Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Algı ve Davranışlarımız, Niçin “Allah Var(mış)” yerine, “Allah Yok(muş)”a Ayarlı? (1)

Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında Değiliz

Hani bilmemek, “basit cehalettir”; fakat bilmediğini bilmemek, çift katlı cehalet, yani “cehli mürekkeb”; bir de yanlış bilip, üstelik, doğru bildiğini iddia etmek, “üç katlı cehalettir” ya. İşte bu, içinde bulunduğumuz “manevî ve batınî hastalıklar” için de geçerli.

Yani hemen hemen hepimiz hem manevî hastayız, hem bunun farkında değiliz, hem de kendimizi sağlıklı kabul ediyoruz; üstelik hasta olduğumuzu söyleyenlere de inanmıyoruz! Mes’elâ 44 yaşına geldim, birkaç sene öncesine kadar ben de inanmıyordum!

Nasıl ki “maddî”, yani bedeni hasta olanlara; hareket etmek, hatta gözünü açıp, ayağa kalkmak bile yorucu ve zor gelir. Yemeğe iştahları olmaz, birkaç lokma yeseler bile tat almazlar ya. İşte aynen bunun gibi; “manevî hasta” olan bizlere de, “namaz, oruç, zikir” gibi ameller zor ve yorucu geliyor. Hastanın yemeğe iştahı olmayıp, yediklerinden lezzet almaması gibi; bize de ibadet yapmak, sıkıcı ve meşakkatli gelip, tat vermiyor! Hasta olduğumuzda birkaç lokmayla doymamız gibi; birkaç rek’ât namaz, zikirle hemen doyup, usanıyoruz. Elhasıl, zikir ve ibadetlere, açlık ve ihtiyaç duymamamız; bunların iştah ve eksikliğini hissetmememiz; yokluklarında elem veya sıkıntı duymamamız; hep bu, bizdeki hastalık ve arızadan kaynaklı!

Mes’elâ “namaza vaktim yok” derken; aslında o vaktin bize ait olmadığını, sahibi tarafından bize emanet edildiğini farketmememiz de bu sebepten. Namazın değer ve önemini idrak edememek ve karşılığında verilecek mükâfat ve ücretin anlaşılmaması da bu arızadan.

Evet, bizdeki bu hastalıklardır ki; mes’elâ namaz kılmaya değil, kılmamaya mazeret ve “geçerli” nedenler buluyoruz! Hep, oruç tutmamaya, sadaka – zekât vermemeye nedenlerimiz vardır daim! Hep, insanlara tebessüm etmemeye ve onlarla iyi geçinmemeye sebeplerimiz vardır ve bitmez! Şehir, trafik, iş, okul, çocuklar derken; şimdi “sıla-i rahim”, yani akraba – komşumuzun hâl hatır, ihtiyacını sorma ve ziyaret etmeye vakit mi var! “Tesettür mü?, O kadarını da Allah affeder canım; hem sen kalbe bak! Hem biliyor musun: Bizim komşunun tesettürlü gelini!…” Aynı şekilde; bize emanet edilen mideyi, zayıflamak için ameliyatla kestirip, küçültmeyi düşünürken; “acaba sahibi ne der, izni var mı?” diye aklımıza bile gelmemesi de gene bu hastalığımız sebebiyle.

Falan kişinin davranışından dolayı dinden soğuyan veya camiye ayak basmayan da, aslında bu hastalığından dolayı böyle. En akla gelmedik nedenlerle; cami, hacı – hocadan soğuyan  boldur da; nedense falan zenginin davranışından dolayı, “zenginlikten” soğuyan görülmez! “Kardeşim, ben zenginlerin bizlere yardım etmemesinden; bu yetmezmiş gibi, bir de sömürmelerinden dolayı, zenginlerin şahsında zenginlikten soğudum. Artık çalışmayıp, fakir kalacağım, hatta sokaklarda dilenmeye çıkacağım” diyen yoktur zahir!…

Elhasıl, kâlp ve ruhumuzdaki yara ve hastalıklar sebebiyledir ki; güzel  davranış ve amelleri “yapmaya” değil; “yapmamaya” mazeret, engel, “geçerli” nedenlerimiz bitmiyor, bitmez! Üstelik Rabbimiz’in dünyada çalışmayana iş – aş – maaş vermediğini bile bile; ötesi için hiç çalışmadan, hiç amel – ibadet yapmadan Cennet’e girebileceğimize de eminizdir, kanaâtimiz bu yönde! Yani dünyadaki tecrübelerimiz aksini gösterse de; gene de, asıl ebedî ömrümüzü, — sadece bir zanla — defalarca riske atmaktan çekinmeyiz! Yani dilimiz, kalbimiz, aklımız Cennet’i istiyor, umuyor, beklenti bu yönde ama davranış ve hâlimiz tam tersi güzergâhta! İstanbul’a gitmek istiyoruz, fakat Ankara’ya giden otobüse binmişiz! Varacağımız yerin de İstanbul olacağı konusunda absürd bir iyimserlik içindeyiz!

Fakat tuhaflık burada bitmiyor: Durumumuz bu olduğu hâlde; şimdi, bize “namazın anlamı, önem ve kıymetini” sorsalar; belki sahabeden çok daha fazla sayıda Hadis sıralayabiliriz. Onlardan (R.T.Â.E.) çok daha fazla, hem de usturuplu kelâm edebiliriz! Âyet ve tefsirlerden örneklerle, âlimlerin sözlerinden de ekleyerek, bir sürü nakiller yapar, belki bu konuda kitap bile yazabiliriz.

Şimdi, bırak bu konuda ilimleri, okuma – yazma bile bilmeyen; fakat hayatlarında kazaya bıraktıkları namazı olmayan ninelerimiz mi, namazın kıymet ve önemini biliyor; yoksa kılmamanın sıradanlaştığı bizler mi!? Gecenin ayazında, sobası sönmüş evlerinde, bahçedeki buz gibi suyla, hem de hasta ve zayıf hâlleriyle abdest alıp, namazını kılan dedelerimiz mi, namazın kıymet ve önemini biliyordu; yoksa sıcak suyun eksik olmadığı kaloriferli evlerimizde, kazaya bırakmanın normâlleştiği bizler mi!?

Evet, bizler namazın kıymetini bilmiyoruz; “önem ve kıymeti” diye söylediklerimiz, kıymetini bilenlerin söylediklerinin, ezber ve tekrar ve naklinden ibaret sadece! Kıymetini bilseydik, kılardık çünkü!

Hastalığımızın şiddet ve derecesini şuradan anlayın ki: Gelmesi kesin olmayan yarınlar için, bugünden tedbirler alıyor, tasarruflar yapıyoruz ama geleceği kesin ve ebedî istikbâlimiz için tek kuruş yatırım yapmıyoruz! Örneğin: Namaz. Günde 5 vakit namazın sadece farzları 20 rek’ât, eğer kılsak 24 saatlik günde 20 dakikamızı alacak. Namaz kılmak için gereken abdest almaları da ekleyelim, abdestte 20 dakika tutsun. Yani günde 5 vakit namaz, abdestle birlikte 40 – 45 dakikamızı almıyor. Şimdi 23 saatimizi dünya işlerine ayırırken, sadece 40 – 45 dakika daha keyif için; yani sadece 45 dakikalık dünya hayatı için ebedî hayatımızı bozuyoruz! Evet 45 dakikalık keyif için yapıyoruz bunu! Üstelik o 45 dakika, bize taşta taşıtmıyorlar! Halbuki cüz’î bir ücret mukabili 8 – 10 saat çalıştığımız iş’te bu kadar üşenmiyor ve şikâyetçi olmuyoruz.

Elhasıl alışkanlık ve ülfet gibi hastalıklarımız sebebiyle, aslında hiçbirşeyin kıymetini bilmiyoruz! Kıymetini bilmediğimizden, kıymetsiz işlerde harcıyor; ucuza satıyoruz. Kıymet bilmediğimizden; verene karşı, herhangi bir minnet ve teşekkür / şükür hissi de duymuyoruz. Evet, ne ömrümüzün ve ne de sağlığımızın kıymetini biliyoruz. Hayatın kıymetini en iyi bilenler, şu ân toprağın altında! Sağlığın kıymetini de, onu kaybedenler, şu ân hasta olanlar biliyor! Biz ise, halâ “Kitabî Bilgi, Bilimsel Bilgi” diye diye; kitaplara yazılamayan, yazılamadığı için de nakledilemeyen “Asıl Bilgi” ve “Hikmet” ve “Anlamı” unuttuk!…

Hasta olduğumuzdan, yolu dünyadan geçen bir “yolcu” olduğumuzu da unuttuk. Hiçbirşeye “misafir” nazarıyla bakmıyoruz! Ölümümüze doğru saliseler deli gibi geçerken, biz saatlere odaklanmış; zamanın yavaş aktığı zannıyla kendimizi aldatıyoruz! Sür’âtle akan zaman nehrinde, elimize geçen birkaç kütük parçası ve eşyaya sımsıkı tutunmuşuz. Halbuki biz onları bırakmasak bile, onlar bizi bırakacak. Karşılıksız bir muhabbet bu yani!

Kameramızın kadrajını şu şekilde değiştirirsek, zannederim daha net göreceğiz: Dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik! (En azından ben, herhangi bir yerden, ayaklarımla yürüyerek veya vasıta tutarak gelmediğimi biliyorum!) Dünyada kalmıyoruz, dünyadan geçiyoruz! Aslî Anavatanımız olan “ahiret” ise, ebedî! 30 senelik bu hayatımızda, burada ne yaparsak, o asıl memleketimiz ona göre şekillenecek!

Evet, zannettiğimiz gibi bu hayat 60 – 70 sene değil. Bebeklik ve ölü/m gibi uykuda geçen, yaşamadığımız seneleri çıkarırsak, ortalama 30 – 35 sene! Yani 60 sene ortalama ömür, 12 – 15’e kadar sinni büluğ, çocukluk. Kalır 45 sene, bunun da üçte biri uykuda geçiyor; yani uyanık olup, bilfiil yaşadığımız, bilinçli zaman dilimi, ortalama 30 sene! Çoğumuz ortayaşı da geçtiğine göre, 20 sene gibi bir ömrümüz kaldı diyebiliriz.

Ne yazık ki manevî hastalıklarımızın “ağrı, sızı, kırık” gibi fizikî semptom ve belirtileri de yok veya okuyamadığımız ve alıştığımızdan, ağrıları farkedemiyoruz. Bedenî hastalıklarımızdan kaynaklanan ağrılara hemen çözüm arayıp, teşhis – tedavi – ilâca sarıldığımız gibi; bu hastalıklarımız için acele etmiyoruz. Halbuki bugün vefat etsek, bu hastalıklar, öbür âlemimizde, etki ve sonuçları itibariyle daimî kalacaklar!

Üstelik hasta olduğumuz yetmiyormuş gibi, bir de bunu başkalarına bulaştırıyoruz! Kâinata bu arızalı bakışımız, konuştuğumuz dile bile sirayet edip; çevremizi ve çocuklarımızı, konuşma ve davranışlarımızla şimdiden kodluyor ve programlıyoruz!

Örneğin: Günlük dilde kullandığımız “kiracı” ve “ev sahibi” gibi isimlendirme ve ayrımlarımız; asıl olan, başka bir gerçeği örtmeye yarıyor sadece! Yani bu dil; yalan ve yapay, gerçeği yansıtmıyor. Halbuki ev sahibinin, kiracıdan tek farkı; kira ve yararlanma süresinin biraz daha uzun olması! Bu ayrım ve isimlendirmeleri öyle benimsemiş ve onaylamışız ki; altındaki mesaj ve kodu, içindeki aldatma ve sihri farketmiyoruz bile! Kendimizle birlikte, başkalarını da; konuşmalarımız, kullandığımız kelimelerle zehirliyoruz!

Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında değiliz

Bedi’üzzaman Hazretleri’nin, Lem’âlar isimli eserinde dediği gibi: “Hz. Eyyub Âleyhisselâm’ın zahirî, bedenî hastalıklarına kıyasla; biz batınî, ruhî ve kalbî hastalıklarımızla, O’ndan çok daha hastayız. İç – dışa, dış – içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı olduğumuz görülecek. Üstelik, O’nun hastalığı, sadece kısacık hayat-ı dünyevîyesini tehdit ediyor ve bozuyordu; bizimkisi ise hayat-ı ebedîyemizi tehdit ediyor! Manevî hastalıklar ve sonuçları olan günahlar; hayat-ı ebedîyede, (sonuç ve etkileri itibariyle) daimî hastalıklardır!” (Tırnak içindeki ifadeler, birebir olmayıp, özet yapılmıştır.)

