Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular

Çoğu zihinde dolaşan, doğru bilinen yanlışlardan birisi de şudur ki: Bilim/sellik’in; “araştırma ve bilgi” işi; İslâm’ın ise bir “önkabül ve inanç, teslimiyet” işi olduğu söylenir. Klişe bir söz olarak: “Bilim”de, araştırma ve sorgulamanın esas olduğu; fakat “din”de, sorgulama ve soru sormanın; küfür ve dinden çıkma ve inancını kaybetme olduğu, iddia edilir! Halbuki bu söz, anlamsız ve içi boş bir retorik ve demagojiden ibaret!

Meselâ; o “Bilim/sellik’te sorgulama esastır” diyenlere sorun: “Suyun kaynama derecesini, halâ sorguluyor musunuz!?” diye veya “Atomların olup – olmadığını, halâ araştırıp – sorguluyor musunuz!?” diye! Sorun: “Mikropların, hastalık yapıp yapmadığından, halâ emin değiller mi!? Bu konuda, halâ araştırma – deneyler devam ediyor mu!?” Veya: “Bilim tarihinde geçen, sayısız bilimsel hata ve yanlışa bakarak; bu kadar yanılma ve çöplüğe gitmiş, bu kadar bilimsel teori ve hipoteze bakarak; Bilimsellik Felsefesi’ni sorguluyorlar mı!?” Ve daha önemlisi: “Bu kadar teknolojik icat ve keşiflerinizin, çevreye ve canlı yaşamına ve gelecek nesillere verdiği ve vereceği zararlara bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz!? Bilim – Teknolojinizin verdiği, hem de artarak vermeye devam ettiği ve geri dönülemez sınıra yaklaşmış, bu zararlarına bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz, Bilimsellik’i sorguluyor musunuz!?”

Yani: Bir yöntem olarak “Bilim ve Bilimsellik”i sorgulayan bir bilimadamı gördünüz mü hiç!? Varsa da, çok nadir. Fakat “İslâm”ı; vahyedildiği günden beri, hem içeriden ve hem de dışarıdan eleştiren, sorgulayan gani! Bundan ayrı olarak, bir de İslâm’ın, esas ve ana aksiyomlarının; hikmet ve illet, gaye ve nedenlerini araştıranlar da, bir o kadar fazla! Aksi hâlde; “Mu’tezile, Cebriyye, Rafizî, Haricî…” bu kadar mezhep ve “kelâm, hadis, fıkıh, tasavvuf” bu kadar meşrep ve meslek, nasıl çıktı sanıyorsunuz!?

Gene, sorun o bilimadamı ve uzmanlara: “Dünyadaki tüm yaşamı yokedecek potansiyeli olan ve gelecekte de, dünyayı yörüngesinden çıkartacak potansiyeli taşıyan; sizin icadınız olan, bu kadar kimyasal ve nükleer bombalar!… Sizin bomba ve uçaklarınızla, sadece 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısının, geçmişteki savaşlarda ölenlerden çok daha fazla olması!… Ekosisteme zararlı ve biz faydalarından yararlanırken; zararlarını torunlarımızın göreceği diğer teknolojik icatlarınız!… Dünya nüfusunun, ancak yirmide birinin, ni’metlerinden faydalanabildiği bu ‘Bilim’in; halâ insanlığa faydalı olduğunu; faydasının, zararından çok olduğunu düşünüyor musunuz!?” diye…

……………

Neymiş: “Bilim sayesinde tıp gelişmiş, insan yaşamı uzamış, hastalıklara çare bulunmuş!” Zaten, geçmişte bu kadar çeşit ve sayıda ve bu derece yaygın olmayan, çoğu arıza ve hastalığın, sebebi de sizsiniz! Sizin icadınız olan; o kadar gıda boyası, koruyucu, kimyasal, işlenmiş gıda, tarım ilâcı, hormon!… Üstüne kirlettiğiniz hava, deldiğiniz ozon, karbon salınımı, küresel ısınma, eriyen buzullar!… Sizin teknolojik icat ve buluşlarınız sayesinde; geri dönülemez sınıra gelmiş, ekolojik zarar ve atık ve çöpler!… Daha genetik çalışmalarınızın, taşıdığı potansiyel tehlikeler ve biyolojik silâhlardan, hiç bahsetmedik bile!… Televizyonu bile, sizin icadınız kumandayla açıyor, iyice obeziteye bağlıyoruz!…

Ahlâk ve değerden yoksun, kapitalist şirket ve devletlerin emrinde çalışan ve dünya nüfusunun çok küçük bir kısmına ve varlıklı kişi ve devletlere faydası olan ve fakat zararı, şimdi ve gelecekteki nesillere dokunan bu Bilim yüzünden; bir gün, dünyadaki kaynaklar tükenip, dünyayı terketmek zorunda kalıpta, Mars’a yerleşmek zorunda kalırsak; “Allah razı olsun Bilim’den ki, bu teknolojik icatlarıyla, insan türünü yok olmanın eşiğinden kurtardı” deyip, Bilim’e teşekkür mü edeceğiz yani!? Çünkü: Başımıza bu dertleri açan, bunların direkt veya indirekt müsebbibi, zaten “Bilim”in kendisi! Dünyanın tükenmesine, bırakın engel olmak; bilâkis, direkt fail ve en birinci sebebi o!

Yani: “Bilim, bilimsellik” derken; sakın zihninizde, hiçbir eksik ve yanlış ve zararı olmayan; hata ve kusurdan münezzeh ve arî, “mukaddes ve kutsal” bir şey canlanmasın! Sonuçta; insan çalışmasının ürünü olan, sosyolojik bir şeyden bahsediyoruz. “Vahiy” değil yani!

Teknolojisi ve icatlarıyla, kısıtlı bir azınlığa faydalı olurken; bedelini tüm canlıların ödediği ve gelecek nesillere de borç yazılan bir şeyden bahsediyoruz! Bugün rahat yaşayacağız ve dünyadan alınabilecek tüm hazzı alacağız diye; keyfimizin bedelini, gelecek canlı nesillerinin ödeyeceği bir araçtan bahsediyoruz! Kendini sınırlayacak, hiçbir ahlâkî değer taşımayan ve böyle bir endişesi de olmayan, bir aletten bahsediyoruz! Bazı zararlarını şimdiden gördüğümüz, dünya ve canlı yaşamını tüketen, zararlı ve riskli bir enstrümandan bahsediyoruz!

……………

Hasılı, buradan geleceğim nokta: Bilim’de olduğu gibi; dinimizde de, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var. Çünkü: Zaten başta, İslâm’a müşteri olup, onu tercih ederken, bu soru – sorgulamaları önceden yapmışız ki, müslümanlığı seçmişiz, müslüman olmuşuz veya anne – babamızdan miras aldığımız bu dini terketmeyip, devam etmişiz!

Şimdi, Dünya’nın yuvarlaklığına gördüğümüz delillerle ikna olmuşsak, her seferinde başa dönüp; “Acaba bu dünya gerçekten yuvarlak mı, bu önceden gördüğümüz delil – ispatlar yanlış veya yanıltıcı olabilir mi!?” diye; her seferinde başa mı saracağız!? Her seferinde; “Acaba İslâm hak mı(ydı)!?” diye, başa mı döneceğiz!?

Yukarıda; “dinimizde, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var” demiştik ya. Ama dikkat edin lütfen: “Sorgulamadığımız” var; “soru sormadığımız” değil; “neden – nasılını, aklî temel ve hikmetini, illet ve gayesini tefekkür edip, aramadığımız” değil!

Gerçi siz, İslâm’a “iman eden” bir mü’minle; ne bileyim; meselâ ineğe, puta tapan bir “inanç” sahibini; “inanç” paydasında birleştirip – eşitleme gibi; yanlış denklemler kuruyor, yanlış matematik işlemler yapıyorsunuz! Buradan çıkan yanlış sonuçlarla; “inanç” ortak payda / çarpanından, (güya farkettirmeden) dinimize de laf atıyorsunuz ya! İşte biz, bu hinliğinizi farkediyor; oyunu görüp; sizi, net olmaya, içi – dışı bir olmaya davet ediyoruz! “Ne demek istediğinizi” çözmeye çalışmaktan artık yorulduk diyorum yani! Ne demek istiyorsanız, direkt söyleyin! Size hüsn-ü zan edeceğiz diye, sözlerinizden doğru ayıklayacağız diye, binler te’vil yapmaktan artık yorulduk!…

……………

Elhasıl: 1700 – 1800’lü yıllardan başlayan “Bilimsel Devrim, Reform, Rönesans, Aydınlanma” vs.’den, günümüze kadar gelirsek; “Bilim ve Teknoloji”nin, henüz detaylı bir kâr – zarar analizi ve envanter dökümü yapılmadı. Yapılsa; zararının, faydasından çok olduğu; o faydasının da, ufak bir azınlığa (zengin kişi – şirket – devletlere); zararının ise, herkese olduğu görülecek!

Bir de: Üstad Bedi’üzzaman’ın (birebir değil, mantık ve mefhum olarak) ifadesiyle; “eskiden ‘insan’, refah ve mutluluğu için birkaç şeye muhtaçken ve onları da çalışarak elde edebiliyorken; şimdi ise, ‘medeniyyet’; bu istek ve ihtiyaçları bine çıkartmış ve bunları çalışarak, emeğiyle elde edebilenler de çok az! Demek bu medeniyyet, ekseri insanı, fakirleştiriyor ve muhtaç hâle getiriyor!…”

Evet, bu çoğalan ihtiyaçları elde edebilmek için, daha anaokulundan başlayarak; at gibi, günde 10 – 15 saat koşturuyoruz! Bir çamaşır – bulaşık makinası alıp, ihtiyaç bitti derken; bu sefer de “parlatıcısı ayrı, tuzu ayrı, deterjanı ayrı, temizleyicisi ayrı”, yeni ihtiyaçlar doğuyor! Bir ihtiyacımızı karşıladık derken; o aldığımız şey, 10 ayrı ihtiyaca, dal – budak veriyor!…

……………

Dikkat edilirse, teknoloji (araba, cep telefonu, televizyon, bilgisayar, internet vs.) bize zaman kazandırmıyor, bilâkis zamanımızı çalıyor ve dolduruyor ve olan zamanımızı da hızlandırıyor! Her geçen gün, yeni yeni ihtiyaç ve istekler ihdas ederek; daha fazla çalışma, daha fazla koşuşturma ve zaman kaybına neden oluyor!

