Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Bilimsellik Düşüncesi’nin İnanç Esasları veya Bilim’in Batıl İnançları

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalarda: “Kâinattaki varlık ve faâliyetleri inceleyip, anlamlandırırken; yani eşyaya bakışımızı inşa ve gözlemimizi ifade ederken; ya ‘fail Rabbi ve işleteni var(mış) veya yok(muş) gibi bakılabileceği ve bunun (var – yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir referans ve gözlem – ölçüm noktası;nesnel ve tarafsız ve olgusal bir ifade biçimi; yani kâinatın tarafsız ve objektif veya agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok” demiştik, buradan devam edelim.

İnanç ve değer’den bağımsız ve tarafsız, yani objektif ve nesnel gözlem ve ifade biçimi olamamasının sonucu olarak: Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri, yaptığı gözlem ve ölçümler ve bunların ifadesinde [önbilgi veya öninanç veya önkabül veya önvarsayım olarak “Allah var(mış)”ı doğru kabul etmeyip, bilâkis “Allah yok(muş)”u doğru saydığı için]; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” inançlara göre bir kâinat kurgu ve tasvirinin izah ve ispatı üzerine döner! Bunun sonucu olarak; Bilim’in en basit bir gözlem – ölçüm ve bunun Bilimsel İfade ve sunumu bile, bu batıl inanç ve hurafelerinin delil – ispatıymış gibi şekillendirilip, sunulur! Yani en doğru ölçüm sonuçları bile, bu amentülerine meşruiyet ve onay sağlamak için kullanılır! (Zaten en tehlikeli ve aldatıcı yalan; içinde doğru taneleri de barındıran yalandır! İçindeki doğrularla insanları çekip, avlarlar; böylelikle kazandıkları bu itibar, itimat, krediyle de; avlarını diğer yalanlarına inanmaya hazır hâle getiririrler!)

Yani Bilim’in, Bilimsellik Kriterleri uyarınca; “bu bu olay ve sonuçları, şu şu sebep – mekanizmalarla olmakta ve oluyor” tarzındaki deterministik (yani yatay sebep – sonuç ilişki ve nedensellik şablonu bağlamında) ifade ve tasvirleri, arka plânda; “bu iş, eser ve sonucunu (var olsa bile!) Allah yapmıyor; bu faâliyete Allah karışmıyor; görüldüğü gibi, evrendeki varlık ve işleyişe O’nun müdahale etmesine ihtiyaç ve zarurette yok; herşey O’ndan bağımsız şu şu sebep – mekanizma – kurallarla işleyebilir ve işler!” ateist ve materyalist sinsi mesajını bilinçaltımıza gönderip, derin mesaj olarak zihnimize işler!

Bilimsel İfadeler’in arka fonunda, bilinçli kulağımızın işitemeyeceği frekanstaki bu gizli ve derin ve sessiz fısıltı; bilincimizin filtre ve antivirüs programlarına takılmadan, direkt bilinçaltımıza girer ve burada da pasif durmayıp; zihinde, kendisiyle çelişen tüm bilgi ve inançları bozar ve siler; silemese bile, bunların etki ve yaptırım gücünü zayıflatıp, sıfırlar!

Elhasıl din ve milliyet, ülke veya ideolojiden bağımsız olarak tüm dünya ve çağımıza hâkim olan Modern Bilim’in bu Felsefesi; yani bu Bilimsellik Kriterleri; yani Bilim’in bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inancı ve bu inanca göre (yani bu inanç doğru ve ispatlanmış ve yapılan gözlem – deneyler de bu yöndeymiş gibi) Bilim’in kurgulayıp, zihnimize inşa ettiği eşyanın neden – nasıl – sonuç ve işleyiş tasvirleri; yani bu inancın delil – ispatıymış gibi yapılandırılan Bilimsel İfadeleri; yalın ve çıplak ateizm ve materyalizm veya misyonerlik faaliyetlerinden çok daha tehlikelidir!

Çok daha tehlikelidir, çünkü Bilim’in bu telkin ve tekrar, mesaj ve propagandaları; sinsi ve gizli ve bilinçaltı kod / ifadelerle çalışıp, zihne ilka edilir! Üstelik bunu tarafsızlık ve objektiflik, nesnellik ve olgusallık iddiasıyla yaptığı için; bu Bilimsel tasvir ve ifadeler, bu iddiaya inananların zihninde herhangi bir filtre ve savunma hatlarına takılmadan; muhatapların zihin ve kâlp dünyalarında aziz bir misafir gibi buyur ve kabul edilir!

Kâinat hakkındaki gözlem – ölçümlerimiz ve bunların işleyiş ve neden – nasılı hakkında hipotez ve teoriler inşa edip, açıklamalar geliştirirken; eşya ve işleyişinin tarafsız ve agnostik olmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok; dolayısıyle objektif bakış açısı ve tasvir, gözlem ve ifade biçimi de yok ve mümkün değil; yani birşeyi ‘ya Yaratıcı ve işleten faili var(mış)’ veya ‘yok(muş)’ gözler ve tasvir ve ifade ederiz. Bu açıdan; eşyayı ‘Rabbimiz yok(muş)’ gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen ‘science’ anlamında ‘Bilim’ ile ‘data – information – knowledge’ anlamında ‘bilgi / ilim’i ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli” sözümüzü biraz daha açalım:

Yani düzenli bir fiil / faâliyet, işleyiş ve sonucunu anlatıp, tasvir eden herhangi bir cümle (mantıken vegramer olarak) fail ve özneye atıf yapmadan kurulamayacağı için; kâinat ve içindeki cansız ve şuursuz “madde”nin hareket ve işleyişini gözleyip, ölçerken de; bu fiil ve sonuçlarının fail ve özne ve ustası olan Rabbimiz’e atıf yapma zorunluluğu vardır. Aksi hâlde, o varlık ve işleyiş ve sonuçlarının failsiz ve öznesizolarak olabileceği ve olduğunun (yani olanların da, sadece bu mümkün’ün gerçekleşmeşinden ibaret olduğunun) ispatının yapılması zorunluluğu vardır! Veya Allah yerine; “tabiat, tesadüf, içgüdü, madde, enerji, uzun zaman” gibi sahte fail veya nedenlerin, Bilimsel İfadelere eklenmesi ve bunun ispatı zarureti vardır!

Halbuki önceki Yazılarımız’da da dediğimiz gibi: Olanlar (mes’elâ şapkadan tavşan çıkması gibi yumurtadan kuş çıkması veya topraktan ağaç – meyve çıkması veya insanın içinden insan çıkması veya cansız atomlardan canlı hücre çıkması veya gezegenlerin boşlukta dönmesi veya atomların stabilite ve dengesi veya elementlerin birleşiminden, bambaşka özellik ve yapıda varlıklar yaratılması gibi şeyler)“mümkün” olduğu için olmuyor; devamlı olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! Yani “mümkün”ün tanım ve kapsamını biz, gene çevremizde olanlardan oluşturuyoruz!“Mümkün ki oluyor, mümkün olmasa olmazdı, oluyor demek ki mümkün” diye mantık yürütüyoruz! Halbuki“olanların olmasının mümkün olabileceği” ve “olanların da, bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğunun” delil – ispatı olarak, olanların olmasını göstermek; apaçık bir mantık hatası, yanlış bir akıl yürütme; bir totoloji ve kısır döngüdür!

Elhasıl gerek yöntem ve gerekse tavır olarak, gerek felsefesi ve inancı gereği; “Bilim(sellik)”, mertçe kimliğini göstermez ve mertçe saldırmaz! İçi başka, dışı başkadır! Bundan daha enteresan olanı: Bilim’in bu ateist Bilimsel İfadeleri; bu izah ve tasvir, kavram ve terminolojileri; inananlar için de, itikadlarının biçimlenmesi ve ispatında hiyerarşide en üst sıraya yerleştirilerek, itikadlarının delil ve ispat, onay ve meşruiyet makamı olarak kullanılıyor! Dinimiz esas tutulup; Bilim, İslâmiyet’e arz ve onaylatılıp, tercüme edileceğine; İslâmiyet, Bilim’e tercüme ve bükültülmeye çalışılıyor!

Halbuki Bilim’in deney, gözlem ve ölçümlerini ifade ederken, bu ateist – materyalist hurafelerine göre şekillendirdiği Bilimsel Cümle ve Teoriler; bu batıl itikadına göre yaptığı kurgusal kâinat tasvirleri; Bilim’in bu mesajlarındaki gizli ve sinsi virüslere karşı bağışıklık ve antivirüs programları olmayan biçare ma’sumların inanç dünyalarında; aşınma ve çatlak, zayıflama ve bozulmalara yol açar ve açıyor!

İçindeki cızırtı ve parazit ve virüslerden dolayı temiz olmayıp; yani bilince görünen anlamının dışında, arka plânda bilinçaltımıza da ayrıca başka alt mesajlar gönderen bu Bilimsel İfadeler’in defalarca tekrar ve telkini; bu Kirli Mesaj ve Yanlış Bilgi Virüslerine maruz kalan kişilerin zihinlerinde, kendi inanç ve değerlerine karşı bir güvensizlik ve “acaba?” sorusunun doğmasına neden olur! Sonuçta; aslı astarı olmayan bir yalanın bile defalarca tekrar ve değişik kaynaklardan işitilmesi; kişinin en emin olduğu bir konuda bile “acaba?” sorusunun doğmasına neden olabilir ve olur!

“İslâm”ı da “dinlerden bir din” olarak görerek; yani “hak – batıl”, “doğru – yanlış”, “ispatlanabilir – ispatlanamaz” ayrımı yapmadan; yani dinimizi, bozulmuş veya insan tarafından üretilmiş tüm din ve inanç, felsefe veya görüşlerle aynı kefeye koyarak; yani hepsini “inanç” başlığı altında eşitleyip, toplayarak; kendini de “bilgi / kesin bilgi” olarak ayırarak; böylece kendini hiyerarşik olarak en üstte (onlardan üstün ve ayrı, farklı ve özel!) konumlandıran “Bilim”; teknolojik başarılarından da aldığı sahte özgüven ve kibirle; kendi inanç ve hurafe, safsata ve mugalatalarını kabul ettirmeye çalışır; ne yazık ki ekser insanda da muvaffak olur!

Mevcut Bilim’in ateist ve materyalist Bilimsel Yöntem ve Kriterleri; bilgi ve keşif ve araştırmanın tüm haklarını da gaspederek, kendi patent ve tekeline alır; üstelik kendi araştırma kapsamı dışındaki veya onayını almayan tüm bilgi ve inanç, din ve anlayış biçimlerini (üstelik kendi kabul ettiği Bilimsel Yöntemine göre bile yanlışlanıp yanlışlanamadığına ve doğrulanıp doğrulanamadığına bile bakmadan ve sınamadan; yani doğru olduğuna inandığı kendi Bilimsellik Kriterlerine bile uymayıp!); “hurafe ve dogmatik; bilgi ve bilim dışı; evrende gözlenemez; delil ve ispatı, gözlem ve ölçümü yapılamaz; bilgi değil, körükörüne inanç” diye damgalayıp, etiketler! Yani kendine rakip veya alternatif veya üstad olarak kimseyi kabul etmez! Yani başka bilgi edinme ve anlamlandırma ve anlayış yöntemlerinin olabileceğine ve olduğuna ihtimâl bile vermez! Bunları kendine yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur olarak bile görmez! Yani şerik ve ortak kabul etmez!

Bunun sonucu olarak, yani dünyada geçerli ve yaygın bu tek tip Bilim sayesinde; günümüzde din ve ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “türlü sebep ve mekanizma, süreç ve enerjilerle kendi kendine işleyen otomatik bir makina; evrimsel veya determine iç dinamikleriyle kendi kendine (kimseye muhtaç olmadan) çalışan bir sistem; türlü program ve kanunlarla çalışan bir bilgisayar” metaforuyla; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor!

Bunun sonucu olarak; yazı – yazar nedenselliği, resim – ressam bağlantısı, Mona Lisa – Da Vinci ilişki ve çağrışımı zihnimizde sağlıklı çalışırken; kâinat düzleminde “Allah – Kâinat – İnsan” bağlantı ve çağrışımları (Bilim sayesinde veya en çok Bilim’in katkılarıyla!) koparılmış ve kopmuş veya karartılmıştır!

Yani Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist hurafeleriyle zehirlenip, hastalandığımız için; “kâinattaki her varlık ve işleyiş, faâliyet ve sonucu; hem de herhangi bir fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret duymadan; neden ve nasıl’ı, niçin ve niye’si izah ve tasvir edilip, açıklanabiliyor(muş!)” hezeyan ve sanrıları görüyoruz! Yani resim – ressam, yazı – yazar, fiil – fail, eser – müessir, isim – müsemma zarureti; kâinat düzleminde geçerli olmadığına inanıyoruz!

Örneğin: Kuşları, Rabbimiz’in gücü değil; havanın kaldırma gücünün uçurduğuna inanıyoruz! Örneğin: Gezegenleri boşlukta, direksiz tutan ve döndüren ve uçuran ve birbiriyle dengede, çarpıştırmadan, ahenk ve ölçüyle gezdirenin Allah’tan kaynaklanan veya yaratılan kudret ve kuvvet değil de; “kütle”den kaynaklanan “kütleçekimi kuvveti” olduğuna inanıyoruz!…

Bilimsel İnançların belirlediği ve tanımladığı bu Bilim’in bize tasvir edip, zihnimizde inşa ettiği; yani gerçeklikle ilişkisi olmayan bu Sahte ve Sanal Kâinat Simülâsyonu sayesinde; Kâinat Kitabı’ndaki âyetleri (“Yaratan Rabbimiz’in adıyla ve ismiyle” Alâk Suresi) artık okuyamamaktayız! Çünkü mevcut Bilim, bizi başka (sahte “sebepler”, vehmî ve zihnî “mekanizmalar”, hayalî “tabiat”, sadece ismi olan “tesadüf” adına; yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) bir okuyuşa mecbur ve mahkûm etmiştir ve ediyor!

Elhasıl Bilim’in yaptığı tüm tasvirler, gösterdiği tüm sebepler; “Bu olayın fail ve öznesi kim?” sorusunu sordurmamak ve eskaza bu soru akla gelirse; “fail ve öznesi, yok; buna zaruret ve ihtiyaçta yok” hurafesinin izah ve ispatı üzerine kurgulanmıştır.

Bu ilüzyon ve senaryonun temelsizliğini göstermek; yani Bilimsell(lik) Düşüncesi’nin zihin ve hayâl dünyamıza çizip, kurguladığı bu “Sahte ve Sanal Evren Modeli”ne karşılık; “İslâmî (B)İlim”in gösterdiği “Gerçek (Reel) Kâinat”ın karşılaştırılması; yani Kurgu’nun, Gerçek’le imtihan edilmesi gerekiyor! Bunun için de önce mevcut Bilim’in eksik ve yanlış ve zararlarının gösterilmesi, safsata ve tuzaklarının deşifre edilmesi, hurafe ve batıl inançlarının ortaya çıkarılması gerekiyor ki; İslâmî (B)İlim’e niçin zaruret ve ihtiyacımız olduğu anlaşılsın.

Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize enjekte eden Bilimsel İfadeleri analiz edilip, deşifre edilmedikçe; yani bilincimizin işitemeyeceği düşük frekansta (yani fısıldayarak, sessizce) gizlice bilinçaltımıza taşıyan bu Bilimsel Truva Atları teşhis, tespit ve temizlenmedikçe; gözümüze çarpan, zihnimize yansıyan apaçık âyet ve hidayet mesajları bile görünmez veya bozulur veya te’sir etmez! Yani aynamızı temizlemeden, ışığı alamayız! Hastalıktan şifa bulmadıkça, yediğimiz içtiğimiz bize faydalı olmaz. Kirli su boşaltılmadan, temiz su alınamaz. Bozuk ve yürümeyen arızalı arabaya, benzin fayda vermez ve çalıştırmaz. Maddesel bedenimizin temizlik ve sıhhatine dikkat etmemiz gibi, hatta daha fazla; manevî beden ve organlarımızın da sağlığına dikkat etmeliyiz.

Öyleyse “bilim(sellik)” düşünce ve felsefesinin doğduğu ve dayanıp, temellendiği “varlık” ve “bilgi” anlayış ve nazariyesi (yani epistemoloji ve ontoloji, teoloji ve metafiziği)nin analiz ve çözümlenmesi gerekmektedir.