Manevî bünyemizi zayıflatıp, çürüten ve diğer manevî hastalıklara da davetiye çıkaran, asıl ve temel manevî hastalığımız: Rabbimiz’i unutmuş olmamızdır! Ömrümüzün hergün, her saat ve dakikasını “sanki Rabbimiz yok(muş) gibi” algılamak ve yaşamaktır! Günlük algı ve yaşayış, tutum ve hareketlerimizde; sanki “O görmüyor, işitmiyor, bilmiyor(muş)” gibi hislerle yaşamaktır! Bu ana hastalık, bizi zayıflatıp; diğer, “cimrilik, yalancılık, hırsızlık, su-i zan, gıybet, tembellik, rahat düşkünlüğü, mazeret üretme, üşengeçlik, ibadeti erteleme” gibi manevî ve batınî hastalıkların da nedeni.

Üstelik bu sanki “Rabbimiz yok(muş)” gibi yaptığımız, bu “–mışlıkurgusal yaşam; kurgusallığını yitirip, bir zaman sonra gerçeğimize dönüşüyor! Bu aşamadan sonra, artık Rabbimiz’i, o da bazen; (belki namaz, cami gibi mekân ve ritüellerde;) aklımıza sun’î, yapmacık olarak getirmeye, hatırlamaya çalışırız! Burada olan, kısaca: Kurgu ve gerçeğin, yerdeğiştirmiş olmasıdır. Çünkü bir yalana inandığımız zaman; o yalan, bizim gerçeğimiz olur!

Peki neden, bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine, “Rabbimiz yok(muş)” gibi; yani “O’nu unutarak” yaşamayı, bir hayat tarzı ve algı biçimi olarak kabul etmişiz ve ediyoruz!? Ve neden, hiçbirimizin, bu arızalı durumdan herhangi bir şikâyet ve serzenişi yok veya şikâyetlerimiz geçici!?

Bu soruya cevap olarak, dışımızda: “Çevre, kültür, eğitim, medya, ekonomi, yoksulluk, aile, devlet, kötü arkadaş, şeytan, çağ ve modernite” gibi bir sürü sebep ve etki sayılabilir. Ama belki tüm bunlardan önce ve asıl olarak, bunun sebebi içimizde saklı. Sonuçta, dışımızdan gelen etki ve te’sirleri kabul edip – etmemeye, iradeli bir varlık olarak, bir dereceye kadar biz karar veriyoruz. Dışarıdan gelen etki ve sebepler karşısında, insanın durumu; rüzgârda savrulan bir yaprak kadar ma’sum değil yani.

Tamam dışımızda direkt olarakşeytan” ve indirekt olarakta şeytanın yönlendirdiği “arkadaş ortamı ve çevre, kültür, manevî atmosfer”, bizim bu manevî hastalıklarımızda önemli bir etken. Ama dediğimiz gibi; insan eli kolu bağlı, camid bir yaprak değil. Ne var ki; dışımızda şeytan ve içerideki talebesi nefsin de oyunları bitmez!

Haftaya, bu oyun ve kurgular ve kendimizi aldatmalardan devam ederek; hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!? sorularının cevabını aramaya devam edelim.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 14.Şubat.2017 

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (3)

İnsanın Fiilleri Örneğinde; Sebeplerin Fonksiyon ve Rolü: Yürüyen biziz, Yürüten O

Önceki yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimini” anlatmaya çalışmış ve Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Mektep, Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığının burada yattığını söylemiştik. Bu kısmı tamamlayıp, yazının kalanını Medreset-üz Zehra’da “Eğitmen / öğretmen” ve “Eğitim Biçiminin” farkı ve ayrıcalığını anlamaya çalışacağız.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi (bilmâna): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en zengin ve câmisi, en donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile kendi üzerinde gerçekleşen, hattâ kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile; % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken bile ne de bir şuuru var! Kendi iradî fiillerinde bile insanın durumu buyken; diğer, kâinattaki işleyişte “etken sebep”, yani “fail” ve “özne” saydıklarımız ne haltetsin!?”

Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Not: Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararla gerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği, istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)

Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesini dilemektedir; kendisinde yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî veya örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma, adaptasyon vs!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası bilgi ve irademiz dışında gerçekleşiyor; olurken bile farkında olmuyor, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biziz, yürüten O!

Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile; “birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve “yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor”, “hatta olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak”; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!

Eylem ve fiillerimizin inşa ve icad ve yaratılmasında, insan iradesinin rolü; bindiği helikopterin hiçbir yerine dokunmadan, helikopteri (uzaktan kumanda gibi) sadece düşünerek kontrol edip, sağa – sola yönlendiren insanın durumu gibi. Yani, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve olurken bile nasılını farketmiyor, bilmiyorsak; “ben yapıyorum, hayır – şer tüm fiillerimi ben terkip ve inşa ediyorum” demek, doğru değildir.

Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bil(e)miyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (yani olay yerine intikal etmemden) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı; arzu – heves – hırslarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)

Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!(“İstemeye’ ve ‘neyi isteyeceğimize’ biz mi karar veriyoruz?” sorusu, ayrı bir konu olduğundan; burada bir soru işareti bırakıp, devam ediyoruz.) Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail ve mucid! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O! Misâlleri, “anne – bebek” ilişki / illiyyeti gibi örneklerle çoğaltabiliriz…

Demek; sebepler içerisinde, akıl, şuur, his, cihaz ve aletçe en donanımlı ve güçlüsü “insan”ın, kendi üzerindeki kontrol ve iradeli fiillerinin icad ve inşaşında bile; %99,9’u bilgi – kontrol ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; insanla kıyas edilemez derecede aciz ve cahil ve şuursuz diğerleri için, mes’elâ: “Ağaç, elmaya sebep ve vasıtadır; arı, bal yapar; bulut, yağmur yağdırır; Güneş, yeryüzünü ısıtır; rüzgâr, bitkileri aşılar; karaciğer, 300’den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir; bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder” gibi ifadeler, gerçeğin saptırılmasından başka birşey değil!

Güya tarafsız ve olgusal bu tür ateist ifadelerin, — doğumdan ölüme kadar, okulda, evde, TV’de, kitaplarda — defalarca telkin ve tekrarıyla programlanan kişiler, bütün bu fiil ve eserleri Allah’ın yaptığını unutur. Bu tür gizli, bilinçaltı / subliminâl mesaj taşıyan ifadeler; bunları “rızık ve ni’met” olarak veren Rabbimiz’i saklar ve perdeler. Mona Lisa tablosuna bakınca, otomatik refleks olarak (hadsen) gelen Da Vinci çağrışımı gibi; kâinat tablosuna bakınca, Rabbimiz akla gelmez; gördüklerimiz O’nu hatırlatmaz olur!

Bu Bilimsel Bakış Açısının bize verdiği Nazar / Niyetle; kâinata ateist bakışın, meleke ve alışkanlık olmasıyla; o insan zihninde kâinat ve madde, O’na şeffaflık ve aynalığını kaybedip; O’na “ayet” ve “işaret” ve “alâmet” olma vasfını kaybeder. Halbuki okuma – yazma bilmeyen Peygamberimiz’e (S.Â.V.) ilk gelen emir ve âyettir; “Yaratan Rabbimiz’in adıyla (Onun ismiyle, yani besmeleyle) kâinatı okumak!…”

Elhasıl Bedî’üzzaman, “sebep” kavramının ve işleyişteki hikmet ve rolünün, inanmayan ve inanmayan tüm insanların dünyasında yanlış anlaşıldığını ve putlaştırıldığını söyler. Yani “sebep” ismi verdiklerimizin aslında hiçbirşeye sebep olamayacaklarını, çünkü buna ilim ve kudretlerinin yetmediğini söyler. Nesneleri bir “kalem” veya “alet” ve “maşa” gibi, Rabbimiz Kudret Eliyle tutmadan, bunların kendi kendine, kendi başına hareket bile edemeyeceklerini söyler. Hareket etmeyi bırak, varlıkta bile duramayacaklarını söyler.

Bu açıdan, “kitap yazma” örneğinde; “yazma fiili” ve “yazar fail” ve “kâtibinden” bahsetmeden veya “yazar gibi bir sebep veya faile gerek ve ihtiyaç yok” anlamında; “kalem, yazının ve yazının ifade ettiği bilginin sebebidir” diyerek; olayları Deterministik İfade etmek; saçmalık ve hurafeden başka birşey değildir!

Günümüz Bilim’i ve işlenen dersler hep bu ateist ve materyalist inanca, natüralist ve determinist safsataya göre işlenip, dizayn edildiğinden; öğrencinin bilinçaltına “bu işlerle Allah’ın ilgisi yok, O olsun olmasın bu işler olur ve zaten oluyor; demek ‘Allah’ gibi ek bir sebep veya faile ve buna inanmaya ilmen ve mantıken herhangi bir zaruret ve ihtiyaç yok!” Virüslü Gizli Mesajı, bilinçaltımıza ilka ve şırınga edilir ve ediliyor!

Yani olayları “Ateist Bilim/sellik Kriterleri”ne göre; yani “Determinist Felsefenin İnanç Esasları”na göre “Yatay Sebep – Sonuç Etkileşim ve İlişkileriyle” açıklayıp, tasvir etmek; “bu fiil ve eserin, fail ve özne ve ustası yok; Allah olmasa da bu işler zaten olur ve oluyor; (haşa!) Allah bu işe karışmıyor” virüsünü bilinçaltımıza kodlar ve çalıştırır!

Bilim’in bu Bilimsel ve Deterministik Yöntem ve İfadeleri; bilincimize direkt “Allah yok, varsa bile karışmıyor, bu işleri yapmıyor!” demekten çok daha etkili ve zararlıdır! Çünkü Ateist Bilimsel İfadelerde saklı ve gizli, bu tür subliminâl mesajların taşıdığı Bilgi Virüsü, direkt bilinçaltımıza gönderildiğinden; bilincimiz farkedemez, tepki de veremez! Dahası; antivirüs programlarımız virüsü farkedemediği veya tanımlı olmadığı için (çünkü virüs, “bilim, bilimsel, doğru bilgi – gözlem – ölçüm” kılıf ve ambalaj ve şırıngasıyla zihne gönderiliyor) savunma da geliştiremez! Bu Zararlı Kod / Program, bilincin Antivirüs Programlarında filtrelenmeden, direkt zihne girip, oradan kalbe ve diğer organ; yani davranışlara sirayet eder!

Bedi’üzzaman Hazretleri, Risaleler’de; Bilim’in bu Bilimsel Yönteminin hurafe ve safsatalar doğurduğunu, bunun da kişide inkâr ve şirke yolaçtığını söyler. Yani Ateist – Materyalist Felsefeye göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel İfadelerde; deney – gözlem – ölçümü yapılan olaylarda Rabbimiz’i fail ve özne göstermemek için veya bu olayın failsiz ve öznesiz olduğuna inandırmak için; “tabiât, tesadüf, içgüdü, mekanizma” gibi vehmî veya zihnî şeylere veya “madde, kuvvet, ısı, basınç, çekim, enerji” gibi nedenlere “fail ve özne” sıfatı yüklendiğini; böylece tek Allah’tan kaçarken, zerreler adedince ilâha inanmak zorunda kalındığını söyler. Yani bu zerrelere bazı ilâhlık özellik ve sıfatları yüklenilmek zorunda kalındığını veya “tabiât, tesadüf, içgüdü” gibi; zihnin dışında herhangi bir somut vücudu olmayan; yani haricî ve maddî (hatta soyut ve manevî olarak bile) mevcudiyeti olmayan (metafizik) başla ilâhlara inanmak zorunda kalındığını söyler.