60 senelik ömrün, 20 senesini üniversite bitirmek için okuyoruz; bu ömrün 20 senesi de uykuda geçiyor zaten! Kalan 20 senelik ömürde de; para kazanmak için, her sabah yedide kalkıp, günde 10 – 12 saat, bir işte çalışıyor, akşam hava kararınca da eve dönüyoruz! Doğan her yeni bebek, bu çarkın içine doğuyor; daha anaokulundan başlıyor, o bebeğin, mesai ve koşuşturması!……………

“Televizyon sayesinde, dünyadan haberim oluyor(muş)!” Bana ne Amerika’da veya falan şehirde olan, bir trafik kazası veya cinayet haberinden!?  Falan kişi şunu dolandırmış, filân kişi şu hırsızlığı yapmış, ötekisi suya kapılıp, boğulmuş!… Bunları bilmemin, benim işime veya vizyonuma ne katkısı var!? Karda yolları kapanan köyleri, falan yerde yanan ormanları öğrenince; oradakilere yardıma mı gideceğim!?… Hadi ahirete faydasını geçtik, dünyama bile faydası yok bu haberlerin! Küllün mâlâyanî! Yani: Doğru olması yetmez; faydalı da olmalı, verilen bilgi ve haberler.

Üstelik; verdikleri doğru haberlerin bile çoğu, eksik ve yanıltıcı veya manipülâtif! Meselâ: “Kadına şiddet” başlığı altında verilen; “cinsiyet ayrımcı” ve “manipülâtif” haberler, buna iyi bir örnek. Halbuki, ‘kadına şiddet uygulayan erkeğe’ zum yapan kameranın açısını genişletsek; haberin doğru başlığı, ‘erkeğe şiddet’ olarak değişecek! Çünkü: Erkek tarafından dövülen – öldürülen 1 kadın varsa; erkek tarafından öldürülen 10, belki 100 erkek var! Yani olaya cinsiyet ayrımcı bakmayalım; çünkü kadınlardan daha çok; erkekler, erkekler’den şiddet ve baskı görüyor! Yani, asıl ve büyük ve öncelikli problemimiz; “kadına şiddet” değil, “erkeğe şiddet” veya “erkeklerin birbirlerine şiddeti!”

Ayrıca: “Erkeğin, kadına” fiziksel şiddetinden, çok daha yaygın olan; “kadının kadına” ve “kadının erkeğe” uyguladığı; ve genelde gizli ve sinsi olan, “psikolojik şiddet ve mahrum bırakma ve baskı”dan da bahsetmek gerekiyor ki, haber bütünlensin ama asıl konumuz bu değil…

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Bilim/sellik’in Eksik ve Yanlışları: Mantık ve Dil Hataları

Bilim/sellik’in Eksik ve Yanlışları: Mantık ve Dil Hataları

Bilimsellik ve Ürünü olan Bilim’e; “Allah” dedirtmek, Neden Mümkün Değil? (3)

Doğru bilinen, bir yanlış var ki, o da şu:

“Bilim ve Bilimsellik, tanım ve yöntemi icabı, inanç ve inançsızlıklardan bağımsız ve tarafsız, ve bunlara objektif ve nötrdür. O; evren hakkında sadece, gözlem – ölçüm – deneyle incelediği ve kişi, inançlara göre değişmeyen (yani göreceli olmayan), objektif ve nesnel bilgiler verir. Bu açıdan; insandan bağımsız ve evrensel olup; sadece olanlardan bahseder. Yaptığı: Sadece, evrende olanları tespit ve ifade etmek ve buna göre teknolojiler geliştirmekten ibarettir. Yani: Bilim/sellik; varlık ve olayların, metafizik ve inançları ilgilendiren; subjektif ve dinî ve felsefî yorumlarını yapmaz; sadece olan’ın ‘bilgi’sini verir. Bu açıdan, Bilim/sellik iyi bir yöntem olup; tıpkı bir alet gibi; onu inanç ve / veya inançsızlık ve kötü niyetlerine alet edenler vardır sadece.”

Evet, bu düşünce (ya da “inanç” mı demeliyim!) yanlış; daha doğrusu yanlışlarla dolu! Bu yanlışlardan birisi: “Bilim/sellik”; evrendeki olay ve olguları, olduğu gibi; yani zahirî görünüşüyle; yani “vak’âya mutabık” anlatmıyor olduğudur! Yani: Bilim; evrenimiz hakkında, olayların; nötr ve yalın, nesnel ve objektif resmini vermiyor.

Meselâ; okuduğumuz bir Bilim veya ders kitabında şöyle bir ifadeye rastlarız: “Güneş, ısı ve ışık verir.” Bu ifade, herhangi bir dinî veya felsefî inançtan veya inançsızlıktan bağımsız, gayet nötr ve objektif görünüyor değil mi? Yani, Güneşi gören herkesin, kabul edeceği ve inansın – inanmasın herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir “gözlem bilgisi” olarak gözüküyor, değil mi? Aslında, hayır!

Çünkü: Bu ifade; olan’ın, olduğu gibi çekilmiş bir fotoğrafı değil! Çünkü, bu cümledeki “verir” kelimesi; Dil ve Mantık kuralları açısından, “Güneş” gibi cansız ve iradesiz varlıklar için kullanılamaz!  Çünkü: “Verir” kelimesi; sadece canlı ve şuurlu, iradeli ve bilgili (meselâ biz insanlar gibi) varlıklar için kullanılır! Yani, Güneş’e sorabilseydik ki: “Sen, dünyaya ısı ve ışığını nasıl gönderiyor, nasıl ulaştırıyorsun?” Muhakkak; “Olaydan haberim bile yok” diyecektir!

Bu örnek gibi; gene, meselâ, okuduğumuz herhangi bir bilim veya ders kitabında geçen: “Su, güneş ve toprak; bitkilerin büyümesine sebeptir” ifadesinde; “Su, güneş ve toprağı”; bitkinin büyümesinde “fail ve özne” olarak lânse eden bu Bilimsel Bilgi’de de, Mantık ve Dil hataları mevcuttur. Yani: Yukarıdaki soruyu, bunlara da yöneltsek: “Siz bu bitkiyi nasıl büyütüyorsunuz?” Onlar: “Bitkiyi değil büyütmek, o bitkinin varlığından bile haberimiz yok!” diyecekler!

Zaten, bitki’nin “büyüme” eylemi, bambaşka bir hâdise olup; su – güneş – toprak gibi varlıklarda, bitkiyi nasıl büyüteceğinin bilgisi yoktur. Yani: “Su”, sebep olarak, olsa olsa en fazla, bitkileri “ıslatır”; Güneş, “ısıtır ve aydınlatır”; toprak, “saksılık” yapar! Bunları yapmaları da, gene Rabbimiz’in kudretiyle ve ilim, iradesiyle olur.

Meselâ; “su”yun bir nesneyi “ıslatabilmesi” için, ıslatan – ıslanan (su – nesne) arasındaki atom ve moleküller arasında, sürtünme ve tutunma ve etkileşimi sağlamak için, milyonlarca hesap ve ince ayar gerekiyor ki; bu hesapları yapıp, bağlantıları kurmaya, “su”yun gücü yetmez! Çünkü: Bütün bu işler için; en başta canlılık ve şuur, sonra da akıl ve ilim, daha sonra da irade ve irade ettiğini yapabilme kuvveti gerekiyor ki; “su”da bu özelliklerin hiçbiri yok…

Buraya bir not düşmemiz gerekiyor: Bizde, Batı’da olduğu gibi, “Bilim” ve “Bilimsellik” eleştirisi gelişmediği için; “Bilim/sellik”i eleştirmek, eksik ve yanlışlarını söylemek; “b/ilimkarşıtlığı ve yobazlık” olarak anlaşılıyor! Çünkü: Genelde “bilim/sellik”e; gökten inen bir vahiy gibi bakıyoruz! Çünkü: Bilim/sellik’i; insandan ayrı ve bağımsız bir nesne olarak görme eğilimindeyiz…

Bilim/sellik Felsefesi’nin; olayları, olduğu gibi, yani zahirî görünüşüyle anlatmadığına örnekler, yukarıda verdiklerimizle sınırlı değil elbette. Esasen, bu ifade kalıpları; Bilimsel yazım ve sunum tekniklerinde, uygulanması zorunlu bir kural. Ne yaptığını, nasıl yaptığını ve bunun sonucunun ne olacağını bil(e)meyen; “cansız ve şuursuz, iradesiz ve bilgisiz, sağır ve kör” madde ve sebeplerin; güya böyle değillermiş gibi; “yapar, eder, verir, sağlar, büyütür, geliştirir, sentezler, yağar” gibi “ifade kalıpları”yla; madde ve sebeplerin, “fail ve özne” katına yükseltilmesi; Bilimsel Yöntemde, uygulanması zorunlu ve esnekliğe izin verilmeyen katı bir kuraldır.

Halbuki: Edilgen (münfail) bir “araç – alet” olarak, dahil oldukları olayları, kendi başlarına gerçekleştirecek kuvvet ve özellikleri olmayan “madde ve sebepler”in; o olayı, failsiz olarak kendi başlarına gerçekleştirdikleri “imaj ve altmesaj”ı verecek şekilde ifade edilmesi; “bu olayın sebebi varsa, ayrıca bir faile gerek yoktur” ateist – deist inancını, bilinçaltımıza kodlayarak, bizi formatlar ve programlar!

Yani: “Arılar, bal yapar… Bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder… Tavuk, kuluçkaya yattığı yumurtasını homojen bir şekilde ısıtmak için, arasıra yumurtayı çevirir… Balıklar, su altında erimiş oksijeni kullanıp, böylece solunum yapabilmek için, solungaç sistemini geliştirmişlerdir… Karaciğer, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir… Hücre, kendini korumak ve besin elde etmek için, hücre duvarında, belli protein ve maddelerin geçişine izin verir…” gibi Bilimsel Bilgi ve ifadeler, “ateist – deist kodlar”la yüklüdür! Yani: “Bilimsel Bilgi”nin; inanç / inançsızlığa, nötr ve objektif olduğu; inanç/sızlıktan bağımsız olarak, herkese yalın ve nesnel, evren tasvirleri yaptığı; doğru değildir!

Halbuki, Bilim/sellik’in kullandığı bu “verir, eder, sağlar, geliştirir, yapar” gibi ifadeler; sadece canlı ve şuurlu ve ne yaptığını bilen ve bunu amaçlayıp, irade eden ve irade etmekte yetmeyip, ayrıca bu irade ettiğini yapabilecek kuvvet ve özellikte olan, “insan” gibi varlıklar için kullanılır! Bir de, çocukları uyutmak için, masallarda kullanılır!

Yani, bu Bilimsel Bilgi ve ifadeleri okuyan kişi zanneder ki; Bilim’in “yapar, eder, geliştirir, sağlar, verir” diyerek anlattığı “arılar, bitkiler, hücreler, ağaç, toprak, hava, güneş” gibi “varlık ve madde ve sebepler”; güya ne yaptıklarını ve nasıl yaptıklarını ve neden yaptıklarını bilen ve anlayan ve bunu tasarlayıp, irade eden, ayrıca yapabilecek ustalık ve kuvvette olan; çok zeki ve bilgili ve akılllı, etraflarında ne olup – bittiğini bilen ve buna göre strateji ve eylem plânı geliştiren, üstün varlıklar!