Öyleyse Bilim’in kulağımıza üfleyip, bilinçaltımıza işittirdiği; yani bizi hipnotize edip, inandırdığı; bu sihir ve ilüzyona benzeyen (yani kandıran ve uyutan; olmayanı, olur gibi gösteren; nazar ve zihnimizi teshir edip, yönlendiren); bu “Bilimsel Yöntem ve İfadeleri”ndeki “gizli telkin” ve “program(lama)” ve “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma ve buna göre bir aşı ve tedavi geliştirme zarureti vardır.

Bu ilüzyon ve safsata ve tuzaklardan birisi, belki en birincisi: Kâinatı parçalayarak, insan zihin ve nazarını bu kesret ve çokluğa dağıtmak; sonra da o insanı bu parçalarda boğmaktır! Yani Bilimsel Bilim “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” batıl inançlarına aklı ikna etmek ve kalbe küfür ve şirk virüsünü enjekte etmek için, kâinat ve eşyayı ve içindeki işleyişi ufak parçalarına ayırır; tâ ki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Böylece varlığın varlık ve işleyiş ve sonucunu, Rabbimiz’den kopartmakta zorluk çekmesinler!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; bir de “(tesadüf ve zorunluluk) x (madde ve enerji)”yi toplayıp; çıkan sonucu “uzun zaman”la çarpıp, zamana yaydıktan sonra; üstüne biraz “tabiat, içgüdü, kanun, mekanizma, basınç, çekim, ısı, vs. ” soslar ekleyerek; böylece Rabbimiz’e de (eğer varsa ve olsa bile!) kâinatın başlangıcında ufak bir “İlk Sebep” rolü bağışlarlar!

Daha sonra “var, yok; yokta, var olmaz” gibi teori ve nazariyelere geçerek; oradan da “paralel sonsuz süper evrenler” gibi metafiziğe intikâl ederek; elhasıl ilgili ilgisiz türlü atlama – sıçramalarla; o İlk Sebep Tanrısı’na da ihtiyaç ve zaruret ol(a)mayabileceğine dair şüpheyi zihne fısıldarlar! Buna benzer türlü sebep ve vesvese, zan ve evhamlar, aklî ve vehmî imkân ve ihtimâller sıralayarak; yani başlangıçta Rabbimiz’e “şirk”in yollarını döşeyerek; oradan da “küfür ve inkâr”a çıkan yolu kolaylaştırırlar!

Yani kâinatı parçalayarak; böylece Rabbimiz’e fiil ve icraat, tedbir ve icadında ortak ve aracı, türlü sebep ve vasıtalar araya sokarak; O’na sadece başlangıçta “Yaratıcı” ve “İlk Neden Tanrısı”(!) olarak ufak bir rol verdikten sonra; artık tümden red ve inkâra, tek bir adımlık mesafe bırakırlar! Çünkü sözlerinin sonuna: “Eğer kâinat(lar) başlangıçsız, yani sonsuzsa; herhangi bir Yaratıcı ve İlk Sebebe zaruret kalmayabilir” ekler veya fısıldarlar!

Yani şirk’ten (yani Rabbimiz’in ulûhiyyet ve icraat ve rububiyetine ortak ve aracı ve vasıtalar ekledikten) sonra, küfür ve red ve inkâra gitmek çok daha kolaydır! Tıpkı bizi dünyada “ebedîyen yaşayacağımıza” inandıramayan şeytan ve vehmin; bunu başarmak için, bizi “yarın da ölmeyip, yaşayacağımıza” inandırmasının ve yarın oluncada, diğer yarın için de aynı sözü söyleyip, aynı taktiği kullanmasının çok daha kolay ve basit, inandırıcı ve çeldirici olması gibi!…

Rabbimiz’in öyle bir vasıf ve ismi olmamasına rağmen, O’na sadece kâinatın başlangıcında bir İlk Neden sıfatı vererek; güya Rabbimiz “Otomatik Evren Makina / Bilgisayarını kurmuş, artık tüm inşa (varlıktan yaratma) ve ibda (hiçten yaratmayı); ‘madde–enerji, evren, evrim, zaman, tabiât, tesadüf, kuvvet, sebepler, kanun, paralel evrenler’ yapabilir ve yapmaktadır!”

Bilim’in çeldirici mesajlarına maruz kalan zavallı ben de; Bilim’in Bilimsel Yöntemlerle gözleyemediği, uzay – zamanın bile olmadığı kâinat veya kâinatların başlangıcından gelen zayıf, soluk bir ışıkla; bilmem kaç ihtimâl hesapları ve sabitelere sığınarak; böylece imanımı soldurmayıp, ayakta tutmaya çalışacağım! Veya Bilim’in nedenselleyemediği ve açıklayamadığı bazı şeylere bakarak; “İşte bunun nedeni Allah; bunu Allah yapıyor; bu iş O olmadan olamaz!” diyerek; güya iman ve itikadımı Bilim’in determinasyon ve nedensellik saldırılarından koruyacağım!

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek sebeplere dağıttıktan sonra; yani Bilimsel Bilim’in bize anlattığı bu masala göre; “yağmur buluttan, elma topraktan, ısıtma ve aydınlatma Güneş’ten, zararlı ışın ve göktaşlarından korunma atmosferden kaynaklanmaktadır! Yani bu “yağmuru indirme, elmayı yaratma ve rızık olarak verme, koru(n)ma ve muhafaza” gibi fiil ve sonuç ve eserlerine; Bilim’in gösterdiği bu sebep ve nesne, süreç ve mekanizmalar, “sebep” ve “yetersebep” olabilmekte olup; bu sebeplere (veya bu sebeplerden başka) herhangi bir başka fail aranması gereksiz ve saçmadır! Yani iman ve itikadımızı temellendirip, sabitleyebileceğimiz kâinattaki herşeyi elimizden almaya çalışmaktadır mevcut Bilim ve Bilim(sellik) Felsefe ve Yöntemi!

Bilimsel İfadelerde tasvir edilip, nedensellenen Evren Modeli’ne göre; bütün bunların tek faili ve tek sebebi; “yani yağmuru yağdıran ve indiren, rızkı veren, koruyan, doyuran, türlü hediye ve ihsanlarda bulunan” Rabbimiz unutulmakta ve unutturulmaktadır!

Böylece, yani “sebep – sonuç – sebep- sonuç… ” artarda gelmeleri hâdisesine devamlı zum ve odak ve devamlı tekrar ve telkinler yaparak; (ve çevremize aşinalık ve ülfet, tebeî ve yüzeysel bakışın da katkılarıyla); “O olmasa da olabilir ve olur ve zaten oluyor, olan da bu!”ya önce şüphe tohumu ekmek; ardından da cafcaflı Bilimsel İsim ve Terminolojilerle sarmalayıp – sulayarak; vehmî ve zannî ihtimâle dayanan bu şüphe tohumunun fidan olup, yeşermesini ve sonra da “küfür–inkâr” meyvesini vermesine çalışmaktadır mevcut Bilim’in Felsefesi!

Bilimsel İnançların Yapısı hakkında; Yöntem ve İfadelerinde gizli “telkin” ve “program(lama)”ların keşfi ve zihnimize enjekte ettiği “Yanlış Bilgi Virüsleri”ni tanıma konusuna haftaya devam edelim inşâallah. 

Ayhan Küflüoğlu

İslâmî (B)ilim’in, Bilimsel Bilim’den Farkı ve Üstünlüğü

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî Bilim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalarda: “Eşyaya bakışımızı inşa ederken ve bu gözlemimizi ifade ederken; ya ‘fail Rabbi ve işleteni var(mış)’ veya ‘yok(muş)’ gibi bakılabileceği ve bunun (var–yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir referans noktası; nesnel ve tarafsız ve olgusal bir ifade biçimi; yani kâinatın agnostikolmamıza izin verebileceği nötr ve renksiz alanlar yok” demiştik, buradan devam edelim.

Yani düzenli bir fiil / faâliyet, işleyiş ve sonucunu anlatıp, tasvir eden herhangi bir cümle (mantıken vegramer olarak) fail ve özneye atıf yapmadan kurulamayacağı için; kâinat ve içindeki cansız ve şuursuz “madde”nin hareket ve işleyişini gözleyip, ölçerken de, bu fiil ve sonuçlarının fail ve özne ve ustası olan Rabbimiz’e atıf yapma zorunluluğu vardır.

Aksi hâlde “tabiât, tesadüf, zorunluluk, kanun, madde – enerji, atom, kuvvet, ısı, basınç, patlama, çekim, içgüdü, mutasyon, evrim, ayıklanma, DNA, güneş, hava, su, evrim, uzun zaman” gibi başka cansız ve şuursuz ve kör olan soyut veya somut, zihnî veya vehmî veya hayalî mekanizma, süreç veya şeyleri (halbuki onlar: “Üzerimizde ve bizimle gösterilen bu fiil ve sonuçlarının fail ve ustası, neden ve niçini biz değiliz ve olamayız! Bunun en büyük delil-ispatı da: Bizde bu fiil ve eserleri yapabilecek ‘kuvvet ve şuur, hayat ve ilim, göz ve kulak’ gibi olması gereken özellik ve ‘pergel, cetvel, kalıp’ gibi olması gereken techizatların olmamasıdır!” diye basbas bağırmalarına rağmen); fail ve özne, mimar ve ressam, usta ve mühendis olduğunu aksiyom ve önvarsayım olarak kabul etme ve öyle de inanma ve öyleymiş gibi kâinatı nedenselleme ve tasvir edip; bunun ispatına çalışma mecburiyeti doğmaktadır!

Mes’elâ yerdeki gündüz, ısı ve ışık ve aynalarda görünen Güneşler’in kaynağı ve sebebi gökteki “tek”ve “büyük” Güneş’in yansımaları olduğu kabul edilmeli. Aksi hâlde yerdeki bu “tecelli” ve ısı – ışık gibi özelliklerin gökteki tek büyük Güneş’le bağlantısı inkâr edilirse; yerdeki her Güneşçik timsâlinin, gökteki Güneş’le aynı sıfatlarda ayrı bir büyük Güneş ve yeryüzündeki bu ısı – ışığın kaynak, sebep ve failiolarakta, yerdeki bu Güneşçiklerin olduğuna inanma ve bunun delil – ispatını arama zarureti hasıl olmaktadır!

Yani mikrodan – makroya tüm cansız ve şuursuz eşyada görünen ve gözlenip, ölçülen “ilim ve irade, işitme ve görme, hayat ve şuur, terbiye ve temizlik, ölçü ve intizam, hikmet ve korunma” gibi ışıkkanunhakikâttecelli / tezahürfiil / faâliyetlerin kaynağı, nedeni, doğum yeri olarak yerdeki bu “camid, cansız, sönük ve aciz” madde ve zerrelerinin hareketi kabul edilmeli! Yani madde denizinin geniş yüzeyinde ve her zerre damlasında görünen bu ısı – ışık ve Güneşçiklerin Rabbimiz’den değil de; madde ve zerrelerinin kendi tabiat ve özelliklerinden kaynaklandığı mantıksızlığı; (hem de delilsiz – ispatsız!), başta “aksiyom” olarak kabul edilmek zorunda kalınacak. (Ki Bilimsellik Kriterlerine bağlı ve bağımlı mevcut Bilim’in baştaki aksiyomu bu!)

Veya eşyadaki bu özellik ve sıfatlar, fiil ve eserlerin, Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahür, yansıma ve sonuçları olduğu farkedilerek; böylece madde’de görünen bu kuvvet ve özelliklerin sebebinin; madde’nin (sadece ve olsa olsa) Rabbimiz’in kudretinin alıcı ve nakledicisi veya yansıtıcısı olmasından kaynaklandığı anlaşılıp, teslim edilmeli! Herşey bulunması gereken noktaya yerleştirilmeli. Yani aciz madde’ye ilâhlık özellik ve sıfatları ve Rabbimize de aciz madde’nin özellik ve sıfatları verilmemeli!

Elhasıl gökteki tek azametli Güneş’i kabul etmemek veya inkâr ve ret için; sadece Rabbimiz’e ait olabilecek ve olan mutlak özellik ve sıfatlar; yerdeki madde ve zerrelere dağıtılıp; böylece tek hakikî Rabbimiz’e inanmaktan kaçınırken; aslında ve hakikâtte sayısız zerre ve eşyaya İlâhlık ve İlâhlık Sıfatları vermek ve çarnaçar öyle de inanmak zarureti hasıl olmaktadır! Farkında bile olmadan insan ürünü politeist (çoktanrılı) bir din inşa edilmiş olunmaktadır! “Farkında olunmadan” diyorum, çünkü kâfir ve müşrikler de içinde bulundukları durumun farkına varıp, yani kâfir ve müşrik olduklarını bilselerdi; zaten pişman olup, tevbe – istiğfar eder; yanlışlarından dönerlerdi! Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği gibi: Kâfir / müşrikler de yeri – göğü (yani bütün’ü) yaratan bir İlâh’ı kabul etmekte; fakat içindeki tüm fiil ve sonuç, kuvvet ve sonuçlarını başka şeylere (yani parça’ya) vermekteler!

Elhasıl kâinatta madde – enerjinin varlık ve işleyişini nedensellemek ve nasıllamak (tasvir) için; tüm inanç ve inançsızlıklara eşit ve uzak mes’âfede konumlanıp, tarafsız gözlem ve olgusal ifadeler kurabileceğimiz bir gözlem noktası veya eşyanın agnostik olmamıza izin verdiği nötr ve renksiz alanlar yok! Bu konuda kurulabilecek nötr; yani inanç ve değer’den bağımsız ve ayrı bir cümle yapısı ve ifade biçimi yok! Yukarıdaki örneklerden de görüldüğü gibi; başta dil ve mantığın yapısı izin vermez buna! Çünkü fiil fâilsiz; eser müessirsiz; isim müsemmasız; sıfat mevsufsuz ve san’ât san’atkârsız olamaz!

Bunun götürdüğü mecburî istikamet olarak: Bilim; kâinattaki “ilim, irade, kudret, güzellik, denge, ölçü, adalet, koruma, doyurma; temiz – temizlik – temizleme” gibi fiil ve isim, sıfat ve kanun, hakikât ve program, neden ve sonuçlarının sahibi ve faili olan Rabbimiz’i kabul etmekten; hiç değilse önvarsaymaktan, yani “var(mış)” gibi yapmaktan kaçındığı için; (var – yok’un ortası olmadığı için) mecburen ve direkt “yok(muş)” gibiyi doğru varsaymak ve bu ateist ve materyalist inancın ispatını yapmak ve sanki bu inanç (hurafe, fikir, felsefe, zan) doğru ve kesin bir bilgi’ymiş gibi Bilimsel İfadeler kullanmak zorunda kalıyor!

Yani Bilim’in Bilimsellik Kriterlerine göre “Allah var(mış)” gibi gözlem ve ifade biçimi (yani “kim” sorusu ve “Allah” cevabı) yasak, yani bilimsel ve bilgi’sel değil; ama “Allah yok(muş)” inancına göre tavır takınmak ve böyle ifadeler kullanmak gayet Bilimsel ve doğru!

Biz de bu ateist ve materyalist inanca odun taşıyan; yani bu inanç ve hurafe (yani batıl itikad) doğru ve deneysellenip, gözleniyormuş gibi davranıp, ifadelerde bulunan bu yanlış ve çirkin Bilimsel Bilim Kriterleri yerine; İslâmî Bilim’in “İslâmî”; yani doğru olup, ayrıca doğruluğunun kâinatta somut, gözlenebilir, ayet / hüccet ve delil – ispatları olan; yani “İslâmî B/ilim”in bilimsel olmayıp, ilimsel olan kriterlerine geçilmesini öneriyoruz. Yani “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmayı öneriyoruz.

Çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir ve aynı anlama gelmez! Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak. Bu açıdan Bilim ve Bilimsel Yöntem; ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretme ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

Sonuç olarak: Mevcut Bilim; “Allah yok(muş) / varsa bile evrendeki varlık ve işleyişin herhangi bir aşamasına müdahale etmesine ihtiyaç ve zorunluluk yok(muş)!” önvarsayım / aksiyom / inanç / zanlarının mecburî sonucu olarak: Sadece Rabbimiz’in olabilecek ve olan eşyadaki fiil ve kuvvet, özellik ve sıfat, neden ve sonuç / eserlerin; gene “maddenin kendi zâtında içkin, kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığı” inancını doğru kabul ederek; bu inancıyla çelişen tüm gözlem ve sonuçlarını filtreleyip, görmüyor veya “tesadüf, tabiat, kanun, içgüdü vs. ’lerle” çarpıtıp, kapatarak, köreltiyor!