Tıpkı; yerdeki ısı – ışık ve gündüzün sebebi olarak, gökteki tek Güneş’i kabul etmekten kaçınmanın mecburî sonucu olarak; yerdeki milyarlarca Güneş yansıma ve timsâlini, gökteki Güneş’in aynı özelliklerine sahip, aynı Güneş kabul etmek zorunda kalınması gibi. Gökteki tek azametli Güneş’e iman ve teslimden kaçarken; böylece her zerrede milyarlarca azametli Güneş’i kabul etme zorunluluğu doğması ve yerdeki ısı ve ışık – renklerin, yerdeki bu milyarlarca Güneş’ten kaynaklandığına itikad ve inanma mecburiyetinde kalınması gibi!

Bu hâliyle; yani Bilimsel İfade ve tasvir, gözlem ve ölçümlerine Rabbimiz’i dahil etmekten özellikle kaçınan ve reddeden Bilim’in, bir takım safsata ve hurafeler doğurup, buna inanmak mecburiyetinde kalındığını söyler. Böyle bir Bilim’in, kabirden sonrası için faydası olmayan, bilâkis zararı olan veya malâyanîyat kabilinden, nursuz – kuru ma’lûmat olduğunu söyler. Ona göre Allah’ı tanıma ve sevmeye götürmeyen ve O’na bağlanmayan Bilim; kâinat kitabındaki yazılı âyetlerin şekil ve münasebet ve durumlarından bahseden ama bu âyetleri okumayıp, ihtiva etiği anlamı teğet geçmiş ve hatta varlığın taşıdığı anlam ve mesajı göremediğinden reddetmiş olup, bunun tasvir ve ispatıyla meşguldür.

Sonuç olarak: Büyük resimde, inkâr ve şirkin teorisini kurmaya çalışan; yani Ateizm ve Materyalizm, Natüralizm ve Determinizm İnanç ve Felsefesinin delil – ispatına çalışan “Bilim ve Bilimsellik”; varlık ile Rabbimiz arasındaki bağları zihinde kesme ve karartıp – kopartmanın bir adı ve yöntemi olmaktadır!

Bilim’in bazı batıl inanç, hurafe ve safsatalarına, kendi kaynaklarından örnekler vererek, örneklerdeki “bilimsel ifadeleri” (gramatik ve semantik açıdan) inceleyip; bu ifadelerdeki mugalata ve mantık hatalarında kendini ele veren metafizik ve politeist (çok tanrılı) hurafe örnekleri için; http://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/ linkine bakılabilir.

Medreset-üz Zehra’da Öğretmen ve Eğitim Biçimi

Buraya kadar anlattığımız, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimi”nden çıkan sonuçlara göre, Bedî’üzzaman’ın nasıl bir öğretmen / muâllim / öğretim üyesi öngördüğü de netleşmiş oluyor.

Öyleyse öğretmen, hangi ders olursa olsun, en başta; bu “manâ-yı harfî” öğretim metodunu kulllanacak. Bilim/sellik’in, “manâ-yı ismî” çukuruna düşmemeye azamî gayret sarfedecek.

“Dini, İslâm”ı sadece Din Dersi’nin konusu olarak görmeyecek. Yani Fen, Sosyâl, Biyoloji, Matematik, Tarih, Coğrafya, Astronomi gibi sayısal – sözel ve diğer meslekî / teknik / branş derslerini de (bu dersler de Rabbimiz’in isim ve sıfat, fiil ve faâliyet, eser ve sonuçlarını anlatması nedeniyle) bu çerçeve ve paradigmadan sunacak.

Bu paradigmanın zorunlu sonucu olarak; öğretmen, öğrettiklerinin hayat, kâinat ve ahiretteki karşılık ve faydasını göstermek zorundadır. Rabbimiz’in Esma-ül Hüsnâ’sı ve tecelli ve tezahürleriyle bağlantı ve etkileşimini göstermelidir. Yani ders kitabında ve kâinatta ne yazdığını söylemek; bunu seslendirip, telâffuz etmekten ziyade; bu seslendirdiğinin anlam ve manâ ve fonksiyonunu öğretmesi ve daha önemlisi, bunun yöntem ve metodunu göstermesi gerekmektedir. Metod öğrenmekle, öğrencinin, öğretmene bağımlılık ve ihtiyacı azaltılır; yani balık tutmayı öğrenen öğrencinin, öğretmen ve balık tutmasına ihtiyacı kalmaz. Bilmediği diğer konularda, öğretmene ihtiyaç devam eder.

Yani öğretmen, talebelerine hazır bilgi ve balık vermekten ziyade, balık tutmayı öğreten; öğretmekten ziyade, bunu sevdiren ve buna ihtiyacı olduğunu gösterendir! Öyleyse, balık ve balık tutmaktan önce; derse merak, ilgi, ihtiyaç uyandırmak esastır. Yani öğretmen, hazır bilgi ve cevapları dikte edip – ezberletmekten daha çok; derse şevk ve içten gelen bir motivasyon uyandırıp; öğrenciyi soru ve sorun, ideâl ve gaye sahibi kılmalı. Zaten susamayana su vermenin, fazla bir anlam ve değeri de yoktur.

Üstelik “kalıcı ve üretici / doğurucu öğrenme” denilen şey, öğrenci, dersi; “sınıf geçme, diploma veya iş bulabilmek veya saygınlık ve itibar ve egoyu şişirmek” için değil; bizzat merak ve sevdiğinden, dersi şevkle ve öğrenmeye ihtiyaç hissetmesiyle sağlanır.

Yoksa Modern Eğitimde kullanılan, “ödül – ceza” sistemi; ödülü (not, puan, diploma) “amaç”; ders ve öğrenmeyi “araç” konumuna getirip; dersin, ödülü almak için geçilmesi gereken geçici bir köprü işlev ve fonksiyonu almasına sebep olmaktadır. Yani bu sistem, işlenen ders ve anlatılan konunun değersizleşme ve önemsizleşmesine hizmet etmektedir.

Muâllim / öğretmen; ders kitaplarında yazan şeyleri, öğrencilere aynen tekrar eden değil; kitaplarda yazılanı sindirmiş, üzerine yeni ve orjinal şeyler ekleyerek ve farklı çerçevelerde sunarak, öğrencilerinin merak ve ilgisini uyandırmaya çalışandır. Zaten öğretmen, kitapta yazılanı aynen öğrenciye aktaracaksa; o öğrencinin okula kadar yorulup, öğretmenin aracılığına ihtiyacı yoktur; aynı şeyleri zaten kitaptan da öğrenebilir!

Bedî’üzzaman’ın eğitim sisteminde muâllim ile talebe arasında ast – üst ilişkisi olmayıp; aralarındaki münasebet, eşitler ilişkisine dayanır. Yani öğretmen, öğretim üyesi, profesörün kendine bir makam vermesi, öğrenciye tepeden bakması, âmirâne konuşması; davranış – söz ve mimikleriyle öğrenciye, hiyerarşik olarak altında olduğunu imâ ve ihsas etmesi yanlış ve hatalı bir davranış biçimidir. Öyleyse, öğretmen kendisini devamlı üzüm çubuğu gibi görüp, ucundaki üzümleri kendisinin yapmadığı veya kazanmadığını bilmesi ve her zaman bunun bilincinde olması çok önemlidir. Aksi hâlde, “ben bütün bunları kendi çalışmam, ilim ve ehliyet, bilgi ve uzmanlığımla kazandım ve hakettim, tâ buralara geldim!” diyen Karun’un durumuna düşme riski vardır. Yani muâllim, kâinata “manâ-yı harfî” yöntemiyle bakarken, kendisini bunun dışında bırakmayacak.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.)’nin eserlerinde önerdiği; Risale-i Nur’da mantık (ve siyak – sibak) olarak geçen veya mefhum olarak anlaşılan Eğitim – Öğretim Modeli’nin amaç – misyon – vizyon olarak genel özetini bu yazımızla bitirmiş oluyoruz.

O’nun Medreset-üz Zehra Projesi ve buradaki Ders Müfredatı hakkında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış ve Zararları & İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? & Metabilgi–Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın bulunduğu web sitemizde detaylı bilgi verildiği için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 22.Aralık.2016

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (2) 

Bilim ve Ders Kitaplarında, Allah’a İhtiyaç Duymayan Ateist Kâinat Tasvirleri!

Bu yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’nin daha çok Ders Müfredatı ve Derslerin İşlenme Biçimini anlatacağız. Çünkü Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığı burada yatıyor.

Şöyle ki: Medreset-üz Zehra Eğitimi, çağımızda geçerli Entelektüel Zekâ ve Hafıza Gücüne dayalı eğitimden çok daha farklı ve ayrı olup; “nefs – kâlp – ruh – his – duygu” eğitimini de içerir. Bu eğitim modelinde, tabiri caizse “Medrese ve Okul ve Cami ve Tarikat / Tasavvuf” ayrımı yoktur. Bunlar birbirleriyle içiçe ve çift yönlü etkileşim hâlinde işlevsel olup, fonksiyonlarını yitirmemişlerdir.

Yani Medreset-üz Zehra’da dersler, “Din Eğitimi” – “Fen Eğitimi” şeklinde ayrı ayrı ve yanyana okutulacak, farklı ve ayrı dersler değildir. Burada Bedi’üzzaman Hazretlerinin kasdettiği model; bilinen Medrese, günümüz Okul veya modern Anadolu İmam-Hatip ve İlâhiyyat Fakültelerinin uygulamalarından çok daha farklı ve ayrıdır.

bediuzzamanBedi’üzzaman; derslerin, Din EğitimiFen Eğitimi şeklinde ayrılmasını kabul etmez. Allahû Teâlâ’nın sadece Din Dersi’nde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve materyalist” inançlara göre işlenmesini reddeder.

Çünkü gözlem ve tasvirlerimizde, birşeyi ya “fail ve yaratıcısı var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi ifade ederiz. Bu 2 şıkka eşit uzaklıkta, nesne ve olayları tarafsız ve olgusal ifade edebileceğimiz 3. bir ihtimâl yoktur. Var – yok’a eşit mes’âfede bir gözlem ve ifade biçimi yoktur. Kaldı ki, bu konuda “tarafsızlık” mümkün olsaydı bile; “tarafsızlık” kendi başına bir değer zaten değildir! Yani insan her zaman “iyi – doğru – güzel”den taraf olmalı ve açıkça desteklemeli.

Sonuç olarak; “Allah – Peygamber – Ahiret”, sadece “Din” ve “Din Dersi”nin konusu olmayıp; “Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih” gibi derslerin de ana konusudur. Yani Fen – Sosyâl – Sayısal tüm derslerin üzerine temellendiği ana zemin ve temel, “Allah”tır. Muhteşem bir sanat eserini anlatırken; ustasından bağımsız, müessirinden hiç bahsetmeden anlatmak mümkün olmaması gibi; kâinattaki eser ve işleyişten bahsederken de, fail ve yaratıcısına atıf yapmamamak mümkün değildir.

Zaten tüm bu derslerin ana mevzu ve konusu da; kâinat ve içindeki varlık ve hâdiselerdir; yani “Allah’ın fiili ve yarattığı eserler; O’nun kevnî âyetleri”dir. Dolayısıyle derslerin, bu ana bilgi ve inanç ve değer’i unutturmadan; yani “tarafsız ve objektif(miş), nesnel ve olgusal(mış)” rolü yapmadan işlenip, ifade edilmesi gerekir.

Bilim/sellik ve bunu anlatan Ders Kitaplarında tarafsızlık ve objektivite mümkün değil demiştik. Evet, evrendeki fizikî – kimyevî veya biyolojik – tarihî hâdise ve durumları, inançtan bağımsız ve tarafsız, yani nesnel ve olgusal ifade etmenin (mantık’ın dili ve dil’in mantığı açısından) bir yolu yoktur.

Başta demiştik ya; herhangi birşeyi gözler – ölçerken ve bu gözlemi fade ederken; ya “Yaratıcı ve yapan / yöneten fail ve ustası var(mış)” gibi anlatır ve tasvir ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bu 2 şıkka eşit mes’âfede dıştan veya ortadan bakılabilecek bir gözlem ve ifade noktası; bunlara eşit uzaklıkta 3. bir şık, aklen ve mantıken yoktur.

Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin ürün ve sonucu olan “Bilim”; incelediği olayların tasvir ve ifadesinde, “bu işin fail ve ustası Allah var(mış)”ı kabul etmediği için, zorunlu seçenek “Allah yok(muş)” tarafına sapıp; bu ateist inanca göre Bilimsel İfadeler kullanır. Bilim ve Ders Kitaplarında; “yaratma, yaratılma” yerine “oluşma, oluşum” gibi kelimelerin tercih edilmesi veya “sevki İlâhî, ilham” yerine “sevki tabiî, içgüdü” kelimelerinin tercih edilmesi gibi…

Bu gibi kelime seçimleri ve ifade biçimleriyle; olaylar failsiz anlatılarak, yani öznesiz cümleler kurularak; “güya o olayın tabiî ve doğal bir biçimde, tesadüfen veya bir takım sebep – kuvvetlerin zorlamasıyla, (haşa!) Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, O olmasa da zaten o olay olabilir ve olur ve zaten oluyor!alt / subliminâl mesaj ve inancı, bilinçaltımıza gönderilir.

Elhasıl mevcut Bilim, güya inançtan bağımsız ve tarafsızız yalanıyla, olayların tasvir ve ifadesinde “Allah yok(muş), varsa bile bu iş / işleyişe karışmıyor(muş)!” inanç ve tarafında olup; kendisini mürşid seçenlere, bu batıl inancını dayatıp, sinsice bilinçaltımıza ilka ve şırınga eder! Virüslü Subliminâl Mesajlar; “evrensel bilim, saf ilim” kılıfıyla, bilincimizin filtrelerine takılmadan, biz farkında olmadan bizi kodlar ve programlar.

Bilim’in bu “yok(muş), varsa bile kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde, ne mantıken ve ne de gözlemsel veya ampirik olarak O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” inancını tutan ve sanki bu inanç mantıksal ve deneysel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler kullanan Bilim ve Ders Kitaplarının revize edilip – güncellenmesi gerekiyor.

Anaokulundan başlayıp, tâ Üniversiteye kadar hemen hemen tüm Ders Kitapları, hep bu ateist – materyalist inanca göre şekillenip, dizayn edilmiş. Tüm bu kitaplar, sanki bu inanç Bilimsel bir bilgi ve doğruymuş gibi yapılan Kâinat Tasvir ve Açıklamalarıyla dolu.

Okuldan başka; TV ve diğer medyalarda bilgi ve haberlerin sunuluş şekliyle; bilimsel kitaplar ve biliminsanlarının bilgi’yi ifade biçimiyle; elhasıl bu bilinçaltı telkin ve enformatik virüslü, kirli altmesaj saldırılarına, dünyaya gözümüzü açtığımızdan itibaren maruz kalıyoruz. Bu taarruzlara, kendimizi savunacak zırhlarımız; bu virüslü kod / mesajları tanıyıp, filtreleyip – silecek Antivirüs Programlarımız da yok!

Seyrettiği film – haberler, okuduğu kitap – gazetelerle; hergün yüzlerce kez, bu gizli ve sinsi telkin ve hipnoz bombardımanına maruz kalan bu öğrenci, kişi; isterse haftada 100 saat Din Dersi görsün, 1000 saat Hafızlık Eğitimi alsın, 10000 sayfa Siyer – Hadis – İlmihâl okusun; herhangi bir etki ve te’siri olmaz veya çok az ve geçicidir…

Zaten diğer ders(ler)e girince, “Allah” (C.C.), beynindeki Din Dersi Kısmında, sadece bir ezber olarak kalacak! Dışarı çıktığında, kâinatta gördüklerini “Allah’ın işi ve eseri, rızkı ve ni’meti olarakgörmek istese de gör(e)meyecek! Bu kişinin “herşeyi Allah yarattı / yaratıyor, bu ni’metleri bize O in’âm ve ihsan ediyor” demesi; önceden kendisine öğretilmiş bir ezberin tekrar ve taklidinden başka birşey olmayacak. Tıpkı, kendisine doğru şıkkı öğretilmiş bir soruda, kişinin o şıkkı işaretlemesi, o sorunun çözümünü bildiği anlamına gelmemesi gibi.

Çok ilginçtir ki: Çocuğumuzu hıristıyan, katolik veya azınlık okullarına göndermekten kaçınıyoruz ama bu, ateist – materyalist eğitim politikasına sıkı sıkıya bağlı okullara göndermekten hiç çekinmiyoruz!

Aşağıda, anaokulundan – üniversiteye kadar hemen hemen her ders (ve bilim) kitabında geçen / geçebilen; sanki “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş); herşey belli neden – sonuç ilişkileri ve zorunlu doğa kanunları nedeniyle, kendi kendine ve otomatik işleyebilir ve işler(miş) ve zaten olan da sadece buymuş!” amentü ve inancı, yani inkâr ve şirk felsefesine göre düzenlenmiş, “yağmur” tasvir ve açıklamalarını veriyoruz.

Yağmur nasıl Oluşur ve Yağar? Yağmurun Mekanizması

Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle birân geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor… Yağmurun yağması için su damlalarının belirli bir büyüklüğe gelmesi gerektiğini söylemiştik. Bu da damlaların birbiri ile birleşmesi ile olmaktadır… Buluttaki su tanecikleri rüzgârın etkisi ile bir oraya bir buraya itilirler. Birbirlerine çarptıkça birleşerek su damlacıklarını oluştururlar. Oluşan su damlacıkları da kümeleşerek ‘su damlalarını’ meydana getirirler. Bu damlalar belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır hâle gelerek yere yağmur olarak düşerler…”

“Deniz, göl ve akarsularda bulunan su, Güneş’in etkisiyle buharlaşır. Göğe yükselen su buharı atmosferde soğuk hava tabakasına rastlayınca küçük su damlacıklarına dönüşür. Su damlacıkları bulutları oluşturur. Bulutların içinde bulunduğu hava soğursa binlerce damlacık birleşerek su damlalarını oluşturur. Gittikçe su damlaları büyür, ağırlaşır ve yağmur olarak yeryüzüne iner…”

“Peki insanlar için de yaşamsal nitelik taşıyan yağmurlar ne şekilde oluşur? Öncelikle yeryüzünde bulunan su kaynaklarından güneş ışığının etkisiyle suyun bir kısmı buharlaşma yoluyla yükselir. Yükselen su buharı, gökyüzünde soğuyarak yoğunlaşır ve tekrar su haline dönüşür. Dönüşen su taneleri, kütleleri nedeniyle hızla tekrardan yeryüzüne doğru giderler. Bu hava olayına yağmur ismi verilmektedir. Yeryüzünde bulunan kaynaklardaki sular buharlaşır ve gökyüzündeki su damlacığı dolu bulutları oluşturur. Gökyüzündeki bulutlar ise farklı yoğunlaşma ve yoğuşma olayları sonucunda oluşmaktadır… Bu küçük bulutların içerisindeki su buharı, yeryüzüne tekrar düşmeye yetecek kadar yeterli olmasa da bu bulutlar, başka bulutlarla birleşerek daha büyük su kitleleri oluşturabilirler…”

Şimdi, gözünü açtığından beri, bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefenin aksiyom ve inançlarına göre düzenlenip kurgulanmış, bu “yağmur” tasvir ve açıklama ve telkinlerini binlerce defa okumuş bir öğrenci: “Rabbim bu iş / işleyişin neresinde!? Bilim, evrendeki şeyleri böyle Bilimsel olarak izah edip, nedenselleyebiliyorsa; yani herşey böyle ‘sebep – sonuç, kanun, madde – enerji, otomatik mekanizmalarla’ açıklanabiliyorsa; benim iman ve inanmak için gerekçem nedir?” sorusunu sormaz mı!?

Halbuki, kâinata Bilim’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp – boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, — daha doğru ifadeyle — “Tevhidî / Vahdet” nazarıyla bakarsak, görürüz ki: Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara nakil ve yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru kâinattan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçekleri delip parçalamadan indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, süt”ten ırmaklar akıtır ve gönderir!? (Yeryüzüne günde, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç” musluklarıyla akıtılan veya “arı, inek” kanal / borularıyla iletilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları binlerce tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine çektiği bir kordonla karnından; doğduğunda da, dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği, annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Bedi’üzzaman Hazretlerinin (R.Â.) Risale-i Nur’da mantık ve mefhum itibariyle ifade ettiği gibi: Kâinattaki fiil / faâliyet, eser ve olaylara; “iman” ve “tevhid” nazarıyla bakarsak; görürüz ki mikrodan makroya geçerli tüm bu fiil ve eser ve (Tabiât – Fizik Kanunu değil) İlâhî Kanunlara; hiçbir sebep, hiçbir tesadüf, hiçbir tabiât, hiçbir varlık parmağını sokup, karıştıramaz! “Bu fiil ve eserlerde, benim de yetkim ve etkim var” diyemez!…

Elhasıl kameramızın kadraj ve odak ve zum noktasını iyi ayarlayıp, olaylara nereden bakacağımızı iyi hesaplamalıyız. Olaylara yanlış bakarsak; göreceklerimiz de, giydirip – yazacağımız senaryolar da yanlış olur. Kameramızın açısına girenleri, “gökteki tek Güneş’i inkâr ve reddeceğim” niyet ve inancıyla senaryolaştırırsak; sonra Güneş’in yeryüzündeki her yansıma ve timsâl, ısı ve ışığını yerdekilerden bilmek; yani Rabbimiz’in isim ve sıfat, tecelli ve tezahür, fiil ve eserlerini; “çeşitli madde ve kuvvet, sebep ve tesadüf, zorunluluk ve kanunlara” vermek; olayları böyle nedenselleyip, tasvir ve açıklamak zorunda kalırız! O zaman, herşey; “yumurtadan kuş çıkması, insandan insan çıkması, tohum – topraktan ağaç çıkması, tahta ağaçtan meyve – çiçek çıkması, göğün ortasından yağmur gelmesi…”; hepsi bize “tabiî ve normâl ve mümkünmüş” gibi görünmeye başlar! Bütün bu olanların; Allah’ın fiil ve eseri, mu’cize ve âyeti, ni’met ve ihsanı olduğu, unutulmaya ve görünmemeye başlar!

Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz!

Öğrenciye “Allah’ın kesintisiz fiil ve devamlı yaratmasıyla kaim ve daim olan evren ve madde ve insan” şeklinde anlatılacak Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih ve diğer dersler; bu arka fonda yapılacak “atom, kâinat, madde, insan” tasvir ve anlatımları; bir inancın telkin ve empozesi anlamına gelmez. Kaldı ki insanların, kendi çocuklarını, kendi inanç ve dinlerine göre yetiştirmeleri gayet olağan ve normâldir. Üstelik bu hak din İslâm’sa, normâlin üzerinde farzdır. Dahası; kendisi daha başlangıçta Allah – Peygamber sevgisi vermezse; zaten mevcut kültür ve medya, devlet/okul ve arkadaşları, kendilerinkini verecektir!

Diğer yandan; en basit mantık kaidesiyle bile “eser, fiilsiz; fiil de failsiz”; elhasıl “eser, ustasız ol(a)mayacağı” için; kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve sonuçları olan eserlerin, Allah’ın fiil ve eseri olduğu sonucuna varmak ve bu mantıkî sonuca göre dersleri anlatıp, işlemek; zaten aklen vacib ve zarurîdir. Yani bunu bilmek için İslâmiyet’i öğrenip, müslüman olmaya bile gerek yok, birazcık mantık bilmek yeterli!

Çünkü bir “yemek” ve “yemeğin yapılış şekil / neden – nasılından” bahsediyorsak; asıl fail ve özne ve sebep olan, üstelik “tencere – bıçak – ocak – soğan” gibi nesneleri alet ve sebep olarak atayan ve kullananaşçı ve ustadan” bahsetmemek, mantıken mümkün değildir.

Güya “bilim/sellik ve tarafsızlık” adına; yemeğin tasvir ve açıklama ve sebebini “aşçı yok(muş) ve aşçıya zaruret ve ihtiyaçta yok(muş)” şeklinde; yani “ateizm inancına” göre dizayn etmek saçmadır. Yani aşçısız; tencere – tava – bıçak – soğan – biberin kendi kendine ve tesadüfen, pencereden giren rüzgârın çarpıştırıp – birleştirmesiyle (siz bu “rüzgâr”a isterseniz “elektromagnetik itme – çekme” deyin, daha “bilimsel” görünür!) bu yemeği yapabilmesini mümkün görmek; üstelik bu mümkün’ün gerçekleşipte, yemeğin failsiz ve ustasız olduğunu iddia etmek saçmadır!