Bilim/sellik’in anlattığı bu evren metaforu ve zihnimize çizdiği, bu sahte evren kurgusuyla; zannedersiniz ki; Bilim, yaşadığımız bu evrenden farklı bir evreni anlatıyor! Sanki; herşeyin canlı ve şuurlu olduğu ve ne yaptığını bildiği; irade ve akıl sahibi olduğu, sihirli bir masal âlemi!…

Elhasıl: Bilim/sellik; evrenimizdeki olayları, olduğu gibi anlatmıyor! Olay ve olguların, herkese ma’lûm olan; yani hepimizin gördüğü, zahirî görünüşünü anlatmıyor! Gerçekleri, saptırarak anlatıyor! Üstelik bunu da, Dil ve Mantık kurallarını çiğneme pahasına yapıyor! Aklımızla alay ediyor! Evet, “Bilim/sellik, Bilimsel Bilgi” denilen ifadelerin, neredeyse %99’u, böyle eksik ve yanlış tasvir ve ifadelerle ma’lül!

Meselâ: Bilim/sellik’in: “Gezegen ve yıldızlar, ‘kütleçekimi’ sebebiyle; uzay boşluğunda, dengede durur ve döner” ifadesini kitaplardan okur ve: “Ne güzel, Bilim bunu da çözmüş. Olayın, neden – nasılını, bilimsel olarak açıklamış” deriz. Fakat, bu Bilimsel tasvir ve ifadedeki; subliminâl mesaj ve yönlendirme, bilinçaltı manipülâsyon ve illüzyon; dil ve mantıksal eksik ve yanlışları farketmeyiz!

Eksik ve yanlış” derken; yani “kütleçekimi” dediğimiz kuvvet; adı üstünde, sadece “çeker!” Bilim/sellik’in anlattığı gibi öyle; gezegen ve yıldızların, dengeli bir tarzda hareketlerini ve uygun yörüngelerde dönmelerini ve ölçülü olan sürâtli hareketlerini sağlayamaz! Bütün bunlara, “neden ve sebep” olamaz! Çünkü: “Kütleçekimi”; dediğimiz gibi, sadece “çeker”, o da çektiği yere kadar! Yani: “Kütleçekimi” diyerek, olayın neden – nasılı çözülmüş ve açıklanmış olmuyor! Bunun, bir de ispatı gerekiyor!

Bebeğe “sebep” dediğimiz, hamile bir anne adayı bile; içinde olan bebeğin inşa ve icadında; te’sir sahibi bir “etken ve sebep” değil; “fail” ise hiç değil! Yani o bebeğin olması ve doğması için, annenin günlük yaşamına devam etmesi yeterli. Karnındaki bebeğin; “protein katlanmalarının ayarlanması, DNA kopyelerinin yapılması, hücrelerinin bölünmesi, kâlp atımının düzenlenmesi; kemiklerin yapımında gereken kalsiyumun, ilgili yerlere ulaştırılması” gibi; bebeğin inşa ve icadı için gereken, trilyonlarca işe bakması ve yönetmesi gerekmiyor. Yani olay, annenin bilgi ve iradesi dışında gerçekleşiyor. Özetle: “Anne”, bebeğin imâl ve üretiminde; “etken” değil, “edilgen.” Tıpkı, kendi vücudundaki diğer işleyişte de, öyle olduğu gibi.

Bu anne, bırakın içindeki cenin – embriyoyu imâl etmek ve büyütmek; bu işleyişe dair bilgisi bile yok; hattâ bu işleyişin farkında bile değil. Süreç esnasında, o ân neler olduğuna dair haberi olmuyor. İşte “anne – bebek” arasındaki “sebep – sonuç” ilişki ve illiyyeti, bu kadar uzak. Elhasıl: Anne’nin, bebeğe sebepliliği; “edilgen!” Yani: Anne, olayın “fail”i değil. Yani: Bebeği inşa ve icad eden etken ve “fail”: Rabbimiz!

Üstad Bedi’üzzaman’ın (R.Â.) dediği gibi (meâlen): “Madde ve sebeplerin; hayat ve irade, bilgi ve şuur, işitme ve görme gibi; cihazca en zengin ve kuvvetlisi “insan” bile; bırakın başka eşyaya hâkim ve fail, sebep ve ustası olmak; o insan, kendi bedenindeki işlerin bile, fail ve hâkimi, yönetici ve ustası değil! Kendi bedenindeki işleyişte bile, bunlara ne bilgi ve şuuru ve ne de olurken, haber ve farkındalığı varken; diğer cansız ve iradesiz, şuursuz ve iradesiz ‘maddî esbap ve sebepler’, neye sebep ve fail olabilsinler ve neye hâkim olup, hükümleri geçsin!?”

Ha derseniz: “Tanrı’yı görmüyoruz; Bilim/sellik ise, görüp – gözlemlediklerini, deneyip – ölçtüklerini, inceler ve kabul eder! Göremediğimiz Tanrı’yı, ‘fail ve sebep’ olarak kabul edemeyiz. Bunu, ‘bilimsel açıklama’ olarak göremeyiz!”

O zaman ben de derim: “Peki anne adayının, bebeği yaptığını gördünüz mü!? Veya: Cansız ve şuursuz atom veya hücrelerin; o bebeği yaptığına, daha doğrusu yapabileceğine, imkân ve ihtimâl verebiliyor musunuz!? İsterseniz sorun o atom ve hücrelere veya biyo-fizik-kimyevî kuvvet ve enerjilere: ‘Yahu bu muhteşem şeyi nasıl yapabiliyorsunuz?’ diye! Bırak yapmak; kendi üzerlerinde gerçekleşen olaylardan bile haberleri yok! Neye alet olduklarını bile bilmiyorlar! Değil herhangi birşeye sebep olabilmeleri; kendi varlıklarından bile, bilgi ve haberleri yok; kendilerindeki işleyişin bile, sebep ve faili değiller!

O hâlde: Kendi kendine, birşeye alet ve sebep bile olamayacak bu şeyler; birşeylere alet ve sebep olabiliyorlarsa; hem de bu sebep oldukları şeyi yapmak, kendi kudret ve özelliklerini kat kat aşıyorsa; demek ki bunları kulanıp, işlerine alet eden ve sebep cinsinden olmayan (yani hayat ve irade, bilgi ve şuur gibi, sebeplerde olmayan özellikleri olan) bir fail ve usta ve yöneticileri var demektir! Demek: Madde ve sebeplerin, birşeye alet ve sebep olabilmeleri için bile, sebeplerden farklı ve üstün bir fail şart!…

Bir olay mahallinde; “Adamı, tüfek öldürmüş” diyor musunuz!? “Tüfek; falan fizik kuvvetinin hareket ettirmesiyle, filan kanuna göre ivmelenmesi sonucu, falan açı, bilmem ne basınçla, ateş almış; namludan çıkan mermi de, falan hızla maktule isabet etmiş ve adamı öldürmüş” diyor musunuz!? Bütün bu görünen sebepler yerine; direkt, o tüfeği kullanan ve yönlendiren ve “tüfek” cinsinden olmayan, faili aramaya başlıyorsunuz!…

İşte bu “anne – bebek” örneği gibi; “toprak ve ağaç; ağaç ve meyve, arı ve bal, inek ve süt” gibi şeyler arasındaki “sebep – sonuç” bağlantı ve etkileşimi; bu “anne – bebek” ilişkisinden çok daha zayıf ve az. Çünkü: Hiç değilse, anne’nin “hayat, şuur, akıl, irade, görmek, işitmek, olayların farkında olmak” gibi özellikleri varken; “ağaç, toprak, hava, güneş, atomlar”da, bunlar da yok!

Şimdi şöyle bir itiraz gelebilir: “Tamam bu madde ve sebepler, cansız ve şuursuz, bilgi ve iradesiz, hem de kör ve sağır. Yani bu sebeplerin; tek tek, bu bitki ve hayvanların meydana gelmesi ve büyümesinde herhangi bir etkileri olmayabilir ama zaten tüm bu sebeplerin toplamı ve birlikte işlemesiyle, bu şeyler oluyor!? Yani, Bilim/sellik de: ‘Bitkinin büyümesinde, sadece su ve güneş sebeptir’ demiyor! Su ve güneşi, hammadde olarak kullanan ‘bitki’yle birlikte, diğer sebepleri de sayıyor Bilim!”

“Bitki” mi, bunları hammadde olarak kullanıyor!? “Bitki”ye, hiç sordunuz mu bu konuyu!? Ben sorayım: “Ey bitki veya yapıtaşı olan hücre ve lif veya atom ve molekülleri! Bunları, bunları hammadde olarak, siz mi kullanıyorsunuz? Böyle birşeyi niçin yapıyorsunuz? Bundan amacınız nedir?” Ses gelmedi, ilginç! Öyleyse; ey Bilim/sellik! Sadece akıl ve irade, bilgi ve şuur sahibi varlıklar için kullanılabilen “kullanır” ifadesini; bitki ve hücreler veya başka “maddî sebepler” için kullanmanız, sizce rasyonel bir davranış mı!? Hem daha önemlisi: Bu, sizin “bilimsellik kriterlerinize” de aykırı birşey değil mi!?

Ve daha önemlisi, sorunuzda geçen: “Tek tek değil, tüm bu sebeplerin toplamıyla oluyor bu işler” demeniz de, haklı bir itiraz değil. Çünkü: Hayat ve şuur, bilgi ve irade, görme ve işitme gibi özellik ve sıfatlardan yoksun bu sebeplerin biraraya gelmesi; o işlerin olmasını kolaylaştırmaz; bilâkis daha da imkânsız kılar! Bunların “sebeplilik”, imkân ve ihtimâlini, hepten azaltır ve engeller! Neden! Çünkü: 100 tane kör – sağırın biraraya gelmesi; görme ve işitmeyi arttırmaz; bilakis azaltır! Çünkü: İşe karışan cansız ve iradesiz, kör ve sağır sebeplerin sayısı arttıkça; körlük ve sağırlık, bilgisizlik ve iradesizlik, daha da artar. Bu da, karışıklığı daha arttırıp, işleri daha da çıkmaza sokar. Olacağı varsa da, o iş olmaz!…

Yahu! En küçük bir “A” harfindeki düzen ve simetri ve ölçüye bakıp; “Bunu yazmak, bu cansız tahta kalemin ve onu hareket ettiren ‘rüzgâr’ gibi, oradan – buradan esen enerji ve kuvvetlerin işi olamaz. Bunu yazan, ancak; canlı ve şuurlu, irade ve ilim sahibi bir insan olabilir ve olmalı” derken… Bu, her “atom harfi”nde bile, içiçe ayrı bir kitap yazılan ve ân be ân da, yeniden yazılmaya devam eden… Karışıklık olmadan ve şekil – manâ – insicam bozulmadan, tekrar ve tekrar yeni şeyler yazılan, bu çok boyutlu “Kâinat Kitabı” ve içindeki yazılar için: “Bütün bu işler; kütleçekim ve elektromagnetik gibi, 4 temel fizikî kuvvetin esme ve rüzgarlarının, maddeyi hareket ettirmesi ve onları birleştirip – ayırması sonucu; failsiz olarak, kendi kendine yazılıyor ve oluyor” demenin, mantıksızlığı ortada!