Bu önvarsayım / aksiyom / inanç / zanlarının diğer mecburî sonucu olarak: Bu zorundalık sebebiyle;“madde–enerji + tabiat + tesadüf–zorundalık + hareket–süreç + uzun zaman (evrim)’ gibi şeylerin bütün bu işleri yapmasının mümkün olduğu ve zaten olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesinin delili olduğu”totoloji ve kısır döngüsüne inanmak zorunda kalıyor ve bütün bu zorundalıklarının diğer zorunlu bir sonucu olarakta; tüm gözlem – deney, teori ve bilimsel ifadelerini bu inançlarına göre şekillendiriyor!

Yani gözsüz – kulaksız eşyanın kabul etmeyip, bilâkis acziyetiyle reddettiği İlâhlık Sıfatlarını, eşyaya verme politeizminin dava ve savunuculuğunu yapmakta ve bunun farkına bile var(a)mamakta Bilimsel Bilim! Tıpkı eski putperestlerin; “putların maddesine tapmadıkları, aslında bunlarda bazı mukaddes ve kutsal özellik veya fonksiyon / işlevler bulunduğu ve Âlemlerin Rabbi’nin dünyadaki eşya ve işleyişi bunlar gibi vasıta ve sebeplerle düzenlediği ve bu putlar vasıtasıyla onlarla iletişime geçtiği” küfür ve şirki gibi!…

Elhasıl yalanın yalanı doğurması gibi; baştaki doğru varsayılan veya zannedilen veya inanılan bu fikir ve aksiyom, burada kalmayıp, zorunlu olarak başka inançları doğuruyor! Daha doğrusu; bu inanç / aksiyomların birbiriyle bağlantısı, neden – sonuç ilişkisinden ziyade; içine kapanık bir daireye benzer; yani bir kısır döngü ve totoloji mahiyetindedir! Yani bu fasid daireye göre: “O olmadan da kâinattaki bu iş, eserlerin olması mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün!” gibi; nedenler, sonuçlarla ve deliller, ispatlarla yer değiştiriyor!

Mevcut Bilim’e hâkim olan felsefe; “eşyanın varlık ve hareket sebebi; yani varlığı bir maşa olarak, alet–edevat gibi hareket ettirip, sevkeden yok(muş)” hurafesine inandığı için; bu hipotezleri doğruymuş gibi, yani bu önhurafeleriyle tutarlı olacak şekilde evreni gözleyip – ölçüyor, failsiz (gramer ve mantık gereği, cümleye fail ve özne eklemek zorunda kaldığında da, bu boşluğu “sahte faillerle” doldurarak) nasıllamak ve nedensellemek zorunda kalıyor! Bilimsel Makale ve Yayınlarında, yayın şartı olarak; bu ateist ve materyalist dili zorunlu tutuyor!

Elhasıl, başta doğru varsaydıkları bu hipotezlerine göre tanımlanan Bilimsellik Kriterleri, yani Bilimsel Yöntem ve Felsefesi; “tarafsız ve objektif, olgusal ve nesnel” olduğu iddia (daha doğrusu yalanıyla), bu ambalajla aslında ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefe ve inançlara delil ve meşruiyet üretmeye çalışmakta!

Bu amentüleriyle çelişmeyip, bilakis destekleyen failsiz ve öznesiz, müessir ve ustasız kurgulanan her Bilimsel İfade ve Argümanları, bu ateist ve materyalist inançlarının (güya!) delil – ispatına hizmet etmektedir! Bu ifadeleri okuyanların bilinçli zihinlerine farkettirmeden (yani bilinçsiz zihin / bilinçaltlarına), inkâr ve şirk bakış açısını kodlamakta, bu inancı programlamaktadır!

En masum ve nötr gözüken Bilimsel İfadeleri tekrarla okuyan zihinlerde “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş)” şeklinde ateist ve materyalist bir evren tasvir ve kurgusu inşa edilmekte! Bu ifadelerde saklı ve gizli “dışarıda natüralist ve determinist kural ve zorunluluklara göre işleyen; yani Allahu Teâlâ’dan bağımsız ve ayrı, kendi kendine ve otomatik olarak çalışan bir dünya var” ilüzyonu telkin ve ilka edilmekte; cansız ve camid sopalar, zihin ve hayâlde hareketli ve canlı yılan olarak gösterilmekte; fısıltı ve üflenmektedir!

Yani mevcut Bilim, baştan hâkim olan paradigmaya göre; yani gözlenmemiş, delilsiz ve ispatsız “Uzun Zaman + (Madde-Enerji) + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin“şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır!

Yani Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalığıyla malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Taş – demir cinsinden olmayan ve zaten olmaması gereken Mimar Sinan ve ustayı kabul etmeyip, üstelik inkâr ettiği için; Süleymaniye’nin fail ve neden ve niçin’ini taş – demir cinsinden Süleymaniye’nin içinde aramak zorundadır! Ancak Mimar Sinan gibi bir mimara ait olabilecek şuur, hayat, ilim, irade, kudret, san’ât gibi isim ve sıfat ve maharetleri taşa – toprağa vermek ve öyle de itikad etmek zorundadır! Binadaki her bir tuğla veya atomun birbirlerine hem hâkim ve hem de mahkûm olduğu safsatasıyla, inkâr ve şirk yolunun hafriyatıyla meşguldür!

Bir ordunun tek bir kumandanın emri, tek bir devlet yasasıyla yönetilmesi ve tek bir yerden giydirilme ve techizatlandırılması kolaylığı yerine; her askerin, kendi başına değişik sebep ve tesadüf ve doğa – fizik yasalarıyla bu organize işleri yapabileceği ve yaptığı inancındadır!

Bir tavla oyununda bile zarların hep düşeş gelmesi tesadüfe verilmeyip, bir hile; yani zarların arkasında şans değil, tercih edici bir irade ve fail aranırken; sebebi veya kuralı, yani faili bilinmeyen veya kabul edilmeyen kompleks kâinat oyunlarında, Tesadüf Tanrısı’na hemen atıf yapabilmekte! Veya “böyle olması determine ve zorunlu olduğu için devamlı böyle oluyor”; yani hep böyle oluyor, çünkü zorunlu vezorunlu, çünkü hep böyle oluyor gibi mugalata ve safsata ve neden – sonuçların yer değiştirdiği totoloji ve fasid dairelere giriliyor!

İlim – irade – kudretiyle yemek yapmayı niyet eden, ilminde haritasını çizen ve bilen ve kudretiyle yapan, yani olmazsa olmaz olan, hatta “sebep” dediklerimiz bile onun sayesinde, onun sebebiyle “sebep ve alet” katına yükselebilen “aşçı”yı; yani fail ve müessir ve usta olan Allahu Teâlâ’yı, O’nun amaç – ilim – irade – kudretini hesaba katmadan; yani “madde ve işleyişini O yokmuş gibi, varsa da karışmıyormuş gibi, olsa da olur olmasa da olur gibi(!) nasıl tasvir ve nedenseller ve açıklayıp, nasıllarım?” sorusunun cevabını aramakla meşgul Bilimsel Bilim! Yanlış sorunun ise doğru cevabı olmaz, önce soruyu düzeltmek gerekir.

Elhasıl Bilim’in Bilimsellik Kriterleri “ateist – materyalist – natüralist ve determinist” felsefe ve inançlarının, doğru olduğunu önvarsayıyor! Önvarsaymaktan öte; bu inançları kesin bilgiymiş, kesin doğruymuş; olgusal ve deneysel bir gerçekmiş gibi kâinatı gözlüyor – ölçüyor, tasvir ediyor ve bu inancına göre Bilimsel İfade ve Makalelerini dizayn ediyor! Yaptığı her keşif ve gözlem, bulduğu herşeyi bu öninancının delil – ispatı olarak kullanmaktan çekinmiyor!

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, baktığımızda, sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deriyle korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; nedenini ve failini sormuyoruz! Neden? Çünkü Bilim, “kâinatta bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor” hurafesine bizi inandırmış!

Sineğin 2 eli bile girmeyen hücredeki nizam ve intizama, Bilim’in gösterdiği ve Rabbimiz yerine ikame ettiği hangi sebep, sebep olabilir; fail olup karışabilir; karışsa karıştırmaz mı!?

Sonuç olarak: Bilimsellik Kriterleri uyarınca Rabbimiz’i özne ve fail kabul etmeyen, üstelik reddeden(yani ateist ve materyalist, natüralist ve determinist) Bilim’in Bilimsel İfadelerinin semantik ve yapısal analizi yapılıp, cümleleri “nesne – özne – fail – yüklem – tümleç” açılarından incelendiğinde, görülecektir ki: Bilim; gör(e)mediği Rabbimiz yerine, gördüğü veya gör(e)mediği sayısız mekanizma ve şeyin, evrendeki faaliyet ve sonuç / eserlerin özne ve faili, usta ve müessiri olduğuna inanmakta ve kâinat ölçüm ve tasvirlerini bu inancına göre yapılandırıp, kurgulamaktadır!

Mevcut Bilim’e göre; “dünya döndürülmüyor, dönüyor; arıya bal yaptırılmıyor, arı yapıyor; ağaç tezgâhında elma üretilmiyor, ağaç yapıyor; toprak zarfıyla ürün gönderilmiyor, toprak yapıyor; yağmur gökten gönderilmiyor, gönderilmesine gerekte yok, çünkü yerçekimi sayesinde zaten gökten (tabiatıyla / tabiâtına uygun olarak) düşüyor; canlı ve bitkiler türlü mutasyon, değişim, evrim, tesadüf, uzun zaman, ayıklanmalarla oluyor, yani Allah yaratmıyor ve terkip – inşa da etmiyor; tavuk eliyle yumurta gönderilmiyor, tavuk yapıyor; demir – flor gibi elementler yıldızlarda pişirilip, gönderilmedi, onlar zaten dünyanın oluşumunda başlangıçta gelmişti ve gelmeye devam ediyor, yeraltında var; suyu Rabbimiz hiç’ten yaratmıyor, hidrojen ve oksijen birleşince (bileşik sayesinde / sebebiyle!) zaten oluyor; şifa veren bir Allah’a gerek yok, ilâçlar zaten bunu başarıyor!… ”

Mevcut Bilim; Es-Samed olan (hiçbirşeye muhtaç olmayan, herşeyin varlık ve devam ve işleyişi için her ân / mekân O’na muhtaç olduğu) Rabbimiz’i kabul ve itiraf yerine, kâinat ve içindeki madde veya öz’ün Samed (yani Allah’a ihtiyaç duymayan) olduğu önyargı ve inanç, zan ve varsayımını savunuyor!

Ezelî ve ebedî (başlangıç ve sonu olmayan, yani sonsuz) Rabbimiz yerine, madde – enerji’nin ezelî ve ebedî olabileceği ve olduğunun delil – ispat, teorisi peşinde!

El-Hay ve Muhyî (hayattar ve hayat veren) Rabbimiz’in, cansız bitki ve organizmalara hayat verdiğini kabul etmektense, cansız ve camid madde ve zerrelerinin toplanma ve organizasyonunun hayat verebileceği ve verdiğine inanmakta! (Yani parçası’nda olmayan özellik ve sıfatların, bütününde olabileceğini mümkün ve ma’kûl görmekte!) Gayr-i mümkün bu hurafesiyle; “hayat veren Allah” gibi bir neden ve sebep ve fail olmasına ihtimâl bile ver(e)memekte; bunu teori, hatta hipotez olarak bile kabul etmemekte!…

“İlham ve sevk-i İlâhî”yi delilsiz reddederken; delilsiz “sevk-i tabiî ve içgüdü”ye inanmak ve sebep olarak göstermekte bir çelişki görmemekte!

Zamansız ve mekânsız Rabbimiz ve fiil, işlerini gözüyle görmediği için kabul etmeyip, üstelik ret ve inkâr ederken; zamansız ve mekânsız “tabiât, tesadüf, zorunluluk, kanun, uzun zaman, paralel / çoklu evrenler” gibi (zihin ve dil dışında, hariçte; yani reel ve somut olarak gösterilemeyen) zihnî veya hayalî veya vehmî süreç veya kavramları gayet kabul edilebilir ve bilimsel yöntemine uygun bulmakta!

Her neyse, asıl konumuz; Bilim’in Metafiziği, yani Teoloji, Ontoloji ve Epistemolojisi veya buna bağlı olarak şekillenen Bilimsel Yöntem ve Kriterleri veya üzerine temellendiği Bilimsel İtikad ve Hurafe; yani Amentü ve İnanç Esasları değil. Yeri geldiği için bahsedildi.

Sonuç olarak: Bilim’in “neden – sonuç” zincir ve şablonuyla açıklamaya çalıştığı varlık; yani Deterministik Kâinat Kurgu ve Tasviri, (bilinçli zihnimizin filtre ve antivirüs programlarına takılmadan) direkt bilinçaltı zihnimize:“Eşya; varlık, işleyiş ve sonuçlarının meydana gelmesinde Allahu Teâlâ’ya muhtaç değil!”vesvese ve amentüsünü, bilincimizin işitemeyeceği şekilde, bilinçaltımıza sessizce fısıldıyor! Harf mahrec ve kalıplarına girmeyecek kadar ufak üflemeler; kelime kalıplarıyla cisimleşmeyip, sözcüklere bürünmediğinden; bu ufak ve sessiz ve yavaş üflemelerin, tekrarla, telkin ve ilkası, bize te’sir edip, bizi teshir (sihir) ve hipnotize etmekte! Kâinattaki cansız eşya ve maddî değnekler; büyücülerin (bilim büyücüleri!) elinde hareketli ve canlı, “hareket ve özellikleri kendinden / kendi sebeplerinden / kendi tabiat ve zâtından” yılanlara dönüşmekte!

Elhasıl Bilim’in keşfedip, bulduğu her “neden (sebep)” veya olmasını varsaydığı “herşey”; Rabbimiz’le aramıza bir perde sebep, uzaklığı arttıran bir mes’âfe daha eklemekten ve eşya ile Rabbimiz arasındaki nedensellik / nisbet / münasebet ve etki / iletişim ve çağrışımları zihinde kapatıp, kesmekten; madde’nin şeffafiyetini biraz daha azaltmaktan daha ileriye gidememekte!

3 boyutlu kelimelerle yazılmış Kâinat Kitabındaki Ayetleri telâffuz edip, ancak tercüme ve anlamını bilmeyen dar ve sığ Bilimsel Yöntem ve Hurafevarî İnanç ve Felsefesiyle kendini kısıtladıkça bilmesi de mümkün olamayan (hatta bunlarda bir anlam ve işaret olabileceğini ihtimâl ve hipotez olarak bile kabul etmeyen!) mevcut Bilim’in kriterleri terkedilip; paradigma değişimiyle İslâmî Bilim’e geçilirse; kavram ve anlam harita ve bağlantı ve şablon (paternlerinin) değişmesi gerekecek.

Burada ölçümlerimizde su gene 100 derecede kaynayacak veya yağmur gene bulutlardan gelecek veya dünya, gene güneşin etrafında dönecek; ama artı olarak bunların anlam ve işaret ettikleri ve neye delil oldukları da bilinecek!

Artı olarak; El Esma-ül Hüsnâ kaynaklı “Kuddusiyet, Hafiziyet, Adalet, Kayyumiyet” gibi (mevcut Bilim’in Rabbimiz’i kabul etmediğinden keşfedemediği ve göremediği) kanun ve fiil ve hakikât ve işleyişler de görülecek!

Teknolojik olarak ise ne gibi artılar olacak, şimdiden birşey demek güç; fakat mevcut teknolojiden çok daha ileri ve zengin, verimli ve ekonomik, kısa ve ucuz ve çevreye zararsız yöntemi mevcut kâinattaki işleyiş ve içindeki mahlûkat ve eşyada olduğu için; buradan İslâmî B/ilim’de, (Allah-u â’lem) mekanik ve elektronik makina ve aletlere ihtiyaç duymadan, bu makina ve araçlara muhtaç ve bağımlı olmadan veya bağımlılığı asgarîye indirerek; aynı ve daha fazla sonuç alınabilecek “biyosibernanoelektronik” (biocybernanotronic) yöntem ve çözüm yolları keşfedilip, üretileceğini tahmin ediyorum.