Bunun “mümkün olabileceği” ve “olanın da bu mümkün’ün vuku’ ve gerçekleşmesi olduğu” inancını savunmak safsata; üstelik kendi üzerine kapanan bir kısır döngü ve totolojidir! Bu inanç, iddia güya Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış ilmî bir veriymiş gibi; dersleri, failsiz ve öznesiz, aşçısız ve ustasız anlatmak ise, daha büyük bir safsata ve yalandır!

Bu, “kısır döngü (fasid daire) ve totolojidir” dedik; çünkü olanlar, “mümkün” olduğu için olmuyor, olduğu / olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz! Yani “mümkün tanım kümemizi” biz, olanlara bakarak oluşturuyoruz. “Olduğu için, ‘demek ki mümkün(müş)” diye inandığımız şeylere, biraz sonra “demek mümkün ki, oluyor(muş)” diye; delil – netice / ispatı ters çevirerek inanmaya başlıyoruz!

Elhasıl, tasvir ve gözlemlerinde “fail” ve “özne”yi kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nde “kim” ve “niçin” (ne için, failin amaç ve gayesi nedir) soruları yoktur. Oysa, bu soru ve cevaplarından mahrum hâldeki Bilim, “nasıl ve neden” sorularına bile cevap veremez. “Marangoz – masa” veya biraz önce yukarıda verdiğimiz “aşçı – yemek” örneğinde olduğu gibi.

Halbuki aşçı ve ustayı işe katmadan yemek veya masanın “nasıl yapıldığının” tasvir ve açıklaması eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur. Yani; Ateist – Materyalist İnançlara göre şekillenmiş ve sanki bu inanç doğru ve ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler içeren Bilim ve Ders Kitapları, eşyanın “nedeni”ni geçtik, “nasılı”nı bile tasvir edemez!

Elhasıl, varlık ve olayları, Neden – Sonuç / Determinizm ve İlliyet Şablonuna oturtup, bu Paradigmaya göre tasvir etmek; yanlış ve eksik bir yöntem ve uygulamadır. Mevcut Bilim ve buna göre yazılmış Ders Kitapları, bu hâliyle “inkâr” ve “şirk”in delil – ispatına çalışır! “Evrensel Bilim” kandırmacasıyla, takmaya ikna ettiği “bilimsellik gözlüğü”yle; insana, kâinatı “ateist” veya “agnostik” bir renkte gördürür. Elhasıl “bilim / bilimsellik” denilen şey; hakikât ve asılda, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefe ve inançlara meşruiyet zemini açmaya çalışmanın bir yöntemi olmaktadır!

İnsan nazar ve zihninin, Bilimsellik Felsefesine göre formatlanması; içte “şüphe” tohumlarının yeşermesine sebeptir. Bu da (Allah korusun) “Allah’ı inkâr veya şirk”e veya inandığımız Allah’ın (Hıristıyanların Tanrısı gibi) “İlk Neden Tanrısı”na dönüşmesine sebeptir! Güya; Ulûhiyyet ve Rububiyyet ve icraatında, yardımcılara muhtaç ve ortak (şerikleri) var!

Eğer iş bu noktaya gelirse, o zaman; “herşeyin neden – sonuç illiyyet ve zincirleriyle bağlandığı, herşeyin madde – enerji, kanun ve tesadüf – zorunluluklarla tasvir edildiği ‘mekanistik’ bir evren de Rabbimiz ne iş yapar?” sorusuna ne diyeceğimizi şaşırırız!…

Halbuki bırak ne yaptığı, (eğer mümkün olsa da arıya sorsak) belki kendinden ve üzerinde yapılandan bile haberi olmayan “arı” için; “arı, bal yapar”, “ağaç, elma yapar / elmaya sebeptir” veya “bitki, fotosentez yapar” diyerek, bunları bal, elma, fotosentezin fail ve ustası olarak göstermek… Yani müthiş ilim – irade – kudret ve şuur gerektiren “bal, elma” gibi şeyleri; yanında veya içinde, bitişik olan diğer bir nesne / olayla açıklamak, inandırıcı olmadığı gibi rasyonel de değildir.

Bu, Mona Lisa’daki sanat ve inceliğe sebep olarak, boya – fırça hareketleri ve tuvali göstermekten çok daha mantıksız ve irrasyoneldir! Elhasıl, Bilim(sellik)in “Madde–Enerji + Uzun Zaman + Tesadüf–Zorunluluk = Herşey Mümkün!” denklemi, yanlış bir denklem ve inanç!

Sebeplerin Rolü

Bedi’üzzaman, kâinattaki işleyiş ve düzende, sebeplerin varlık ve hikmetini reddetmez. Sebep – Sonuç Münasebetinin, Allahû Teâlâ’nın yaratma biçimlerinden biri olduğunu kabul eder; yalnız şu farkla: Sebep, sonucu yaratmıyor; sonucu inşa veya kâinattan sentez ve terkipte etmiyor. Yani “sebep”i de, “sonuç” ismi verilen şeyi de yaratan; terkip ve inşa eden sadece Allah’tır. (C.C.)

Olayları Sebep – Sonuç Şablon ve Paradigmasıyla (Determinizm / Nedensellik / İlliyet) tasvir etmek; şuna “sebep”, buna “sonuç” etiketi takmak; realitede olmayan, zihinsel bir işlem ve isim vermedir. Bu zihinsel akıl yürütme sonucunda ortaya çıkan, “ağaç – elma – elmadaki çekirdek – ağaç – elma” gibi ifadeler, “tavuk – yumurta” kısır döngüsüne yolaçıp, böylece “sebep” ile “sonuç” devamlı yerdeğiştirir.

Ağaç” ile “elma” arasındaki zaman–mekânsal içiçelik ve yakınlık, ardardalık ve istikrar; ağacın elma yapabileceği ve yaptığı; “ağaç, toprak, yağmur, bulut, hava” her neyse, her biri veya toplamının, kâinattan elma sentezleyebilecekleri inancına yolaçmış!

Halbuki elmanın yaratılma veya inşa ve terkibine sebep ve fail olabilmek, böylece elmayı bize ni’met ve rızık olarak verebilmek için; elmayla bağlantılı tüm kâinata hükmedebilecek bir kudret ve ilim gerekiyor. Çünkü “Güneş, dünya, dünyanın dönme ve eğimi, bunların bağlı oldukları diğer seyyare; gece – gündüz ve mevsimler”; elhasıl Rabbimiz’in kâinatın başlangıcından beri devam eden sayısız fiil / faâliyetleri nesnelere yaptırması, onları alet edevat olarak kullanmasıyla, bunun sonucunda, bugün “elma” yiyebiliyoruz. Yani “birşey, herşeysiz; herşey de, birşeysiz olmuyor.” Yani elmanın sebebi, tüm kâinat; yani Rabbimiz elmayı, “kâinat tezgâhında” dokuyor. Bu işin yapılmasını faraza, Rabbimiz sebeplere bıraksa, onlar kendi başlarına ayakta bile duramazlar, nerede kaldı ki birşeylere “sebep” ve “alet” ve “aracı” olabilsinler!

O hâlde elmanın terkip ve icad ve inşasına sebep ve fail kim ise; kâinatı yaratan ve yöneten ve sebep olan da O olabilir. Çünkü kitabı yazan, içindeki cümleleri yazandan farklı olamaz; cümleleri yazan da, o cümlelerin oluştuğu kelime ve harfleri yazandan başkası olamaz!

Demek zerre veya atomkalem uçları” veya kalemin kâinat sayfalarına temasta “yazdığı nokta” ve izdüşümleriyle; herşey Rabbimiz’in Kudret Eliyle var oluyor ve varlığını devam ettiriyor. Demek herşeyin varlık ve devam sebebi O…

O hâlde “arı” veya “ağaç”, bal ve meyvenin ancak çıkış sebebi, nüzûl / inzâl yeri, gönderiliş musluğu olabilir. O hâlde “bal” hakkında şuur – ilim – iradesi olmayan arı için “arı, bal yapar; bala sebeptir” yanlış ifadesi yerine (çünkü “yapar” kelimesi, şuurlu ve yaptıkları hakkında ilim ve bu konu hakkında yapma iradesi gösteren biz insanlar için kullanılabilir, arı için değil); “arıya bal yaptırılır, arı eliyle bal gönderilir; arı, zarf ve hizmetçisiyle bal ulaştırılır” gibi ifade ve kelime seçimleri gramatik ve mantıksal açıdan doğru olandır.

İslâmî, yani İlmî açıdan da doğru olan budur; çünkü Allah’ın “Ulûhiyyetinde” (ilâhlıkta) ortağı olmadığı gibi, “Rububiyyetinde” (terbiye, icraat ve fiillerinde de) ortak ve yardımcıları yoktur. Bu açıdan, birşeyleri, kendi cinsinden olan başka şeylere “sebep” olarak görmek ve göstermek “gizli şirk” olup, “tevhid”e aykırıdır.

Yani Allah’tan bağımsız ve ayrı ve O’na muhtaç olmadan “sebep”in, o şeyi yapabilecek özellik ve kuvvette olduğuna ve yaptığına inanmak! Ekmek kestiğimiz bıçağın, Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, zaten o ekmeği kesebilecek (katılık ve keskinlik gibi) özelliklerde olduğuna inanmak gibi. “Ateş”in, O olsun olmasın, yakabilecek kuvvet ve özellikte olduğuna inanmak gibi… Elhasıl “sebep” ve “sonuç” ismi verdiğimiz herşey; etken değil, edilgen / etkilenen; fail ve masdar değil, münfail ve mahâldir.

“Madde” ve “sebepler” hakkındaki bütün bu inanç ve kanaâtler; genel ifadesiyle “La İlâhe illâllah”a aykırı olduğu gibi; özelde ve hususî olarak “La Havle velâ Kuvvete illâ Billâh”a da aykırıdır. Elhasıl “hayır – şer” kâinatta tüm fiilleri yaratan Allah’tır.

Medreset-üz Zehra Eğitim Modelindeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşleniş Biçimini” haftaya bitireceğiz inşâllah.

Haftaya; “Etken Sebep’ler içerisinde, cihaz ve aletçe en zengini; üstelik hayat ve şuur, akıl ve ilim sahibi olan insanın; kendi yapıp etme / fiillerinde etken midir, edilgen midir?, Cüz’î irade / kesb / ihtiyarıyla niyet ettikten sonra, gerçekleştirdiği fiillerini kendi mi yapıyor / yaratıyor; yoksa (kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve ibda – inşa – ihtirâ / icadlar da olduğu gibi) insanın fiill ve eserlerini de Allah mı yaratıyor?, Bu gibi konularda, imanımızı; inanç seviyesinden, bilgi seviyesine; taklid’den tahkik’e nasıl çıkartıp; yakîn sahibi olabiliriz?” gibi sorulara cevap arayacağız inşâallah. Vesselâm.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 16.Kasım.2016

Bediüzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nuriye” ve “Medreset-üz Zehra” (1)

Ateist–Materyalist Eğitim Suçu engellemiyor; “Nitelikli” hâle getirip, Çeşit ve Sayısını Arttırıyor!

Beşerî münasebetlerde artan çözülme ve bozulma; dolandırıcılık ve diğer suç oranlarının konuşulduğu her yerde, konuşma ve tartışmaların geldiği son nokta genellikle “eğitim ve öğretim” olur. Herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözülebileceği ifade edilir. Klişe ifadeyle “işin başı eğitim.”(!)

Halbuki, işlenen suç oranlarında “eğitimli” ile “eğitimsiz” arasında kayda değer bir fark olmayıp; üstelik eğitimlilerin işlediği suçlar, genelde “nitelikli suçlar” kapsamına girmektedir! Yani eğitimliler suç oranlarını azaltmaktan ziyade, suçların “kalite” ve “çeşidini” arttırmakta!

Üstelik bunlar “okumuş” olduklarından, suçlarını yasal kılıflara bürüyüp, “fatura – muhasebeleştirme hileleri” gibi yöntemlerle gizlemekte de mahirler! Yani bu tür suçların “tespit” ve “ispatı” da zor!

