mektupta babamı evdeki fare zehiriyle zehirlemeyi düşündüğümü yazmıştım! Bir çocuğun babası hakkında böyle düşünmesi ne kadar korkunç bir şey! Fakat bundan daha korkuncu oldu: Annemden gelen mektup babamın eline geçti! Gelen mektupta “babanı zehirleme, beni yaptırdı derler” anlamında birşeyler yazıyordu! Tabii o günden sonra babamın şiddet katsayısının arttığını söylemem sizin zekânıza hakaret olur!

Dedemin (babamın babası) kaç defa babamı polise şikâyet edip; bir de babamın karakoldan döndüğü günlerden birinde her yeri kanlar içinde eve geldiğini hatırlıyorum!

Sonra dedemin emekli maaşından çaldığım parayla akşam üzeri çarşıda lokantada tas kebap yiyişim; dedemin hırsızlığımı farkedip, beni babamın müşfik kollarına teslim edişini hatırlıyorum!

Başka? Babamın tabancasının elimde taşıyamayacak kadar ağır olduğunu, sahibi olduğu meyhanede bana sosis verişini, onu değişik cezaevlerine annemle ziyarete gidişimi hatırlıyorum. Bir keresinde evin bahçesinde bir kedinin arka ayağını nacakla kestiğini; zavallı hayvanın, derisinin tuttuğu ayağını sürükleyerek can havliyle kaçtığını hatırlıyorum! Gene bahçeden eve girmiş bir kediyi sıkıştırıp, değnekle vurarak, top gibi duvarlara savurduğu geldi şimdi aklıma!

Sonra, faturaları ödemeyemediğimizden dolayı evdeki elektrik, suyun kesik olduğunu; sokak çeşmesinde bulaşık yıkadığımızı; aynı çayı sabah akşam içine su koyup, kaynatıp, içtiğimi; çaya ekmek bandırıp dedemle yediğimi hatırlıyorum.

Babamın mahalledeki evlerin önündeki yığınlardan odun – kömür çaldığını; pazarcı veya köylülerin kaldırım kenarındaki çuvallarından soğan, biber çaldığını hatırlıyorum. Benim o çuvallara para sıkıştırdığımı; içki şişesine doldurttuğu yağla yaptığı yemeği, akşam karanlığından istifade yemeyip, kardeşimin yemesi için yiyor gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de o zamanlardan; çarşı camiindeki yaşlı Yusuf amcaya, haram yakacakla ısınmanın zararı ve ne yapabileceğim hakkında sorduğum sorular var aklımda.

Babamın karşısında yemek yiyemeyip, hepsinin boğazıma takıldığını; eve geldiği birgün dövmek için üzerime sıçrarken, yalınayak pencereden dışarı atladığımı; bazı zamanlar böyle evden kaçıp, sokaklarda dolaştığımı; akşamın karanlığında ışık yanan evlerden gelen çatal – kaşık, çay karıştırma sesleri, çocuk seslerini hatırlıyorum! Benim ıssız ve karanlık, giremediğim o evle; o akşamlarda yalınayak ve yalnız yaşadığım bu durum; yani çok zıt bir arka plân oluşturuyordu mahalledeki bu dekor!

Birgün babamın beni çarşıda yakalayışı ve arkasında sakladığı sopayla ayaklarıma vurdukça vurduğu ve benim bir süre ayaklarımın üzerine basamayışım geldi aklıma. Bugün yaşadığım o dehşet ve ayaklarımdaki o acı geçti, hafızamda daha derinlerde bıraktığı uzun süreli acı da geçti; fakat insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve tecrübenin etkisi uzun süre geçmedi!

Bugün bile hayret edip, te’vil ve anlamakta zorlandığım şey; babamın vurduğu o sopalar değil, artık onu kabullendim; fakat güpegündüz çarşı ortasında, kahvehânelerin bahçesinde, dükkânlarının önünde oturan veya yoldan geçen onca amca, dede, insanın birisi bile kalkıpta “Ne yapıyorsun sen, bu kadar ufak çocuk, böyle dövülür mü!? İnsan savaşta esir aldığı düşmana böyle davranmaz!” demedi! Babamın elini tutmayı bırak, bu sözü bile demedi! Bilemiyorum belki sadece kalben buğz etmekle yetinmişlerdir! (Şikâyet mi ediyorum, isyan mı ediyorum, itirazım mı var? Hayır, bu sadece sitem!)

Elhasıl insanları tanımam ve haklarında ailem üzerinden, bilhassa babam üzerinden edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimler hiçte iyi değildi. O zamanlar genelde insanların keskin tarafı denk geldi bana.

Gene hiç yeri değil belki ama: İnsan acı çekerken ve vücuduna darbeler alırken varoluşunu ve varolduğunu çok daha derinden ve net hissediyor! Düşünsenize dişimiz ağrımasa varlığını bile farketmiyor, hissetmiyoruz! Varoluşumuzu veya herhangi bir uzvumuzun varlığını; acı veya ağrı verirken daha net hissediyoruz!

Ya da bilmiyorum belki varlığın varlığını, yokluğundan çok daha fazla hissediyoruzdur da; devamlı hissettiğimiz bu hisse ülfet veya beynimizin elbiselerimiz veya oturduğumuz sandalyenin vücudumuza temas ederken yaptığı basınç ve etkiyi filtrelemesi, şuurumuzdan gizlemesi ve farketmememiz gibi veya akvaryumdaki balıkların her yönden eşit basınçlı suyun etkisinde oldukları için suyun varlığını farketmemeleri (yani suyun zıttını, dolayısıyle suyu ve suyun içinde olduklarını farketmemeleri) gibi; biz de varoluşumuzu, varlığımızın varlığını (böyle devamlı hissetmekten kaynaklanan bir sebeple) hissedemiyor olabiliriz.

Yani şuurumuz istikrar ve devamlılıklara değil, belki bu devamlılıktaki kesinti ve istisnalara dikkat ediyor olabilir. Beynimiz sadece farklı olana yönelip, bunu kodlama ve hafızaya kaydetmeyi daha ekonomik buluyor olabilir. Her neyse, konumuz bu değil; daha doğrusu sadece bu değil; konumuz çok.

Ne zaman bu yaşadıklarımı hatırlasam veya insanların kötülük ve duyarsızlığıyla ilgili bir benzerini haberlerde seyretsem; Bakara Suresi’nde meleklerin “insan”ın halife olarak seçilip, atanmasını taaccüble karşılayıp, hikmetini anlayamamalarını hatırlarım. Bir de Yusuf Âleyhisselâm’ın kardeşlerini, bir de Habil – Kabil’i. Bu sahnelerin Kur’ân’a girmesini ayrıca mânidar bulurum.

Bilmiyorum ki babamı mı daha çok suçlamalı veya kızmalı veya acımalıyım; yoksa babamı buna sevkeden şeytana mı daha çok hınç duymalıyım!? Şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanı! Bu ortaklıkta hisse payları nedir acaba? Hem belki eğer varsa; babamdaki genetik, psikolojik veya nörâl, beyinsel, hormonâl eksiklik – bozukluk – hastalıklara da hisse ayırmam gerekebilir. Acaba bunlar içinde babamın iradesini ortadan kaldıran veya iradesini yanlış davranışa meylettiren; meyilden öte zorlayıp, düşüren faktörler var mıdır? Ahiretteki terazi ve mizanın; insanın ruh ve amellerinin analiz ve haritasını ânında çıkarıp, görüntüleyen tomografi, emar nevinden özelliği de var bence.

Elhasıl öyle şeyler yaşadım ki, Yeşilçam Filmleri’nde bu kadar olmaz diyebilirim. Yani bunları televizyonda seyretsem; “bu kadar saçmalık ve dram olmaz; ne biçim senaryo, ne biçim kurgu bu; hiç inandırıcı değil!” deyip, kanal değiştiririm! Fakat bence “hayat”, kurgu’dan çok daha inandırıcı ve kendini izlettiriyor; yani kanal değiştirmek pek mümkün olmuyor!

Zaten Dünya Sahnesinde herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor ve değişik Salonlar, değişik Senaryolarda “baba, oğul, eş, öğrenci, işçi, vatandaş” gibi bir sürü Rollere giriyoruz. Yani “hayat” ile “kurgu” ve “oyun” arasında öyle sanıldığı gibi, büyük bir fark ve uçurum yok.

Yazılı – yazısız Toplumsal Sözleşme ve Sözlü – sözsüz Anlaşmalarla kendi aile, iş, devlet, kurum Sahnelerimizi kuruyor ve nesilden nesile aktarılan Senaryoları oynuyor, Davranış Motiflerini sergiliyoruz. Bu tür sosyâl anlaşma / sözleşmeler neticesinde; mes’elâ “falan para birimi şu değerde” diyoruz ve alışverişte kullanıyoruz; halbuki o kâğıt parçasının zâtî / madenî bir değeri yok. Tıpkı çocukların oynadığı oyunlarda, ellerindeki değersiz oyun kâğıtlarına oyun içinde bir önem ve değer atfedilmesi gibi.

Burada hayat’ın kurgu ve oyundan tek farkı: Oyuncu sayısının çokluğu ve sahnenin büyüklüğü ve oyuna hiç ara verilmemesi, ayrıca belli sınırlar içerisinde doğaçlamaya müsaâde edilmesi. Bunun sonucu olarak; hayatın da kurgu’nun bir çeşidi olduğunu farketmiyor, farketsekte unutuyoruz.

Biri Bizi Gözetliyor programındaki yarışmacıların, belli bir süre sonra kendilerini izleyen kameraları ve buradan yapılan 24 saat canlı yayımı unutması gibi; biz de meleklerin yaptığı Çekimi ve üzerimize yönelen Gizli Kameraları görmüyor; görsek bile unutuyoruz!

Yalnızken “yalnız” olduğumuzu zannediyor; kimse görmüyor sanıyoruz! (“Yalnız” kelimesini tarihte ilk kim bulmuş ve kullanmış ve dilimize nereden gelmiş acaba? Anlamı: “Yanımda hiç kimse yok” mu demek, yoksa “insan cinsinden kimse yok” mu demek?!) Neyse, bu konuyu da burada açık uçlu bırakalım.

Bazen evden diğer şehirlerdeki yakın akrabalar veya anneme kaçıyordum; otobüslere, biletsiz, muavine yakalanmadan, arka kapıdan binerek. Burada da akrabamın kocasının (enişte), daha evlerinin kapısından girerken, eşinin duymayacağı şekilde “1 – 2 gün kalırsın, sonra gidersin” demesi aklımda. Bazı akrabalarımın evlerine hiç sokmaması veya karnımı doyurduktan sonra göndermesi; son otobüsü kaçırdığımızdan, dedemle bir gece kahvehanenin birinde yatışımız; başka bir zaman, benim, eve alınmadığım apartmanın merdiveninde uyuyuşum aklımda veya akrabalarımın bazen beni otogara götürüp, gerisin geriye otobüse bindirdikleri. (“Akraba” kelimesi ile “akrep” kelimesi arasında etimolojik veya semantik bir kök akrabalık bağı var mıdır acaba!?) Ben akrabamın bahçesinde oynarken; akrabamın gelen misafirine benim için “geliyor, kalıyor ama çok yemek yiyor” şeklinde serzenişleri aklımda. Bunun üzerine, benim komşu veya tanıdıkların verdiği harçlıklarımdan, o eve şeker vs. zerzavat alışım.