Herhâlde başlangıç noktası olarak; 100 küsur elementin, kâinat ekranında türlü özellik ve sıfatlarda varlık ve özellik ve işlev ve fonksiyonlarının hiç’ten yaratılıp, icad ve inşa ve varlığa çıkmasında; bir bilgisayar komut veya program (yazılım) veya algoritması gibi olduğu farkedilecek!

Örneğin:Hidrojen” ve “oksijen”in birleşmesiyle, vücud ve özellikleri yok’tan yaratılan “su” arasındaki mes’âfe farkedilip; aralarındaki ilişki ve etkileşimin, yatay nedensel sebeplerden kaynaklanmadığı (yani suyun, parçalarına indirgenerek nedensellenemeyeceği ve nasıllanamayacağı) anlaşılacak. Suyun “sihir” gibi, esrarengiz bir biçimde direkt Rabbimiz tarafından yaratıldığı farkedilecek! (H2O=Su olayına sihir yerine “bileşik” ismi vermek; olayı çözmüyor ve neden – nasılını açıklamıyor! Elhasıl hidrojen ve oksijen, suyun “inşa” sebebi ve yapıtaşıdır; “icad” sebebi değil! Cansız atomların, biyolojik organizma ve canlılık ve düşünce ve bilinç gibi özellik ve sıfatların, sebebi ve kaynağı olmaması gibi… )

Elhasıl dünya ve ahiret saadeti için: İslâmî B/ilim Yöntem ve Kriterleriyle eşyanın melekûtiyet yönü vetaşığıdı anlam ve işaret ettiği mesaj okunacak ve tercüme edilebilecek!

O zaman; mes’elâ dünyanın dönmediği, zaten kendi kendine dönmesinin mümkün de olmadığıanlaşılacak! Örneğin bunun tesadüf ve ihtimâl hesaplarıyla “imkânsız” denen, trilyarda bir ihtimâlle bile mümkün olmadığı; buradan, dünyanın dönme ihtimâlinin, tercih edici bir fail tarafından tercih edilip, gerçekleştirildiği görülür. Zaten “tesadüfen olma ihtimâli trilyarda bir”in anlamı ve anlattığı, işaret edip, gösterdiği şey: “Trilyarda 999. 999. 999…. ihtimâlle, yani kesinlikle Allah yapıyor” demektir!

İslâmî B/ilim’in “dünya döndürülüyor” ifadesi yerine; Bilimsel Bilim’in “dünya döner” ifadesi; fail ve özne olan “Rabbimiz’in bu iş / icraatta herhangi bir irade ve tercihi olmadığı, tercihi olsa bile dünyayı O’nun döndürmediği” ateist fikrini bilinçaltımıza üflüyor, üfler! Yani “dünya döner” ifadesi “olgusal ve nötr (yüksüz), tarafsız ve objektif olmayıp”; (Truva Atı gibi) bu ifade / mesajda saklı bulunan: “Sanki dünyanın kendinde karar verip, uygulayan bir ruh ve bilinç ve kuvvet var gibi veya kendinde içkin tabiât ve özelliklerinden kaynaklanan zorunluluk veya türlü tesadüf ve hariçten gelen türlü maddî sebep ve zorlamalarla; yani dünyanın dönmesinin alelâde ve doğal, gayesiz ve anlamsız ve abes olabileceği ve olduğu inancı”nı, bilinçaltımıza kodlar!

Bilincimizin filtrelerine takılmadan, bilinçaltımıza işleyen; buradan diğer duyu ve letaiflerimize kendini kopyalayarak, yayılan bu “Yanlış Bilim / Bilimsel Bilgi Virüsü – Virüslü Bilgi”, bir program gibi, zamanla bakış ve davranışlarımızı aşındırıp, bozar ve kendi istikametinde yönlendirip, bizi programlar! Bu tür derin ve gizli, yani subliminâl mesaj ve telkin, hipnoz ve sihirlerden etkilenmemek için; zihin ve kalbimize, bilinç ve bilinçaltımıza Antivirüs Programları yüklemek ve sık sık güncelleyip, çalıştırmak gerekiyor!

İslâmî B/ilim’in gözümüzü açıp, Bilimsel Bilim’in hipnoz ve büyü, efsun ve uykusundan bizi uyandırmasıyla; oynadığımız maçta bize gelen topun, üzerimize bize denk gelip, düşmediği; yani o topun bir fail ve tercih edici tarafından bize pas atılıp, gönderildiğinin görülmesi veya bilinmesi gibi; dünyaya da yağmurun tabiî sebep ve mekanizmalarla düşmeyip, bulut perdesi arkasından İlâhî gaye ve sebeplerle Rabbimiz tarafından gönderildiği bilinecek!

Elhasıl herşeyin in’âm ve ihsan edildiği (yani ni’metiyet ve melekûtîyet cihetleri) farkedilip, görüldüğü gibi; kâinatta mikrodan makroya içiçe daireler şeklinde bir bilgisayar programı ve fizik kanunu gibi çalışan ve olmazsa olmaz olan; El Esma-ül Hüsnâ kaynaklı “Kuddusiyet, Hafiziyet, Adalet, Kayyumiyet” gibi (mevcut Bilim’in Rabbimiz’i kabul etmediğinden keşfedemediği ve göremediği) kanun ve fiil, hakikât ve işleyiş, fonksiyon ve programlar da görülecek ve bilinecek!…

Elhasıl bazılarının “Bilim, bilimdir ve evrensel ve objektiftir; sana–bana göresi, İslâmîsi–Gayri İslâmîsi ol(a)maz” sözü yanlış olup; “bilim” ve “İslâm” kavramlarının ne olduğu ve olmadığını bilmediklerini gösteriyor!

Bu iddiayı savunanlar, zihinlerini seküler ve lâik paradigmalara göre dizayn ettiklerinden, yani batıdan ithal kavramlarla yapılandırdıklarından; zihnî algılarında İslâmiyet’i “din” kategorisine alıp, sonra “Bilimsel Bilim” isminde İslâmiyet dışı (İslâmiyet’ten bağımsız ve kopuk) seküler ve lâik bir alan oluşturmalarındaki absürdlüğü farkedememeleri normâl! (*)

[(*) Avrupa’da Bilim’in, kilise–engisizyon boyunduruğundan kurtulması için, bu din dışı kategori gerekli ve anlamlıydı. Bu dinden bağımsızlığını ilân etme ve din dışı alan tanımı, Batıda Bilim’in gelişmesi için işlevsel ve faydalıydı. Bu ayrım, muharref Hıristiyanlığın Tanrı ve Varlık tanımına da (yani teoloji ve ontolojisine) aykırı değildi (onların teolojisinde Tanrı kâinatın yaratılıp–kurulmasında ilk sebep olup, işleyişe karışmaz, olaylara bazen mu’cizelerle müdahil olur; Varlık ise kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvet ve potansiyelle Tanrı’ya ihtiyaç duymadan ayakta durup, işleyebilir); üstelik Hz. İsa (A. S. ) Efendimiz’in tebliğ ettiği hakikî Hıristiyanlık daha ziyade manevî ağırlıklı olup, dünyevî hayatın tanzimiyle ilgili (bilebildiğimiz kadarıyla) detay yoktu. Fakat İslâmiyet, yatağa yatış şeklinden, tuvalete giriş adabına kadar en ince detayları bile tanzim etmiş; kendisinden kopuk ve ayrı bir alan tanımına müsaade etmemiştir.

1700–1800’lerden itibaren başladığımız ve 1900’lü yıllarda tamamlayıp, resmîleştirdiğimiz Batıya benzeme/Batılı olma; (şapka, harf, dans, opera gibi) Batı’nın herşeyini birebir kopyalama suretinde gerçekleştiği için, Bilimsel Bilim ve bunun bağlı olduğu ateist–materyalist–natüralist–determinist zihniyeti de birebir kopyaladık.

Bir de; dinimizde “dünyayı bırak, ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma, öğrenme” gibi veya bu anlamı imâ veya ihsas edecek tek bir Ayet–i Kerime, Hadis–i Şerif, icma, kıyas vs. yokken, hatta durum tam tersiyken; “Bizi, İslâmiyet mi geri bıraktı” sorusunu utanmadan sorabildik! Maddiyatta geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık; tarihsel, sosyolojik, politik ve ekonomik asıl sebeplerini bile sorgulamadık…]

“Bilim, bilimdir ve evrensel ve objektiftir; sana–bana göresi, İslâmîsi–Gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin diğer nedenleri:

Bilim’in objektif, tarafsız ve inançtan bağımsız ve evrensel olduğunu düşünmeleri.

Bilim’i sadece “gözlem – ölçme ve deney” olarak dar bir pespektiften tanımlamaları.

“Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yap(a)mamaları. Halbuki “Bilimsel Bilim”; evrendeki mevcut bilgiyi keşif ve üretme yöntemlerinden sadece birisidir.

Bilim’e hâkim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen Bilimsellik Yöntemi ve bu yöntemin dayattığı algı / amaç / bakış açısı / gözlem ve bilimsel ifadelerin, ateist ve materyalist, natüralist ve determinist dünya görüşüne göre şekillendiğini farketmemeleri.

Bilim’in “nasıl”a, İslâm’ın “niçin”e cevap verdiği safsatasına inanmaları! Çünkü mantık ve dil açısından çoğu yerde “nasıl” ve “niçin / niye” kavramları birbirinden bağımsız ve ayrı olarak cevabı verilebilecek sorular değildir.

Son olarak, mevcut Bilim’e alternatif olacak, ondan çok daha geniş bir araştırma–öğrenme, gözlem–yorum metodu olduğunu veya olabileceğini düşünememeleridir.

Belli şartlar altında saf su, hep 100 oC’de kaynamaya başlar. Şu bilime, bu bilime göre değişmez!” argümanı da; Bilim’i sadece gözlem – ölçme ve deney olarak tanımlamalarından kaynaklanmakta.

Bir de mevcut Bilim’e alternatif olacak Bilim’in, gözlem – ölçme ve deney yapmayacağını zannetmeleri! Yani mevcut Bilim’e alternatif olacak, farklı bir dünya görüşüne göre kurulmuş, başka bir Bilim’in gözlem – ölçme ve deneye karşı olup; daha önceki bilim ve kültür anlayışlarının yaptığı gözlem ve ölçüm veri / datalarını dışlayacağı önyargısında bulunmaları! Hasılı konuyu derinlemesine düşünmemeleri.

Eğer gözlem–ölçme/deney Bilimsel Bilim’in malı olsaydı, patenti onun olsaydı, bu önyargılarında haklı olabilirlerdi ama ne yazık ki bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu gözlem–ölçme/deneyi ellerini ateşe sokmak gibi veya Kur’ân-ı Kerîm’de Kabil’in kargayı gözlemesi gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı. Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem–ölçme/deney yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş zannedersiniz! Sanki zannedersiniz ki: Gözlem–ölçme/deney mevcut Bilimsel Bilim’in tekelinde ve kendi keşfedip veya ürettiği bir yöntem; patenti ve kullanım hakkı ona ait! Halbuki kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; gözlem–ölçme/deneyin değişik yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zenbille inmiş değil.

Sonuç olarak; “suyun kaynaması” argümanını seslendirenlere deriz ki: “Evet biz de sizinle aynı düşünüyoruz, her türlü bilime göre su 100 oC’de kaynar. İsterse ismi Bilimsel Bilim yerine, İneklere Tapan Bilim’i olsun farketmez; gözlem–ölçüm/deney yaptığında suyun 100 derecede kaynadığını görür; gerçek gerçektir, sana–bana göre zaten değişmez. ”

Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem–ölçüm/deneylerinin, yani veri–datalarının, yani ham, işlenmemiş bilgilerinin yanlış olduğunu iddia etmiyor ve bu verileri de kullanır; doğru kimden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek.

Evrendeki bilgi’yi keşfetme veya üretme yöntemlerinden olan gözlem–ölçme/deneye karşı da değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Bu yöntemleri Bilim Bilim’i taklit ederekte almış değil, yani kopye yok, (aslında süreç tam tersi). Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (SAV. ) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani İslâmiyet “niçin”den başka, hatta belki daha fazla “nasıl”ı da sorgulamamızı emreder) ve defalarca akıl–düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması zaten başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde!

Burada yazılanların konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek üzerine. İnşâallah kitap çalışmamız bittiğinde, amacımız: İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediğini (Risale-i Nur’da sarihen geçmese de işareten veya îmaen çok yerlerde geçtiği gibi) göstermeye çalışmak.

Soru: “Bütün bu işlerde sebep ve fail ve usta tek olmalıymış, o da Allah olmalıymış gibi soru ve cevabı, delil ve ispatı, neden ve sonucu dizayn eden sensin! Soruyu bu önkabule göre kurgulayıp; bizi tek bir sebep veya fail ve usta göstermeye zorlaman yanlış; sanki tek bir cevabı varmış gibi ‘ya o ya bu’ şeklinde tek bir cevaba yönlendirmen yanlış! Bilim’in gösterdiği bütün bu faaliyet ve sonuçlar; tek bir sebep veya fail, usta veya öznenin ürünü deği!”

Sebep ve faillerin çok olması sizin iddia ve davanızı daha da imkânsızlaştırır. Çünkü o zaman organizasyon, koordinasyon gibi başka güçlükler de ortaya çıkıyor! Sebep olan nesnelerin içtimaına (mes’elâ toplanıp sinek yapmasına, sonra sinekteki atom – hücre – doku bazında olan toplanma ve dağılmama ve değişim ve gelir – giderlere de) ayrıca bir sebep ve mekanizma ve kalıp uydurmanız gerekiyor! Kâinattan sineği süzüp, sentezlemek için ve sinekteki her sistem için ayrı bir mekanizma ve toplanıp, dağılmamaları için ayrı bir kalıp gerekecek! Sonra o kalıplar için de ayrı bir kalıp; sebepler için de ayrı bir sebep ve mekanizmalar için de ayrı bir mekanizma bulmanız gerekecek! Elhasıl sineğin varlık ve devamını, zihninizdeki sebep – sonuç zincir ve paradigmalarıyla şablonize edip, kurgulamak; sineğin vücudunu ma’kûl ve rasyonel, mümkün veya zorunlu yapmıyor; yani sineğin neden ve nasıl ve niçin’ini çözmüyor, açıklamıyor!

Elhasıl sebep – mekanizma silsilerine yaslamak, sineği, işleri daha da güçleştirecek! Yani sebep ve fail ve ustaların çok olması; sineğin meydana gelmesine değil, hiç meydana gelmemesine sebep olabilir ancak! Çünkü 100 görmeyen sebebin toplanması, görmeyi değil görmemeyi arttırır! 100 cahilin biraraya gelmesi cehaleti arttırır! Anarşi ve düzensizliği daha da katmerleştirir. (Negatif sinerji!) Sinekteki durum; bir orduyu bir komutanın idare etmesiyle, bir komutanı bir ordunun idare etmeye çalışması arasındaki fark gibidir.

Sineği oluşturan her atomun, her zerrenin, sineğin inşasında sebep olup, elele vermek için birbirlerine hem hâkim (emreden) ve hem de mahkûm (emir alan, boyun eğen) olması gerekmesi gibi diğer paradokslardan ise hiç bahsetmedik! Elhasıl fail ve sebep tek olmalı, yoksa atom ve sebepler sayısınca olmalı; ortası, üçüncü şıkkı yok!

Haftaya devam edelim inşâallah. 

Ayhan KÜFLÜOĞLU

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org

Bilimsel Bilim’in Deterministik Evreninde Allahû Teâlâ ne iş yapar!? (3)

Önceki haftalarda: “Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) ‘Medresetüz Zehra’ Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; ‘Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)’ isimli kitap çalışmamızda; Bilimsel Bilim yerine geçilmesini teklif ettiğimiz İslâmî Bilim’in anlaşılması için, ikisi arasındaki farkların netleşmesi gerektiği; bu sebepten çalışmamızın 3 bölüm hâlinde uzun bir özetini yapmamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz” demiştik. Şimdi 3. ve son bölüme başlıyoruz.