İşte Bilim/sellik Felsefesi, “failsiz ve öznesiz” verdiği bilgiler veya “sahte failli” ifadeleriyle; bizi, böyle saçma bir evren masalına inandırmaya çalışıyor! “Bu; falan kuvvetin etkisiyle oldu; filan kanunun baskısıyla oldu; feşmekân sebebin tesiriyle oldu; madde – enejinin birleşimiyle oldu!… Şu, mutasyonla oldu; o, adaptasyonla oldu; bu, seçilimle oldu; şu, seleksiyon / elenmeyle oldu; bu, içgüdüyle oldu!… Evren ise, patlamayla oldu; dünya, kopma ve soğumayla oldu… Yağmur, buharlaşma – soğumayla; toprak da, kayaların ufalanmasıyla oldu… İlk hücre, aminoasit ve protein oluşum ve senteziyle oldu…” Yersen!

Evrende keşfettiği Bilgi’yi (veri / data – information – knowledge); Ateist ve Materyalist, Determinist ve Natüralist olan Bilimsellik (scientific / scientificness) Filtrelerinden geçiren; yani evrendeki Bilgi’yi (knowledge), Bilim’e (science) çeviren Bilimsellik Felsefesi; ürettiği bu Bilimsel Bilgi’yle; zihnimize, böyle sahte ve hayalî, saçma ve mantıksız bir evren resmi çizmekte!

Yani Bilim/sellik; Rabbimiz’in kudret elinde hareket edip, neye alet ve vasıta olduğunu bile bilmeyen “madde ve sebep, kuvvet ve kanunlar”ı; ne yapacaklarına karar verip, bunu uygulayacak hayat ve iradeleri varmış gibi; bunları yapabilecek özellik ve kuvvetleri varmış gibi göstermekte! Onları, Rabbinden ayrı ve bağımsız çalışan ve işleyen, bir “fail ve usta” gibi göstermekte!

Bu hâliyle, Bilim/sellik; ateizm (ret / inkâr / küfür) ve / veya deizm (şirk / ilâhlık ve icraatında ortakları olduğu) inanç/sızlıkları, doğruymuş gibi davranmakta ve hâkim olduğu tüm dünyada, başka bir B/ilim Anlayışına izin vermemektedir! “Bilimsellik Kriterleri” adı altında, uyguladığı epistemolojik şiddet ve baskıyla; biliminsanlarını, yayınlarında, böyle yazmaya ve söylemeye ve böyle davranmaya zorlamaktadır! Hem de bunu; inanç ve inançsızlıklara tarafsız ve nötr, objektif ve nesnel, lâik ve seküler olduğu iddiasıyla yapmaktadır!

Konuyu, “Bilim’den, Büyüklere Masallar” yazımızdan bir alıntıyla bitirelim:

… Halbuki böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı veya cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileri, kuvvet ve tercihleriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî bir sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmler”de olur biliyorduk!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişinde “fail ve özne” olarak gördüğü “madde” ve “sebepler” hakkında; bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeleri; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) kelimeler olmayıp; “vitalist ve animist” bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak; yerine başka “sahte failler” üretmesinin sonucudur. Bilimsellik Felsefesi’nin; mukteza ve müntehâsı ve bizi getirdiği yer burasıdır!

Çünkü: Mantık ve Dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene Mantık ve Dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “müessir” bulma zorunluluğu doğuyor.

Bunun sonucu olarak, yani: “Bilim/sellik”in; Rabbimiz’i “fail ve özne, müessir ve usta” kabul etmemesinin, gideceği diğer zorunlu şık olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreçler”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir!

Evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge),bilimsellik(scientific / scientificness) filtresinden geçerek, “bilim(science) hâline dönüşmesi ve “bilimsel bilgi” olarak ifade edilmesi; bize böyle, “sahte ve kurgusal, sihirli ve masalsı” bir evren sunmakta!

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in “yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar” gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor! “Bilim” de, bizden bu masallarına inanmamızı istiyor! “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilir.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar böyle.

Bilimsellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim’in, uyutmak için, biz büyüklere hangi masalları anlattığı ve ne çeşit “Bilimsel Hurafeler” ürettiğinin, ilginç örneklerini görmek için; TÜBİTAK’ın web sitesi veya dergisinden aldığımız bazılarına, şu linkten bakılabilir: http://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 13.Ekim.2019 

Yumurtadan Kuş Çıkması; Oluşum mu, Yaratılış mı?

Allah var(mış) – yok(muş)”un dışında “üçüncü bir ihtimâl” veya bu iki şıkka nötr kalınabilecek “ortası” veya dışarısına çıkılıp, her “ikisine eşit uzaklıktan” bakılabilecek; “tarafsız ve objektif, nesnel ve nötr” bir gözlem noktası ve yalın bir ifade biçimi yok! Yani: İnanç ve inançsızlıktan “bağımsızlık ve tarafsızlık” mümkün olmadığı gibi; bu konuda, nesnel ve objektif bir “dil ve ifade biçimi” de yok; böyle bir “bilgi biçimi” de yok!

Bilimsellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim ise; tanım ve yöntem olarak, başlangıçta “ateist ve materyalist inanç/sızlıkları” doğru varsaymış ve “Bilimsel Yöntemi”nde, “ana aksiyom” olarak, bu “ateist ve/veya deist” felsefeleri esas kabul etmiştir…

“Bilimsellik Felsefesi”nin, evrende gözleyip – ölçtüğü herşeyi; bu olayın faili yok(muş) / ateist, varsa bile karışmıyor(muş) / deist alt/subliminâl mesajı verecek şekilde; “Yatay Neden – Sonuç İlişkileriyle” şablonize edip – failsiz nedensellemesi; bilinçaltımıza, “ateist ve deist” bir varlık ve evren tasavvurunu kodlar.

Yani: Bilimsellik Felsefesi ve ürünü olan Bilim; “inanç ve inançsızlık”tan bağımsız ve tarafsız değildir. Objektif ve nesnel, hiç değildir. Yani: Bilim/sellik (science); araştırma – gözlemlerinden elde ettiği “bilgi”yi (knowledge – data – info); “ateist ve deist inanç/sızlığına” alet eder. Bize verdiği, failsiz “Bilimsel Bilgi” ve tasvirlerle; zihnimize “Tanrı’nın olmadığı; olsa bile evrenin işlemesinde, O’na ihtiyaç olmayan”, sahte ve hayalî bir evren tasavvuru inşa eder! Kısaca: Algı ve anlayışımızı, “ateizm (ret/inkâr) ve deizme (şirk)” endoktrine eder…

Gözümüzü açtığımızdan beri, aşinası olup, devamlı gördüğümüz ve alışkanlık ve ülfet peydah ettiğimizden; evrendeki herşeye: Bilim/sellik’in, “mümkün ki oluyor, oluyor ki mümkün” algı ve inancıyla bakıyoruz. Bu zan sebebiyle; kâinattaki herşey, bize, gayet normâl ve doğal, olağan ve mantıklı geliyor!

Bu algı sebebiyle; ancak istisnaî şeyler ilgimizi çekiyor ve bu istisnâlara hayret ediyoruz ve sadece bu istisnaları, “mu’cize” olarak kabul ediyoruz; sadece bunlara “doğaüstü, paranormâl” diyoruz! Halbuki herşey, “doğaüstü ve mu’cize!” Yani: Doğal sebepler ve madde, bunları yapmaktan “aciz!” Yani: Hepsi, Rabbimiz’in fiili ve eseri! Çünkü: Tüm bu fiil ve eserleri, O’ndan başkasının yapması / yapabilmesi, muhâl ve mümteni.

Meselâ: Nasıl ki; cansız ve şuursuz, gözsüz ve sağır bir “tahta kalem”; mânidar bir “kitap” yazamaz; hattâ rüzgâr kuvvetiyle bile olsa, yerinden kalkıp, karalamalar bile yapamaz. İşte bunun gibi; “tahta ağaç” ve “toprak, atomlar”ın; türlü tat – koku – doku – şekil – renkte, meyve – sebze – çiçekler yapabilmesi, çok daha imkânsız ve muhâl! Yani olay: “Yağmurun yağması, güneşin ısıtması, rüzgârın itmesi, çekimin çekmesi, biyokimyevî-elektrikî kuvvetlerin birleştirmesi”ni aşar / aşıyor!

Meselâ, Bilim/sellik’in: “Gezegen ve yıldızlar, ‘kütleçekimi’ sebebiyle; uzay boşluğunda durur ve döner” ifadesini kitaplardan okur ve: “Ne güzel, Bilim bunu da çözmüş. Olayın, neden – nasılını, bilimsel olarak açıklamış…” deriz. Fakat, bu Bilimsel tasvir ve ifadedeki; subliminâl mesaj ve yönlendirme, zihinsel manipülâsyon ve illüzyon, eksik ve yanlışları” hiç farketmeyiz!

Eksik ve yanlış” derken; yani “kütleçekimi” dediğimiz kuvvet; adı üstünde, sadece “çeker!” Bilim/sellik’in anlattığı gibi öyle; gezegen ve yıldızların, dengeli bir tarzda dönmelerini ve uygun bir hatta (yörüngede) hareketlerini ve ölçülü olan sürâtli hareketlerini sağlayamaz! Çünkü: “Kütleçekimi” sadece “çeker”, o da çektiği yere kadar!…

Bilimsel Şartlanmışlıkla; “şapkadan, tavşan çıkması illüzyonu”ndan, gösterilmesi daha zor olan; “gerçek yumurtadan; gerçekten, gerçek kuş çıkması”na hiç şaşırmıyor ve hayret etmiyoruz! Ayağımıza bastığımız topraktan, türlü ağaç ve rengarenk çiçekler çıkması; tahta ağaçlardan, türlü tat ve kokuda, meyve – çiçekler çıkmasını; “İlâhî bir fiilin, eseri” olarak değil de; “madde ve sebeplerin, tabiî bir sonucu” olarak görüyoruz!…

Veya: Yerin altında, yapayalnız kalmış, kör ve aciz bir yavrunun, orada beslenip, karnını doyurabilmesini, gözümüz yaşla seyrediyor ve bu duruma, hayret edip, ibret ve merhametle bakıyoruz da; geçmişten – bugüne, hergün, her ân karnını doyurabilen milyarlarca yavru ve yetişkinin olması; bizde hiç hayret ve ibret ve merhamet duygusu uyandırmıyor!