Kişisel tarihimde filmi biraz daha geriye sarıp, tâ ilkokul öncesi döneme gidersek; orada da bir kaç tirajikomik hâdise göze çarpar. Mes’elâ o günlerde, bir motosıkletlinin bana çarpması ve benim beyin kanaması geçirip, hastanede ameliyat olmam var. Sonra çarpan adamdan şikâyetçi bile olunmayıp, karşılığında bilmem kaç lira “kan parası” ismi verilen birşeyi amcamın alıp, harcaması var. Sonra hastanede doktorların beynimi incelemek için annemden izin istemesi var! Yok yok çok zeki olduğum veya beynimde süper zekâ izleri gördükleri için değil; stajyer doktorlara ders vermek için! (Yok, annem izin vermemiş. )

Neyse ilkokul zamanlarımda, o çok istediğim “süper evliya” olamayacağımı anladıktan sonra; “falcılık, cinler, büyü ve beyin gücü, nazar, telepati, hipnotizma” gibi şeylere merak sardım. Şehrin kütüphanesine gidip, beyin dalgalarımı nasıl güçlendirip, yönlendirebileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda eşya ve mahalledeki arkadaşlarım üzerinde yaptığım denemeler de başarısızlıkla sonuçlanınca; bunu “teknoloji” yoluyla başarmaya karar verdim.

Bulutlardaki elektrik yüklerini bir yerlerden okumuştum. Şimdiki amacım parmaklarıma takacağım yüzükler ve sırtıma bağlayacağım aküyle bulutları kendime çekmek; bulutlar bana gelmeyeceğine göre benim bulutlara yükselip, süpermen olmayı başarmaktı! Tabi teknik ve parasal koşullar nedeniyle bu projem de başarısız olmuştu! Daha sonraki yıllarda bunu başaramadığıma sevineceğim hiç aklıma gelmezdi! Çünkü başarsaydım bulutlara yükselmek yerine, bulutlardan bana yıldırım çarpıyormuş meğer! (Demek “olan”dan başka, “olmayan”da da hayır varmış. )

Diğer başarısız olduğum “zamanda yolculuk, uzay gemisi yapıp, uzaylılarla irtibata geçme, dünya dönerken ayaklarımı yerden kaldırıp, başka bir noktaya tekrar inmek” gibi projelerimden hiç bahsetmeyeceğim.

Suda nefes alma aleti yapma çalışmalarımdan önce mi sonra mıydı bilmiyorum bir ara “robot” olmaya merak salmıştım. Artık yürürken, konuşurken, etrafıma bakarken tüm davranış ve edâlarımı kesik kesik, robotmuşum gibi yapıyordum! Biliyordum ki eğer robot olmayı başarabilirsem hiçbir şeye üzülmeyecek ve acı çekmeyecektim! Tamam sevinç ve mutluluk gibi duygu ve hazlar da olmayacaktı hayatımda ama olsun, bu bedeli ödemeye hazırdım. Sun’î deri kaplamamın altındaki metâl alaşımlı dokuma babamın sopaları etki etmeyecekti ya, bu yeterdi bana!

Annemin son defa evden kaçtığı o yıl ilkokul 5’i bitiriyor, orta 1’e başlayacaktım galiba, orta 1’de devamsızlıktan kaldım. Sonra o sene Bursa’da Çocuk Esirgeme Kurumu Yetiştirme Yurtlarına verildik 3 kardeş. Ben burada ortaokula tekrar başladım.

Burada da dinî kitap (Risale-i Nur) okumam, dinî – irticaî ayinlere (aslı “sohbet”) gitmem ve namaz kılmam sorun olmuştu. 2 – 3 kişi olan bize bir kâğıt imzalattı müdür; bize gereken ikaz / ihtar / uyarıyı yaptığını belgelemek için. Sonra bizi yurttan atmak veya başka yurda sürgünle korkutma gibi tehditler geldi… Elhasıl gizli gizli kitap okumalar, sohbetlere gitmeler, gizlice namaz kılmalar gibi enstantaneler var yurttaki hikâyemde.

Banyo haftada bir gün olduğu ve o gün de birkaç saat sıcak su verildiği için, soğuk su banyolarımı; hele soğuk suyu kafama boşaltırken kafama demir çubuklarla vuruluyormuş hissini unutmuyorum! Ya yağ – reçel veya peynir – zeytin olarak çıkan sabah kahvaltıları; yemek kaşığını dolduracak kadar verilen 5 – 10 zeytin, işaret parmağından biraz büyükçe verilen peynirler geldi şimdi aklıma. Sol görüşlü yurttaki bazı öğretmenlerin bizi küçük düşürmeye çalışmaları, bizi alaya almaları, psikolojik baskılar var hayatımın bu sahnesinde. Bir de yaşayanlardan ümidi kesip; ölülerden, türbelerden medet arayışım!…

Yemek yediğimiz yemekhânede sandalyeme dökülen yemeği silmek için sandalyeyi kapıp, mutfağa götürüşüm üzerine, nöbetçi olan öğretmenin: “Aptal olduğun buradan belli; insan bez getirir de siler sandalyeyi; sen koskoca sandalyeyi almış mutfağa silmeye götürüyorsun” diye kalabalık içinde beni utandırmaya çalışması geldi aklıma. Cevap olarak şöyle demiştim: “Hocam mutfağa git bezi getir, sil, mutfağa bezi götür gene sandalyene geri dön, otur; 2 gidiş 2 geliş. Ben bunun yerine sandalyeyi mutfağa götürüp, silip, getiriyorum ki 1 gidiş 1 geliş; zaman ve emekten % 50 tasarruf. ” O zaman öyle demiştim ama bilmiyorum ki sandalyeyi mutfağa götürürken böyle mi düşünmüştüm!?

Gene bir başka gün aynı yemekhânede yemek yerken, orada yemek yiyen 100 küsur çocuğa baktım, sonra ağır çekimle izledim onları. Bazısı ekmeği ağzıyla koparıyor, bazısının ağzında marul var dişleriyle onu çiğniyor, kimi de çatalına taktığı bir eti ağzına götürüp, onu dişliyor gördüm! Ağır çekimle izlediğim bu film karesinde insanlar ve ben çok câni ve absürd bir tablo çiziyorduk! Yaşamak için başka canlıları öldürüyor, yiyor, sonra tuvalete gidiyor, ıkınıyor; dışarıda vatan-millet-sakarya edebiyatları yapıyorduk! Akşam hanımla evde, çay bardağının masada bıraktığı izle ilgili tartışıyor veya biraz önce tuvalette rahatlıyor; sonra takım elbise-kravatla, birilerine konferans veya ders veriyor; daha ulvî mes’eleleri tartışıyorduk! Hayatın değişik zamanlarında yaptığımız bu davranışları, girdiğimiz bu durumları üstüste koyunca veya hızlıca oynatınca; bu hayat sinemasında yaptığımız çoğu şey bana tutarsız ve zıt, saçma ve çelişkili görünüyordu!

Hele “ölüm” ve herşeyi terkedeceğimizi bilmek! Ölüm, yaşanılan herşeyi saçma veya anlamsız kılıyordu! Matematikteki sıfır gibi, çarptığı herşeyi yutuyordu! Hayatın, ölümü de kapsayacak şekilde tutarlı bir açıklaması olmalıydı! Yani “hayat” da, rü’yalarımız gibi; ta’bir, te’vil, tefsir ve yoruma muhtaç!…

Bilmesine biliyordum ama bildiğimi bilmiyordum, yani çok sonradan farkedip, anladım ki: Anlam; Allah’tı! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran ve onu sabit ve sarsılmaz yapan Allah’tı! (C. C. )

Dışarıda, pencereden, değişik yönlere koşuşturan, işe yetişmeye veya yağmurdan kaçmaya çalışan insanlara bakarken; bu tabloda bir gariplik olduğunu için için hissediyordum; bu kadar insan nereye, niçin gidiyordu!? Hepsi de aslında hayatın genel akışı içerisinde aynı yöne gitmiyor muydu! Şu ânda mekânsal olarak farklı yer ve yönlere gitseler de, zamanın hepsini aynı ve tek yöne götürdüğünü biliyordum!

Bugün bile, bazı geceler, herkes uykudayken, kendimi; evin duvarlarına şüpheyle dokunup, “acaba rü’yada olabilir miyim!? Burada gerçekliğin dokusu acaba ne kadar zayıf!?” derken yakalıyorum! Hayır konuyu Matrix’e getirmiyorum veya size bir Matrix’ten uyanış hikâyesi de anlatmayacağım. Ama bazen hayatın uyanmak istediğim bir rü’ya olmasını çok istediğim zamanlar oldu!

Rü’yada rüyada olduğumuzu farkettiğimizde, nasıl rü’yadaki olayların etkisi kalkıyor üzerimizden ve nasıl rü’yadaki dekor ve olaylara ve fizikî kurallara etki edip, değistirebiliyoruz; yani “rü’yada olduğumuzu bilmenin etkisi”, rü’yanın yapı ve dokusunu çökertiyor! Acaba bu dünya hayatımızda da gerçekliğin dokusu, bu rü’yalarımızda olduğu gibi zayıf olabilir mi? Yani rü’yada olduğumuzu farketmemiz, rü’yanın yapısını çökertip, dokusunu bozduğu gibi; bu dünya hayatının da künhüne varmamız (mes’elâ bu hayatın da bir rü’ya çeşidi olduğunu farkedip, bilincine varmamız); buradaki gerçekliğe ve fizikî doku ve kurallara da müdahale etmemizi sağlayabilir mi?

Diğer ifadeyle: Rü’yadaki gerçekliği çökertme veya rü’yadan uyanmayıp, devam etmeye karar vermemiz; yani rü’yayı yönetmek için sadece rü’yada olduğumuzun farkına varmamız yeterli! Yani rü’yaya müdahale için herhangi bir “kuvvet ve enerji” gerekmiyor; sadece rü’yada olduğumuzun “bilgisi” yetiyor buna! Bunun gibi; dünya hayatımızdaki fizikî kural ve realiteleri de, “kuvvet” kullanmadan; sadece bir “bilgi ve bilinç ve inanç değişikliği”yle değiştirmek mümkün mü acaba? Yani içinde bulunduğumuz mevcut gerçekliğin doku ve yapısını değiştirmek; “kuvvet ve teknoloji” mes’elesi mi, yoksa sadece bir “bilgi ve bilinç” mes”elesi mi?… Veya “rü’ya”nın işleyiş ve mahiyeti ile “dünya hayatı”nın çok mu farklı kurallara tâbi? Yani yanlış bir analoji ve benzetme mi bu “rü’ya – dünya hayatı” kıyası?

Her neyse emin olduğum birşey varsa; kabirden kalkış – diriliş hâdisemiz; Matrix’ten, yani bir program, kurgu ve rü’yadan uyanmamız gibi olacak! Hâni rü’yada yaparken saçma veya sıradışı ve olağanüstü gelmeyen biri sürü şeyin, uyandığımızda öyle olduğunu farketmemiz gibi olacak; kabirden uyandığımızda dünyadaki gaflet ve ülfet uykusunda yaşadığımız ve gördüğümüz çoğu şey!

Veya rü’yadayken öldü gördüğümüz sevdiğimiz birisinin, uyandığımızda ölmeyip, yaşadığını görürüz ve seviniriz ya; aynen onun gibi ahirette de, bu dünyada öldü gördüklerimizin aslında ölmeyip, yaşadıklarını göreceğiz! Yani onlar geçmişimizde değil, geleceğimizdeler; bizi bekliyorlar! Bu konuyu da burada bırakalım.

Bazı geceler elime, bir yabancının eline bakıyormuş gibi bakıp, tedirgin olurdum! Veya “insanlardaki görünüş, yani deri ambalajına aldanmamak lâzım; içleri kan – irin, sinir, et, dışkı, gaz vs. dolu” diyerek; onları sevme, hattâ aşık olup, şehvet duymanın hiçte mantıkî ve rasyonel bir davranış olmadığını düşünürdüm.

Öyle ya; karşıma derisiz, kan – sinir lif ve damarlarıyla birisi çıksa; nasıl tiksinir veya ürker ve korkar, hattâ kaçarım; o hâlde kendimden de tiksinmem ve kaçmam gerektiği; aksi hâlde üstümdeki deri ve ambalaj ve görünüşe aldandığımı veya bu gerçeği unutup, en derinlerime iterek, kendi gerçeğimle yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmem gerektiğini düşünürdüm.

Belki de herşey; tüm kanun, yasa, töre, âdet; aldığımız unvan, etiket; kazandığımız sıfat, uyduğumuz muaşeret kuralları ve davranış kalıplarıyla herşey; nesilden nesile aktarılıp, doğduğumuzdan itibaren öğretilen, tüm insanların ortaklaşa inandığı bir yalan; birlikte oynadığı bir senaryoydu!