Geçen haftaki yazımızda: “Zamansız ve mekânsız ve sonsuz olduğu için,b iz sonlularca algılanamaz olan Allah’ın “Zât”ı; yoksa varlık ve sıfat, icraat ve eser, isim ve fiilleri değil! Yani Rabbimiz’in varlık ve isim – sıfatları ve bunların etki ve delil – ispatları, gaybî ve gizli ve algılanamaz değil! Bu delil – ispatlar; şuhudî ve alenî, zahir ve somut, bu ân ve mekânda! Bu fiil ve sonuçlarını manevî duyularımızla olduğu kadar; fiziksel / maddî duyularımızla da görüyor, algılıyoruz yani! Gözlem ve deney, araştırma ve inceleme, ölçme ve sınıflandırma yapacağımız şeyler de işte Rabbimiz’in bu fiil ve eserleri; yoksa (haşa!) “Zât”ı değil!… demiş ve şöyle bağlamıştık:

Tıpkı gör(e)mediğimiz ve zaten görmemizin de mümkün olmadığı; Bilimsel olarakta gözlem, deney ve DNA testleri yapamayacağımız geçmiş ata, dede, ninelerimizin varlığını kabul edip, inanmadan (yani bu bilgi ve haberin doğruluk ve kesinliğine emin olmadan) burada olan kendi varlığımızı bile açıklayamamız gibi; Allah olmadan da en küçük bir zerrenin varlık ve hareket ve devamını bile açıklayamayız! Kâinatta, bölünemez en küçük bir ân – mekânı bile sabitleyemeyiz! Kaldı ki Rabbimiz’in delil ve ispat, bürhan ve hüccet, âyet ve şahidleri; geçmiş ata, dede – ninelerimizin delil – ispatlarından çok çok daha fazla! Çünkü O ve fiil ve eserleri, geçmişte değil; her ân / mekân ve mek/ânsızlığa yayılmış veya ihata etmiş!

Önceki hafta verdiğimiz “bilardo topları” örneğinde olduğu gibi; “yağmurunnasıl yağdığını tasvir etmek”te, “yağmurun neden ve niçin ve niye, hangi sebep ve faille yağdığını açıklamak ve nedensellemek” değildir! Çünkü tasvir; olayların nasıl ve hangi sırada ve ne surette olduğunu söylemektir; açıklama ve nedenselleme değildir! Hatta nasıl olduğunun tasviri bile değildir! Bu işleyişin (bu örnekte yağmurun) failsiz ve öznesiz olmasının mümkün olabileceği ve olduğunun delil – ispatı ise hiç değildir! Geçen haftaki yazımızı böyle bitirmiştik, buradan devam edelim.

Nasıl ki aşçının hiç sözünü etmeden, sadece yemeğin tasvirini yaparak, aşçısız yemeğin varlık ve devam sebebini açıklayamaz ve nedenselleyemeyiz. Çünkü aşçı gösterdiğimiz sebep – neden – araçları bile “sebep / neden” yapan, asıl sebep ve fail ve ustadır. Aşçı olmazsa; yer – zaman sırasıyla sebep gösterdiklerimiz, yerinden kalkıp, hareket edemez ve organize olup, “sebep / neden” bile olamaz! Yani Allahû Teâlâ gibi bir fail – sebep – özne – neden – usta – müessir olmadan; cansız nesneler canlı gibi hareket edip, “sebep” rolü ve alet edevat fonksiyonu bile kazanamaz! Yani aşçıdan bahsetmeden, yemeğin neden ve niçin ve niyesini açıklayamayıp, nedenselleyemediğimiz gibi; aslında ve hakikâtte aşçı olmadan yemeğin nasıl olabileceği ve olduğunu bile nasıllayıp, tasvir edemeyiz!

Bilimsel Bilim’in indirgemeci ve analiz / parçalamacı; herşeyi maddede arayıp, maddeye indirgemeye çalışan; manevîyatta kör olup, insan zihnini kesret ve çoklukta, madde ve tesadüfte boğucu bakışından kendimizi kurtararak; bir adım geriye çekilerek resmin bütününe (yani analitik yerine holistik) bakınca, görünen bu. (Geçen haftaki örneğimizde de Ay’dan Dünya’ya bakmıştık.)

Bir nev’i Mi’rac’la çıkıp, resmin bütünü kuşbakışı görmeden, bilmeden; resmin parçası hakkında yapacağımız her gözlem ve tahmin; eksik ve yanlış ve dar (göreceli ve değişken) olmaya mahkûmdur! “Renkler, tatlar, sesler, kokular” gibi hakikât ve varlıklar; hep bütünde’dir, parçasında değil. Kâinatın büyük resmini bilmeyenin; parçasına bölerek, atomlarına ayırması; aslında hakikâtin keşfini değil; kapatılıp, görülmemesini arttırmaktadır. “Bütün’ü bilmeden Parçalayıp – bölme Yöntemi” gerçeğin görülmesine engel olmasa bile; en azından tahrif ve eksiltip, bozmaya sebep olmaktadır…

Bilim; “bu tencere, ocak, bıçak, ateş, soğan; (yani Bilim’in gösterdiği sebep, madde, tabiat, tesadüf, zorunluluk, kanun, kuvvetlerin) bu yemeği yapması mantıklı ve mümkün mü?” sorusunu gündeme bile getirmeden; “evet mümkün ve vaki, zaten olan da bu” anlamına gelen tasvir ve nedensellemeleriyle; “aşçı kim?” sorusunu bile doğmadan öldürmekte, böyle bir merakın doğmasına izin bile vermemektedir! Fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret olmadan kâinatın varlık ve devam ve çalışması mümkün ve vakiymiş gibi yaptığı evren tasvirleri, yani soru daha bizde doğmadan verdiği hazır cevaplarla; bu soru ve merakın zihinde uyanmasına engel olmaktadır!

Başlangıçtaki “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” önvarsayım ve paradigmalarından kaynaklanan bu yorumlarının sonucu olarak; örneğin: Ekmeği ölçülü kesen bıçaktaki eli (yani arkasındaki fail / özneyi) gör(e)medikleri ve buna ihtimâl bile vermeyip, reddettikleri için ve ayrıca “ekmeği ölçülü kesebilmek için ilim – irade – kudret sahibi hayattar bir fail ve özneye ihtiyaç ve zorunluluk yok” iddiasına inandıkları için; ekmeğin kesilmesinin nedeni, bıçağın “hareket”i; bıçağın hareket nedeni olarakta, gene madde’den kaynaklandığına inandıkları bir takım “enerji, kuvvet ve süreçleri” görüyor ve gösteriyorlar!

Yani taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi; evrendeki madde ve zerrelerin, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf – zorunluluk, enerjilerle kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve “hayat, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar, (şapkadan tavşan çıkması gibi) içinden ağaç çıkan topraklar, kuş çıkan yumurtalar vs. inşa ettiklerine inandırmaya çalışıyor bizi Bilimsel Bilim!

Erzağı, yağmurlama, temizleme sistemleri vs. düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – tabiât kuvvet ve enerjileri” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs. animasyon gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise! Bir de “Bilim, doğanın büyüsünü bozdu, sırrını çözdü” diyorlar!

Bilim’in zihin ve hayâl dünyamıza çizdiği sahte kâinat kurgu ve ilüzyonuna göre; etrafta çeşitli enerji ve kanunlarla sihirli bir biçimde uçuşan soğan, bıçak, ocaklar; dönen tencere, tavalar; esrarengiz bir biçimde biraraya gelen sandalye, masa, kaşıklar var! Atomlar ve elementler birleşip ağaç oluyor, meyve oluyor, hayvan oluyor, demir oluyor, su oluyor! Başka başka şeylerin inşâsında kullanılıyor! Hayat, şuur, bilgi gibi kendilerinde olmayan özellik ve sıfatlar, parçası oldukları bütünlerde sihirli bir biçimde (yani cüzleri oldukları bütün’ün parçalarına indirgenemez ve mantıkî olarak açıklanamaz ve rasyonalize edilemez bir biçimde); ortaya çıkıyor!…

Çocuğunuza masal okuduğunuz zaman, bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun! Burada baraj yapmayı bilen zeki ve şuurlu hayvanlar; plânlama yapan ve güneş ışığından besin – enerji elde etmesini bilip – uygulayan bitkiler; karanlık denizlerde yol alan, son teknoloji ürünü ışıklı denizaltıları; gizli ve sihirli içgüdü ve yönlendiriciler; tesadüf tanrıları; uçan peri atomları ve harikulade inşa ettikleri büyük saraylar; Büyük Patlamalarla ortaya çıkan muhteşem topaçlar ve uzay gemileri göreceksiniz! Bunlar ve daha fazlası büyüklere bu masallarda! Gerçi bu masallar, büyüklerin inanabileceği şekilde tasarlanmış! Ama olsun şimdiden gelecek nesilleri formatlayıp, programlamaya başlamış olursunuz!…

Bütün bu fiilsiz eser, failsiz fiil, ustasız eser ve yazarsız yazı, nakkaşsız nakışların olması ve maddenin özellik ve niteliklerinin yok(luk)tan çıkması Bilimsel Bilim’e göre gayet mümkün! Çünkü ona göre mümkün ki oluyor!Halbuki olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; bilâkis olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz! (Mevcut Bilim ve bizdeki alışkanlık ve ülfet, buna sebep oluyor.) Yani “mümkün” tanım kümemizi gene aynı yerden alıyoruz! Yani “mümkün” tanım ve ta’rifimizin delil – ispatı olarak; “Bak mümkün olmasa bu iş / eserler olmazdı” diyerek; gene olanların olmasını gösterme totoloji ve kısır döngüsüne giriyoruz! Halbuki o iş ve eserleri Rabbimiz yaptığı için, bütün bunlar mümkün ve vaki ve vacib olarak meydana geliyor! Fail ve müessir olan Rabbimiz olmasa; eşyanın varlığının değil mümkün ve ihtimâl dahilinde olması; yokluğu zarurî ve vacip olacaktı!…

Bilim, gerçekten zihninin dışında böyle bir evren olup, işlediğine inanıyor! Bu evren ve içindeki maddenin, fail ve müessire ihtiyaç olmadan çalışabileceğine ihtimâl verip, bunu mümkün görüyor! Zorunlu olan aksini, “ihtimâl” olarak bile, hiç değilse teori ve hipotez ve model bazında bile kabul etmiyor! Kendi ateist ve materyalist önvarsayımına duyduğu inanç ve güvenle; eserin fiilsiz veya fiilin failsiz veya ürünün ustasız olduğu ve çalıştığı bir kâinat tevehhüm ve tahayyül, tasavvur ve tasvir ediyor!

Bu zanlarla, mevcudattaki “bilgi (data – information – knowledge)”ın, ateist ve materyalist Bilimsel Filtrelerinden geçerek “bilim (science)”a dönüşen Kâinat Kitabı; Bilim’in gözünde müthiş bir Fizik, Kimya, Matematik, Mühendislik, Elektrik – Elektronik veya Biyoloji Kitabı olabilmekte; fakat her nedense ve nasılsa Âlemlerin Rabbi’nin yazdığı bir Kitap bir türlü olamamaktadır!

“Bilim’in tanımı ve Bilimsel Yöntem olarak ‘kim’ sorusunu sormayacağım; çünkü amaç ve niyetim olayların failsiz ve öznesiz olarak; yani doğal ve fizikî sebeplerle olabileceğini; yani bunların İlâhî değil, tabiî ve doğal hâdiseler olduğunu göstermek ve anlatmak!” Kendi yöntem ve tanım, niyet ve tarafını böyle seçen ve belirleyen Bilim; niyetinin doğal sonucu olarak neyi ararsa onu buluyor; sormadığı sorunun cevabını göremiyor; görse de farketmiyor, farketse de bozuyor! Olaylar Bilim’in prizmasında kırılıp, filtrelenerek; Rabbimiz’e çıkan ve çıkabilecek soru ve cevaplar, başka sahte fail ve sebeplerle; hiçbir sebep ve özne bulunamazsa; oluşan açık, görünmez ve herşeye muktedir “tabiât, tesadüf, uzun zaman (evrim), kanun” gibi operasyonel kavram ve soyut süreçlerle kapatılıp, köreltiliyor!

Buradan Bilimsel Makale ve ifadelerde; Sevk-i İlâhî, sevk-i tabiîye; yaratma, oluşmaya; Allah’ın mu’cizesi, doğanın mu’cizesine; Kanun-u İlâhî / Sünnetullah (yani İrade-i İlâhî), Fizik – Tabiat Kanunlarına dönüşüyor. Olay; mevcut kanun, teori veya modellerle açıklanamadığı için öngörülemeyen, hesaplarda çıkmayan istisnaî bir durumsa, “tesadüf” veya “Bilim ileride çözecek” inancına sığınılıyor!

Özet olarak: Eşyaya bakışımızı inşa ederken ve bu gözlemimizi ifade ederken; ya “fail Rabbi ve işleteni var(mış)” veya “yok(muş)” gibi bakılabileceği ve bunun (var–yok’un ortasının olmaması gibi) orta ve objektif bir noktası yok demiştik.

Mes’elâ yeryüzündeki gündüz, ısı – ışık ve aynalarda görünen Güneşler’in kaynağı ve sebebi gökteki tek “azametli” Güneş’in yansımaları olduğu kabul edilmeli. Aksi hâlde bu yansımaların gökteki tek Güneş’le bağlantısı inkâr edilirse; yerdeki her Güneşçik timsalinin, gökteki Güneş’le aynı sıfatlarda ayrı bir Güneş ve etraftaki bu ısı – ışığın kaynak, sebep ve faili olarakta, yerdeki bu Güneşçiklerin olduğuna inanma zarureti hasıl olmaktadır! Yani cansız ve şuursuz eşyada görünen “ilim, irade, hayat, bilinç” gibi ışıkların kaynağı ve doğum yeri bu “aciz” madde ve zerreleri kabul edilmeli! Yani madde denizinin geniş yüzeyinde ve her damlasında görünen bu ısı – ışık ve Güneşçiklerin Rabbimiz’den değil de; madde ve zerrelerinin kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığı mantıksızlığı; delilsiz – ispatsız aksiyom olarak kabul edilmek zorunda kalınmalı!… Veya eşyadaki bu özellik ve sıfatlar, Rabbimiz’in isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürleri olduğu görülerek, bunun delil – ispatları gösterilmeli. Herşey bulunması gereken noktaya yerleştirilmeli.

Yani tek ve azametli Güneş’i kabul etmemek veya inkâr ve ret için; yani sadece Rabbimiz’e ait olabilecek ve olan mutlak özellik ve sıfatlar; yerdeki madde ve zerrelere dağıtılıp, böylece tek hakikî Rabbimiz’e inanmaktan kaçınırken; aslında ve hakikâtte sayısız zerre ve eşyaya İlâhlık ve İlâhlık Sıfatları vermek ve çarnaçar öyle de inanmak zarureti hasıl olmaktadır! Farkında bile olmadan insan ürünü politeist (çoktanrılı) bir din inşa edilmiş olunmaktadır! “Farkında olunmadan” diyorum, çünkü kâfir ve müşrikler de içine girdikleri durumun farkına varıp, bilselerdi; zaten pişman olup, tevbe – istiğfar eder; yanlıştan dönerlerdi!

Kısaca kâinatta madde – enerjinin varlık ve işleyişini nedensellemek ve nasıllamak (tasvir) için; tüm inanç ve inançsızlıklara eşit ve uzak mes’âfede konumlanıp, tarafsız gözlem ve ifadeler kurabileceğimiz bir gözlem noktası veya eşyada agnostik olmamıza izin verdiği nötr ve renksiz alanlar yok! Bu konuda kurulabilecek nötr, yani inanç ve değer’den bağımsız ve ayrı bir cümle yapısı ve ifade biçimi yok! Başta dil ve mantığın yapısı izin vermez buna! Çünkü fiil fâilsiz; eser müessirsiz; isim müsemmasız; sıfat mevsufsuz ve san’ât san’atkârsız olamaz!

Elhasıl Bilim; kâinattaki “ilim, irade, kudret, güzellik, denge, ölçü, adalet, koruma, doyurma, temizleme” gibi fiil, isim ve sıfat ve kanun – hakikâtlerin sahibi ve faili olan Rabbimiz’i kabul etmekten, hiç değilse önvarsaymaktan, yani “var(mış)” gibi yapmaktan kaçındığı ve “yok(muş)” gibiyi varsaydığı için; sadece Rabbimiz’in olabilecek ve olan eşyadaki fiil, kuvvet, sıfat, özellik ve neden – sonuç, eserlerinin; gene maddenin kendi zâtında içkin, kendi tabiat ve özelliğinden kaynaklandığını kabul etmek zorunda kalıyor. Bu zorundalık sebebiyle; “madde–enerji + tabiat + tesadüf–zorundalık + hareket–süreç + uzun zaman (evrim)’in bütün bu işleri yapmasının mümkün olduğuna ve zaten olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesinin delili olduğu” totoloji ve kısır döngüsüne inanmak zorunda kalıyor ve bütün bu zorundalıklarının sonucu olarak; gözlem – deney, teori ve bilimsel ifadelerini de bu inançlarına göre şekillendiriyor!