Halbuki: Geçmişten – bugüne, küçük – büyük, yavru – yetişkin, yer ve denizin altında – üstünde, milyarlarca canlının; üstelik her zaman karnını doyurabilmesi; o yeraltındaki “tek yavrunun” karnını doyurabilmesinden; çok daha imkânsız ve çok daha zor ve çok daha merhameti gerektiriyor! Ama biz ne var ki; yeraltındaki o “tek yavru”nun doyurulmasını “mu’cize” olarak görüyoruz!

İşte bu milyarlarca “doyurulma” fiiline dikkat etmiyor; üstelik bunu, gayet normâl ve alelâde, gayet kolay ve doğal görüyoruz! O tek yavrunun karnını doyurabilmesine bakıp; “Allah’ın merhameti. Allah’ın mu’cizesi!” diyoruz da; ondan çok daha zor ve devamlı olan ve şükredilmesi gereken, bu milyarlarca canlının doyurulmasına, yedirilme – içirilmesine “Allah’ın merhameti!” demek, aklımıza bile gelmiyor! Bizde hiç çağrışım yapmıyor!…

Hem Bilim/sellik; baştan, aksiyomatik olarak doğru kabul ettiği: “Evrendeki fiil ve faâliyetlerin, faili; sonuç ve eserlerin, müessir ve ustası yok(muş); varsa ve olsa bile, bu işleyişe karışmıyor(muş)! Çünkü: Evrendeki işleyişe müdahil olmasını gerektirecek, ‘nedensel bir boşluk’ yok(muş)! Dolayısıyle; doğaüstü herhangi bir ‘fail’ veya ‘neden’e atıf yaparak, gereksiz yere teori ve açıklamaları şişirmeye; mantıksal ve ampirik bir zaruret ve ihtiyaç yok(muş)!” alt / subliminâl mesaj verecek şekilde kodlayıp, yüklediği veya eksik bıraktığı; “ateist/deist ve materyalist, natüralist ve determinist” Bilimsel Bilgi ve evren tasvirlerindeki: “Nedensel boşluk’ yok ki; oraya ‘Tanrı’ diye bir fail veya ek bir neden eklemek zorunda olalım!” sözünde de samimî değil.

Çünkü: Samimi olsa, meselâ Quantum Evreninde, “indeterminizm” var; yani o âlemde, varlık ve hâdiseler, “nedensiz” meydana geliyor. Ama buradaki “nedensel boşluk”, hattâ “boşluklar”ı gördükleri hâlde; hattâ bu “nedensiz işleyiş”in, istisna değil, burada genel bir kural olduğunu gördükleri hâlde; gene de: “Bu mikro evrende; nedensiz olarak, devamlı bazı varlık ve hâdiseler meydana geliyor. Buradaki işleyişte, devamlı olarak nedensel boşluklar var. Demek ki: Buradaki fiillerin faili ve eserlerin müessiri, olayların nedeni Allah’mış, Allah’tır! Buradaki nedensel boşluklara, Tanrı’yı eklemeliyiz” demiyorlar!….

Ayhan KÜFLÜOĞLU / İstanbul

www.metabilgi.org

metabilgi@metabilgi.org

ayhank27@gmail.com

Bilimsellik Ve ürünü olan Bilim’e; “Allah” dedirtmek, Neden Mümkün değil?

Bilimsellik Felsefesi”nin, gözleyip – ölçtüğü herşeyi, “failsiz / faili yok (ateist)” veya “varsa bile karışmıyor (deist)” gibi ve “Yatay Neden – Sonuç İlişkileriyle” şablonize etmesi, evrende olan hiçbirşeyi çözmüyor ve açıklamıyor! Bilâkis; “ateist ve deist inanç ve inançsızlığına”, evrenden elde ettiği “bilgi”yi alet ediyor. Ve, sanki bu “felsefî inanç/sızlıklar” doğruymuş ve gözlem – ölçümlerle de kanıtlanmış gibi; bu alt mesaj ve fon eşliğinde dizayn ettiği “Bilimsel Bilgi” ve tasvirlerle; zihnimize, sahte ve hayalî bir evren tasavvuru inşa ediyor!

Halbuki, en basit bir resmin bile; fail olan “ressam”ı olmadan; “fırçanın hareketleri, boyaların rengi, tuvalin şekli, fırçayı harekete geçiren kuvvetler” gibi gözlem – ölçüm verileriyle; “neden – nasıl”ını çözemeyiz! O resmi, böyle nedenselleyemez; nasıl olduğunu, rasyonalize edemeyiz!

En basit bir “A” harfinin bile; “yazan faili” ve “yazma fiili” olmadan; (çünkü: Eser, fiilsiz ve müessirsiz, fiil de failsiz olmaz) nedensellenme ve rasyonalize edilmesi mümkün değil. Yani: Kendi kendine hareket etmesi mümkün olmayan ve faraza etse bile, kitap yazması mümkün olmayan; o camid “kalem”i hareket ettirip, yazma eylemini gerçekleştiren, bir “yazar” (fail) olmadan; o “A”nın, oraya, “neden” ve “nasıl” yazıldığının, mantıkî açıklaması mümkün değil.

Ateist ve Deist olduğu için, Yatay Deterministik Şablonlarla evreni kurgulayan Bilimsellik Felsefesi’nin; “A” harfini; sadece “kalem, kâğıt, mürekkep” gibi neden – sonuç etkileşimleriyle nedensellemesi ve “kalemin, sayfa üzerinde uyguladığı basınç; sayfanın şekli, kalemin açısı, kalemi harekete geçiren kuvvetler, kalemin hızı, sayfanın ısısı” gibi “ölçüm verileriyle” tasvir etmesi; o “A” harfinin “neden” ve “nasıl” yazıldığının açıklaması değildir!

İşte Ateist/Deist Bilim/sellik: “İnanıp – inanmamaya taraf değilim, bunlara nötr ve objektifim, çünkü lâik ve sekülerim” şeklinde iddialar ve bu “soft ateist” kavramlarla; zihnimize böyle “inkâr ve şirk virüsleri” zerkediyor! Hem de bunu; basit bir “A harfi” veya “sahte ve cansız bir resim” üzerinden değil; o resmin canlı ve hakikisi olan ve her bir “atom harfi”nde bile ayrı bir kitap yazılmış olup; üstelik çok boyutlu ve hareketli olan ve üstelik ân be ân yeniden yazılan / yazılmaya devam eden; “Kâinat Kitabı” için yapıyor! Yani: Bilimsellik Felsefesi; basit ve cansız bir resmin bile, “fail ve ressamı” olmamasını mümkün görmezken; o resmin hakikisi olan “evren” için, failsizliği mümkün ve hattâ vaki görüyor!

İşte Bilim/sellik’in, büyüklere anlattığı “evren masalları” bu türdendir! Bu “sihirli evrende”; “rüzgârın etkisiyle kendi kendine havalanan testere ve kesilen ağaçlar; uçan çekiç – çivilerle, imâl edilen masa ve sandalyeler; rüzgâr kuvvetiyle (isterseniz siz buna “kütleçekim kuvveti” deyin farketmez) kendi kendine havada dönen büyük topaç – gezegenler” vardır!

Elhasıl: Bilim’in; bu çeşit “Deterministik Kalıplar”la inşa ettiği “Bilimsel Bilgi”nin; güya, “evrendeki işleyişi açıkladığı ve neden – nasılını çözdüğü”; tamamen bir ilüzyon ve bir yanılsamadan ibarettir!

yazının tamamı için TIKLAYIN

Kader ve Özgür İrade İlişkisi “Önceden bildiği için, Yapmıyoruz; Yapacağımız için, Biliyor”

Kader ve Özgür İrade İlişkisi

Önceden bildiği için, Yapmıyoruz; Yapacağımız için, Biliyor

İlm-i İlâhî’nin bir nevi olan “Kader” konusunda; Rabbimiz’in, bizim gelecekte yapacağımız bir davranışı, önceden (bizden önce) bilmesinin; bizde, o davranışı yapma zorunluluğu doğurduğu şeklinde; yanlış bir düşünce, yanlış bir inanç var.

Bu inanç, şu yanlış akıl yürütmeden kaynaklanıyor: “Allah’ın bilmesi, bizim bilmemiz gibi değildir ve olamaz. Çünkü: O, bilgisinde yanılamaz ve yanlış bilemez. O hâlde; biz, O’nun bilgisine zıt hareket edemeyiz. Demek ki: O’nun, bizim yapacaklarımızı önceden bilmesi; bizde, o eylemi yapma zorunluluğu doğuruyor. Bu da, irademizin özgür olmadığı anlamına gelir. O hâlde; cüz’i irade ve bu irademizin özgür olduğu, sadece bir illüzyon ve bir yanılsama!”

Evvelâ: “Zamansız ve mekânsız, ezelî ve ebedî” olan Rabbimiz’in, bizim bağlı olduğumuz “uzay – zaman” şeridine ve o şeritteki “şimdiki zaman / ân / mekân” kare / pozlarına bağlı ve bağımlı olmadığı için; “olmuş – olan – olacak herşeyi bilmesi” ve “bilmek”ten öte; “işitip – görmesi”, gayet ma’kûl ve mantıklı. Çünkü: Biz, zaman ve mekâna bağ(ım)lı olduğumuz için; “geçmiş – şimdi – gelecek” ayrımları, bizim için var. Zamansız ve mekânsız, ayrıca ezelî ve ebedî olan Rabbimiz için, böyle bir ayrım ve görecelik yok.

Bize göre ise; henüz “gelecek”te olduğu için, “yaratılmamış” birşeyin; yaratılmadan önce “bilinmesi”, hele “görülmesi” mümkün ve mantıklı değil. Mantıklı gelmemesinin nedeni ise; “sonsuzluk ve zamansızlık” ve “zaman – mekâna bağ(ım)lı olmama”nın, nasıl birşey olduğunu bil(e)mememiz; hattâ bunu tahayyül ve tasavvur bile edemememiz. Bu acziyetimizden dolayı; “an’lık fizikî vücud ve mevcudiyetimiz”in bulunduğu “şimdiki zaman / ân / mekân”ı, “asıl ve mevcud”; bu “şimdiki ân”ımızın dışında kalan, “geçmiş ve gelecek zaman / ân / mekânları”, “gayri mevcud ve yok”; yani “yaratılmamış” kabul ediyoruz.

Halbuki, sınırlı zihnimizin yonttuğu, bu antropomorfik (insana benzeyen), eksik ve yanlış Tanrı tasavvurumuza iman etmek yerine; zaman ve mekân gibi sınırlardan münezzeh, sonsuz ve mutlak olan, gerçek “Allah”a (C.C.) iman etmek için; O’nunla ilgili konulara, hele “Kader – Kaza – İrade” gibi konulara, kendi mahlûkiyet açı ve sınırlı vasıflarımızdan bakmak yerine; O’nun, üzerinden “zaman” ve “öncelik – sonralık” geçmeyen “Zât”ı ve “isim ve sıfatları” açısından bakmak gerekiyor.