Belki sadece uyurken ara verdiğimiz, aslında doğduğumuzdan beri 7/24 saat oynadığımız için rol yaptığımızı bile unutup, o rolle özdeşleştiğimiz; yani artık o oynadığımız karakter olduğumuz için; bir kurgu ve senaryonun içinde bile olduğumuzu unutmuş; bu sebepten herşeyi çok ciddiye alıyor, olması gerekenden çok daha fazla değer veriyorduk! Sonrada “o toprak senin, bu toprak benim; sen şusun, ben buyum” diye savaşıyorduk! Hakikâtte; öleceğimiz için hiçbirisi bizim değil ve biz kazanmadığımız için hiçbirşey bizim değildi! (Acaba Cennet’te de tapu – kadastro, parselâsyon ve vatan mefhumları var mı?)

Bu sorular da neydi, ne oluyordu bana!? Yoksa dünyaya gönderilen her insana (hayata uyum ve entegre olmasını sağlamak için) yüklenen “ana işletim sistem yazılımı” bana yüklenirken elektrikler kesilmişte, sıfır beyinle mi dünyaya gelmiştim!? Yoksa deliriyor muydum veya “delilik” ile “deha” arasındaki o belirsiz ve ince, flû ve bulanık çizgide dengemi bulmaya veya hangi tarafta olmaya mı karar vermeye çalşıyordum!?

Belki de deliler bizden daha akıllıydı; hiç değilse onlar akıllıyız numarası yapmıyorlardı! Zihin dışında herhangi bir varlığı olmayan, yani hariçte herhangi bir nesneye tekabül etmeyen “normâl – anormâl” gibi kavram ve ayrım ve isimler üretmiyor; bu tür sun’î kavram / ayrımları eşyaya giydirmiyorlardı! Bir yalana inanarak; kendi sanal gerçeklik hapishanelerini inşa etmiyorlardı! Düşünceyi; dil ve lisan hapishanesine kilitleyip, mantık kurallarıyla zincirlemiyorlardı! Bu soruları da burada bırakıp, yolumuza devam edelim.

Orta 3’te okurken bir gece telefonla babamın tüfekle vurularak öldürüldüğü haberini aldım, ertesi gün doğru İznik’e gittim. Jandarma tükenmez kalemle çizdiği resimde tüfek saçmalarının nerelere isabet ettiğini gösteriyor ve babamın düşmanı olup olmadığını soruyordu.

Burada hatırımda kalan; cenazesini bir minibüs içerisinde akrabalarımla İznik’ten Yenişehir’e getirirken, menteşesiz tabutun kapağını düşmemesi için bana tutturmaları ve yolda bazen kayıp, açılan kapağın arasından tabut içerisindeki kefenli cesedi ve göğüs tarafında kurumuş kan lekelerini gördüğümdü! Bu tabutta yatanın babam olduğuna inanamıyordum! Azrail Âleyhisselâm’ın babamdan çok daha güçlü olduğunu, o gün aynelyakîn görmüştüm!

Yurttan çıktıktan sonraki yıllarım da pek parlak geçmedi, yurttan ayrılıp, hayata tutunmaya çalıştığım o yıllar, periyodik olarak senede 2 – 3 defa, intihar etmeyi düşündüğüm yıllardı!

20 – 30 civarı iş değiştirmiş veya işten çıkartılmıştım; istikrarsızlıkta bir istikrar vardı bende! Alacağımı alamadan işten çıkartıldığım ve 2 – 3 ay iş bulamadığım ekonomik kriz zamanlarında, belediye parklarında bomboş otururken; “Halkın vergileriyle yapılmış bu parkta senin oturmaya hakkın yok! Toplumun sırtında kesilmesi gereken bir ursun sen!” diye kendimi dünyada ne kendisine ve ne de başkasına faydası olmayan, bilâkis zararı olan bir yük olarak görüyordum. Bir iş’te çalışmanın, kişilikle bu kadar bağlantısı olduğunu bilmiyordum! Bu aralar inşaatta amelelik bile yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım.

Sonra “Delta Force Stratejik Plânlama&Tanıtım&Ar-Ge” isminde şahıs firması kurdum. Zaten “pazarlama, emlâk, reklâm, ajans, tanıtım” gibi hizmet sektöründe sermaye de gerekmiyor; daha doğrusu bu işlerde asıl sermaye “müşteri portföyü”.

Bu işimde proje olarak: Her sektörden tek bir firmayla (hastahane, pastahane, lokanta, matbaa, kırtasiye, ofis mobilyası, ev mobilyası, otobüs seyahat firması gibi) olmak üzere ortalama 100 küsur firmayla senelik indirim anlaşması yapacak. Sonra basacağım aileye özel Delta Force Card’la ortalama 25 bin aileye bu kartı ücret mukabilinde satmayı ve senelik anlaşma yaptığım firmalardan da aylık 10 milyon lira almayı plânlıyordum. Sonuçta 25 bin aile ortalama 4 kişi olduğuna göre; yani 100 bin kişiyi o sektörde sadece o tek firmaya yönlendirecek; böylece firmanın da çok ucuza reklâm –pazarlamasını yapmış olacaktım.

Daha sonra bu 25 bin aileye broşür dağıtma; bunlara edeceğim telefonlarla (oturduğum yerden) kısa zamanda ürün – pazar – anket araştırmaları yapma; deneme veya reklâm – tanıtım amaçlı promosyonlar verme; üye firmalarla ortaklaşa tam sayfa reklâmlar vererek firma başına reklâm mâliyetlerini azaltma; ortaklaşa çeşitli organizasyonlar düzenleme gibi plânlarım da vardı.

Ayrıca karta bulacağım sponsor veya alacağım reklâmlarla kartın zaten çok cüz’î olan basım mâliyetini de çıkartmış olacaktım. İlerleyen zamanla birlikte bu 100 bin kişi ve üye firmalar üzerinden kendi pazarlama – tanıtımımı ve marka – imaj çalışmamı yapmış; artık buradan bağımsız milletvekili adayı olup, kapağı meclise atmayı; sonra başbakan olmayı plânlıyordum! (Aklıma Zübük filmi geldi, nedense!)

Tabii tahmin ettiğiniz gibi; bu proje de gerçekleşmedi, daha doğrusu ölü doğdu. Projenin ilk ayağı olan firmalarla senelik indirim anlaşması yapma kısmı olmadı; diğer ayağı olan 25 bin aileye indirim kartı basma ve dağıtma işi de gerçekleşmedi. Arkamda güçlü ve tanınmış bir firma ve sermaye de olmadığı için kimseye güven vermiyordum. Görüştüğüm firmalar 25 bin ailenin listesini görmeden indirim anlaşması yapmak veya anlaşma yapsalar bile aylık ödemelere şimdiden başlamak istemiyorlardı. Aileler de indirim anlaşması yapılan firmalar henüz ortada olmadığından kart parasını vermeye yanaşmıyorlardı! Elhasıl kendini besleyen kısır döngünün ticaretteki örneği gibiydim! Sonraki aşama olan; karta sponsor ve reklâm bulmaya teşebbüs bile edememiştim.

Elhasıl sermayesiz 2 – 3 ay sürdürebildim bu işi, firmalara bile (belediye halk otobüsüne binecek kadar bile param olmadığı için) yürüyerek gidiyordum. Zaten 2 – 3 aydır ev kiramı da veremiyor, faturaları ödeyemiyordum. Ev dediysem; kerpiçten yapılmış duvarları olan; çatısından yağmur giren, tespih böceği düşen; şofben ve sobası olmayan; küçük bir avlunun ayırdığı 2 odası olan; zaten yol geçeceği için yıkılacak; yani bırak ailenin bekârın bile yaşaması uygun olmayan müstakil, eski bir evdi. Zaten bu evi bulduğumda kiralıkta değildi; sahibini bulup, cüz’î bir fiyata kiralamaya ikna etmiştim kendisini.

O günlerde ehliyetimi rehin bırakarak, haftalık veresiye alışveriş yaptığım bakkaldan bile birkaç sene sonra borcumu ödeyip, ehliyetimi geri alabildim. O günlerden birinde, alabildiğim 3 – 5 patatesin yarısını akşam yemiş, kalan yarısını da sabah yemek için ayırmıştım. Menülerim genelde yoğurtlu makarna oluyordu. Hele evin avlusunun bahçesinde yıkadığım tek çay bardağımın elimden kayıp, yere düşmesi sırasında kalbimdeki korku ve heyecanı hiç unutmuyorum! Çünkü kırılırsa, başka bardak ve alacak param yoktu!

İşte cüz’î kirasını bile ödeyemediğim, tek odasını ancak kullanabildiğim bu evden; tek çekyatımı, küçük kitap dolabımı, küçük tüpümü ve tenceremi yükleyerek kaçıyordum. Hem de yağmur çiseleyen gri birgünde, açık kasa bir kamyonetle; yani hava, kamyonet, ıslanan eşyalar; yani sahnedeki dekor bile trajediyi arttırmak için sanki özel olarak ayarlanmıştı! Sanki hayatımda bütün bu başıma gelenler beni bir yerlere götürmek için özel olarak seçilip, tasarlanmıştı! Şifreyi kırıp, kodu çözebilirsem; bana gelen bu mesajı öğrenmiş olacaktım.

Yetiştirme Yurdu zamanlarına tekrar dönüyoruz: Yurda verildikten sonra bende vesvese ve takıntı ve evhamlar başladı. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa daldığım ve evliyaları kendime rol model / örnek aldığım için, kendimi onlar gibi olmaya zorluyor. Başaramayınca veya bundan bıkkınlık ve nefret gelince; burulmuş yayın serbest kalması gibi, herşeyi bırakıyordum!

Örneğin “nasıl bir büyüğünün yanında ayağını uzatamıyor ve lâkayt davranışlarda bulunamıyorsun, o hâlde Allahu Teâlâ’nın seni izlediği her yerde ayaklarını uzatamazsın, kimse yokmuş gibi davranamazsın” diyordum kendi kendime. Ayak uzatmayı ve diğer beşerî davranışlarda bulunmayı, büyük bir cürüm ve günah ve utanmazlık olarak görüyordum. “Onun gördüğünü bile bile bunları yapıyorsan; ya aslında inanmıyorsun sen veya görmesine ehemmiyet vermiyorsun! Bu nasıl iman!? Bu nasıl haya!?” diye kendi kendimi suçluyor, hatta nefret ediyordum! Halbuki bilmiyordum ki ayak uzatmak haram ve günah değilmiş! Meğer aciz ve zaif insana, böyle bir ruhsat ve izin verilmiş!

Ya o mezhep veya şu içtihad hatalıysa diye 4 mezhebe birden uymaya çalışıyordum. Saatlerce banyo yapıyor, defalarca abdest alıyor, kıldığım namazları olmadı – bozuldu deyip, tekrar kılıyor; tuvaletlerde 1 – 2 top tuvalet kâğıdı harcıyordum! Bazen kıldığım 2 rek’ât namaz, taş taşımaktan çok daha yorucu ve eziyetli geliyordu bana; bitse de rahatlasam, tekrar abdest almak veya tekrar kılmak zorunda kalmasam diyordum! Yani namazı kılarken değil, bitirince mutlu oluyordum!

Namaz dışındaki zamanlarımda da; kullandığım diş veya ayakkabı fırçasının hangi kıldan yapıldığı; ayakkabı boyası, diş macunu, bulaşık deterjanının biyokimyevî yapısı ve içinde alkol nev’inden necis maddeler bulunup bulunmadığı; yemeklerde margarin kullanılıp kullanılmadığı gibi soru ve şüphelerle boğuşuyordum!