Bir de herhangi bir kurumda uzman veya yönetici olarak, yüksek miktarda hisse ve sermaye veya insan yönettikleri için veya stratejik / kilit bilgilere sahip olduklarından; özellikle “vergi kaçırma, hırsızlık ve dolandırıcılık” gibi suçlarda; çaldıkları miktar ve firma veya ülke / vatandaşa verdikleri zarar; eğitimsizlerin işledikleri “âdi suçlara” göre, kıyas kabul etmez derecede daha fazla!

Bir vesileyle başka bir yazımızda da geçtiği gibi; okuma – yazma öğrenecek kadar bile günümüz eğitim çarkından geçmemiş köydeki Çoban Mehmet’e, yönetmesi için en fazla bir koyun sürüsü emanet edilir. Kimseye farkettirmeden sürünün bir kısmını pazarda satmayı kafasına koyan Çoban Mehmet’in sınırları bellidir. Öyle “koyunları kaç tür, hangi yöntemlerle gaspedebilirim, suçumu nasıl gizlerim, hangi yalanlar inandırıcı olur, pazarda tanınmamak için ne yapabilirim” gibilerinden şeylere de kafası çalışmaz! Zaten elindeki imkân ve gücü; en fazla, kendisine emanet edilen sürünün tamamını çalma ve gasbedip, satması olabilir. Ve daha ilk suçunda da, akşama kalmadan yakayı ele verir. Sonuçta kendisine emanet edilen koyun sayısı belli, geri gelen belli ve bunu saklaması da mümkün değil. Ne olur?: Böylelikle bir daha kimse hayvanını Çoban Mehmet’e teslim etmez. Daha ilk hırsızlığında yakalanıp, ismi çevre köylere kadar yayılan Mehmet’in, aynı suçu bir daha işlemesi de mümkün değildir.

Elhasıl eğitimliler, işledikleri suçların “kalite ve nitelik”, “çeşit” ve “sayı” ve “tekrarı”; ayrıca “zarar verme genişlik” ve “miktarı” ve bu tür suç(lu)ların “tespit ve ispat zorluğuna” kıyasla; ‘eğitilmemiş / cahillere’ göre açık ara önde!

Resmin bütününde görünen manzara bu. Demek ki “eğitim, okumak”; suçu engellemiyor, bilâkis suçların nitelik ve kalite, sayı ve çeşidini arttırıyor! Demek ki “eğitim”i çözüm olarak sunmadan önce, “eğitim – öğretim”i başlıbaşına bir problem olarak görüp, önce bu problemi çözmeli. Eğitimdeki sorunları çözmeden, eğitim başka derde çözüm olmaz.

Yukarıda demiştik ya; herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözülebileceği konusunda herkes hemfikir. Aynen bunun gibi; “eğitim – öğretimin kalitesinin arttırılması ve yaygınlaştırılması” konusunda da herkes görüşbirliği içerisinde.

Fakat iş, “eğitim” kavramının içine doldurmaya gelince; yani “nasıl ve neyin eğitimi verilecek?” sorusuna gelince; biraz önce görülen konsensüs ve fikir birliğinin, sadece bir ilüzyon ve görünüşten ibaret olduğu anlaşılıyor. Elhasıl konuşmalarımızda aynı kelimeleri kullanmamız, aynı kavramlarda anlaşmamız; “o konuda aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri anlıyoruz” anlamına gelmiyor!

Yani artık “herşeyin çözümü eğitimde, eğitimde kalite, müfredatta değişiklik, sistemde revizyon” sözlerini tekrarlamanın bir anlamı yok, çünkü herkes bunların içini farklı dolduruyor! Artık somut adımlar atmak ve artık işin bir adım daha ilerisine geçip; “neyin eğitimi ve nasıl bir eğitim?” sorusunun cevabına bakmalıyız. Bu konuda projeler üretmeli, müfredat ve ders kitapları hazırlamalı ama önce bu konuda öğretmen, yazar ve öğretim üye / görevlilerine yol gösterip, rehberlik edecek başvuru kaynakları hazırlamalıyız.

Çağımızın Eğitim Anlayışı ve Bedî’üzzaman’ın Eğitim Anlayışı

Günümüz dünyasında hâkim olan genel eğitim modeli; bağlı bulunulan devletin yasalarına iman etmiş, “mü’min ve muttakî”; yani “iyi ve uysal vatandaş” yetiştirme üzerine kurgulanmış ve tasarlanmıştır. Bu tür eğitim modelinin hâkim olduğu devletler; vatandaşlarının günah işleyip işlemediği, faiz alıp almadığı, piyango – kumar oynayıp oynamadığı veya ibadetleriyle, cami veya kiliseye gidip gitmedikleriyle ilgilenmez. İlgilendikleri: Vergilerini ödeyip ödemedikleri, kanunla tanımlanmış suçları işleyip işlemedikleri gibi fiillerdir.

Bedi’üzzaman’ın eğitim – öğretim modelinin vizyon ve görüş alanı ise bu 60 – 70 senelik dünya hayatıyla sınırlı değil. O’nun teklif ettiği eğitim metodu; kişinin kendine ve içinde bulunduğu topluma, sığ ve geçici bir getirisi olan “iyi vatandaş, uysal yurttaş” olmanın ötesine geçip; hatta fıtratımızda olup, doğuştan getirdiğimiz, default / fabrika ayarları diyebileceğimiz “iyi insan” olmanın da ötesine geçip; (Risale-i Nur’da “insaniyet-i kübra” olarak isimlendirilen)kâmil insan” olmayı hedefler. “Kâmil İnsan” olmanın tanım / ta’rif, yöntemini de İslâm’dan alır; yani “iyi mü’min, müslüman” olmayı hedefler.

Bedi’üzzaman’ın teklif ettiği eğitim modeline göre; insan davranışlarını değiştirme ve suça bulaşmayıp, ek olarak ahlâkî ve faziletli davranışlarda bulunmasını teşvik ve sevk ve zorlamak için, sadece “dünyevî suç – dünyevî ceza” mekanizması, motivasyon dinamiği olarak yeterli olmaz. Buna “günah – uhrevî ceza”nın da eklenmesini, üstüne ayrıca “ibadet – (ecir) sevap”ta diyebileceğimiz “faziletli davranış – ödül” motivasyonunun da eklenmesini teklif eder. Bir sonraki aşamada da, “ihlâs / ihlâslı davranış” diyebileceğimiz “dünyevî ve uhrevî karşılık beklememe”; yani yaptığımız veya yapmadıklarımızın sırf “Allah emrettiği” için olmasını hedefler.

O’na göre; bir “müslüman”, devlet veya kanun emrettiği için değil; öncelikle ve asıl Allah emrettiği için, suç işlemez. Polis veya hapisten korktuğu için değil; Rabbinden ve ahiretteki kötü akıbetten korktuğu için suç işlemez. Bağlı bulunulan veya içinde bulunduğu ülke / devlet / kanunun meşru ve mübah emir ve kurallarına uyup, anarşi ve fitne çıkarmamak; hain, asi, bâğî olmamakta Rabbinin ayrı bir emridir zaten. Yani kanunun çoğu emir – yasaklarına uymamak “suç” olduğu gibi, aynı zamanda “günahtır” da!

Bedi’üzzaman Hazretlerinin eğitim modelinde, yukarıda “ibadet – (ecir) sevap / faziletli davranış – ödül” ismini verdiğimiz, “teşvik / sevk” motivasyonunu açmak gerekiyor. Şöyle ki: Günümüz devletleri suçu cezalandırıyor; fakat suç işlemeyip, üstüne faziletli davranış gösterenlere herhangi bir ödül ve teşvik ve özendirme politikası yok. Varsa bile bu basit bir plâket veya bir binaya kişinin ismini vermekten öteye geçmiyor. Halbuki bu, insan davranışlarını değiştirme veya geliştirmede, yeterli ve geçerli bir motivasyon ve etki sağlamaz.

Yani bir insan, plâket almak için veya bir yerlerde isminin yaşaması ve gelecekte iyi anılmak için; “şu kurum veya yoksullara para bağışlıyayım, bina yapayım” demez. Yani bu tür yardımların çoğu “vicdanî ve insanî” veya “fıtrî ve İslâmî” sebeplerle gerçekleşiyor. Bina yapıp, yardım için fon kuranların da çoğu, bunu “gider gösterip, vergiden düştükleri” için; yapılan bu yardım da vergilerimizle yapılmış gibi oluyor!

Bedi’üzzaman’ın eğitim sistemi ile günümüz eğitim sistemindeki diğer fark: Günümüzde geçerli olan eğitim anlayışı “formel, şekilsel ve resmî öğretim”e dayanır. Ve bu öğretimin de “eğitim” kısmı eksik olup; okulda verilen şeyler genelde “IQ / entelektüel zekâ”ya hitap eder. Ve bunda kullanılan metod bile eksik / yanlışlarla malûl olup; bu okullarda öğrenciye verilen “bilgi”, onu kullanmak ve pratiğe döküp, realize etmekten ziyade; “hafızayabilgi depolama, böylelikle sınavda çıkacak soruları çözme amacı taşır…

Vatandaşın çocukları, sabah daha hava aydınlanmadan, uyandırılır; sıcak döşeği, anne kucağından alınıp “kreş, okul, üniversite” ismi verilen binalara alınır. Öğrenilmesi ve ezberlenmesi zorunlu tutulan müfredat burada beyinlere dikte edilip, sokulur. Öğrenciden, bunların doğru – yanlışlığını sorgulamadan, “mutlak doğru” olarak kabul etmesi istenir. Okul çıkışında ise eğitim bitmiş olup; öğrenciye en fazla, evde yapması gereken ödevler verilir. Bu okulların “üniversite” düzeyinde olanların çoğunda “anadilde” eğitim yasaktır! Eğitim dilinin Türkçe olmasının yasaklandığı bu okullarda, derslerin tamamı veya çoğu İngilizce olup; başka bir dile de müsaâde edilmez!…

Medrese-i Nurîye ve Medreset-üz Zehra

Bedî’üzzaman kitaplarında teklif ettiği eğitim modelinde “Medreset-üz Zehra” ismini verdiği formel ve şekilsel, resmî ve diplomalı eğitimle birlikte; “Medrese-i Nurîye” ismini verdiği, informel ve gayri resmî, herhangi bir kabul ve devam şartı olmayan, yaygın (tüm fert – zemin – zamana yayılmış) eğitimi de önerir.

Medrese-i Nurîye; en küçük toplum birimi “aile”de yapılacak olan; aile bireylerinin isteğine bağlı olup, kendilerinin gerçekleştireceği; burada Risale-i Nur’ların okunup, hasbihâl edildiği, “sohbet” tarzında sürekli bir eğitim biçimidir. Ayrıca, komşularla gerçekleştirilebilecek umumî “ev sohbetleri” yapılabilir. Ayrıca, evini gayri resmî olarak “Medrese-i Nurîye” olarak tahsis veya temlik ve vakfetmiş kişilerin hânelerinde yapılan, herkesin katılımına açık “ev sohbetleri” de vardır. Fakat asıl olan; her “ev / ailenin” küçük bir “Medrese-i Nurîye” olmasıdır.

Bütün bu biraraya gelme ve sohbetlerde, “resmî – gayri resmî” herhangi bir örgütlenmeye gidip, organizasyonlar yapma veya ses getirecek ortak eylem / imza ve davranışlarda bulunma gibi hedefler güdülmez ve aranmaz. Bu ev sohbetlerinde amaçlanan; dünyevî kir veya toz, sıkıntı veya meşgalelerden teneffüs edip, üzerimizdeki toz – paslardan kurtulmak; asıl / ana, değişmez ve güncelliğini kaybetmez “İmanî ve İslâmî” konularda maddî – manevî şarj olmak; “geldiğimiz ve gideceğimiz yeri unutmama konusunda” aile, insan ve toplum olarak birbirimize yardımcı olmaktır. Aile bireyleri ve Müslümanlar arasında eskiyen veya yıpranıp, kaybolan kardeşlik ve uhuvveti, “sıla-i rahim” ve irtibatı yeniden te’sis ve tahkim ve takviye ederek; “mü’minler kardeştir…” (Hucurât Suresi, 10. Âyeti Kerime) sırrınca, hiçbir tarikat – cemaât – fırka ayrımına gitmeden “Ümmet-i Muhammed” olabilmektir. İşte bu gibi sebeplerden; Bedi’üzzaman, asıl ve temel olarak, her evin küçük bir “Medrese-i Nurîye”ye çevrilmesini tavsiye eder:

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir…” (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı / Emirdağ Lâhikası / 77. Mektup)

Onun için, daire-i meşruâdaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaât getiriniz. Sizin hânenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir…” (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı / Lem’âlar / 24. Lem’â / 3. Nükte)

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretlerinin önerdiği diğer eğitim modelinden; plânlı, formel ve şekilsel tabana oturmuş; resmî olup, bitirenlerin diplomalarını alacakları; lise ve üniversite olarak kurulacak “Medreset-üz Zehra”da, eğitim ve öğretim anadilde yapılır.