Bu kısa açıklamadan sonra, konumuza dönersek: “Kader”; yani Rabbimiz’in “herşeyi bilmesi” (yani olmuş – olan – olacak herşeyi bilmesi); irademizin özgürlüğüne engel teşkil etmez. Yani: O’nun, benim “özgür iradem’le yapacaklarımı”, önceden bilmesi; irademin “olmadığını” veya bu irademin “özgür olmadığını” göstermez.

Çünkü: Yukarıdaki tanım / ta’rife dikkat ederseniz: O, “özgür iradem’le ne yapacağımı” biliyor. Yani: Eğer bu önceden bilmesi; bende, gelecekte o eylemi yapma zorunluluğu doğursaydı; o zaman bu, başta dediğimiz “özgür iradem’le ne yapacağımı biliyor” olmasıyla çelişirdi. O zaman, baştaki bu argümanın; “özgür olmayan irademle ne yapacağımı biliyor”a dönmesi gerekirdi! Ki, bu da; “delil”in, “sonuç”la çelişmesi ve ikisinin, birbirini geçersiz kılması, kısırdöngüsüne sebep olur.

Buradaki; “sonuç”un, sonuca ulaşmakta kullanılan basamak ve öncülleri (mukaddeme ve delilleri) yanlışlaması ve geçersiz kılması; mantıklı düşünmenin kurallarına aykırıdır. Yani hem “özgür irademle ne yapacağımı bilmesi” ve hem de bu “bilmesinin, benim özgür irademi geçersiz kılması ve engellemesi”; çelişkili ve birbirini yalanlayan, zıt bir durum olup; bu durum, O’nun, zaten baştan beri, “özgür irademle, ne yapacağımı bilmemesi”ne döner! Veya: “Özgür olmayan irademle, ne yapacağımı bilmesi”ne döner!

“İlm-i İlâhî + Özgür İrade = Zorunluluk (Özgür olmayan İrade)” denklemiyle özetlenebilecek, bu; irademizin, baştan “özgür”, Rabbimiz bilince de “özgür olmama” kısır döngüsü, şu yanlış akıl yürütmeden kaynaklanıyor:

O, özgür irademizle ne yapacağımızı, önceden bilir. → Bu bilmesi, bizim eylemimizde zorunluluk doğurur. Çünkü O yanılamaz. → O hâlde; biz, baskıyla, yani “özgür olmayan irademizle”, o eylemi yapmış / yapacağız demektir. → O zaman; Allah, zaten en başından beri, “özgür irademizle” ne yapacağımızı bilmiyordu! → O zaman; baştan beri O’nun asıl bildiği: “Özgür olmayan irademizle” ne yapacağımızdı! → Ama başta demiştik ki: O, özgür irademizle ne yapacağımızı, önceden biliyor!

Görüldüğü gibi: Bu düşünme biçiminde; sonucun, bu sonuca ulaşmakta kullanılan delil ve öncülleri, yanlışlaması ve geçersiz kılması durumu var. Yani: Sonuç’un, bindiği dalı kesmesi durumu!

Halbuki, bu akıl yürütmeyle elde ettiğimiz “sonuç”; kendisine ulaşmak için, delil ve basamak olarak kullanılan argüman ve önermeleri yanlışlıyor ve geçersiz kılıyorsa; o hâlde, bu “yanlış önermeler”e dayanan “sonuç”ta yanlış demektir! Sonuç “yanlışsa;” üzerine kurulduğu delil ve önermeler zaten yanlış demektir. Yok, eğer sonuç “doğruysa;” delil ve önermeler gene yanlış demektir!

Yani, bu düşünme biçimindeki yanlışlık; “Ben, şu ânda yalan söylüyorum” cümlesine benzeyen, bir paradoksa düşmemizden de anlaşılabilir. Yani bu durum; “Yalan söylüyorum” ifadesinin; “doğru söylüyorsa, yalan söylüyor; yalan söylüyorsa, doğru söylüyor” şeklinde; “kendi kendini yalanlayan” bir kısır döngü ve çelişki üretmesine benzer.

Esasen: Mantıksal açıdan yanlış bir akıl yürütmeyle ve kategori yanlışı yaparak; yani O’nun bilmesi ve bu bilgisinde yanlış ve yanılmasının mümkün olmaması üzerinden; irademizin özgür olmayabileceği, yanlış sonucuna sıçramak; aslında bizim, O’nun herşeyi bil(e)meyebileceği; en azından, yanılması mümkün olmayacak şekilde, kat’î bilemeyebileceğine, ihtimâl verdiğimizi gösterir! Ne demek istiyorum?:

Şunu demek istiyorum: Rabbimiz’in, “bilme/bilgisinde yanılıyor olamaması”ndan, “irademizin, bu bilgisi yönünde kısıtlanacağı ve zorlanacağı” sonucu, mantıksal açıdan çıkmaz. Çünkü: O’nun “bilmesinde yanılamaz” olması ile “irademizin, bu bilgisine zorlanacağı” arasında bir telâzum ve zorundalık ve neden – sonuç ilişkisi yok. Neden yok?:

Şundan yok: O’nun, önceden bilmesinin; irademizi, bu bilgisine uymak yönünde zorlaması için; (farz-ı muhâl) önce, bu ilminde, yanılma ve yanlış bilgi olması, sonra da Rabbimiz’in, (haşa) bu bilgisindeki eksik ve cehalet ve hatayı gidermek için, irade ve davranışlarımızı, bu yanlış bilgiye göre zorlaması ve uydurması gerekirdi! Ki, işte ancak o zaman; irademizin, zorlama ve baskı altına alındığından; böyle bir baskının, imkân  ve vukuundan bahsetmemiz anlamlı olurdu.

Yani: İrademizin zorlanma olasılığı, ancak O’nun yanılıyor olması ile mümkün. Ama madem, sorumuzun başında; O’nun yanılma ve yanlış bilmesinin, mümkün olmadığını söylüyoruz; bilâkis, bunu muhâl ve mümteni’ görüyoruz. O hâlde; O’nun, geleceğimizi bilmesinden; bizim irademizi, bilgisine zorladığı ve uydurduğu sonucu, mantıksal açıdan çıkmaz. Yanılması mümkün olupta, yanlış bilseydi; asıl o zaman çıkabilirdi!

Fakat, ne ilginçtir ki: Soru sahipleri, sorularını dizayn ederken, başta “O’nun yanlış bilmesi mümkün değil” diyerek; “irademizin zorlanması” olasılığını, zaten başta reddetmiş oluyorlar. Ama sonra, sorularının devamını, “O’nun yanılma ihtimâli var(mış)” gibi neticelendiriyorlar!

Önceden bilmek; Neden midir, yoksa Sonuç mudur?

Rabbimiz ve Kader konusunu, eksik ve yanlış bilmekten kaynaklanan: “Rabbimiz’in önceden bilmesi; irademizi, bu bilgisi yönünde zorlar mı?” şeklindeki yanlış soruya; yukarıdaki gibi hiç “Mantık, Felsefe”ye girip, yolu uzatmadan veya “Relâtivite’ye göre, zaten uzay – zaman göreceli… Yani: Herkese göre aynı akan, mutlak ve evrensel bir ‘şimdiki zaman’ zaten yok… Işık hızına yaklaştıkça; zamanımız genleşip, yavaşlamaya başlar…” gibilerinden, “Fizik”in engebeli yollarına sapmadan; şu klâsik cevabı da verebilirdik: Meteorolojinin, yarın yağmur yağacağını söylemesi ve diyelim, bu bilgi ve tahmininin, farzı muhâl, Rabbimiz’in bilmesi gibi, kesin ve kat’î olması, şeklinde bir zihin deneyi tasarlasak ve bu kurguda, gerçekten, meterolojinin dediği gibi, yarın yağmur yağsa…

Biz bu duruma bakarak, şimdi desek: “Meteoroloji, yağmurun yağacağını kesin bildiği ve bu bilgisinde yanılması mümkün olmadığı için; yağmur, bugün yağmak zorundaydı ve bu zorundalıktan dolayı yağdı!”, ne kadar saçma olur. İşte, “Kader – İrade” konusunda da; soru sahiplerinin, sorularının yanlışlığı; yani, yanlış neden – sonuç ve zorundalık ilişkisi kurdukları ve yanlış illiyet bağlantısı tasarladıkları, bu örnekten anlaşılabilir.

Örneği detaylandırırsak: Bu “düşünce deneyinde;” meteoroloji, yarın yağmur yağacağını, yanılması mümkün olmayacak kesinlikte, önceden bildiği için mi; yarın yağmur yağdı? Yoksa; yarın yağmur yağacağı için mi, meteoroloji bunu kesin ve kat’î olarak, önceden keşfedip, bildi ve bildirdi? Sadeleştirirsek: Yarın yağmur yağacağı için mi, meteoroloji bildi; yoksa, bildiği için mi, yarın yağmur yağdı? Daha da kısaltırsak: Yağacağı için mi bildi; bildiği için mi yağdı? Daha da: Hangisi sebep, hangisi sonuç? Daha da: Zorunlu tutan hangisi?

Buradan da anlaşılacağı gibi: Meteorolojinin, yarın yağmur yağacağını, bugünden bilmesi ve bunu kesin bilmesi; “gelecekte yağmurun yağması” üzerinde, herhangi bir yaptırım ve zorunluluk ve nedensellik doğurmaz. Zaten “bilgi / bilmek” denilen, zihnî ve soyut bir kavramın, somut eşya ve olaylar üzerinde, zorunluluk doğuracak bir etkisi; yani yaptırım enerjisi ve kuvveti yoktur. Yani: Birşeyi önceden “bilmek” ile o şeyin sonradan “olması”, farklı ve ayrı kategoriler.

İşte bu örnek olaydaki gibi; Rabbimiz de, geleceği, “olacağı için biliyor”; “bildiği için olmuyor ve zorunlu hâle gelmiyor.” Eğer burada ille bir zorunluluktan bahsedeceksek, o zaman; o olayın “gelecekte olması/olacağı”ndan, Rabbimiz’in bunu, öyle bilmesine doğru, bir neden – sonuç bağlantısından sözetmemiz anlamlı olur. Çünkü: Rabbimiz’in bilgisi, bilinene göre olur. Çünkü: Bilgi/bilmek, bilinene tâbidir.

Sorudaki mantık hatasından, Çok daha Büyük Hata!

Yukarıda yazdığımız cevapların ötesinde, asıl verilmesi gereken cevabı yazmadık henüz. Bu kısımda, bunu anlatacağız.