Elhasıl “ya hep ya hiç” karakterli bir sarkaç gibi bir uçtan diğer uca savruluyor; bir türlü vasat ve denge noktasında sükûnet ve itmi’nan, sekine ve huzur denilen duyguları yaşayamıyordum! Belâ en çok sevenlere gelirmiş ya; fakirlik ve sıkıntı ve acı çekmediğim bir günüm olursa; artık Rabbimin beni bıraktığı, “ne hâlin varsa gör” dediğini zannederek, kendimden şüpheleniyordum! Elhasıl ne kendimden ve ne de Rabbimden emin olamıyordum!

Sanki mutlu ve huzurlu olmak yanlıştı; hep ağlamalı, hep sıkıntı ve acı çekmeliydim ben! 60 küsur senelik hayatın 12 sene büluğ öncesini çıkarsak, kalan 40 senenin de 13 senesinin uykuda geçtiğini hesaplarsak; 20 – 25 küsur senenin her günü işkence altında geçse, ebedî ahiret hayatına göre bunun ne önemi vardı! Hem zaten dünya müslümanın cehennemi, kâfirin cenneti değil miydi!?

Bende yanlış giden, yanlış çalışan birşeyler vardı! Hayır tüm insanlar yanlış yöne gidiyor da, bir tek ben doğru yöne araba sürüyor olamazdım! Demek yola ters yönden giren bendim! Rabbimiz bize İslâmiyet’i, insan dünyada ve ahirette nasıl mutlu ve huzurlu olur, nasıl saâdete erişir onu göstermek için göndermişti; yaşamayı işkenceye çevirmek için değil! Evet, yanlış bendeydi! Demek içimde arızalanmış bir donanım veya bozulup, silinmiş bir yazılım vardı ki; ibrelerim eğri çalışıyor, göstergelerim doğru göstermiyordu!

Buradaki en önemli yanlışım: Aciz ve zayıf, eksik ve kusurlu olduğumu unutmuş olmam; üstelik kendimi kutup ve gavs olacak kapasite ve kabiliyette görecek kadar kibirli olmamdı! Sevmek ve ısınmak isteyip ama kendimi uzaydan gelmiş bir yabancı gibi hissettiğim bu dünyada; o alelade, ortalama insanlardan birisi olmak istemeyişimdi! Elhasıl kusur ve problemin bende olduğunu itiraf edip, doktora gitmem çok sonra oldu; burada da “obsesif kompulsif” olduğumu öğrendim! (Ne olduğuna internetten bakarsınız. )

Bir yerlerden okumuştum: Kişi babasını nasıl görüyorsa, Rabbini de öyle zannedermiş! Rabbim’e karşı duyduğum korku ve güvensizlik ve “O da beni sevmeyip, terkeder veya cezalandırırsa!” endişesi; belki anne – babam ve diğer insanlardan kalmış manevî bir mirastı bana!

Diğer yandan; kendime ve sevmediğim diğer insanlara karşı İslâmiyet’i bir sopa olarak görüyor; kendimi ve herkesi İslâmî açıdan eleştiriyor ve kınıyor; kendimle birlikte herkese kızıyordum! Sevmediğim, hatta nefret ettiğim insanların İslâmî eksik ve yanlışlarına bakarak, onları acımasızca eleştiriyor, kafamda sopalıyordum! Halbuki onlara uzak ve soğuk olmama İslâmî bir kılıf ve mazeret üreterek; güya bu tutum ve davranışlarıma meşruiyet ve ulvîyet kazandırıyordum! Güya İslâmî ve ulvî hissiyat / hassasiyetlerimden dolayı insanlardan uzak duruyordum; halbuki insanlara duyduğum şahsî kin ve öfkemi böyle tatmin ediyor; yüzleşmekten korktuğum bu gerçeği kendimden böyle saklıyor ve rasyonalize ediyordum! Bu konuyu da burada bırakalım.

Geceleri uykumda, yani irade ve kontrolümün zayıf olduğu zamanlarda; cinler de rahatsız etmeye başlamıştı beni! Yarı uykulu yarı uykusuz, yarı bilinçli durumlarda rü’yalarıma müdahale ediyorlar ve uyanmak istediğimde de gözlerimi açtırmıyor; “karabasan” gibi yataktan kalkmama müsaade etmiyorlardı!

Zorla uyutup, gösterdikleri bir rü’yada yattığım odaya bir sürü koltuk taşıtıyorlardı ama koltuklar döner koltuk olduğu için ayaklarıma çarpıyordu taşırken. Bu esnada rü’yadayken dedim ki “Zaten rü’yadayım, dünyadaki gibi yavaş taşımama gerek yok bu koltukları; ruh hızıyla taşıyayım bari. ” Böyle dedim ve hızlıca taşımaya başladım koltukları. Demez olaydım! Sanki rü’yadaki fizik yasalarını ihlâl etmiş ve kurallara karşı gelmişim gibi; rü’yamdaki tüm dekor ve içindeki eşyalar zangır zangır titremeye ve oynamaya başladı! Çok korktum, bırak gözümü açıp, uyanmak ve dudaklarımı kıpırdatıp Ayetelkürsi okumak; Bismillâh dememe bile müsaade etmiyorlardı!

Vücudumun içerisine 5 – 10 tane cinnin girip, işgal ettiğini hissediyordum! Üzerimde uyku ve ağırlık yapıp, ruh veya irademin vücud üzerindeki kontrolünü bloke ediyorlardı! Gözlerimi açıp, uyanmayı başarıpta; okuyup, ellerime üfleyerek, vücudumu mesh ettiğimde ise; hepsi göğüs ve ayak ucumdan dışarı kaçıyordu! Hayır gördüğüm bir şey yoktu, sadece vücudumda hissediyordum onları. İçim ürperip, tüylerim diken diken oluyor ve gözlerimden yaş gelecek kadar rahatlıyor ve hafifliyordum. Şiddetli uyuma isteği ve gözlerimdeki kapanma baskısı da kalkıyordu. Bunun gibi, bazı geceler, kanın damarlarda cevelân ve deveranı gibi; içimde dolaştıklarını hissediyordum!

Şiddetli uyku bastırıp, yatağa yatınca hemen uyuduğum bazı geceler, kulağımın dibinde şiddetli patlama ve şimşek çakmalarıyla beni korkutup, uyandırıyor, yatağımdan sıçratıyorlardı! Bazı rü’yalarımda sevdiğim insan suretinde geliyorlar, tam yanıma yaklaştıklarında suretleri değişip, korkunç bir suret alıyorlardı! Bir keresinde zorla gözümü açmayı başardığım bir rü’yada, gözlerimdeki katrandan sert kabukların kırıldığını fakat hareket ettiremediğim vücudumun bu sert katranla kaplı olduğunu görmüştüm bir ân! (O gece, yatsıyı kılmadan yattığım bir geceydi. )

Artık, “ulan!” dedim kendi kendime; “gündüz insanlarla, akşam cinlerle uğraş; ne kardeşim bu ya; hep mücadele hep mücadele!… ”

Burada onların en büyük silâhı ve bizim en zayıf noktamızın; onlara karşı duyduğumuz “korku” ve bunun getirdiği “karşı koymama iradesizlik ve kararsızlığı” olduğunu anladıktan sonra işler kolaylaşıp, çözülmeye başladı.

Hem “Lâ havle velâ kuvvete…” sırrını hazmetmeden ve uçurumdan düşen bir insanın çaresizliği içerisinde Allahu Teâlâ’ya sığınmaktan başka bir alternatif olmadığını idrak etmeden; O’na mecbur ve mahkûm olup, tek kurtarabilecek Zât’ın O olduğuna şahid olmadan; elhasıl O’na güvenmeden ve dayanmadan; yatakta değil Ayetelkürsi, Felâk, Nas’ı okumak; Kur’ân’ı hatmetsen faydası yok veya çok az!

Cin demişken; yurttan anneme izinli geldiğim birgün, üvey babam (“üvey baba” deyince aklıma Kemalettin TUĞCU geldi nedense!) parasını kaybetmiş veya çaldırmış; evde şimşek ve gökgürültüleri vardı yani. Ben yorganın içine sinmiş ve uyuyormuş gibi yapıyordum! “Yarın cinci hocaya gideceğim, kim çaldıysa karnı şişecek!” diye ortaya tehditler savuruyordu! Ulan böyle evhamlı, vesveseli insanın yanında böyle denir mi! Daha böyle der demez, dikkatim karnıma yöneldi! Karnımda kasılma ve guruldamalar hissediyor; elimle karnımın şişip şişmediğini yokluyordum! (Uzun zaman sonra öğrendim ki parasını, habersizce annesi almış. )

Üvey baba deyince, aklıma öz babam geldi şimdi. Onun pazarda sattığı balıklardan kazandığı parayı kaybetmesi geldi. Sabah ayıldığında parayı sen çaldın diye beni bir güzel dövüp, küfrede küfrede evden çıkıp, gitmişti. Sonra ben babamın ceket, pantalonlarını karıştırarak, astarının içinde bulmuştum parayı. “Zaten dayağı peşin peşin yedik” dedim, vermedim o parayı.

Neyse uzatmayayım; birkaç cinci hocaya gittim kimi “su cini var sende” dedi muska yazdı; tabii muskada ne yazdığını görmek için içini açtığımı tahmin edersiniz! Galiba altalta 19 adet besmele ve Ashab-ı Kehf’ten bazı isimler yazıyordu. Başka cinci hoca “sende 3 tane sarışın hıristiyan cin var, hep seninle dolaşıyor, seni bırakmıyorlar” dedi. Sonraları birkaç tane de psikiyatri doktoruna gittim, onlar da “obsesif kompulsif” teşhisi koydular! Sizin anlayacağınız, her iki tarafla irtibatı koparmamaya ve 2 yönden tedavi olmaya çalışıyordum!

Bir keresinde doktorun verdiği bir ilâçtan sonra afedersiniz çevreme öküz gibi bakmaya başlamıştım! Artık olayları çok açılı, yukarıdan 5 kamerayla izleyemiyor; baktığım ağaçtan 20 anlam çıkaramıyor; önümden sür’âtle geçen otomobillerin herbirisinin plâkalarındaki rakamları yanyana toplayıp karesini alamıyordum! (Zaten araba plâkalarıyla ilgili bu işlemi eskiden de yapamazdım!) Sizin anlayacağınız, etrafıma bön bön bakıyordum. Ben de “ulan demek normâl insanlar çevrelerine böyle bakıyorlarmış” dedim ve o ilâcı bırakıp, normâl insan olmaktan vazgeçtim!

İşyerindeki arkadaşım da işin dalgasındaydı: “Oğlum bizim gibi avam insanlar nezle olur, grip olur; senin gibi havaslar ise ‘obsesif kumpulsif mi’ ismini bile telâffuz edemediğim hastalıklara yakalanırlar” diye benle dalga geçiyordu!

Elhasıl hayatımın uzun bir devresi, ailevî ve ekonomik ve psikolojik problemlerden başka; itikadî ve fikrî buhran ve bunalımlarla uğraşmakla geçti. Örneğin: Kendimin bir çeşit rü’yada olmadığına delil arama ve ikna etme çabaları ve bulamayışım! Öyle ya, eğer bir çeşit rü’yadaysam; rü’yadan uyanmadan, rü’yada olup olmadığımı nasıl ispatlayabilirdim ki!? Sonuçta lehte, aleyhte bulacağım her delil, bu rü’ya içerisinden olma ihtimâli vardı!… Tahayyül-ü şirk ve tasavvur-u küfr’ü, tasdik-i küfürle iltibas etmelerim… Amelin evlâsını ararken, harama düşmelerim gibi…

Anne-baba ve akraba üzerinden dış dünya ve insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimlerden sonra; “anne-babam böyleyse, diğer insanlar ne yapmasın!?” diyerek; insanlardan kaçışım ve onları sev(e)memem, bazen nefret edişim!… Aslında hiç yardım etme niyeti taşımayan, otomatik güleryüzle, yapmacık “nasılsın” demelerinin; bana küfrediyorlarmış gibi hissettirmesi!… Tüm devamsızlık haklarımı kullanarak, okuldan devamlı eve veya cami köşeleri, avluları veya çay bahçeleri ve kitapçılara kaçışım!… Sanki kitapları uyuşturucu niyetine kullanıp; sanki birşeylerden kaçar ve unutmak ister gibi, buralarda saatlerce kitap okuyuşlarım… Kitap okumak için gittiğim Din Görevlileri Derneği’nde yaşlı bir amcanın bana “buraya 18 yaşından küçükler giremez” demesi geldi şimdi aklıma…

Ankara Üniversitesi’nin 2 yıllık İnşaat Meslek Yüksekokulunu kazanmam ama maddî – manevî sebeplerden birkaç ay okuyup, kaydımı dondurmam ve sonra sildirmem; sonra Hacettepe’nin 2 yıllığını kazanmam ama hiç gitmemem. En sonunda Anadolu Üniversitesi’nin 4 yıllık İşletme Lisans Bölümü’nü bitirmem.