Türkiye için konuşuyoruz; eğitimin, kişinin anadili Türkçeyse türkçe, Kürtçeyse kürtçe yapıldığı; fakat her halûkârda, vatandaşı olup, içinde yaşanılan ülkenin yaygın ve resmî dili olan Türkçe’nin de öğrenilip, bilindiği. Ve başta kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve diğer İslâmî Kaynaklar ve yakın ve komşu olduğumuz müslüman kardeşlerimizle alış – veriş ve irtibat, dostluk ve ünsiyet kurabilmemiz için Arapça’nın da öğrenilmesinin zorunlu olduğu; öğrencinin burada seçtiği / seçeceği uzmanlık alanına göre “İngilizce, Almanca, Fransızca, Çince, İbranîce” gibi diğer dil(ler)i de öğrenmesinin isteğe bağlı veya zorunlu olabileceği bir lise ve üniversite modeli.

Üstad Bedi’üzzaman Hazretlerinin “Medreset-üz Zehra Modeli” ve “Eğitim Felsefesinin”, çağımız eğitim anlayışından ayırtedici üstünlük ve avantajlarını anlatmaya yer ve zamanımız kalmadı. Onu da haftaya anlatalım inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU

28.Ekim.2016

ayhank27@gmail.com

FETO’nun Kitap ve Sohbetlerinden İslâm’ı Tahrif ve Bozma Örnekleri

 

FETO’ya göre; Müslüman olmak şart olmayıp, Hıristiyan ve Yahudiler de kurtulacak!

Önceki yazılarımızda; FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerin; ayrıca kendindeki kibir ve seçilmiş, üstün kişi olduğu inancını gösteren cümlelerin; ayrıca konjonktür ve menfaatine göre “dün dediği, bugün dediğinin zıttı olan” ifadelerin ve son olarakta söyledikleriyle – yaptıkları arasındaki tutarsızlık ve çelişkilerin tespit ve tahliline çalışacağız demiş ve şu ikazı yapmıştık: En kötü ve aldatıcı, gizli ve sinsi yalan; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalandır! Bir yem işlevi gören o doğrularla insanları avlarlar; “bunlar doğruysa, şu dedikleri de yüksek olasılıkla doğru olabilir ve doğrudur” ihtimâl ve zannına yol açarak; o doğrularla, böylece diğer yalan – yanlışları da peyderpey yuttururlar!

Bedî’üzzaman Said Nursi Hazretlerinin (R.Â.) dediği gibi; bütün bâtıl cemaât ve mezhep, eğri felsefî ve siyasî doktrinlerin herbirisinde; o ekolün hayatta kalıp, taraftar bulmasını sağlayan bir “dâne-i hakikât” bulunur. Tüm sapkın gruplar, başlangıç ve çıkış noktaları olarak o “dâne-i hakikât”in üzerine bina ederler diğer yalan ve yanlış fikir ve davranış ve politikalarını. Yani söylenilen şeyin doğru olması yetmez; bir de o doğru’nun neden / niçin söylendiği, yani batıla alet edilip edilmediği de sorgulanmalı!

Bir de FETO’yu halâ “İsa, Mehdi, Hızır” görenlere sözüm: Faraza FETO “Mehdi”, hatta peygamber bile olsa; Allah’ın Kitabında haram dediğini helâl; helâl dediğini haram yapamaz; haram ve günah birşeyi emir ve tavsiye edemez; dinin herhangi bir hükmünü geçersiz kılamaz! Peygamber’in bile haramı helâl, helâli haram yetkisi olmadığını bilen FETÖ’cüler, halâ FETO’nun gayrimeşru emir ve işlerinde bir hikmet ve sevap arıyorlarsa; bunlara “saf ve cahil” demek, saflık ve cehalete hakaret olur! Evet, haram ve günaha girerek, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanacağını sanmanın, saflık ve cehaletle izah edilebilir bir tarafı yok!

FETÖ’cülerin yaptıklarına gerekçe ve mazeret olarak; AKParti iktidarını kastederek, “28 Şubat’ta bile böyle zulüm görmedik” bahanelerinde ise şöyle bir hakikât payı var: O dönem FETO’nun Çevik BİR, daha sonraları Emin ÇÖLAŞAN’a yazdığı övgü ve aşırı iltifat dolu mektup ve mesajlar, daha doğrusu önlerinde eğilme ve ayak öpmeler!… 28 Şubat’ın başaktörü Genelkurmay Başkanı KARADAYI’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istemesi; KARADAYI’nın reddetmesi üzerine, onun üzerinde “başkomutan” gördükleri S. DEMİREL’e vermeler!… Yani 28 Şubat’a bırakınız direnme ve tavır koyma veya hiç değilse sessiz kalarak, “sessiz protesto” gösterme; bilâkis destekleyici ve alkışlayıcı tavırları ve o günler Refah Partisi aleyhine / 28 Şubatçılar lehine kendi medyalarında çıkan haberlere bakılırsa; hele bir de 28 Şubat Kararlarıyla İmam – Hatip ve Kur’ân Kurs / Yurtlarının önü kapatılınca, kendi okul ve yurtlarına talebin de arttığı gözönüne alınırsa; 28 Şubat’tan bırakın zarar görmek, (ferdî istisnalar hariç olmak üzere, Cemaatin bütünsel ve toplamda) maddî – manevî kâr ve fayda elde ettiği anlaşılır!

Yazımıza FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerinden, aşağıda maddeler hâlinde örnekler vererek devam ediyoruz:

1)Kur’ân-ı Kerîm, Kitap ehline çağrıda bulunurken; ‘Ey Kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeyi gelin.’ Nedir o kelime?: ‘ALLAH’tan başkasına ibadet yapmayalım.’ Allah’a kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin, sizinle bu mevzu üzerinde birleşip bütünleşelim. Kur’ân devamla; “Allah’ı bırakıp da, bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor. Dikkat edin, bu mesajda ‘Muhammedün Rasûlüllah’ yok” diyor. (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 241)

2)Kur’ân-ı Kerîm’in gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir. Bugünkü İnciller’e ve Tevrat’a inanan Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir. Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir; dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.” (Hoşgörü ve Diyalog İklimi, Sayfa 155 – 156)

3)Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan âyetler, ya Hazret-i Muhammed (S.Â.V.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır. Zamanımızda bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar bu azarlamanın dışındadırlar.” (Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı Küresel Barışa Doğru / Kozadan Kelebeğe-3, Sayfa 260)

4)Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberlerleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa Doğru, Sayfa 45)

5)Hâsılı, herkes kelime-i şehadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani ‘Muhammedün Resulallah’ı söylemeyen insanlara bile, rahmet, merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: ‘Acaba ben de istifade edebilir miyim?’ diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma, o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun. Öyleyse herkes haddini bilmeli.” (Fasıldan Fasıla, Cilt:3, Sayfa 144 – Basım: İzmir / 1997)

Zaman Gazetesi Yazarlarından Ahmet ŞAHİN ise köşesinde yazdığı yazıda FETO’nun demek istediğini şu cümleleriyle özetlemiş: “Ehli Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz. Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp, bir kemâl mertebesidir.” (Ahmet ŞAHİN, Zaman Gazetesi – 17.04.2000)

Ehli Kitap (mes’elâ Hıristiyanların “tevhid” yerine “teslis”e inandığı veya Yahudiler’in “peygamberle güreşen tanrı” gibi “anthropomorphic / andropomorfik / insan biçiminde” tanrı/lara inanması gibi) ile amentüde ittifak hâlinde olmadığımız, bilakis ihtilâflı olduğumuz bir yana; eğer ŞAHİN’in dediği gibi amentü’deki “mühim olan kelime-i tevhid (Allah) inancı” diğer 5 tanesi önemsiz ve teferruât ise; o hâlde Peygamberimiz Döneminde Resulullah Efendimizle savaşanlar, O’nu öldürmeye çalışanlar da “tek tanrının varlığına” inanıyorlardı!

Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçen (meâlen) ifadesiyle:Onlara (kâfir ve müşriklere): ‘Gökleri ve yeri yaratıp, güneş ve ayı emri altında tutan kimdir?’ diye sorsan, elbette şüphesiz ‘Allah’ diyecekler…” (Ankebut Suresi, 61. Âyet / Zuhruf Suresi, 43. Âyet / Lokman Suresi, 25. Âyet / Zümer Suresi, 38. Âyet). Âyetlerde de geçtiği gibi, Peygamberimiz döneminde yaşayan kâfir ve müşriklerin de çoğu Allah’ın var ve tek olduğuna inanıyordu. Tek Allah’a inandıkları için zaten, putları Allah’ın yeryüzündeki icraatlarına vasıta ve O’na vesile ve şefaâtçi olduğuna inanıyorlardı! Dahası amentüdeki iman şartlarında geçen “melekler”e de inanıyor; Kur’ân’da anlatılan “cin” gibi varlıkları da kabul ediyorlardı!

Yani %1’lik ateisleri ayrı tutarsak insanların %99’u zaten “kâinatı yaratan ve idare eden üstün bir güç” olduğu konusunda hemfikir; sadece, O’nun isminin “Allah mı, Nirvana mı, God mu, Yehova mı” olduğu veya insanlarla hiç irtibat kurup-kurmadığı ve varlık – isim ve sıfatlarını bildirip-bildirmediği ve bildirmişse bunların ne olduğu; elhasıl O’nun isim ve sıfat ve özellikleri ve insan – kâinatla münasebeti konusunda bir ihtilâf var. (Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “Kâfirler de Allah’a inanıyor, fakat isim – sıfatlarında hata ediyorlar. Onların bazılarını kabul – red veya tahrif ediyorlar.” (Risale-i Nur Külliyatı / Şuâlar / 5. Şuâ / 2. Makam / 4. Mes’ele)

Elhasıl Allah’ın varlık – isim ve sıfatlarına inanıp, iman etmek; ama hakiki ve gerçek ve realitede olan Allah’a; yani İslâm’ın bildirip – tanıttığı Allah’a inanıp, tanımak; yani dinimizin Rabbine iman ve itaat makbûl ve kurtuluş vesilesidir.

Bedî’üzzaman’ın (R.Â.) birebir (aynen) ifadesiyle:Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i kudsîyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa “Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur… Evet inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır… Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir…” (Risale-i Nur Külliyatı / Emirdağ Lâhikası, Cilt:1, 151. Mektup)

Elhasıl aslı bozulmuş din ve insan zekâ ve hayâlinin sınırladığı ve tanımladığı “tanrı, melek, ahiret, kitap”a inanıp – iman etmek başka; bir de son gönderilen ve tahrif edilmemiş Kur’ân-ı Kerîm, son Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.V.) Efendimiz’in isim ve sıfat ve icraatlarıyla ta’rif edip, tanıttığı Allah’a, Peygamberlerine, Kitaplarına, Meleklerine, Ahirete iman etmek bütün bütün başka! (Gene Bedî’üzzaman’ın Risaleler’de ‘anlam itibariyle / mânaca’ geçen ifadesiyle; “İnkâr ve ret etmemek başkadır, kabul ve iman etmek başkadır, ret ve inkâr etmek başkadır.” (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1 ve 4. Mebhas)

Elhasıl “doğru Allah”a, “doğru iman” etmek; geçerli ve makbûl iman oluyor; bunu da Hz. Muhammed Efendimiz’den (S.Â.V.) öğrenebiliyoruz sadece! Hem bir insanı “müslüman”, yani “mü’min ve müslim” yapıp, İslâmiyet’e dahil eden ve diğer bâtıl din ve inançlardan ayıran en büyük ve temel fark ve ayrışma noktası zaten “Muhammedun Resulullah”a iman ve itaat etmesidir! Kelime-i Şehadet’in bu kısmını (haşa!) “teferruâtmış” gibi önemsiz görür ve gösterirsek; ortada ne Peygamberimiz’e vahyolunmuş, uyulacak bir Kur’ân-ı Kerîm kalır, ne de doğru bir Allah tasavvur ve inancı!