Rabbimiz’in herşeyi bilmesi ve yanılmasının mümkün olmaması ve buradan, irademizin özgür olup–olmadığı sonuç ve sorusuna sıçramaktan; çok daha büyük bir yanlış var, bu düşünme biçiminde.

Sorudaki mantıksal yanlıştan çok daha büyük, asıl yanlış şu: Rabbimiz’in “bilgi / bilmesi”ni, bizim “bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannediyoruz! “Rabbimiz’in önceden bilmesinin, irademizin özgürlüğünü kısıtlayıp – kısıtlamayacağı” sorusu da, bu yanlış zandan ve bu yanlışın farkında olmamaktan kaynaklanıyor zaten. “O’nun önceden bilmesinin, bizde zorunluluk doğurup – doğurmadığı” sorusundaki, mantık hatası ve çelişkiye de, bu sebepten düşüyoruz.

Burada olduğu gibi; “Kader – İrade” bağlamında, kendi içine dönen, yani kendi kendini yalanlayan, paradoksal sorulara düşmemizin ana nedeni: Rabbimiz’in “bilgi / bilmesi”ni, bizim “bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannetmemiz. Bunun da nedeni: Zaman ve mekâna bağlı ve bağımlı olmamanın ve “sonsuzluk ve mutlaklık”ın, nasıl birşey olduğunu tasavvur ve tahayyül edemememiz. Yani: Ma’rifetullah eksikliği, yani Tevhid’deki sığlığımız; kısaca, Rabbimiz’i tanımamamız. Bunun sonucu olarak: O’nu, kendimiz gibi zannetmemiz; yani O’na, (haşa!) insansı, mahlûkiyet sıfatları eklememiz; yani kendi gözlüklerimizin renginde görmemiz!

Halbuki, bu düşünce metodumuzdaki eksik, yanlışlarımızın farkına varsak; “O bizim ne yapacağımızı, önceden biliyorsa; biz nasıl özgür olabiliriz?” sorusundaki yanlışı da görmüş oluruz; hattâ böyle bir soru aklımıza bile gelmez. Nasıl ki; az önceki “meteoroloji” örneğinde; “meteoroloji önceden kesin olarak, yağmurun yağacağını bildiği ve bu bilgisinde yanılması mümkün olmadığı için, bugün yağmur yağmak zorundaydı ve bu zorunluluktan, bugün yağmur yağdı” demek, aklımıza bile gelmedi, gelmezdi.

Öyle ya; meselâ, nasıl ki “Balıkların kaç tekerleği vardır?” sorusu aklımıza bile gelmez; çünkü balıkları bilen biri için, bu sorunun yanlışlığı bedihî. Öyle de; zaman ve mekânı yaratıp, bu yarattığı şeylerin kayıt ve sınırlamalarından münezzeh olan Rabbimiz’i tanıyan; tanımasa bile “bilen;” bilmese bile, hiç değilse “zaman ve mekânı Yaratan’ın; zaten, o yarattığı zaman-mekânla kısıtlanmasının muhâl olduğunu” akledip, tahmin edebilen birisi için; “O biliyorsa, biz nasıl özgür olabiliriz!?” sorusunun yanlışlığı da açık ve bedihîdir.

Ama soru sahipleri için bu, açık ve bedihî değil. Çünkü: Onlar, her ne kadar: “Allah’ın bilmesi, bizim bilmemiz gibi değildir ve olamaz. Çünkü: O yanılamaz ve yanlış bilemez” deseler de; sorularından, “O’nun bilmesi”nin, “bizim bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannettikleri aşikâr.

Halbuki gerçekten iddia ettikleri gibi: O’nun “bilgi/bilmesi”nin”, bizim “bilgi/bilmemiz”den” farklı ve ayrı olduğunu idrak edip, anlasalar; Rabbimiz’in bilmesinin, irademizin özgürlüğünü kısıtlamadığını, bilâkis desteklediğini ve hattâ, mahlûkiyet sınırlarımızın ötesinde ve iktidarımızın fevkinde, özgürlük alanı açtığını anlayacaklar. Neden?

Çünkü: O’nun irade ve kudreti zaten, bizim irademizin var olmasının ve bu irademizin özgür ve serbest olmasının, tek nedeni ve tek imkânı!…

O’nun bilgi/bilmesi, Bizim bilgi/bilmemize Benzemez

O’nun bilmesi; uzak “geçmişte” bulunarak ve oradan bakarak, bizim “gelecek” zamanda yapacağımız o eylemi, o uzak “geçmiş” veya “kendi şimdisi”nden bakarak; oradan tahmin etmesi veya bir takım işaret ve alâmetlerden çıkarsaması veya o geleceği, kurgulayıp – inşa etmesi, şeklinde değildir. Veya: Bizim, yarın güneşin doğacağını, bugünden bilmemiz veya bugünden, gelecekte birgün, muhakkak öleceğimizi bilmemiz cinsinden değildir.

Biz, “akvaryumdaki balık” veya “sayfadaki resim” gibi, “zaman – mekân” kafesine bağ(ım)lı olduğumuzdan; içinde bulunduğumuz “şimdiki uzay – zaman”ı asıl kabul ediyor ve bu “asıl” üzerinden, “olmuş – olan – olacak” ayrımları yapıyoruz. Esasen, bu ayrımda, bir problem yok. Problem: Biz mahlûkat için geçerli olan bu ayrımların; Rabbimiz için de geçerli olduğunu/olabileceğini, düşünmekle başlıyor. Yani: O’nu da, bizim gibi “zaman ve mekân”a bağlı ve bağımlı olduğunu zannetmekle başlıyor. Halbuki O, bizi; “Geçmiş – Şimdi – Gelecek Uzay / Zaman” ayrım ve farklılıklarıyla görmüyorki!

Tabiri caizse, O’nun “bilgi/bilme”si; yatay boyutta akan tüm “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânların”, dikey boyutta hepsini kapsayan ve gören, bir “Zamansız ve Mekânsız, Sonsuz ve Mutlak Şimdisi”nde; sanki bir “film şeridi/negatifinin,” beyaz perdeye “yansımış – yansıyan ve yansıyacak (geçmiş – şimdi – gelecek)” olan tüm kare ve pozlarını; “görme ve işitmesi, …’si ve bilmesi” şeklinde oluyor. (Bu cümleye, “…” eklememin nedeni: Rabbimiz’in, bizim gibi 5 duyuyla sınırlı olmadığına, işaret etmektir.)

Kendi yarattığı uzay ve zamana bağlı ve kayıtlı olması düşünülemeyen Rabbimiz için, “geçmiş – şimdi – gelecek” gibi zamansal ve mekânsal kural ve sınırların olamayacağı aşikâr ve alenî. O’nun, “geçmiş – şimdi – gelecek” ayrım ve sınırları olmadan, tüm varlığı görmesi; bizim, aynı/bitişik uzay-zamanı paylaşıp, yüzyüze sohbet ettiğimiz bir şahsın, “göz rengini ve davranışlarını,” aynı ânda (şimdiki zaman/mekânda) görmemize benzer. O kişiyle, aynı mekânda karşılıklı oturduğumuz için; o kişinin göz rengi ve hareketlerini, aynelyakîn müşahede etmemize benzer.

Bu durumda, bize denilse: “Sen bu şahsın göz renginin elâ olduğunu görüyorsun; bunu bizzat görerek bildin ve öğrendin. Senin bu bilginde yanılman mümkün değil. O hâlde, madem yanılman mümkün değil; o zaman bu adamın göz renginin, elâdan başka olması mümkün değil.”

Yani nasıl ki bu örnekte, benim “yanılıyor olamamamın” nedeni: “Biliyor olmam, bunun bilgisine sahip olmam” değil; o durumu, bizzat kendimin, şimdiki zamanda, aynen görmem; o duruma bizzat şahid olmam.

İşte bu örnek gibi: Rabbimizin de, “bilgi/bilmesinde, yanılıyor olamamasının” nedeni: O olayı, “zamandışı ve mutlak, ezelî ve ebedî, sonsuz şimdisi”nde; o olay “olmadan önce – olurken ve olduktan sonra”; yani o olayın, “tüm geçmiş – şimdi – geleceğiyle” birarada, hepsini, kendi “sonsuz şimdisi”nden “görmesi ve işitmesi, …’si ve bilmesi”, şeklinde olmasından kaynaklanıyor. Yaratılmamış ve gerçekleşmemiş bir olayı, “zamansal geçmiş”ten bakarak veya “kısıtlı şimdi”den bakarak; yani o olay “yaratılmadan önce,” nazarî ve teorik olarak bilmesi şeklinde değil yani…

Veya: Şu ânki, alâmet ve delillerden veya geçmişten – geleceğe evrendeki tüm nedenlerin etkisini hesaplayarak, geleceğe projeksiyon yapması ve tahminlerde bulunması, tarzında da değil.

Zaten, O’nun “bilgi/bilmesi”nde cehalet ve yanılgının mümkün ol(a)mamasının nedeni de bu. Herhangi bir olayı, tüm zamanlarıyla; hem zamanüstü ve hem tüm zaman-mekânları kapsayan “Mutlak Zâtı’nın Sonsuz Şimdisi”nde, birden ve birarada görmek. Yani, bilmesinde hata ve yanılma ol(a)mamasının nedeni: Bunu, bizzat “olmuş – olan – olacak” her hâl ve durumlarıyla (faraza, sanki üstüste binmiş ân’lık resim karelerine bakar gibi); “görerek bilmesi!”

Elhasıl: Rabbimiz’in, gelecekte olacak herşeyi (fakat bize göre, gelecekte olacak herşeyi) önceden bilmesi (fakat, bize göre önceden bilmesi); bizim, yarın güneş doğacağını, “görmeden” bilmemize benzemez. Veya; bizim, gelecekte birgün muhakkak öleceğimizi, “bugünden” bilmemize benzemez. Veya; “havadaki yağmur bulutları, gökgürültüsü, basınç, nem, rüzgârın hız ve yönü” gibi gözlemlerden; birkaç dakika veya saat sonra yağmur yağacağını % 100’e yakın olasılıkta bilmemize benzemez. Bir takım “gözlem ve delillerden, bunu hesaplama veya alâmet ve işaret, neden ve sonuçlardan” bunu öngörme ve tahmin etme ve teorik olarak bilmemize benzemez.