Sonra askere giderken kısa dönem askerliği değil de yedek subaylığı tercih etmem (buradan aldığım maaşla, evlilik paramı biriktirecektim) ama kısa dönem askerlik çıkması ve buna sevinmem.

Yurtta kaldığım zamanlarda Piramit veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nin ufak bir model ve prototipini yapıp, buna sanayi cereyanıyla yatay elektrik akımı verip, ortaya çıkan dikey magnetik alanla dipolarizasyon meydana getirme, böylelikle modelin içindeki sineği ışınlama projelerime falan ise hiç girmeyeceğim!…

Limonun tadı mı “ekşi”, yoksa tat olarak “ekşi” bizde tanımlı ve kodlu da; limon sadece o tanım ve kodu mu aktive ediyor? Yani tüm tatlar ve kokular, renkler ve şekiller dışımızda değil; içimizde mi!? Dışarıdaki eşyanın tüm fonksiyonu, bu içimizdeki program ve kodları uyarmak ve canlandırmak mı sadece!?… Dışarıda gördüğüm ve hayranlıkla seyrettiğim bu manzara, sadece bir doğa manzarası mı; yoksa bu doğa aynasında hakikâtte kendi yansımamı mı seyrediyor ve hayran oluyorum!? Dışarıda gördüklerim, aslında kendi içimde gördüklerim veya benden dışa yansıyan şeyler mi!?… Madde’nin hareket hızı; fazını belirliyor? Mahiyet ve hüviyetini de belirliyor mu, nasıl?… Gibi problemlerimden ise başka zaman bahsederim.

Burada yazdıklarım hayalî olay ve kahramanlar değil, bizzat yaşadıklarım; belki yanlış ifadeler kullanmış olabilirim ama hiç mübalâğa ve abartma yapmadım; hattâ bunların çok azını paylaşabiliyorum sizinle. Yani yazdıklarım var, yazamadıklarım var; sonra unuttuklarım var, bir de unutmak istediklerim var…

Kitap okumak veya ders çalışmak için sık sık ve devamlı olarak gittiğim Bursa Ulucami civarındaki Kozahan Çay Bahçesi’nde gelecekte eşim olacak kişiyi gördüğümde; kulağıma dışarıdan ve gaibten fısıldanan “Bu kişiyle evlenmek için dua et, duan kabul olacak” sözünü ve o kişiyle evlenip, çoluk çocuğa karışmamı ve bugüne kadar ki maceralarımı belki başka zaman anlatırım. (Ha ambulâns geldi mi, aşağıda mı? Şimdi geliyorum! 🙂

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Evlenmek, hele çocuk sahibi olmak hiç rasyonel ve mantıklı gelmiyordu bana! Hâlen de geldiğini söyleyemem. Çünkü insanın dünyada sevdiklerinin sayısını arttırması, onların elemleriyle acı çekme riskini de arttırıyor! Kendi acılarımda zorlanırken, bir de başkalarının yükünü omzuma almak, böyle bir riske girmek hiçte akıl kârı gelmiyor bana! Ama bu aşamada mantıklı olmayı bıraktım; hormon ve güdülerime ve duygularıma; yani “fıtrat” programlarıma uymaya karar verdim. Zaten “sevgi, muhabbet, yardımseverlik, fedakârlık, anne-babalık, şehidlik” gibi çoğu ahlâkî davranış ve tutum, değer ve sabitelerin mantıkî taban veya pragmatik temeli yok ve olmaz ve belki de olmamasıdır, bunları değerli ve önemli kılan…

Bu yazının final sahnesi ve sonuç cümleleri yok. Daha doğrusu sonucu ben de bilmiyorum! Finâl sahnesi olmayan bir yazının size faydası olur mu? Bunu da bilmiyorum, sanırım bunun cevabı sizde.

Benimle benzer sıkıntı ve tecrübeler yaşamış başkalarına da bir faydası olur kanaâtiyle; bu yazının detaylı ve genişletilmiş, bugüne kadar gelen güncel versiyonunu belki ileride www.metabilgi.org siteme eklerim.

Başlığı belki “Sınırlar” veya “Aklın Limitleri” olur; belki de “Gerçeğin Yapısı” veya “Gerçek’in Dokusu” gibi birşey, bilmiyorum. Çünkü film bitmedi, macera devam ediyor!

Ayhan Küflüoğlu / Risale Haber

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bilimsellik Felsefesi’nin Metafiziği & Bilim niye tarafsız değil?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatıkapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? /Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsellik Felsefesi”nin ürünü olan “Bilimsel Bilimateist ve materyalist, natüralist ve determinist olup; Bilimsel İfadeleri’nin derinine sakladığı (yani bilincimizin farkedemediği için filtreleyemediği; bilinçaltı, subliminâl, gizli altmesaj ve fısıltılarıyla;) bu fikir ve inançlarını delillendirip, ispatlamaya çalışır!

Üstelik sanki bu inanç ve felsefesinin doğru olduğunu ispatlamış gibi; sanki bu itikadı doğruymuş gibi İfade Kalıpları kullanır! Yani “Allah yok(muş); varsa bile bu fiil ve sonucunu O yapmıyor(muş); bu iş ve icraatın olabilmesi için O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” şeklinde altmesaj taşıyan Bilimsel İfadelerinde, Rabbimiz’in olmadığı kâinat tasvirleri çizer. Bu virüslü Bilimsel İfadelerin şuuraltımıza tekrar ve telkiniyle, biz de öyleymiş gibi inanmaya başlarız!

Üstelik bütün bunlar yetmezmiş gibi; bu telkin ve ilüzyon, aldatma ve mugalataları yaparken; bir de inançlardan bağımsız ve tarafsız, İslâmiyet’e olgusal ve nötr, kâinat gözlemlerinde objektif ve nesnel olduğu yalanını söyler! Dahası Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri’nin herhangi bir inancı enjekte ve dikte etmediğini iddia eder!

Halbuki zihin ve hayâlimizde çizdiği kâinat kurgu ve tasvirlerinde; eşyanın varlık ve devamında, işleyiş ve hareketinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret duymayan bir “varlık” tanım ve ta’rifi yapar! Bilim’in bu varlık ve bilgi anlayışına göre; “evrende Rabbimiz’in varlık ve rolünü gösteren objektif ve subjektif hiçbir delil ve kanıt olmadığı gibi; bunun ispatına da epistomolojik ve ontolojik olarak imkân ve ihtimâl yoktur! Yani Bilim’e göre, ‘iman’; bir inanç ve önkabül işi olup, bilgi ve araştırmanın konusu değildir! Bu konu, bilimsel bir varsayım ve tez konusu olarak bile kabul edilemez!”

Elhasıl mevcut Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilim ve Bilimsel Yöntem tarafsız ve nötr, nesnel ve objektif olmadığı gibi; zaten mantıken olması da mümkün değildir. Yani inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı gözlem biçimi, nötr ve olgusal ifade şekli; mantık ve dil açısından mümkün değildir.

Çünkü, daha önceki yazılarımızda dediğimiz gibi; birşeyi “ya yaratıcı ve Rabbi var(mış)”gibi inceler ve anlamdırır, ifade ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun tarafsız bakabileceğimiz ve inançtan bağımsız, nötr ve olgusal cümleler kurabileceğimiz ortası veya uzaktan eşit mes’âfede bakabileceğimiz objektif bir gözlem noktası yoktur ve olamaz.

Mevcut Bilim “Rabbimiz var(mış)” inanç ve tarafını kabul etmediği veya hiç değilse önvarsaymadığı için; gideceği diğer mecburî yön olan “yok(muş)” tarafını tutarak, bu inancın savunuculuğunu yapar! Yani yaptığı her gözlem – ölçüm ve bulduğu herşeyi, bu inancıyla çelişmeyecek ve tutarlı olacak şekilde sunar ve Bilimsel Yayınlarındaki ifade ve tasvirlerini, bu ateist – materyalist inanca göre yapılandırıp, kurgular! Yani mevcut Bilim; (Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri açısından;) yani tanım ve ta’rifi ve kullandığı yöntem olarak; bu şekliyle, inkâr ve şirke delil ve ispat; meşruiyet ve onay üretmenin diğer adı olmaktadır!

Yaptığı her gözlem ve keşfettiği herşeyi ve bunların ifade ve tasvirlerini “Allah yok(muş), varsa bile bu işleyişle ilgisi yok(muş). O olmadan da bu işler pekalâ yürüyebilir ve yürüyor(muş)”un delil – ispatıymış gibi kurgulayarak; mevcut Bilim, bu tavrıyla sadece “yok(muş)” tarafını tutmakla kalmıyor; ayrıca pratikte bunun delil – ispatına çalışıyor! Yani esasen “Bilim’in Bilimselliği” veya “Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey; ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin savunuculuğunu yapma ve bu batıl inancın teorisini inşa etmenin gizli bir yöntem ve sinsi bir kılıfı olmaktadır!

Evet, “Allah var – yok” dışında başka bir ihtimâl veya bu 2 ihtimâle eşit uzaklıkta orta veya dış nokta yok ki oradan gözlem ve ölçüm yapıp; böylece objektif ve olgusal, inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı; yani nötr ifadeler kurabilelim.

Peki Bilim bizi tarafsız ve objektif olduğuna nasıl inandırdı ve inandırıyor? Şöyle: Başlangıçta “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil; çünkü varsa bile gözlenemez ve ölçülemez” diyor. Yani hem “varmış – yokmuş benim araştırma sahamın dışında” diyor; sonra da evrendeki gözlem – ölçüm ve bunların ifade biçimini “yok(muş)”inancına göre şekillendiriyor! Yani “yok(muş)”un tarafını tutuyor!

“Kâinattaki varlık ve fiil – faâliyet / hareket ve neticelerinin AllahuTeâlâ ile ilgi ve ilişkisi yok(muş)” iddiasına bizi ikna etmek için; gözlediği olayları önce “deterministik zincir / sebep – sonuç” kalıbına dökerek; sonra buradan “otomatik mekanizma, kuvvet, madde – enerji hareket ve dönüşümü”yle şematize ederek; bu karışıma “tesadüf, tabiat, zorunluluk, içgüdü, evrim, kanun” gibi süreçsel isim ve tasvirler ekleyerek; yani bu formüle göre kurgulanmış Bilimsel İfade Yöntemi’yle, altmesaj olarak şuuraltımıza: “Bütün bu gösterdiğim fiil, faâliyet ve sonuçları olan eserlerin neden ve faili olarak; herhangi bir doğaüstü varlığa atıf ve bağlama zorunluluğu yok” komut ve mesajını gönderir! Bu mesajda aslında “herşey O olmadan da olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün”şeklinde bir mantık hatası ve safsatası vardır ama mesaj bilinçaltı kanallarla gönderildiğinden dolayı; bilincimiz bu safsatayı farketmez ki, kendini koruyup, itiraz edip, cevap üretsin!

Yani “evrende yaptığım objektif ve tarafsız gözlem – ölçümlerin sonuçlarına göre ve ayrıca düşünerek mantıken ulaştığım bir netice olarak: O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan da bu kâinattaki eser ve işleyişleri açıklayıp, nedenselleyebiliyorum” iddiasında ve bunun ispatı peşindedir mevcut Bilim!