Yani gözsüz – kulaksız eşyanın kabul etmeyip, bilâkis acziyetiyle reddettiği İlâhlık Sıfatlarını, eşyaya verme politeizminin dava ve savunuculuğunu yapmakta ve bunun farkına bile var(a)mamakta Bilimsel Bilim! Tıpkı eski putperestlerin; “putların maddesine tapmadıkları, bunlarda bazı mukaddes ve kutsal özellikler bulunduğu veya Âlemlerin Rabbi’nin dünyadaki işleri bu putlar gibi vasıta / sebeplerle düzenlediği ve bu putlar vasıtasıyla onlarla iletişime geçtiği” küfür ve şirki gibi!…

Evet putperestler de Allah’a inanıyordu, fakat kafalarında yonttukları bir antropomorfik (insan özelinde yaratılmışa benzeyen) İlâh’a Allah ismi vermiş ona inanıyor, yani kafalarındaki Allah tasavvuruna tapıyorlardı! Yani salt Allah’ın varlığına inanmaları, onları kâfir ve müşrik olmaktan çıkarmıyordu; çünkü gerçek ve reel Allah’a iman etmiyorlardı! (İnkâr etmemek ayrı, kabul etmek ayrı, iman etmek çok daha ayrı mes’elesi.) Yeri gelmişken; ateistler de kafalarında şuradan buradan okuyup şekillendirdikleri ve hayata bakıp tasvir ettikleri bir ilâh tasavvuru çiziyorlar zihinlerinde, sonra realitede olmayan bu Zihnî Tanrıyı inkâr ediyorlar!

Sonuç olarak: Bilimsel Bilim eliyle tutamadığı, gözüyle görmediği ve kavrayamadığı, yani zekâsını ve sınırlarını ve yöntemini aşan bazı soyut ve manevî şeyleri kabul etmediği için; hatta (herşeyi madde–enerjiye indirgemeye ve öyle açıklamaya çalışması ve bu konuda net ve emin ifadeler kullanmasından da anlaşılabileceği gibi) bunu reddettiği için; yani“kâinattaki fiillerin faili ve öznesi, eserlerin müessir ve ustası var(mış)”ı kabul etmediği için; “yok(muş)”u doğru kabul etmek ve bu önvarsayımı doğruymuş gibi “failsiz ve öznesiz” Bilimsel İfadeler kullanmakta ve ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibi, başlangıçtaki önvarsayım / inançlarının kendilerini zorunlu olarak bu yola sevketmesiyle; Rabbimiz’e ait isim – sıfatların, madde’den nedensellenip, doğduğu ve kaynaklandığına inanmaktadır.

Yani mevcut Bilim, ancak putperest ve müşrik, ateist ve materyalist insanların kullanabileceği dil ve argümanlarla hareket etmekte! Bunun sonucu olarak; Higgs Bozonu, Holografik Evren, Sonsuz (yani yaratılmamış veya sonsuz sayıda yaratılan) Paralel Evrenler, Sicim Kuramları, Çoklu Boyutlar, Boşluk Enerjisi, elhasıl Bilim’in keşfedip, bulduğu her “neden (sebep)” veya olmasını varsaydığı “herşey”; Rabbimiz’le aramıza bir perde sebep, uzaklığı arttıran bir mes’âfe daha eklemekten daha ileriye gidememekte!

Bu yazımızla birlikte özetleri bitirdik. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı hepimize mübarek olur ve olsun inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org

Diğer Partiler Derslerini Çalışmamışken, İktidardaki Partiye Ders Verilmez

“AK Parti’ye oy vermeyin” demenin te’sir etmeyeceğini, hatta aksi te’sirle AK Parti’nin oylarının artmasına sebep olacağını bilenler; iktidardan alaşağı edemedikleri partinin hiç değilse oyları (dolayısıyle milletvekili sayısı) azalsın, hatta tek başına iktidar çoğunluğunu elde edemesin diye; güya partiyi destekliyormuş görünerek; zihinsel bir cerbeze ve mugalata ve safsatayla; mevcut partinin sadece yanlış veya yanlış kanaât uyandırıcı davranışlarına zoom yaparak; “Geçmiş seçimlerde hep bu Parti’ye oy verdim ama bu seçimde vermeyeceğim ki fabrika ayarlarına dönsün. Bu seçimde bir ders vermeli; önceki seçimler kadar oy alamamalı ki, kendine çekidüzen versin. Böylelikle partinin her hareket ve politikasını desteklemediğimi gösteren bilinçli bir davranışta bulunmuş olacağım. Hem belki bu, bana ‘makarnacı, koyun, fanatik, muhabbet gözünü kör etmiş’ diyenlere de bir cevap olur. Ben haktan tarafım, partiden değil; bilinçli bir müslüman olarak, hak neredeyse oraya giderim. Haklı ve mazlûm olan düşmanım bile olsa, ilkesel ve ahlakî davranarak, düşmanlığı bir yana bırakarak veya erteleyerek; bu konuda düşmanımın yanında olurum!” diyorlar.

Bu düşünce biçimi her ne kadar çıkış noktası olarak “hak, hukuk, doğrudan taraf olmak, ahlakî ve ilkesel olmak, mazlûmun yanında olmak” gibi doğru argümanlar içerse de; vardığı sonuçlar ve önerdiği çözüm olarak, mantıken ve ahlâken doğru bir davranışı tavsiye etmiyor bize! Buna en basit deyişle; “hakkı, batıla alet etmek” veya “hakkı söylerken, anlam ve sonuç olarak batılı kasdetmek” denir.

Tıpkı merhum 2. Abdulhamid Han’ı devirenlerin veya aleyhinde nümayiş ve gösteri yapanların, bunu “hürriyet, adalet, eşitlik, şeriât” gibi kavram ve motivasyonlarla yapmaları gibi. Veya merhum Adnan Menderes’i darbe ve ihtilâlle devirenlerin, bunu; “Ne yapalım Menderes’in indirmek veya yanlışlarını engellemek veya telâfi etmek için demokratik mekanizmalar yeterli değildi, olanlar da tıkalıydı; sistem işlemiyor veya tıkanmıştı, başka yol yoktu! Yoksa durup dururken niye sıcacık koltuğumuzdan kalkıpta, riskli işlere girip, isyan edelim ki!? Ne yaptıysak, herşey vatan – millet – sakarya içindi!” demelerine benziyor.

Oy vermeyerek mevcut iktidara ders veya ceza vermek isteyenler, bunu aldatma veya ihanet gibi sebeplerle yapmıyorlarsa; cehalet ve aldanma sebebiyle yapıyorlardır (ki çoğumuz böyleyiz); buna İslâmî Literatür’de “şeytanın sağdan yaklaşması” denir! Tam burada aklıma Bedi’üzzaman Hazretleri’nden (R.Â.) okuduğum şu söz geldi: “Akılsız dost, akıllı düşmandan daha çok zarar verir!”

Ben şahsen çoğunlukla dostlarımın doğruluk ve dürüstlük ve iyi niyetine güvenirim ama akıl ve bilgilerine güvenmem; tamam aldatmayacaklarından eminimdir ama aldanmayacaklarından veya yanılmayacaklarından emin olamam çünkü. Aslında düşmanım bile olsa iyi niyetini sorgulamam, sonuçta herkes doğru, iyi ve güzel bildiği şeylerin uğruna birşeyler yapıyor. Yani bir insan, yanlış olduğunu bile bile bir meslekte gitmez; hak olduğunu düşündüğü bir davayı savunur çoğu kez. Asıl problem: Neyin hak olduğunun karar ve tespitinde çıkıyor!

  1. Kamal bile; fakir Hindistan halkı tarafından, Halife’nin ve Osmanlı’nın kurtuluşu için gönderdiği altın ve yardım paralarının “mülkiyet” veya “kullanımını” zimmetine geçirerek; gönderilme maksadı dışında kullanıp, tutup İş Bankası’nı kurması ve bu yetmezmiş gibi o bankaya kendiyle birlikte, arkadaşlarını ve CHP’yi ortak yaparak; kendince iyi – güzel – doğru birşeyler yaptığını sanıyordu! Zaten konu; kafasında kurgulayıp, yaşattığı, soyut “vatan – millet – devlet menfaati” olunca; “somut vatandaş hakları”nın ne önemi olabilirdi!? Haram – helâl, günah – sevap demeden adam asma, katletme; Hilâfet ve Osmanlı’yı fiilen ve hukuken devirip; devrim yaparak, kendi doğrularına göre bir devlet kurması vs.” ne varsa zaten hepsi “teferruâttı!” Her neyse konumuz bu değil.

Diyeceğim o ki: Mevcut iktidardan daha adil ve din – millet menfaatine faydalı alternatif bir parti olsaydı; o zaman oy vermeyerek ders ve ceza vermek anlamlı ve faydalı olabilirdi. Sonuçta oradan kayan oylar, çok daha faydalı bir yere gitmiş olurdu.

Kaldı ki başka partilere oy vermiş veya çekimser kalarak oy kullanmamış kesimler, gereken dersi veriyor mevcut iktidara! Bizim de oy vermememiz “ders vermek” olmaz, “sınıfta bırakmak” olur. Hatta başkaları da bizim gibi ders vermeye niyetlenirse bu, mevcut partiyi “okuldan atma” gibi sonuçlar bile doğurabilir!

Hem madem ders verecek kadar tutarlı, nasihâtimiz te’sir edecek kadar dürüst ve ahlâklıyız, o hâlde; önceki parti ve iktidarlar, derslerini almışlar mı veya derslerini çalışmışlar mı diye bakmanız gerekmez mi!? Sonuçta onların geçmişleri daha eskiye dayanıyor, suç veya yanlış veya yanılmaları da bununla orantılı olarak çok daha fazla! Konu ders vermekse eğer; mevcut partilere göre 13 senelik geçmişiyle nispeten çocuk olan bu partiye en son sıra gelir!

Başta CHP’nin önceki seçimlerden ders almadığı, mes’elâ geçmiş dönemlerinde işlediği “açık oy, kapalı sayım” gibi kabahât veya Dersim Katliâmı gibi suçlarından, kendisinden en küçük bir itiraf ve pişmanlık ve özür duymadığımıza göre; ders alma, hatta cezalandırılma önceliği onlarda; mevcut iktidarda değil! Daha İş Bankası’nın bir kısım hisselerini, kendi malıymış gibi zimmetinde tutuyor olması ve halâ nemâlanması ortadayken; (gerekli olup olmaması bir tarafa) devletin demirbaşına ait, envantere kayıtlı yeni Cumhurbaşkanlığı külliye veya binasına (saray demiyorum çünkü mimarî olarak “saray”a benzemiyor) itiraz etmesi sahici gözükmüyor, ahlâki de değil!

Eğer konu ders vermek ve cezalandırmak ise; 13 senelik iktidarında, Özal ve Menderes Dönemlerinden çok daha fazla işler başarmış ve onlardan çok daha fazla İslâmî hassasiyet sahibi ve (kronik enflâsyonu tek haneli rakamlara indirme; IMF’ye borcu sıfırlama; uzaya kendi uydularımızı gönderme; kendi silâh, helikopter, füze, yazılımlarımızı üretme; Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana 90 küsur yılda yapılmış tüm karayolu ve demiryolunun ortalama 1,5 – 2 katını 13 senelik iktidarında yapmış olma; türban ve tesettüre serbestiyet verme gibi…) devrimsel sayılabilecek işler başarmış; yani doğruları, içindeki bazı insanların yapmış veya yapabileceği hata ve yanlış, hatta (varsa) suçlarından kat be kat fazla bir parti en arka sırada gelir!

Hem madem tutarlı ve dürüst ve ahlâklısınız; o hâlde İş Bankası’nın hisselerini devlete devredin veya devretmesi için öncelikle CHP’ye ders verin; olmadı mahkeme ve ceza yolu açık! Şu âna kadar almış olduklarını da aynî ve nakdî olarak geri versin, devlette Hindistan’a iade etsin!

Eğer konu ders ve nasihât vermekse eğer; 27 Mayıs İhtilâlini gerçekleştiren ve destekleyen Alparslan Türkeş ve partisinin suçlarını itiraf ettirin; pişman olmasalar bile, “doğru değildi” dedirtin! Veya 28 Şubat’ın kurulan 3’lü koalisyonuna “koltuk değneği olarak destek çıkıp, ortak olmamız yanlıştı” desinler!

Madem bu kadar ahlâklı ve dürüsttünüz; 100 küsur senedir millete kan kusturan, Ayasofya gibi nice cami ve vakıflarını gaspeden, (saymak yazmak uzun sürer); kısaca milleti güdülecek ve terbiye edilecek hayvan gibi gören zihniyetle mücadele etmediniz!? Onların kirli çamaşırlarını ortaya dökmediniz!? Gemisini kurtaran kaptan misâli; kuvvetliye karşı sessiz ve alttan alıp, hoşgörü ve diyalog taraftarı oldunuz; hatta, yaptıkları melânetleri türlü te’villerle aklayıp, temize çıkardınız! Başka dinden olan, hatta oruçla ilgisi bulunmayan dinsiz olanları bile iftarlarınıza davet ettiniz de; diğer cemaat ve müslümanlara bu diyalog ve hoşgörüyü çok gördünüz!

Burada AK Parti’yi de dahil ederek tüm parti ve cemaâtlerde şunu merak ediyorum: Parti veya cemaatinizin bilerek veya bilmeyerek yaptığı yanlış politika, söz ve davranışlarını binbir te’vil ve mazeretle yanlış olmadığını göstermeye çalışmanız, bu mümkün olmazsa mecburiyet veya ehven-i şer kabilinden mecbur ve ma’zur görmenize bakarak; aynı ilkesel ve tutarlı davranışı karşı olduğunuz kişilere karşı da niye göstermiyorsunuz!? Sevmediğiniz ve taraf olmadığınız kişilere karşı da neden aynı te’vil ve mazeret ve hüsn-ü zan mekanizmasını işletmiyorsunuz!?… Bu soruya tutarlı ve mantıklı cevap verenlere sözüm yok. Aksi hâlde kulaktan dolma haber ve zanlarla, kör döğüşü yapıyoruz çoğumuz!

Türban ve tesettürü bir başkaldırı ve tehdit olarak algılayacak kadar müslüman kod ve algıları bozulmuş bir insanı; sırf kendi cemaâtinin lehinde, en aşağı aleyhinde değil diye şefaat ederek Cennet’e sokmaya çalışır; aleyhinde olan başka birisinin de doğrularını görmeyerek, kendisine yanlış gelen en küçük bir hareketinden dolayı bedduayla Cehennem’e göndermeye çalışır! Yeri geldimi terörist ve işgalci İsrail’i “otorite” kabul eder; yeri geldimi kendi ülkesinde % 50 oy almış meşru iktidarı bile “otorite” olarak kabul etmez; üstelik dişini göstererek, ısırmaya çalışır! Yeri geldi mi tesettüre, muhataplarınca “teferruât” olarak anlaşılacağını bile bile “füruât” der; üstelik bu konuda asker ve bürokrasiye en küçük bir eleştiri getirmeden konuyu kapatır; sonra “teferruât anlamında kullanmadım, zaten anlamı da bu değil” der! Ama konu “dershanelerin kapanması” olunca, “imanî mevzulara göre, dershanelerin açık olup olmaması bir füruâttır” demez! 28 Şubat Darbesi’nde, askerîyenin yaptığı zulüm ve baskılara; “MGK, yasal olarak bir içtihad ve tavsiye makamıdır, hata bile etse içtihad sevabı alır / alabilir” gibi sözlerle gösterdiği engin hoşgörü! Veya geçmiş iktidar veya yönetimlerin hırsızlık, dolandırıcılık, banka boşaltma gibi suçlarına gösterdiği derin müsamaha ve sessizlik! Veya ateist veya solcu veya başka dinden olana verdiği kredi ve saygı, hoşgörü ve diyalogun 10’da 1’ini bile merhum Erbakan’a çok görmesi!…

Elhasıl okyanusun ortasında bindiğimiz gemide çalışan bazı yöneticilerin olan veya olabilecek yanlış veya şahsî suçlarına dikkat çekip, mevcut gemi batırılamaz; diğer kayıklara geçilmesi teklif edilemez! Yangın söndüren itfaiyede bazı adamlar görevini yapmıyor veya yanlış yapıyor diye; tüm itfaiyenin çalışmalarını durdurmak veya yavaşlatmak olmaz. Ben itfaiyecilerin yaptığı işin toplamına ve genel sonuca bakarım; yangın sönüyor mu, büyüyor mu diye!? Kaldı ki suçun şahsîliği esastır; şahsî suçların cezası üyesi oldukları partiye ve partinin tüm üyelerine; partinin şahsında tüm millete kesilmez!