Çünkü: O’nun “bilgi/bilmesi”; bizim, o eylemi, “gelecekte yaparkenki hâlimizi”, “Zaman/Mekandışı Sonsuz ve Mutlak Şimdisi”nden, “görmesi”ni de içeriyor. Çünkü: O, herşeyi; “Uzay–Zaman Film Şeridi”nin akışından ve boyutlarından bağımsız; zaman geçmeyen ve “öncelik – sonralık” olmayan ve tüm “zaman – zamansızlık / mekân – mekânsızlıkları” da ihata eden, “Sonsuz Mutlak Ân”ından görüyor ve işitiyor ve …

Tabiri caizse, bir benzetmeyle: 90 dakikalık bir filmde, 2 boyutlu resim insanlar olarak yaşayan ve zaten var olabilmeleri, bu boyutlara bağlı ve bağımlı insanlar farzedelim. Onlar da, tıpkı biz reel evrende yaşayan insanlar gibi; “1 ân geçmiş” ve “1 ân gelecek zaman”a yolculuk yapamayıp; Sinema Perdesinin hep o “1 ân/mekân/film karesinde” ancak, fizikî ve maddî vücudları var ve var olabiliyor. Yani: “Şimdiki Ân/Zaman-Uzay/Mekân”a benzeyen “Sinema Beyaz Perdesi”nde; süre geçmeyen “ân”da, ân’lık fizikî ve somut varlıkları var ve görülebiliyorlar.

Şimdi, o film karelerinin Sinema Perdesine (veya bilgisayar ekranına) ‘geliş/yansıma hızı’ olan (yani ân’ların peşpeşe geliş süresi olan) “zaman” ve perde veya film şeridinin “kendisi’ olan “uzay/mekân”a bağlı ve bağımlı ve mecbur olan bu insanları; o “film ve perde ve hız” zaman/mekân/boyut ve sınırlılıklarına bağ(ım)lı olmayan birisinin; 3. Boyut olan “yukarıdan,” yani “kendi boyutunun şimdisi”nden bakarak, o filmin “oynamış – oynayan – oynayacak” tüm karelerinin hepsini gördüğünü ve işittiğini ve izlediğini varsayalım.

İşte, bu 2 boyutlu film uzay-zamanına bağ(ım)lı olmayan ve dışarıdaki bir yükseklik ve 3. boyutta bulunan kendi “şimdisi”nden; aşağıdaki “geçmiş – şimdi – gelecek” olayları görebilen o insan; o film boyutunda yaşayan resim insanların, mecbur ve mahkûm olduğu “Şimdiki Zaman/Ân/Mekân”ı gösteren Sinema Beyaz Perdesi”ne ve orada yansıyan ve yaratılıp, vücuda gelen “ânlık görüntü”lere, mecbur ve mahkûm değil. Onun algı ve görüş alanı, film şeridindeki “şimdiki zaman/mekân”la, sınırlı değil.

Bu örnekte; film içindeki insanların, “şimdiki zaman / mekân / ân”ı temsil eden “Sinema Beyaz Perdesi”ne gelmeden, bir olayı (yani o resim insanlara göre, “gelecek zaman”da olacak bir olayı); şimdiden “bilmelerine”, hele “görmelerine” hiç imkân yok; hattâ bu, mantıksal açıdan imkânsız. Fakat film dışındaki insan için, böyle bir zamansal ayrım ve imkânsızlık yok. İşte, verdiğimiz bu misâl, reelin eksik bir temsili olsa da; tüm boyut ve sınırlılıklardan bağımsız Rabbimiz’e karşı, bizim durumumuz, bu film içerisindeki “resim insanlar”a benzer.

Peki, verdiğimiz örnekteki, “sinema filmi”nin içinden çıkmak gibi, reel evrenimizin de, uzay – zaman ağ ve bağlarından çıkmak mümkün mü? Bunun, aklen muhâl olduğu gösterilemediği müddetçe, mümkün diyebiliriz. Zaten “Mi’rac Hâdisesi” bize, başka bir yönden, bunun imkânını gösterir. Bir de, kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in, Rahman Suresi 33. Âyeti’nde geçen; “Sultan (güç)” kavramı var ki, o da araştırılmaya değer bence…

Ayrıca: Kâinatta, “en – boy – yükseklik” olarak bildiğimiz 3 boyuttan başka; 7 veya 11, 12 boyutlu olduğu söylenen başka evrenlerin de olduğu; hattâ bizim evrenimizin de, bu evrenlerin yansıması ve açılmasıyla, “holografik” olarak zuhur edip, varlığa çıktığı şeklinde, bazı varsayım veya hipotezler de var…

Elhasıl: Rabbimiz, herhangi bir boyut ve boyutsuzluğa bağlı ve sınırlı ve kayıtlı olmadığından; “geçmiş – şimdi – gelecek; burası – şurası – orası; küçük – orta – büyük” gibi; “yer ve yön, boyut ve uzam, zaman ve süre, hız ve ivme” gibi, mahlûkiyet özellik ve sıfatlarından bağımsız olarak, varlığı ihata ediyor. “Film negatifi, negatifin içindeki resimler, yansıyan beyaz perde ve monitör, ışık ve filmin yansıma süresi, film karelerinin akış hızı” ve “yaratılmanın öncesi – şimdisi – sonrası” gibi limitleri yok…

Benim, içinde bulunduğum “zaman ve mekân”la sınırlı ve “nokta” kadar küçücük “ân’lık fizikî” şimdiki uzay/zamanıma göre; O’nun, üzerinden süre ve zaman geçmeyen; yani tüm zaman ve zamansızlık, mekân ve mekânsızlıkları ihata eden, “sonsuz ve sınırsız şimdiki ân”ı, mukayese bile edilemez.

Gerçek/liğin Farklı Yansımaları

Biz yaratılmışların bile, yükselip, ihata ve görüş alanı genişledikçe; “şimdiki uzay – zaman”ı da genişler ve diğer, aşağımızda kalan mahlûkatın, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da içine almaya başlar.

Meselâ: Ma’lûmunuz; Güneş’in ışıkları, dünyamıza ortalama 8 dakikada ulaşır. Şimdi, birisi Güneş’e seyahât edip; Güneş’e, biz dünyadaki insanlardan çok daha yakın olsa. Ve diyelim, Güneş birden sönse veya yörüngesinden çıksa. Güneş’in yakınında olan o kişi, Dünyadakiler’den 8 dakika önce görecek bu olayı. Hem de bu olay, dünyadakilere göre henüz “yaratılmamış” ama güneşin yakınında olan için “yaratılmış” olacak! Bu kişi ve dünyadakiler, bağlı bulundukları “kendi şimdiki uzay – zamanları”nda, aynı “Güneş”in, farklı yaratılmış hâl ve durumlarını görecekler!

Yani: Dünya’dakiler, hâlen Güneş’ten 8 dakika önce çıkan ışıkları gördüklerinden; Güneş’i, gökteki aynı yerinde ve ışıldıyor görecekler. Güneş’in ışıkları gelmemeye başlayan 8 dakika sonra, Güneş’in söndüğünü görebilecekler. Çünkü: Güneş’in sönme veya yörüngesinden çıkmasının, Dünya’ya etkileri; Güneş’in ışığı ve çekim dalgalarının, 8 dakika sonra artık gelmemeye başlamasıyla, görülmeye başlayacak.

Örneğimizde; Güneş’in yakınında olan kişi, söndüğünü, dünyadakilere ışıktan hızlı iletmenin bir yolunu bulsaydı ve haber verseydi. Dünyadakiler, herhâlde: “Sana mı inanalım, gözlerimizin gördüğüne mi!?” diyeceklerdi veya “Gelecekte olacağını söylediğin bir olayı, daha gerçekleşmemişken nasıl bilebilirsin!? Hadi bilmeni geçtik; o olay daha gerçekleşmemiş ve yaratılmamışken, bir de ‘gördüğünü’ iddia ediyorsun!” diyeceklerdi. Elhasıl: Algılayıp – bildikleriyle elde ettikleri sınırlı gözlem verileri ve bunları işleyerek, inşa ettikleri Mantık Kuralları; bu haberi kabul etmeyecek, üstelik reddedecekti. (Kabul etmemekte; “bilmiyorum; olabilir de – olmayabilir de” diyerek, herhangi bir hüküm vermemek, bu konuda cehalet ve acziyetini kabul etmek vardır. Ama reddetmekte; “biliyorum; olması mümkün değil, kesinlikle olamaz” şeklinde bir hüküm vardır.)

Bu örnekten görüldüğü gibi; biz yaratılmışların bile, yükselip, ihata ve görüş alanı genişledikçe; kapsayıp – gördükleri “yer/mekân” ve “şimdiki zaman” genişler ve diğer, aşağıda kalan varlıkların, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da içine almaya başlar.

“Uzay ve Zaman ve Hız”daki bu ilişki ve göreceliği ve zaten, Rabbimiz’den başka hiçbirşeyin “sabit” ve “mutlak” ve “değişmez” olmadığını, izah ve akla yaklaştırma bâbında; Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî Hazretleri de, “ayna” ve “saat” metaforlarını verir.

Verdiği örneği biraz değiştirerek, meselâ: Elimizde tuttuğumuz büyükçe bir aynayı, dağın tepesine çıkartıp ve sonra da dağdan ayrılıp, daha da yükseğe çıkardıkça; aynanın “şimdiki zaman/mekânı”, aşağıda seyreden arabaların, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da, içine almaya ve göstermeye başlar. Yani: Yüksekliğe bağlı olarak, aynada “genişleyen şimdiki zaman/mekân”, aşağıdaki arabaların “daracık geçmiş – şimdi ve gelecek zaman ve mekânları”nı da gösterir ve kapsar ve ihata eder.

Bu aynayı tutan kişi, aşağıdaki kişinin geleceğinde yaratılacak, yani o kişi için henüz gerçekleşmemiş ve yaratılmamış, “gaybî” bir olayı; o olay yaratılmadan (yani Âlem-i Şehâdet’e çıkmadan), “görerek” bilir. Meselâ: “Kırmızı renkte, falan marka, filân plâkada bir araç, şu arabanın 620 metre arkasında ve ona hızla yaklaşıyor, 5 dakika sonra, onu sollayacak…” gibi.

Bedi’üzzaman Hazretleri (R. Â.), başka bir vesileyle verdiği “saat” örneğinde de; uzay – zamanın izafîliğini, şöyle akla yaklaştırır: O; saatin; saatleri sayan, dakikaları sayan, saniye ve saliseleri sayan yelkovan/ibreleri üzerinde, ayrı ayrı bulunan insanların; o ibrelerin farklı hız ve devir süreleri ve seyredip – ihata ettikleri çapların, uzunluk-genişliği üzerinden; farklı sayı ve şekil ve çeşitte olay ve uzay – zamanları göreceklerini söyler.

Meselâ: Saniyeleri sayan ibre, daha 60 saniyeyi ölçüp, 1 dakikayı tamamlamadan; saliseleri sayan ibre 3600 defa tur atmış olur. Buna bir de; saliseleri sayan ibrenin, saniyeleri sayandan, daha uzun ve dolayısıyle, daha geniş bir alan/çap, uzay/mekânı tarayıp – devrettiğini de ekler.

Bitirirken; bu yazımız için; gereksiz tekrar ve uzatmalar olduğu, lüzumsuz ayrıntılara girildiği söylenebilir, doğrudur. Fakat, konuya yabancı olanlar için, bu geçerli olmayabilir.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 29.Mayıs.2019