Bilim(sellik)in yanlış olan bu paradigmasına göre: “İman, ahiret’ gibi mes’eleler; gözlem, bilgi ve araştırmanın konusu olmadığı için; kâinata sabitlenip, temellendirilemez! Bu sebepten kâinata göz ve kulaklar kapatılıp, bunlara sadece inanılır! Yani inanmak ve inancını muhafaza edebilmek için kâinata göz ve kulakların kapatılması şarttır!”

Bilim(sellik) Anlayışı burada kalmayıp, bir sonraki aşamada İslâmiyet’i, ineklere tapan hinduizm gibi diğer batıl din ve absürd inançlarla eşitleyerek, yani dinimizi onlardan herhangi biriymiş gibi gösterip; buradan hepsine toptancı bakış açısıyla tepeden bakarak:“A tabii ben tüm din – inançlara saygılıyım; evren varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç duymasa da ve evrende varlığına hiçbir delil – ispat olmasa da ve zaten mantıken böyle bir inanca ihtiyaç ve zaruret olmasa da; siz kendinizi rahatlatmak ve ölüm korkusu gibi psikolojik veya devlet ve ahlâk gibi kurum / yasaların bağlayıcılığı için, yani tarihsel ve toplumsal sebeplerle inanmaya devam edebilirsiniz! Bilim’in sebebini çözdüklerini sebeplere, mekanizmasını henüz çözemediklerini de inandığınız tanrıya vermeye devam edebilirsiniz! Bilim’in onca gözlem / deliline rağmen, kâinata gözlerinizi kapayarak inancınıza sıkı sıkı tutunmaya devam edebilirsiniz: Dediğim gibi bu ‘inanç’ işi; ‘gözlem, bilgi ve araştırma’nın konusu değil; bunlar sadece felsefe ve metafiziğin spekülâsyon alanı olabilir!” der.

Elhasıl mevcut Bilim Anlayışı; Truva Atı gibi kullandığı Bilimsel İfadelerinde; kâinatın varlık ve devam, hareket ve işleyişini nedenselleyip, açıklamak; tasvir edip, nasıllamak için; “madde, sebep, mekanizma, kanun, adaptasyon, seleksiyon, mutasyon, evrim, içgüdü, kuvvet, çekim, patlama, basınç, ısı, uzun zaman” gibi; yani ‘dışarı’dan bir fail ve özneye ihtiyaç duymadan harekete geçen türlü etkilerin, “tesadüfen veya zorunlu olarak” biraraya gelebileceğini ve geldiğini iddia ederek; (yani Rabbimiz olmasın da, bundan başka evrende ne varsa herşeye atıf yaparak!); böylece, Rabbimiz’in olmadığı, olsa bile işleyişe karışmadığı; yani eşyanın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk duymadığı; ateist ve materyalist bir dünya görüşünü şuuraltımıza ilka eder! Böyle yaparak; bizi bu sahte kâinat kurgusunun gerçekliğine inandırmaya çalışır!

Halbuki varlığı icraat ve eser, fiil ve sonuçlarında bir alet – edevat olarak kullanan; yani “sebeplerin, sebep ve birşeylere alet ve aracı olmasının sebebi” olan Rabbimiz olmazsa; yani eşyadaki işleyişin fail ve öznesi olan Rabbimiz olmazsa; sebepler, yerinden kalkıp sebep ve alet bile olamaz! Sebep olmayı bırak; kendilerini bile ayakta tutamaz, kendilerine bile bir faydaları olmaz!

Çünkü eser fiilsiz; fiil de failsiz; (diğer deyişle) eser, müessirsiz; faâliyet, öznesiz ol(a)maz. Çünkü kitabı yazan kim ise; içindeki harf ve cümleleri de yazan odur! Yani harfi yazan, cümleyi yazandan ve cümleyi yazan da kitabı yazandan başkası değildir! Ormanın sahibi kim ise, içindeki ağaçların da sahibi ve yaradanı odur! Dünyayı döndürüp, gezdiren kim ise; üzerindeki bina ve içindeki atomları da gezdirip, döndüren odur!…

Anne karnında, sindirim sistemini henüz inşa etmediği bebeği, direkt midesine bağlı bir kordonla besleyen kim ise; doğduktan sonra da ona lâzım ve gerekli gıdayı “süt” olarak annesinin göğsünden; daha sonra da topraktan gönderen aynı Zât’tır!…

Bilim’in insan nazarını kesret ve parçada boğucu (mana-yı ismî) bakışından bir adım geriye çekilerek, kâinata vahdet ve tevhid (mana-yı harfî) nazarıyla baktığımızda; gördüğümüz tüm insan, hayvan, bitki yavrularından sonra, anlarız ki: Uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünyamıza hergün, her ân tonlarca “sütten, baldan, elmadan, sudan” ırmaklar, nehirler akıyor!…

“Fizik Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Hıfz ve Koruma Fiili / Koruma Kanun ve Emri” sebebiyle; herşeyi koruyan bir “hücre zarı, vücut derisi, ağaç ve meyve kabuğu, gözkapağı, kafatası, ozon kalkanı, atmosfer filtresi, magnetosfer zırhı” ve “akyuvar, antikor, bakteri, mikrop” gibi görevli orduları var!

“Kimya Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Kuddûs ve Temizleme Fiili / Temizleme Kanun ve Emri” sebebiyle; “deniz, yeryüzü, hava, ormanlar, vücudumuz, kan, bağırsaklar, gözlerimiz vs.” herşey (beşer eli karışmadığı müddetçe) devamlı temizleniyor, tertemiz! Bu “emri” dinleyip, bu “kanuna” uyan, bu “fiil” sebebiyle hareket eden “gözkapağı, yağmur, rüzgâr, tuzlu deniz, dalgalar, alyuvar, akyuvar, bakteri, mikrop” ve “küçük çöpleri toplayan karınca, küçük kirleri temizleyen sinek – sivrisinek, hayvan cenazelerini taşıyan akbaba; uzaydaki enkazları süpürüp, toplayan karadelikler” var…

Evet mes’elâ “yemek” eserinin müessiri olan bir aşçı ve “yemek yapma” faâliyetinin faili bir usta olmadan; örneğin “raftaki tencere, ocağın kütleçekimine kapılıp ocağa inemez; bıçak kendi kendine veya bir takım enerjilerle havalanıp, ince ince soğan kesemez; doğranan soğanlar oradan rüzgârla havalanıp, tencereye giremez; çekim kuvvetiyle yağ şisesi havalanıp, olması gereken açıyla, olması gereken miktarda tencereye yağ dökemez; ocaktaki hidrojen ‘helyuma döneyim de şu yemeği pişireyim’ diyemez!…

Elhasıl Bilim; failsiz ve öznesiz olarak kurguladığı veya “tesadüf, uzun zaman, madde – enerji, basınç, süreç, otomatik mekanizma, kuvvet, tabiat, kanun, sebep – sonuç ilişkisi” gibi, Rabbimiz’in yerine ikame ettiği sahte fail ve öznelerle dolu Bilimsel İfadeleriyle; bize bir masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrimlerden biri, bence; Rabbimiz’in sadece metafizik ve felsefenin konusu olmadığını gösterip; fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih gibi b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!

Eşyanın varlık ve işleyiş ve kendi arasındaki etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil / icraat ve tecelli ve etkileri olmadan; salt madde–enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleriyle hiçbirşeyin varlık ve devam ve işlemesinin açıklanamayacağı, nedensellenemeyeceği ve tasvir edilip, nasıllanamayacağı gerçeğini göstermesidir!

Böylece “ışık olmadan eşyayı göremem” veya “kulak olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahu Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudretiyle, eşyaya (eşyanın kendi camid / cansızlık ve acziyle yapması mümkün olmayan) şu işleri yaptırmadan; bu eşya, şu atom, kendi başına bunu yapamaz”ın  farkına vardırmasıdır!

Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir ve yekta kuvvet / etki sahibinin sadece O olduğunu “maddî gözlere” de göstermesidir. Yani bu gerçeği görmek ve farketmek için yüksek sezgi, zekâ veya bakışa veya kâlp gözü, vicdan, basiret – firaset gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara ihtiyaç ve zorunluluk olmadan; sadece çıplak baş gözümüzle bile bunu göstermeyi başarmasıdır!

İnkâr ve şirkin modellemesini yapıp, teorisini kurmaya çalışan Bilim ise; baştan doğru varsaydığı, delilsiz ve ispatsız “(Madde-Enerji) + Uzun Zaman + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin “şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır! (Bir resmin, ressamsız nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar ile ne kadar tasvir ve nedensellenebilirse o kadar!)

Diğer deyişle: Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır Bilimsel Bilim! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalık (ve takıntısıyla) malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Daha önce başka vesileyle dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde doğru cevaplardan önce, doğru soruları öğrenmeliyiz. Çünkü doğru cevabı, doğru soruyla bulabiliriz. Çünkü sormadığımız soruların cevabını göremeyiz; görsekte farketmeyiz. Yani hayatta algılayıp, farkettiklerimiz; soru ve ihtiyaçlarımızdan bağımsız değildir. Neyi ararsak, onu buluruz.

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, başımızı kaldırdığımızda sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deri, meyveyi başka bir zarla korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor, gönderiliyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; görsekte nedenini ve failini sormuyoruz!

Sormuyoruz, çünkü Bilim “kâinatın varlıkta durması ve çalışmaya devam etmesi, Allahu Tealâ’nın fiil ve eseri olmayıp; bütün bu işleyişler, (güya) maddenin ve evrenin kendi iç dinamikleriyle olan süreçlerdir. Yani evrende bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor; mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün” kerameti kendinden menkul (delil’in, ispatla kısır döngüye girdiği) hurafeye bizi inandırmış! “Kim” sorusunun saçma ve abes bir soru ve bu arayışın boş bir çaba olduğuna bizi ikna etmiş!

Bununla birlikte kendisinin (yani Bilimsel Bilim ve Yöntem’in) evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna bizi inandırdığı için; dünyada başka bir Bilim Anlayışı, Felsefe ve Yöntemi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in Bilimsel(lik) Formatından geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı Bilimsel Gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin (ve en önemlisi doğru) başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)memekteyiz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplamakla meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”, camide “müslüman” rolü oynuyoruz!…

Bununla birlikte mevcut Bilim’i esas tutup; İslâmî Bilim’i bunun bir sonucu veya bir uzantı ve sonraki aşama ve evrimi olarak anlaşılmasına sebep olacak şekilde davranmak; yani mevcut Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize etmek doğru değil. Doğru olmamasının en önemli sebeplerinden biri: İslâmî Bilim’in, şu ânki Bilim’den 180 derecelik bir eğilme ve kırılma ve kopuşu ifade etmesidir. Yani Bilim’in “ateist ve materyalist felsefe, determinist ve natüralist önvarsayım / öninanç” ve buradan kaynaklanan Bilimsel Yöntemiyle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek.

Fakat buna başlamadan önce, geçen haftaki yazılarımızdan şu tespiti akılda tutmakta yarar var: “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş filtreli bilgi’ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz. Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup (mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir); fakat “bilim” değildir. Bu açıdan “bilim” denilen şey, evrendeki “bilgi”nin dar ve eksik ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi Bilimsel Yayınlarda(“yaratma” yerine “oluşma”; sevk-i ilâhî ve ilham yerine sevk-i tabiî veya içgüdü; Allah’ın izni ve iradesiyle yerine tesafüden / şans eseri oldu gibi) failsiz ve öznesiz ifadeler kullanılmasıBilimsel Yayın Şartı olarak dikte edilir!

Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesi’nin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”, “tasvir ve açıklama”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbet ve çağrışımını biraz daha kapatıp, kopartmakta veya karartmakta!

Sonuç olarak: Okullardaki fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs. tüm ders kitapları ve müfredat Bilimsel Bilgi Virüsleri’nden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe ve İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarına göre yeniden ve kendi medeniyetimize göre yazılmadıkça; haftada 100 saat din dersi de olsa, Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i hergün ezberden tekrar da etsek; (bozuk arabaya en kaliteli benzini koysak fayda etmemesi veya hasta insana bazen gıda fayda etmemesi, hatta zarar vermesi gibi;) bizden beklenen zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez veya yeterli olmaz.