Bedi’üzzaman Said-i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.); içerisinde mason veya münafık, dine lâkayt veya düşman, Risale-i Nur’a bilfiil veya bilkuvve karşı üyelerin çoğunlukta olduğu (dershaneleri kapandığı ve diğer sebepler için vaveylâ eden, internetten beddua yayımı yapan birilerinin kulakları çınlasın!) ve bu partinin iktidarda olduğu zamanda bile rahat etmeyip, gene şehir şehir, mahkeme mahkeme dolaştırılıp, hapislerde yattığı; seyahat hürriyetinin kısıtlandığı hâlde bile Demokrat Parti’yi alenen ve sarahâten desteklemesi, oy istemesi ve sandıkta göstere göstere oy vermesinin, (K. MISIROĞLU abinin ifadesiyle; “iktidarı döneminde bir defa bile Cum’â’ya gittiği görülmemiş Menderes”e) alenen destek vermesinin bize anlattığı birşeyler olmalı!

Bedi’üzzaman’ın dediği gibi: “Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam…” (Sünûhat) Yani mevcut iktidarın gücünü hafifleten her taş, terazinin diğer kefesindeki partilerin ağırlığını arttırır!

Hem şunu da söyliyeyim: Hayâlinizde yaşatıp, ideâlini kurduğunuz partinin vücud bulması muhâldir! (Çünkü ve zaten halk olarak biz, % 75–80’imiz mütedeyyin ve dindar değil ki; içimizden çıkan yöneticilerimiz öyle olsun!) Bedi’üzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar; hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi —Allah etmesin— bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak…” (Münâzarat)

Bunları akik taşlı yüzük taktığı için sınıfta inkılâp öğretmeninden sınıfta herkesin gözü önünde tokat yiyen; kaldığı Çocuk Esirgeme Kurumu’nda, Risale-i Nur okuyor diye yurt müdürü ve idarecileri tarafından yurttan atılmak veya sürülmekle tehdit edilip, korkutulan; mescid veya namaz kılacak müsait bir yer olmadığı için kimsenin geçmediği koridorun ucunda kıldığı namaz yasaklanan; haftada bir defa sıcak su verildiği için bazı sabahlar soğuk suyla yıkanmak zorunda kalan birisi olarak yazıyorum! Bunu mağdur edebiyatı yapmak için söylemiyorum. Bugünlere nereden geldiğimizi hatırlatmak için söylüyorum! Geçmişe göre, bugün bu saydığım şeyler saçma ve komik gelebilir, hatta gerçekten saçma! Yani bir filmde izleseydim bu yaşadıklarımı; “böyle saçma ve gerçekdışı senaryo mu olur!” der, filmin yarısında terkederdim salonu!

Benim yaşadıklarım devede kulak; bunlardan çok daha fazlasını yaşamış, çok daha fazla acılar çekmiş insanlar var biliyorum, okudum, bazılarını gördüm! Geçmiş muktedirlerin bize yaşattıklarını unutmadım, unutmayacağım! Bir ders ve nasihât ve ceza vermek gerekiyorsa; ders ve itiraf, pişmanlık ve bedel ödeme sırası önce geçmiş iktidarlar veya yöneticilerinde!

Elhasıl belki ilk defa bizim hassasiyetlerimize sahip, hiç değilse saygılı ve duyarlı, üstelik muktedir bir iktidar var! Önce kıymetini farkedelim; ders ve nasihât, gerekirse ceza her zaman mümkün! Ama ders alma, ders çalışma önceliği önceki partilerde!

Ama Üstad’ın dediği gibi: “Kendini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez.” Bu sebepten terbiye ve derse kendimizden başlamamız gerekiyor. Ne demek istediğimi kendimden örnek vererek açıklayayım: Ucu ekonomik açıdan bana da dokunduğu 28 Şubatzedelerden biri olarak; öğrenci olmadığım hâlde öğrenci pasosuyla ucuza otobüslere binip, cüz’î bir maaşta olsa aylarca maaş alamadığım hâlde başka iş bulamadığım için mecburen aynı işe devam ettiğim o zamanlarda; nasıl aklıma geldiyse; “500 liralık (artık fark kaç liraysa) indirim ve menfaât için, eline imkân geçince bu dolandırıcılığı yapıyorsan; bankalardan milyar dolarları hortumlayanlara lâf söylemeye hakkın yok senin!” demiştim kendime. Hem ben onlardan çok daha karaktersizmişim ki, onlardan çok daha ucuza satmışım değerlerimi!”

Elhasıl benim oyum belli. Ders ve ıslaha en çok kimin ihtiyacı olduğu da belli.

Ayhan KÜFLÜOĞLU

www.NurNet.org

Bilimsel Bilim’in Deterministik Evreninde Allahû Teâlâ ne iş yapar!? (2)

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî Bilim’e Geçme Talebi

Geçen hafta: “Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) ‘Medresetüz Zehra’ Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; ‘Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)’ isimli kitap çalışmamızda; Bilimsel Bilim yerine geçilmesini teklif ettiğimiz İslâmî Bilim’in anlaşılması için, ikisi arasındaki farkların netleşmesi gerektiği; bu sebepten çalışmamızın 3 bölüm hâlinde uzun bir özetini yapmamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz” demiştik.

2. Bölüme başlıyoruz.

Geçen haftaki yazımızı “Bilim, önünde gördüğü masaya bakarak; ‘ben bunun; marangoz ve ustasını, fail ve öznesini denklem ve teorilerime dahil etmeden; nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?’ sorusunun cevabı peşindedir! Üstelik Bilim; ‘kâinatta Allah’ın varlık ve icraatını gösteren ve ispat eden bir delil ve gözlemim yok! Bilâkis herşeyi O olmadan ve O’na ihtiyaç ve mantıkî zarurette duymadan, çok daha iyi tasvir ve nedenselleyebiliyorum!’ iddiasındadır!” diye noktalamıştık.

Yani Bilimsel Yöntem’in ürün ve sonucu olan Bilim veya Bilim’in sonucu olan Bilimselllik Kriterleri;“Rabbimiz’in olmadığının, olsa bile kâinattaki bu işleyişte etki ve fonksiyonu olmadığının; zaten buna ihtiyaç ve zarurette bulunmadığının” delil – ispatı peşinde! Başta inandıkları veya doğru varsaydıkları“yok(muş)” olduğu için; ister istemez bütün gözlem – ölçümleri ve bunların Bilimsel İfadeleri; bu başlangıçtaki önvarsayımlarıyla tutarlı olacak, bu öninançlarıyla çelişmeyecek şekilde; bu aksiyomlarının delil – ispatı olarak iş görüyor!

Bilimsel Makale ve yayınlarda; madde ve işleyişi için “madde – enerjinin dönüşüm ve hareketleriyle açıklanabilen deterministik bir kâinatta, Allahû Teâlâ gibi ek bir sebep ve neden, fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret yok” hurafesi, sanki doğruluğu ispatlanmış ve tartışılmaz bir tezmiş gibi kâinat tasvirleri yapılır! Rabbimiz’i hatırlatan veya çağrıştıran, hatta ihtimâl dahiline alan en küçük bir kelime ve cümleye müsaade edilmez! Bilimsel Yöntem ve Yayın Kurallarının dayattığı bu otosansür mekanizmasıyla, hayâlde rafine bir ateist ve materyalist dünya inşa edilerek; okuyucunun bilinçaltı / bilinçdışı veya şuursuz bilincine, “bu sahte ve kurgusal gerçekliğe inanması, çünkü Bilim’in evrendeki varlık ve işleyişin birebir tasvir ve modelleme ve açıklamasını yaptığı” mesaj / komutu gönderilir!

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi; failsiz ve öznesiz Bilimsel İfadeler inşa eder! Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesinin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbetini biraz daha kapatıp, kopartmakta!

Elhasıl mevcut Bilim yanlış sorunun cevabı, yanlış iddianın ispatı peşinde! Fakat geçen hafta da belirttiğimiz üzere; yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz ve bulduğumuz cevaplar, sorduğumuz sorulardan bağımsız değildir! Çünkü neyi ararsak, onu buluruz; yani bulduklarımız da aradıklarımızdan bağımsız değildir. Bu sebepten önce yanlış olan soru düzeltilmeli, problem doğru olarak ifade edilmeli; ancak ondan sonra çözüm / doğru çözüme gidilebilir. Kâinatı gözlem ve ölçümlerimizde av ve keşif aletimiz olan “soru” ve kullandığımız “yöntem” ve “kavram / ayrımlar”; filtre ve ağımızın aralıklarını belirler.

Aletlerimizi morötesi ışınları farkedip, bulacak şekilde ayarlamışsak; kızılötesi ışınları görmeyeceğiz demektir. Elinde çekiç olanın, herşeyi çivi olarak görmesine benziyor bu veya tüfeği bilmeyen yerlinin, kulübesini inşa etmek için ormanda tokmak veya değnek ararken, yerde bulduğu tüfeği bu aradığı iş için çok uygun olduğunu görmesine ve deneyle de bunu ispatlamasına benziyor!…

Bilim: “Madde ve işleyişini açıklamak ve nedensellemek için, kâinatta gösterdiğim bu fırça, tuval, boya ve bunların enerji ve hareketleri gibi madde – sebep – süreç – mekanizmalar yeterli; ayrıca ilim – irade – kudretiyle resmin hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde olan (yani resimdeki zaman ve mekân sınırlarından münezzeh; yani metaresim, metafizik, doğaüstü) bir fail ve özne, usta ve ressam olduğunu varsaymak veya varlığını kabul etmek zorunda değilim” gibi gizli – açık mesaj ve îma ve ihsaslarla; “kâinatın varlık ve işleyişinde, her ân ve kesintisiz kendisine muhtaç ve ba(ğım)lı olduğu Allahû Teâlâ”yı kabul etmez, üstelik bunu gereksiz ve spekülâtif sayarak reddeder; yani hipotez bazında bile buna ihtimâl vermez ve araştırmaya değer bulmaz! Elhasıl kâinattaki zengin veri ve bilgi çeşidinin, Bilimsel Bilgi ve Bilim’e indirgenip, daraltılması; ufkumuzu daraltıyor!

Bu Bilim’e göre; “eskiden insanlar sebebini bil(e)medikleri tabiat olaylarını Yer Tanrısı, Gök Tanrısına veriyorlardı; sonra Bilim gelişip, herşeyin sebep – sonucu çözüldükçe, Tek Tanrılı İnançlara evrildiler ama ileride Bilim’in ışığı bu bilinmeyenleri de aydınlattıkça İlk Sebep Tanrısına atıf ve inanma için de mantıkî gerekçe veya zorunluluk kalmayacak!…” gibilerinden küçümseyici ifadelerle; müslüman olan bizleri güya çaktırmadan ilkel ve geri kalmış, imanları cehalet ve bilinmezlikten beslenen diye hakaret eder! Çünkü mevcut Bilim’in zihninde yonttuğu tanrı; Boşlukların Tanrısıdır! (Yani Bilim’in de bir teolojisi ve Tanrı tanımı var!)

Burada bir açıklama ihtiyacı doğdu. “Neden – sonuç / illiyet ve determinizmin hâkim ve genelgeçer olduğu bir evrende, Rabbimiz’in ‘rol ve fonksiyonu’ nedir?” soru ve cevabında biz; nisbeten basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz! Çünkü eğer masadaki topların hareketi, herhangi bir kanun nizama uymayan ve sürekliliği olmayan ve öngörülemeyen tesadüfî çarpışma ve hareketler olsaydı, zaten mevcut Bilimi de yapamazdık. Çünkü genelleyip, bağlayabileceğimiz bir düzen ve istikrar ve kanunlar olmazdı! O zaman ıstakaların tesadüf rüzgârlarıyla toplara tesadüfen vurabileceği ve vurduğunu ihtimâl alanına dahil ederdik ve araştırmalarımızı bu yönde derinleştirir, buna deliller arar, bunu ispatlamaya çalışırdık! (Yani “tesadüf”te delil – ispat sürecinden geçmesi gereken bir iddia, bir inanç!) Fakat böyle bir evrende denge, ölçü ve düzen, bilinç ve yaşam da olmazdı; faraza olsaydı bile devam etmez, hemen silinirdi!

Çünkü dediğimiz gibi Bilim yapmayı sağlayan şey evrendeki bu istikrar ve genelgeçerliliktir. İstikrar ve ölçülü bir süreç veya nesnenin, istikrar ve denge nedeni ise, sistem ve sürecin kendi içerisinde aranmaz. Sürece dahil olmadığından, sürecin kısıt ve dezavantajlarından etkilenmeyen, süreçdışı faktörler araştırılır! Süreci sürdüreni bulmak için (sürecin nedeni; yani süreçteki nesne, kuvvet ve diğer sebepleri harekete geçirip, kullanan; yani sebepleri sebep ve alet ve vasıta yapan asıl sebep ve fail kim anlamak için) sistem dışına atıf yapmak zorunludur! Yani resmin sebep ve faili olan ressam, resim içinde aranmaz; resmin uzağı – dışında da aranmaz! Resimdeki fırça, boyaları da sebep ve alet yapan asıl sebep ve fail, yani ressam (resimdekileri etkileyebilmek ve çizebilmek için) resimdeki herşeye hem en yakın; (resimdeki sınırlılık ve kayıtlardan etkilenmemek için de) en uzak olmalı! Yani çizdiği resimdekilerin cinsinden olmamalı!

Kâinattaki nedensellik ve determinizm ve Rabbimiz’in bu kâinatla nisbeti derken; görece basit nedensellik örneği olan “bilardo topları ve ıstaka” ilişki – etkileşiminden bahsetmiyoruz demiştik. Bizim bahsettiğimiz evrende sentilyonlarca top ve hareketleri birbirine karışıp, çarpışmadan ve hercümerce sebebiyet vermeden (Rabbimiz yönetmezse, her ân / mekân imkânsız gerçekleşiyor yani) ve belli kural ve ölçülerle hep girmesi gereken deliklere giriyor ve hep aynı sonuçların üretilmesi için çarpması gereken noktalara çarpıyor; durmaları gereken yerlerde de belli süre duruyor ve çalışıyorlar!

Yani; “o hâlde evrendeki kuvvet ve enerji ıstakalarıyla, zerreleri kim gitmesi gereken hedeflere hareket ettiriyor ve durmaları gereken yerlerde sabitliyor?” sorusu halâ önemli ve öncelikli ve güncelliğini koruyor! Yani Bilim’in, “kim” sorusunu geçersiz ve gereksiz ve spekülâtif görmesi kendi inancı! Bunu, “araştırma” ve “bilgi”nin değil; “inanç”ın konusu olarak görmesi de kendi amentüsü! Yöntem ve tanımı icabı “kim” sorusunu kendi konusu görmeyip; bunu ilmî ve gözlemsel bulmaması ve topu taca atar gibi konuyu metafizik ve felsefeye atması da kendi itikad ve ‘felsefesinin’ sonucu!

Mevcut teori ve çözemediği olay / olguları açıklamak ve çözümlemek için; şimdiki ân / mekânda olmayan ve mevcut teknolojisiyle de direkt veya indirekt gözlem yapamadığı ama “olmalı ve şu şu vasıflarda olmalı” diyerek, varsaydığı ve aradığı; hatta matematiksel olarakta teorisini kurduğu “10 – 12 Boyutlu Uzaylar, Alanlar, Sicimler, Paralel – Sonsuz ve Çoklu Evrenler, Boşluk (vakum) Enerjileri, Karanlık Madde, Karanlık Enerjiler, kütlesiz parçalar, dalgalar, antimaddeler, hatta Kütleçekim kuvveti veya Big Bang ve öncesi” gibi konuları belki metafizik görmüyordur! Belki mevcut Bilim için bunlar gayet somut ve ölçülebilir şeylerdir!…

Bilimsel Bilim, tanım ve yöntem ve niyeti icabı ‘kim’ sorusunu bilimdışı görüyor; bilimsel kabul etmiyor, hatta reddediyor” demiştik. İslâmî Bilim’in, mevcut Bilimden en önemli farklarından birisi de, bu soruyu ana merkeze almasıdır.