Bilemiyorum; Misyoner Okulları mı daha tehlikeli ve zararlı, yoksa mevcut Seküler Lâik Modern Okullar mı!? Fakat şundan eminim ki: Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla ateist – materyalist inançları ve Yanlış Bilgi Virüslerini zihnimize zerkeden Bilimsel Kitaplar; alenî küfür ve şirki ispata çalışan ve reklâmını yapan kitaplardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Evet Bilimsellik Kriterleri’ne göre ve buna göre şekillenmiş Seküler Lâik Kültür, Modern / Çağdaş Anlayış ve Algıya göre yazılmış kitaplar, dergiler, medya; yalın ateizm – materyalizmi savunan, direkt küfür – şirk reklâmı yapan yayınlardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Çünkü, Bilim(sellik) Felsefesi’nin tehlike ve zararları hakkında önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: Herhangi bir olayı, sebep–sonuç şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantı ve ilgisi yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil! Kâinattaki bu faaliyet ve sonuçları; çeşitli sebep, madde–enerji, kanunlarla ister istemez tabiî bir zorunluluk olarak oluyor! Yani Allahu Tealâ olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma  bu, süreç böyle işliyor. Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur yerçekimi sebebiyle yere düşecek, bu sebep–sonuç / süreçte Allahu Tealâ gibi doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminâl, saklı mesaj; bilinçaltı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı ve telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan insan, hastalık kaptığını bile farketmez; kendisini sağlıklı ve kâinattaki varlık ve hâdiseleri doğru görüyor ve algılıyor, tarafsız ve objektif anlıyorum zanneder! [Halbuki “din – dinsizlik ortası” veya “dışı” anlamında “tarafsızlık” diye tanımladığı şey; aslında batıla taraftar olmak; yani “Allah yok(muş), varsa bile bu işle ilgi ve bağlantısı yok(muş)” gibi bakmak oluyor!]

Bu virüs defaatla alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada bilinç alanında da yeşerip, dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar!

Bilimsel İfadelerin yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu Derin Anlam; dil ve zihin yoluyla kâlbe girip, burada işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt 2 bilgiden biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan 2 bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya birisini atacaktır.

Yanlış Bilgi Virüsü kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana nasıl bedenen hareket zor gelir, devamlı yatmak ister; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de bedenen ibadet yapmak (hatta sadece diliyle zikir bile!) çok zor ve yorucu gelir; çabuk usanır! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; Bilimsel Bilim’in hep sebep – sonuç çağrışım / devreleri aktive olur; algı ve anlamlandırmalarını bu şema üzerinde yapılandırır, anlam dünyasında eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir.

Elhasıl bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş olarak, sadece Bilim’in göstermek istediklerini görür, algılatmak istediklerini algılar ve bunları anlamlandırma biçimi de bu yeni programa göre olur! Bu program kırılıp, bu hipnotik uyku ve şartlanmadan uyanmadığı sürece gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz.

Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; ağaç – elmadan Allahu Tealâ’ya çağrışım / bağlantı; yani elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş refleks ve akıl yürütmeleri kopmuştur. Bu kişi için Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen Da Vinci çağrışımı, kâinat düzleminde Allahu Tealâ olarak kopmuştur. Bu kişi çevresinde milyar Mona Lisa tablosuna bakar ama aklına sadece Bilimsel Bilim’e hâkim olan (güya “inanç ve değerden tarafsız, objektif, nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) ateist ve materyalist, determinist ve natüralist inanç / felsefenin zoom yaptığı ve odaklandığı “fırça – boya – tuvâl ve renkler” gelir, çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar! Allahu Teâlâ ancak ikinci bir kasıt ve niyetle akla getirilebilir ve bu sun’î çağrışım da geçici ve te’sirsiz olur.

Bu virüsle zihin, inanç ve algıları formatlanan kişi için “Allahu Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden Allahu Tealâ ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez; bu dünyada gösterilemez ve delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’ olan!” Bu düşüncelerle Allahu Tealâ (tabir-i caizse) “metafizik / madde ve doğadışı / doğada yok!” diyerek; “çok çok uzakta(ymış) gibi!” zihin ve algıda kâinat dışına çıkartılır!

Bu kişi için artık Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında kategorik bir fark olmayıp; sonuçta hepsi “inanç” ortak paydasında eşitlenmektedir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırırlar. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan, aynı kavramlarla baktığından; farklı birşey gören yoktur!

Elhasıl “Allahu Teâlâ’nın olmadığı bir evren nasıl olurdu? O olmadan nasıl ayakta durup, faâliyette bulunur ve çalışırdı?” diye kurgusal bir masal okumak isterseniz; bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun!

Bu Bilimsel Masallarda; (taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi;) evrendeki madde ve zerrelerin, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf – zorunluluk, enerjilerle kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve üstelik “hayat, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar inşa ettiklerini göreceksiniz; şapkadan tavşan çıkması gibi içinden çeşitli cinste ağaçlar çıkan topraklar, çeşitli tat ve renkte şekerlemeler, meyveler göreceksiniz!

Erzağı, yağmurlama, arıtma, temizleme, atık sistemleri düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – tabiât kuvvet ve enerjileri” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs.; elhasıl animasyon gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise göreceksiniz!

Bu açıdan belki dünyada sınav da olmuyoruz, “imtihan” da yok; çünkü kopyeler de verilmiş, kitaplar da önümüzde açık, doğru şıklar da gösterilmiş! Gene de yanlış yapıyorsak; demek kusur, körlük bizde!

Haftaya devam edelim inşâallah.

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Kâinat; Fizik – Kimyayla değil, Kayyum olan Allahû Teâlâ sebebiyle işliyor

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Başlamadan önce, geçen haftadan hatırlanması gereken bazı yerlerin kısa özetini yaparak, giriş yapacağız. Hatırlanması gereken ifadeler şöyle:

Bilim’in “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” hurafeleriyle zehirlenip, hastalandığımız için; “kâinattaki her varlık ve işleyiş, faâliyet ve sonucu; hem de herhangi bir fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret duymadan; neden ve nasıl’ı, niçin ve niye’si izah ve tasvir edilip, açıklanabiliyor(muş!)” hezeyan ve sanrıları görüyoruz! Yani resim – ressam, yazı – yazar, fiil – fail, eser – müessir, isim – müsemma zaruret ve ihtiyacının; kâinat düzleminde gerekli ve geçerli olmadığına inanıyoruz!

Dünyada geçerli ve yaygın bu tek tip Bilim sayesinde; günümüzde din ve ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “türlü sebep ve mekanizma, süreç ve enerjilerle kendi kendine işleyenotomatik bir makina; evrimsel ve determine iç dinamikleriyle kendi kendine (varlık ve devamında, çalışma ve işlemesinde; Rabbimiz’e muhtaç ve mahkûm ve mecbur olmadan) çalışan bir sistem; türlü program ve kanunlarla çalışan bir bilgisayar” metaforuyla; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor!

Bilimsellik İnancı’nın kurgulayıp, dinli – dinsiz istisnasız herkesi doğruluğuna inandırdığı bu kâinat tasvirine göre; “hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herbirşeyin her ân – mekân O’na muhtaç olduğu (Es-Samed) Rabbimiz” yerine; kâinatın “Samed” olduğuna inanıyor ve zannediyoruz!

Bilim’in kulağımıza üfleyip, bilinçaltımıza işittirdiği; yani bizi hipnotize edip, inandırdığı; bu sihir ve ilüzyona benzeyen (yani kandıran ve uyutan; olmayanı, olur gibi gösteren; nazar ve zihnimizi teshir edip, karıştıran ve yönlendiren); bu “Bilimsel Yöntem ve İfadeleri”ndeki “Gizli Telkin” ve “Program(lama)” ve “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma ve buna göre bir aşı ve tedavi geliştirme zarureti vardır.

Bilim’in mugalata ve safsata ve yanlış akıl yürütmelerle bize enjekte ettiği bu Virüslü Truva Atları sayesinde, mes’elâ: “Kâinatta bu iş, eser, fiiller ‘mümkün’  olmasa olmazdı; oluyor, demek ki mümkün” olduğuna inanıyoruz! Yani kâinattaki bu işleyişin normâl ve rasyonel, yani mümkün ve mantıklı ve istatistikî bir sonuç olduğuna inanıyoruz! Halbuki “olanların olmasının mantıklı ve rasyonel, mümkün ve olası olabileceği” ve “olanların da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu”nun delil – ispatı olarak, olanların olmasını göstermek; apaçık bir mantık hatası, yanlış bir akıl yürütme; bir totoloji ve kısır döngüdür!

Bu mantık yürütmedeki yanlışlıktan başka: Üstelik olanlar (mes’elâ ‘şapkadan tavşan çıkması’ gibi yumurtadan kuş çıkması veya topraktan ağaç – meyve çıkması veya insanın içinden insan çıkması veya cansız atomlardan canlı hücre çıkması veya gezegenlerin boşlukta dönmesi veya atomların stabilite ve dengesi veya elementlerin birleşiminden, bambaşka özellik ve yapıda varlıklar yaratılması gibi şeyler) “mümkün” olduğu için olmuyor; devamlı olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! Yani “mümkün” ve “mantıklı”nın tanım ve kapsamını biz, gene çevremizde olanlardan oluşturuyoruz, bunlara bakarak çiziyoruz!

Bilimsel Bilim’in ilüzyon ve safsata ve aldatma yollarından biri de: Kâinatı parçalayarak, insan zihin ve nazarını bu kesret ve çokluğa dağıtmak; sonra da o insanı bu parça ve çokluklarda boğmaktır!

Yani Modern Bilim “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” batıl inançlarına aklı ikna ve kalbe küfür ve şirk virüsünü enjekte etmek için; kâinat ve eşyayı ve içindeki işleyişi ufak parçalarına ayırır; tâ ki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Böylece son aşamada, eşyanın varlıkta durma ve işleyiş sebebi ve sonucunu, Rabbimiz’den kopartmakta zorluk çekmesinler! Bu Bilimsel Metodla aslında Bilim’in yaptığı: İnsanı farkettirmeden küfür – şirk bataklığının ortasına getirip, bırakmak; sonra da orada çırpınmasını seyretmektir!

Bilim’in bağ(ım)lı olduğu Bilimsellik Kriterleri uyarınca; kâinat hakkında “bu bu olay ve sonuçları, şu şu sebep – mekanizma – enerjilerle olmakta ve oluyor” tarzındaki deterministik (yani yatay sebep – sonuç sıralaması venedensellik şablonu ve illiyet kurgusu bağlamında) ifade ve tasvirleri, arka plânda; “bu iş, eser ve sonucunu (var olsa bile!) Allah yapmıyor; bu faâliyete (var olsa bile!) Allah karışmıyor; görüldüğü gibi, evrendeki varlık ve işleyişe O’nun müdahale etmesine ihtiyaç ve zarurette yok; herşey O’ndan bağımsız ve ayrı olup; Bilim’in gösterdiği şu şu sebep ve mekanizma, kural ve enerjilerle işleyebilir ve işler!ateist ve materyalist,sinsi ve subliminâl mesajını bilinçaltımıza gönderip, derin mesaj olarak zihnimize kodlar ve işler!

Yani “sebep – sonuç – sebep – sonuç…” artarda gelmeleri hâdisesine devamlı zum ve odak ve buna devamlı tekrar ve telkinler yaparak ve “sebep” rolü verdiği verdiği şey ile “sonuç” ismi verdiği şey arasındaki derin ve geniş uçurumları görmeyerek; filmini çektiği bu senaryo ve yaptığı montaj – kurguya göre; (ve bizdeki; çevremize aşinalık ve ülfet, tebeî ve yüzeysel bakışın da katkılarıyla);O olmasa da olabilir ve olur ve zaten oluyor, olan da bu!”ya önce şüphe tohumu ekmek; ardından da cafcaflı Bilimsel İsim(lendirme) ve İfade ve Tasvirlerle sarmalayıp – sulayarak; vehmî ve zannî ve hayalî bir ihtimâle dayanan (aklî ve zâtî bir ihtimâl bile değil yani) bu şüphe tohumunun fidan olup, yeşermesini ve sonra da “küfür, inkâr ve şirk” meyvesini vermesine çalışmaktadır mevcut Bilim’in Felsefesi! Bu filmin amaç ve anafikri, dayandığı çekirdek yapı bu!