Örneğin: Bahçedeki bu elma ağacını buraya kim çizdi; zerrelerini tuğla gibi kim ördü!? Bundan daha acaibi: Şapkadan tavşan çıkması gibi, ağacın içinden yaprak – elma – çiçeği kim çıkartıyor!? Yoksa bütün bunların nedeni; bir takım kuvvet, rüzgâr – enerjilerin bu top ve sopaları hareket ettirmesinden başka birşey değil mi!? Ay’dan bakarsak, Dünya’ya uzay boşluğundan (Hazine-i Gayb’tan); her mevsim ağaçlardan tonlarca elma ırmakları, armut ırmakları; başka musluk ve kanallardan da sütten ve baldan ırmaklar akıtılıyor, yağdırılıyor, gönderiliyor!… Bütün bunların, zerreleri hariç, kendileri yokken var ediliyor!… Şapkadan tavşan çıkması gibi; yumurtadan kuş, insandan insan çıkıyor, gönderiliyor!…

Tevhidî (Lâ ilâhe illâllah) ve İslâmî (Muhammedun Resululullah) bir nazarla; uzaktan resmin bütününe bakınca görünen bu! Bilimsel Bilim’in herşeyi ufalayıp, parçalayarak; indirgeme – analizlerle, yanındaki şeyi diğer şeye sebep – sonuç gösterme hipnotik ilüzyon ve safsatasından uyanarak, başımızı kaldırdığımızda; sorulması gereken doğru soru şu: “Allah’tan başka hangi fail, hangi sebep, hangi neden, hangi Sanî; nispeten basit aynı topraktan türlü renk – koku – şekilde ni’metler ve tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!?, Hıfzedici Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı kabukla korur!?, Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?, Rabbimiz’den başka hangi sebep, hangi merhametli ve rahim; dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebekleri önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra memelerden gönderilen en gerekli tek gıda olan sâfi bir sütle doyurur!?, İnsan, hayvan tüm bebekleri düşünürsek; Allah’tan başka hangi tesadüf, hangi sebep, ıssız çöl ortası gibi koca boşlukta dönen Dünya’ya hergün tonlarca sütten ırmaklar gönderebilir!?…”

Resmin bütününde tevhid / vahdet bakışıyla ve “doğru soru”yla görünen manzara bu! Resmin bütününde bunu görünce; (gözkırpması kadarlık kısa bir süre – mekân da bile) resmin hiçbir parça ve hareketinin, tabiat – tesadüf – maddeye verilebilecek kadar alelade ve amaçsız olmadığı, failsiz olmadığı ve olamayacağı anlaşılır! (Bakınız: Göz kırpmasının faydaları.)

Elhasıl bu tür soruların cevabını bulmak için dâhi veya dedektif, düşünür veya biliminsanı olmaya gerek yok! O’nu görmek için kâinatın uzak köşelerine, dışına veya başlangıcına veya atomun içlerine yolculuk yapmak veya karışık ihtimâl hesapları yapmakta gerekmiyor! Çünkü ve zaten olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; bilâkis olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz o kadar! (Halbuki sentilyonlarca yüzlü bir zarı her attığımızda hep aynı yüzün gelmesi “mümkün değil”, sıfıra yakın ihtimâl!) Mevcut Bilim de yaptığı tasvir ve nedensellemelerle, bizi bütün bunların mümkün olduğuna inandırmaya çalışıyor! “Bak mümkün olmasa olur muydu, oluyor ki mümkün!” şeklinde yaptığı totoloji ve safsata, mugalata ve gözboyama, yanlış delil ve yanlış akıl yürütmelerle bizi de bu ilüzyona inandırmaya çalışıyor!

Aslında günümüzün otoriter ve totaliter mevcut Bilim anlayışı da; görünenden görünmeyene, somuttan soyuta, maddeden manâ ve kanuna, değişenden değişmeyene geçme; yani mahsusu, ma’kûl yapma sürecidir. Ama kâinat fizik – kimyayla işlemez; bilim’in “kanun ve yasalar” diyerek sebep gösterdiği mekanizma ve süreçler de, “sebep” değil, “sonuç”tur; daha doğrusu eşyanın davranış biçimi ve bunun tasviridir. Kanun, mekanizma, süreç denilen şey; maddeyi etkileyen ve belli bir davranışa zorlayan enerji ve kuvvet türünden bir varlık değil; sadece zihinde olup, bu sebepten maddeyi etkilemesi imkansız zihnî ve soyut bir kavramdır…

Bilim’in uzun geçmişte olup, yani şimdi – şurada olmadığı için gaybî ve metafizik kategorisinde olup, yani gör(e)mediği ve algılayamadığı ama “kızıla kayma, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delil – ispatlarla varlığına emin olduğu Big Bang (Büyük Patlama) veya şimdi – burada olduğu hâlde bile hiçbir şekilde algılayamadığı ve göremediği yerçekimi (kütleçekimi) gibi kuvvetlerin varlığına bir takım etki ve delillerinden iman etmesi ve üzerine teori ve hesaplar kurması gibi; İslâmiyet, Rabbimiz ve ahiretin bu Big Bang ve Yerçekimi’nden çok daha fazla sayı ve çeşit ve nitelikte ve aletsiz çıplak gözle bile görünür somutlukta delil ve ispatları olup, gösterilebilir! Ama Bilim’in Bilimsellik Kriterleri’ne (yani sebep – sonuç yumaklarıyla ördüğü, madde – enerji dönüşümleriyle, kuvvet – tabiat – tesadüf – uzun zaman – evrim – mekanizma – süreç – kanun gibi operasyonel kavramlarıyla zihnimize kurguladığı ve gerçekten böyle işlediğine inandırdığı sahte kâinat ilüzyon ve metaforuna) bağ(ım)lı kalındıkça bu mümkün gözükmemektedir. Yani önce Bilim’in zihnimizdeki bu esaret, teshir, sihir ve manipülâsyonundan uyanmak gerekiyor. Bunun için de önce zihnimize bir antivirüs programı gerekiyor!…

“Bilimsellik Kriterleri uyarınca; Bilim doğada sadece görüp, algılayabildiği ve deneyselleyip – ölçebildiği maddî ve fizikî olay ve olguları konusu olarak kabul eder ve inceler; yani ‘Tanrı’ gibi sizin de metafizik ve doğaüstü olduğunu kabul ettiğiniz bir konuyla ilgilenmemesi gayet mantıklı!”

Peki “Allah yok(muş)” gibi failsiz ve öznesiz gözlem ve ifadelerde bulunması çok mu mantıklı ve bilimsel!?, Veya “tabiat, tesadüf, kanun, evrim–uzun zaman, mekanizma–süreç, içgüdü” gibi görmediği vehmî veya zihnî kavramlara atıf yapması ve bunları sebep ve fail olarak göstermesi çok mu aklî ve kendi bilimsel yöntemine uygun!?, Değil ne yaptığı, kendi varlığından bile haberi olmayan “ağaç, arı, toprak” gibi edilgen varlıklar için söylediğiniz “ağaç elma yapar, elmaya sebep olur; arı bal yapar” gibi Bilimsel İfadeler sizce de komik değil mi!?, Gözlemlerinizi “sebep – sonuç” şeklinde şablonize edip; eşyayı birbirini çeken tren lokomotifleri gibi sıralıyorsunuz! Bu kurguya göre; mes’elâ “meyvenin sebebi ağaçtır” diyorsunuz! Halbuki o ağacın o meyveye gerçekten sebep olup, o meyveyi terkip ve inşa edebilmesi için; o meyveyle bağlantılı olan gökteki Güneş ve dönmesi, Dünya’nın eğim ve dönmesi; hatta Big Bang’ten bu zamana tüm kâinat ve işleyişinin hâkim ve yönetici ve sebebi ve faili olması gerekmiyor mu!? Çünkü o meyve, tüm zamanları da içine alan kâinat fabrikasında imâl ediliyor; o meyvenin sebebi tüm kâinat! O meyve gibi; birşey herşeysiz ve herşey birşeysiz olamaz ve meydana gelmez; evrenin başlangıcından beri, hassas ölçülerle herşey birbiriyle bağlantılı! Sebeplerin akıl, bilgi ve hayat gibi cihazca en zengin ve güçlüsü insanken; o bile en basit fiillerinden olan yemek yeme de yaptığı sadece ağzına götürüp çiğnemek; geri kalan % 99’u bilgi ve irade ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; yani koca insan bile kendine hâkim ve sahip ve yönetici değilken; diğer cansız ve şuursuz, kör ve sağır sebep ve maddeler ne yapsın!?… Arasıra olan şeyler “tesadüf”e verilebilirse de devamlı olan şeyler nasıl tesadüfî olabilir!?, Peki tesadüf nasıl oldu da hep zarların düşeş gelmesi gibi zorunluluğa döndü!?, Veya herhangi birşeyin tesadüfî olduğunun Bilimsel gözlem ve ölçümü mümkün mü!?, Sayfaya yazdığım 10 tane sayıyı tesadüfen ve rastgele, yani karışık sıraladığımı nasıl ispat edebileceksiniz; belki ben onları zihnimdeki bir kurala göre dizdim!?, Peki tesadüf’ün tesadüfen olduğunun ispatı var mı; yani birisi evrende tesadüfü niyet ve irade etmişse; o tesadüfe “tesadüf” denilebilir mi!?, Peki birşeyin tesadüfen olabileceğinin mümkün olduğunun gösterilmesi, o şeyin gerçekten tesadüfen olduğunun ispatı olarak kullanılabilir mi!?, Veya geçmişte faraza tesadüfen olabilen ve olan birşeyin, şimdi de tesadüfen olduğunu nereden biliyorsunuz; yani geçmişte tesadüfen olabilen şimdi de tesadüfen olduğunun ispatı olarak kullanılabilir mi!?, Bunu geçelim: “Şu tabiatın eseri Allah’ın değil;  bu doğanın eseri mu’cize değil; bu ilâhî değil tabiî; şunu tabiat, bunu tabiat yaptı” diyorsunuz. Peki ne menem birşey şu tabiat!? Göreniniz var mı!?, Yoksa “tabiat” dediğiniz kafanızda olan zihnî ve soyut ve vehmî; yani kâinatta dışsal somutluğu olmayan birşey olmasın!?, “Şu işler şu şu Fizik – kimya Kanunları sebebiyle oluyor ve olur” dediğiniz şu “kanun(lar)ı göreniniz var mı acaba!?, “Kanun” dediğiniz, “enerji ve kuvvet” cinsinden birşey olmadığına göre; madde ve işleyişi üzerinde nasıl yaptırım uyguluyor!? Tabiî ve tesadüfen olmasını mümkün gördüğünüz bu şeyler; “mümkün” olduğu için mi oluyor; yoksa olduğu için mi siz “mümkün(müş)” zannediyorsunuz!?, Evrende normâlde gaz hâlinde bulunan yanıcı ve patlayıcı oksijen ve hidrojenin birleşince (nohut tanesi ve mercimek tanesinin birleşmesi sonucu ortaya pirinç tanesi çıkması gibi), kendilerinden çok farklı, hatta tersi özelliklerde yani sıvı ve söndürücü “su” olması sizce çok mu tabiî ve mantıkî!? Madem mantıklı; o zaman, suyun hangi elementlerin birleşmesiyle hiç’ten yaratıldığını bilmeyen birisine, hidrojen ve oksijeni gösterip; “Bu 2 hidrojen ve 1 oksijeni birleştirirsek ortaya ne gibi özelliklerde bir madde çıkar?” diye sorsak; deney – gözlem yapmadan, sadece hidrojen ve oksijenin özelliklerine bakıp, salt mantığıyla “su” çıkacağını bilebilir miydi acaba!? Bu 2 maddenin birleşme ve reaksiyona girip, su olma hâdisesine “bileşik” ismi vermeniz; sizce o suyun yaratılışını mantıkî ve tabiî yapar mı!? “Suyun varlık nedeni, hidrojen ve oksijenin bileşik yapması” demekle o mu’cizevî yaratılışı çözmüş ve açıklamış mı oluyorsunuz!? Buna “bileşik” ismi verip, karışım’dan farkını anlatmakla, bu olay bilimsel ve doğal ve rasyonel bir hüviyet mi kazanıyor!? “Bileşik” yerine “sihir” ismi verseydiniz, değişen birşey olur muydu!? Bileşik’in karışım’dan farkını anlattınız; peki sihir’den farkı nedir!? Geçelim, şimdi – şurada olmadığı için; yani geçmişte gerçekleştiği için, şimdi – şurada deney – gözlem ve ölçüm imkânımız bulunmadığı hâlde “Big Bang” gibi şimdi / şurada’nın dışındaki tarihî hâdiseler; deney – gözlem – ölçümü yöntem olarak belirleyen Bilim’in nasıl konusu olabiliyor!?, Ya da aletli veya aletsiz hiçbir duyumuzla algılanamayan ve gözlenemeyen “yerçekimi” gibi kuvvetlerin, sadece bir takım etki – delil – icraatlarıyla var olduğu kabul edilip; “yerçekiminin şöyle şöyle etki ve özellikleri var” diyerek Bilimsel Yöntem’in konusuna nasıl dahil olabiliyor!?, Elhasıl “tabiat, tesadüf, kanun” gibi maddî ve fiziksel olmayan; yani zamansız – mekânsız ve herhangi bir elementten oluşmayan; yani dışsal gerçeklikleri olmayan zihnî ve vehmî şeyleri somut madde üzerinde etken ve fail ve sebep kabul ediyorsunuz da, bu sanal isim ve kavramlardan çok daha somut ve görünür olan ve kudreti de olan, ayrıca mikrodan makroya heryerde delil – ispat, icraat ve kudret, eser ve fiilleri de ortada görünür olan Allahu Teâlâ’ya iş gelince neden “metafizik, bilim’in konusu değil, ölçülemez, algılanamaz” deyip, yan çiziyorsunuz!?…

Sorular çoğaltılabilir. Elhasıl zamansız ve mekânsız ve sonsuz olduğu için, biz sonlularca algılanamaz olan Allah’ın Zât’ı; yoksa varlık ve sıfat, icraat ve eser, isim ve fiilleri değil! Yani Rabbimiz’in varlık ve isim – sıfatları ve bunların etkileri ve delil – ispatları, gaybî ve gizli ve algılanamaz değil! Bu delil – ispatlar; şuhudî ve alenî, zahir ve somut! Bu fiil ve sonuçlarını manevî duyularımızla olduğu kadar; fiziksel / maddî duyularımızla da görüyoruz yani! Gözlem ve deney, araştırma ve inceleme, ölçme ve sınıflandırma yapacağımız şeyler de işte Rabbimiz’in bu fiil ve eserleri; yoksa (haşa!) Zât’ı değil!…

Tıpkı gör(e)mediğimiz ve zaten görmemizin de mümkün olmadığı; Bilimsel olarakta gözlem, deney ve DNA testleri yapamayacağımız geçmiş ata, dede, ninelerimizin varlığını kabul edip, inanmadan; burada olan kendi varlığımızı bile açıklayamamız gibi; Allah olmadan da en küçük bir zerrenin varlık ve hareket ve devamını bile açıklayamayız! Kâinatta, bölünemez en küçük bir ân – mekânı bile sabitleyemeyiz!

Biraz yukarıda verdiğimiz bilardo topları örneğinde olduğu gibi; “yağmurun nasıl yağdığını tasvir etmek”te, “yağmurun neden ve niçin ve niye, hangi sebep ve faille yağdığını açıklamak ve nedensellemek” değildir!Çünkü tasvir; olayların nasıl ve hangi sırada ve ne surette olduğunu söylemektir; açıklama ve nedenselleme değildir! Hatta nasıl olduğunun tasviri bile değildir! Bu işleyişin (yağmurun) failsiz ve öznesiz olmasının mümkün olabileceği ve olduğunun delil – ispatı ise hiç değildir!

Kalan 3 ve son özeti haftaya erteleyelim. Mi’rac Kandilimiz mübarek olsun inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

metabilgi.org