Yazımızın girişi burada bitti. Bilimsel İnançların Yapısı hakkında; Yöntem ve İfadelerinde “Gizli Telkin” ve “Program(lama)”ların keşif ve zihnimize ilka ve enjekte ettiği “Yanlış Bilgi Virüsleri”nin teşhisine buradan devam edeceğiz.

Bilimsel Yöntem’in “sebep” rolü verdiği verdiği şey ile “sonuç” ismi verdiği şey arasında (birbirlerine illet ve neden olamayacak kadar uzaklık) derin ve geniş uçurumlar var demiştik. Burada anlatılmak istenen: Herhangi birşeyehakikî anlamda asıl sebep ve etken neden, yapan fail ve eylemi gerçekleştiren özne olabilmek; yani “bu fiil ve sonucunda ortaya çıkan bu eseri ben yaptım; bu fiilin faili ve bu eserin müessiri ve sahibi benim” diyebilmek için asgarî 3 şart gerekli, bunlar: İddia sahibinin, bu fiil ve sonucu olan eseri yapabilecek “ilim, irade ve kudret” sahibi olması. Asgarî derken, bu 3 şartın içinde “hayat, şuur, zekâ, farkındalık, görme, işitme” gibi diğer kuvvet ve özellikler de içkin ve var; zaten bu özellikler olmasa; o şeyin “ilim, irade, kudret” sahibi olmasından da bahsedemeyiz.

Konuyu örneklendirirsek; “adamı, tüfek öldürdü” demeyiz; “cansız tüfeği eline alıp, nişan alan ve niyet edip, tetiğe basan şu adam öldürdü” deriz. İşte Bilim; kâinatı tercüme ve telâffuzunda failsiz ve öznesiz veya “tesadüf, tabiat, kanun, mekanizma, madde – enerji” gibi sahte fail / öznelerle kurguladığı Bilimsel İfade ve Tasvirlerinde; “adamı, bizzat ve şahsen / bizâtihî tüfek öldürdü” diyor!

Yani “belli bir amacı gerçekleştirmek üzere, tüfeği eline alan ve kullanan ve nişan alıp, tetiğe basan ilim – irade – kudret sahibi bir fail ve özne yok ve zaten olmasına ihtiyaç ve mantıkî zarurette yok” diyor! Yani“tüfek kendi içindeki enerji veya dışarıdan aldığı itme kuvvetiyle, kendi kendine / kendi başına havalandı ve şu açı / eğimle dönüp, şu adamı vurdu ve vurabilir” diyor! Seküler Bilim buna benzer iddia ve zanlarınındelil ve ispatını aramak; yani Ateizmin Teorisi’ni kurmakla meşgul! Üstelik sanki bu inançları doğru ve sanki ispatlanmış gibi; kâinat kurgu ve tasvir, açıklama ve nedensellemelerini bu ateist paradigmaya göre yapıyor!

Halbuki tüfekle adam öldürülünce, tüfeği “fail ve özne, katil ve suçlu” diyerek hapse atmıyoruz; tüfeği amaç ve eylemi için araç ve sebep olarak atayan ve kullanan; öldürmeye niyet edip, iradesini bu yönde kullanan ve tüfeği hareket ettirip, nişan alan ve tetiği çeken asıl sebep ve fail ve özneye ceza veriyoruz! Çünkü tüfekte “hayat” gibi kendisini harekete geçirecek bir kuvvet ve enerji ve “insan öldürmek” gibi gayeler plânlayan “ilim, irade, kudret” ve “şuur, bilgi, zekâ, göz” gibi diğer özellik ve vasıflar yok! Aynen bunun gibi kâinattaki hiçbirşey, hiçbirşeyin ve hiçbirşeyinin “sebebi, nedeni, faili, müessiri, etkeni, ustası, mucidi, munşisi” değildir ve olamaz!

Rabbimiz’den başka fail ve özne, usta ve müessir olan; yani herhangi birşeyi herhangi birşeye sebep ve aletolarak kullanabilecek ve kullanan; herhangi birşeyi herhangi birşeye araç ve vasıta yapan; etken ve nedenyapabilecek ve yapan yoktur ve olamaz! Bu ifade, bir inanç ve itikad veya vehim ve zan veya hipotez ve teori cümlesi olmayıp; zaten bunun aksinin imkânsız, yani vukûunun muhâl ve mümteni’ olduğu; mantıken (yani deneyden önce, salt düşünerek bile) ve ampirik olarakta (yani araştırma ve deneyle de) görülüyor!

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi, (meâlen): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en câmi ve donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile, kendi üzerinde, kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken de ne de bir şuuru var!”

Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararlagerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)

Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesinidilemektedir; kendisinde “yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî ve örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma?!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası; bilgi ve irade, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biz, yürüten O!

Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor; hatta olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!

Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bilmiyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (ve olay yerine intikal etmemden!) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)

Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan türü bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!” Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O!

“Herşeyin sebebi Rabbimiz”dir derken, tabî bizim burada bahsettiğimiz fiil / faâliyet, eylemler, kâinat düzleminde “rüzgârın yerdeki yaprakları hareket ettirmesi” gibi nisbeten basit fiil ve süreçler değil. Gerçi bu fiilin de kuvvet ve kudret sahibi tek sebep ve faili de gene Rabbimiz.

Yani O’nun “Kuddûs” gibi isim–sıfatlarının, mikrodan makroya geçerli “kural / kanun / program / yasa / âdetullah / tekvinî – kevnî şeriât / Sünnetullahı”nın sonucu olarak; yani Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni de taşıyan emirve mesajını; gene Rabbimiz’in kudretinin hava zerrelerini ihtizaza getirmesi sonucu, “rüzgâr kuvveti” olarak tezahür etmesiyle; o rüzgârın bu emir ve iradeyi yaprağa iletmesi; yani vahiy ve cebretmesiyle; o yaprak(Bismillâh diyerek, yani o yaprağın kendi zâtında hareket etme gücü ve iradesi yok; ancak Allah’ın ismi ve namı, kuvvet ve havlıyla hareket edebilir ve ediyor) hareket ettirilip, yeri değiştiriliyor! [Nasıl ki çok önceleri Hz. Adem’in topraktan cesedine de buna benzer şekilde üflenmişti de; canlanıp, hareket etmeye başlamıştı!  Ve nasıl ki Hz. İsa Peygamber (Â.S.) da o güne bir delil ve işaret gibi; çamurdan kuşlara üflerdi de o kuşlar canlanırdı! Ve nasıl ki biz Hz. Adem (Â.S.)’dan kalan bir anı gibi her ân o İlahî Nefha’yı nefes olarak alıyor, sonra o emanet nefesi geri veriyoruz!… Bu arada “ruh”un etimolojik kökeninin “nefes, soluk, rüzgâr, esinti, rahmet” olduğu unutulmamalı. Ayrıca “ruh”un Kur’ân-ı Kerîm’de “Cebrail” ve “vahy”e izafeten kullanıldığı da hatırlanmalı. Bir de “konuşma”nın da bir tür üfleme olduğu bilinmeli. “Cebrail” ile “cebir” arasındaki bağlantıya da dikkat edilmeli…] Fakat bunun izah ve delil ve ispatlarını başka yazılarımızda “Bilim’in Gör(e)mediği İlâhî Fizik Kanunları” veya “Bilim’in gör(e)mediği Kanun – Fiil – İcraat – Eser ve Hakikâtler” başlığı altında yazdığımız ve yazacağımız için burada bu konuya girmiyoruz.

Sonuç olarak: Çağdaş Bilim’in bu parçacı, parçalayıcı, indirgemeci, analitik ve kesrete dağılmış, dağınık bakışı yerine; paradigma değişimiyle, İslâmî (B)İlim’in “tevhidî” bakışına geçilirse; kâinatta nazar ve şuurumuza çarpmayan bir sürü hâdise ve mesajı farketmeye başlarız. (Daha önce bir vesileyle dediğimiz gibi: Sormadığımız sorunun cevabını göremeyiz; ayrıca Bilim’in yanlış ve eksik sorularıyla doğru cevabı bulamayız; çünkü yanlış sorunun doğru cevabı olmaz! Diğer deyişle: Neyi ararsak, onu buluruz. Bulduklarımız; soru, sorgu ve aradıklarımızdan bağımsız değildir.)

Burada “Tevhidî Nazar”ın ehemmiyeti şu sırdandır ki: “Su buharı” gibi kesrete dağılıp, seyreldiği için göremediğimiz şeyleri, birleştirip – yoğunlaştırarak veya yukarıdan ve uzaktan bakarak; yani bütünsel ve holistik, küllî ve tevhidî; yani ancak vahdet bakışıyla görebiliriz. Böylece “büyük” ve “bütün”de (makro, vahdet–vahidiyyet, tevhidî) görünen ve okunan manâ ve hakikât ve mesajları; ancak o zaman “küçük” ve “parçası”nda da (mikro ve ehadiyyet) görür veya bilebiliriz. Aksi hâlde, başlangıç olarak önce bütün’de büyük harflerle yazılmış olanları okuyamazsak; küçük’te küçük harfle yazılmış olanları hiç göremeyiz, görsekte okuyamayız, okusakta yanlış tercüme ederiz, tercüme etsekte anlamayız, anlasakta yanlış veya eksik anlarız.

Bilim nazar kamerasını hep bu küçücüklere odak ve zum yaparak; yani kâinatı ufak parçalara analiz ve parçalayıp – bölerek; böylece Rabbimiz’e ulûhiyyet ve icraatında vehmî ve hayalî şerik ve ortaklar icad etmenin yolunu açması; böylece bizi kandırma ve sahte bir vizyon ve ilüzyon, imaj ve hallüsinasyon göstermesine başka bir örnek olarak; “yağmurun hiç / yok(luk)tan yaratılma ve var(lık)tan terkip ve inşa” fiil / faâliyetleri ve eser / sonucunu verebiliriz.

Bilimsel Bilim objektifini yağmura odaklayıp, zoomladığı için; o resim karesinde Allahu Tealâ çerçeve dışında kalmaktadır! Ama mantıken “eser fiilsiz ve ustasız ve fiil de failsiz olamayacağı için” yağmurun nasıl ve neden veniçin ve kim tarafından yağdırıldığının izah ve ispatı gerekmekte! Failsiz nasıl olacak bu iş!?

Şöyle bir safsataya başvurulur: Yağmurun failsiz “nasıl” ve öznesiz “neden” ve ustasız “niçin” yağdığı ve yağabileceğini izah ve ispat, tasvir ve nedenselleyebilmek ve bizi de bunun “mümkün” ve “vâki” olduğu kurgusuna inandırmak için; o zum yaptığı resim karesi içinde, kameranın kadrajına giren ne varsa (bulut, yerçekimi, Güneş, buharlaşma, basınç, rüzgâr vs.); bütün bu madde – sebep – süreçlerin de (yeryüzündeki tonlarca suyun buharlaştırılıp, arıtılması, göğe taşınıp, sonra diğer yerlere nakledilmesi, sonra ihtiyacı olan yerlere yağdırılıp, yavaşça indirilmesi gibi içiçe geçen bu fiil ve icraat ve sonuçlarında) bir pay ve ortaklığı olduğu ve olabileceği; yani Rabbimiz’in binbir hikmetli bu “yağmur” ni’met ve icraat ve eserinde, başka ortak ve şerik ve yardımcıları olabileceği ve olduğu; zaten olanın da bu imkân ve ihtimâlin gerçekleşmesinden ibaret olduğu; bütün bunların bunun delil – ispatı olduğu totoloji ve mugalatasını zihnimize zerkedip; bizi bu masala inandırmaya çalışırlar!…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org