Elhasıl Hıristiyanlığı da, İslâmiyet gibi hak din olarak göstermek; “onlar da Allah’a inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil(!)” inancını yaymak; Müslümanların imanını sarsmak ve dinden çıkartmanın sinsi ve gizli bir yöntemidir! Çünkü dinimizde bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl ve nesholmuş, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz!

Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler bozulmayıp, doğru olsaydı ve bu aslı bozulmuş, eğer bozulmayan birkaç hüküm ve doğruları varsa bile son gelen İslâm’la bu ahkâmları da nesholmuş bu dinlerin sadece “bir tanrı’nın varlığına inanma”ları yeterli olsaydı; O’nun Peygamberimiz vasıtasıyla bildirdiği isim ve sıfatları ve son hak din İslâmiyet’le gönderdiği yeni emir – yasaklar teferruât kabilinden, önemsiz olsaydı; Muhammed Âleyhisselam’ın gönderilmesi de gereksiz, en azından teferruât olmaz mıydı!? Peygamberimiz’in, bütün ömrü boyunca, insanları İslâm’a davet etmesi; verdiği bunca mücadeleler haşa lüzumsuz muydu!? Öyle ya, “madem Hıristiyan ve Yahudiler de ‘tek tanrı’ya inanıyor, madem Peygamberimiz’i kabul etmeleri şart değil; yani madem o batıl dinlerde olanlar da Cennet’e gidecek(!)” ne lüzum var bunca insanın ölmesi, mücadele ve sıkıntıya!

Bedî’üzzaman Hazretleri Kelime-i Tevhid’in 2 rüknünün, yani Allah’a ve Peygamber Efendimiz’e (S.Â.V.) iman etmenin birbirinden ayrılamayacağını; zaten mantık olarak, Peygamber Efendimiz’e inanmayanların gerçek manada Allah’a iman etmiş olamayacağını; hatta imanın 6 esasının bir bütün olup, birine  inanmayanın, diğerlerine de inkâr ettiğini söyleyerek; amentüdeki 6 şarttan birine bile inanmayanın müslüman olamayacağını; müslümansa da “mürted” olup, küfre girdiğini söylemektedir. Risale-i Nur Külliyatı’ndan konuyla ilgili kısımları aşağıya aynen alıyoruz:

Saniyen: Mektubunuzda “Mücerred لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kâfi midir? Yani مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i Şehadet’in iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Âleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz…

Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: Adem-i kabul başkadır, kabul-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.

Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz… (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 4. Mebhas / 5. Mes’ele)

——–

Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. “Adem-i kabul” bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise, o “adem-i kabul” değil, belki o “kabul-ü adem”dir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. (Risale-i Nur Külliyatı / Mektûbat / 26. Mektub / 1. Mebhas)

——–

Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir…

Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzî kabul etmez ve inkısamı imkân hâricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tûbâ ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir o hayatı inkâr edemeyen, birtek muttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir…

Ve tam anlaşıldı ki, bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü, başka dinlerin icmallerine mukàbil İslâmiyette tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Âleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allah’ı da sıfâtıyla daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor, âdeta akıl kabulde mecbur oluyor. (Risale-i Nur Külliyatı / 11. Şuâ / 9. Mes’ele)

6) FETÖ’nün dinimizi tahrif çalışmalarından diğer bir örnekte; Zaman Gazetesi’nin seneler önce okuyucularına dağıttığı Kur’ân meâl / tefsiri üzerinden; hem de bunu (Allahû Teâlâ rahmet eylesin) merhum Elmalılı Hamdi Yazır’a isnad ve iftira ederek yapması! Bunu da Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” isimli tefsirini, “sadeleştirme” adı altında, eserin orjinalini tahrif ederek yapması! Evet 70 küsur sene önce yazılmış esere, “sadeleştirme” diye yapılan tahrifatttan başkası değildi!

Örneğin: Eserin orjinalinde “Senden evvel de resul olarak başka değil, ancak kendilerine vahy veriyor idiğimiz erler göndermişizdir, ehl-i zikre sorun bilmiyorsanız” (Nahl Suresi, 43. Âyet) ifadesi, Diyalogçu FETÖ’nün elinde “(Ey Peygamber!) Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde tahrif edilerek; âyette geçen “ehli zikir”, ‘Tevrat ve İncil Âlimleri’ne dönüştürülmüştür!

1400 küsur senedir, tüm meâl ve tefsirlerde “bilenlere sorun” şeklinde anlaşılan ve anlatılan “ehli zikre sorun” ifadesi; üstelik âyetin siyak – sibak / kontekstine de uymayan; yani anlam ve bağlamının da reddettiği “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” diye tahrif ediliyor! (Misâlen: Diyanet’in meâlinde âyetin anlamı: “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” diye geçiyor.)

Aşağıda  Elmalı merhumun âyetin meâlini verdiği orjinal metin, diğeri de Diyalogçu FETÖ’nün elinde, peygamberler hakkında bilgi almak için bizi, doğruyu yanlışla karıştırmış Yahudi ve Hıristiyan dinadamlarının bilgi ve şahitliğine başvurmaya çağıran tahrif edilmiş hâli:

Burada bu âyetin “Diyalogçu FETÖ”nün elinde (“diyalogcu” derken; tüm müslüman cemaâtler dışında, herkesle diyalog yapan ve yapmaya çalışan!); batıl ve neshedilmiş muharref dinlerin dinadamlarının bozuk bilgilerine değer ve önem, referans ve atıf yapması bir tarafa; bunu Elmalı merhumun ağzıyla, o demiş gibi yapması ikinci bir yalan ve iftira! Fakat şaşırmıyoruz, çünkü Rabbimiz’in “ehli zikre sorun” sözünü, “Tevrat ve İncil Âlimlerine sorun” şeklinde anlamlandırıp, değiştiren bu zihniyetten herşey beklenir ve beklenmeli!…

FETO’nun “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” safsatalarında şöyle bir problem de var: Müslümanlar, hıristiyan ve yahudilerin önceki aslı bozulmamış “din, peygamber ve kitaplarını” zaten kabul ediyor ama onlar bizimkini kabul etmiyor! Yani eşit ve ortak bir zeminde diyalog ve hoşgörü olacaksa, adım atması sırası onlarda!

Hem zaten Müslümanların, Hıristiyan ve Yahudilerle ticarî, kültürel, siyasî diyalog ve işbirlikleri kurmalarına mâni hiçbirşey yok! Onlarla beşerî – sosyâl – ekonomik ortaklık ve işbirlikleri kuracaksan kur ve zaten Selçuklu’dan beri bu işbirlikleri kurulmuş ve günümüzde de kuruluyor. Yani bizim, diğer inançta olan insanlarla “beşerî, sosyâl, ticarî” diyalog ve organizasyonlar kurmamıza herhangi bir engel yok!

Farklı dinlerden İnsanların Diyaloğu” veya “Farklı dinlerden Dinadamlarının Diyaloğu” yerine “Dinlerarası Diyalog” dersen olmaz! Çünkü “dinlerarası diyalog” olmaz, “insanlararası diyalog” olur; hele bir de “diyalog kuracağım” diye İslâmiyet hiçbir sentez, ekleme – çıkarma ve tavizi; hele bunun için nasları eğip bükmeyi kabul etmez! Bâtıl olan diğer dinler de, kendi nasları üzerinde oynanmasını kabul etmez.

Şimdi sormak lazım: Bu bir “dinlerarası diyalog” mu, yoksa “hak din İslâm’ı, batıl olan diğer dinlerle yakınlaştırıp”, sonraki aşamada “dinleri birleştirme” mi!? Konu sadece diyalogsa; yukarıda da belirttik, diyalog zaten asırlardır devam etmektedir. Mes’elâ İstanbul’da aynı mahallede, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi komşuydular. Birbirlerinin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Bugün de komşuluk ve sosyâl münasebetler kurmalarına bir mâni yok. Fakat hiçbir zaman bir Müslüman, nikâh için kiliseye, havraya gitmezdi! Onlar da câmiye gelmezdi. Herkes kendi ibadetini kendi mabedinde yapardı. Doğru ve olması gereken de zaten bu değil mi!? Bunun tersini düşünmek; inançların sınırlarına saygısızlık, daha da önemlisi İslâm’ı hafife almak ve sulandırmak olmaz mı!?

İllâ diyalog yapacağım diye; “ben de, sen de doğru olabiliriz”, bu mümkün mü!? Bu, kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir! Çünkü iman; “benim dinim doğru, diğer dinler yanlış” demektir. Dinimize göre; bir Müslüman “benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir” derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur! Çünkü inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik “hak din” değildir; bunlar İslâmiyet’in gelmesiyle, nesh edilip – yürürlükten kaldırılmıştır.

İslâmiyete göre; bir insan, son peygamber Muhammed Âleyhisselam’a inanmadıkça, O’na tâbi olmadıkça; İslâmiyet’i son ve hak din, diğerlerini bâtıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz. Başka dinlerden müslümanlığa geçenlerin dil ile ikrar ve kâlp ile tasdik etmesi gerektiği “kelime-i şehadet”in ihtiva ettiği anlam da zaten budur.

Efendim, diyalog ve hoşgörü devam edecekse, Hıristiyanlarla konuşurken ‘Sizin kitabınız bozulmuş, sonradan değiştirilmiş; hak din İslâm’ demeyeceksiniz.”(!) Yani diyalog ve hoşgörü uğruna kendi Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu söylemememiz gerekiyormuş! İllâ diyaloğa gireceğim diye “Dinimizin, Kitabımızın ve Peygamberimizin hak ve en son olduğunu” söylemeyecek–söyleyemeyecek ve belki bir sonraki aşamada “Emr-i bi’l Ma’ruf Nehy-i Ânil Münker” yapamayacak ve İslâm’ı tebliğ edemeyeceksek, olmasın bu diyalog! Hem “İbrahimî din” ifadesi de ne demek oluyor? Aslını, özünü, orjinalliğini kaybetmiş olan dinler Hz. İbrahim Âleyhisselâmın dini olamaz; yani “İbrahimî Dinler” olmaz, “İbrahimî Din” olur; o da İslâm’dır! (Bu paragraf, Gazeteci Ali EREN’in 17.Nisan.2000, Akit Gazetesindeki ifadesinin biraz değiştirilmiş hâlidir. Ayrıca yukarıdaki diğer birkaç paragrafta da bazı ifadelerine yer verilmiştir.)

FETO’nun “Dinlerarası Diyalog, Semavî Dinler, İbrahimî Dinler” safsatalarındaki sinsi tuzak ve akıl çeldiricileri farkedebilmek için: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler; ‘(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz’ diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla – küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa Suresi, Âyet 150 – 151) âyetini hatırlamakta zihin açıcı olabilir…

Dinlerarası Diyalog, İbrahimî Dinler, Semavî Dinler, Hoşgörü, Ilımlı İslâm” gibi yanlış söylemlerle; önceki dinleri nesheden ve yürürlükten kaldıran İslâm’ı, “Semavî – İbrahimî Din” paydasıyla diğer bâtıl dinlerle eşitleyen ve İslâm’ı “dinlerden bir din” olarak gösteren FETO’nun bu çarpık anlayışına göre; Hıristiyan ve Yahudiler’in de Sırat Köprüsü’nden geçip, Cennet’e gideceklerini gösteren; 13.Mayıs.2004’te Mardin’de, Dinlerarası Diyalog havarilerinin organizesiyle “Dinler ve Barış / Kültürlerarası Diyalog Platform / Sempozyumu”nda (müftü veya Diyanet İşleri Başkan Yardımcısından başka) Papaz, Patrik, Hahamın da sembolik “Sırat Köprüsü”nden geçirildiği video görüntülerini veriyoruz.

  1. Video: FETO’ya göre; Hıristiyan ve Yahudiler de Sırat Köprüsü’nden geçeçek(miş)!

https://youtu.be/h3LFv4NXFZU

  1. Video: FETO’nun kesin inandığı bir konuda Peygamberimizi bile (hem de rü’yada değil, uyanıkken, aynı suretiyle canlı olarak şimdi karşısına gelse bile!) dinlemeyecek kadar kibirli ve dikbaşlı ve sabit fikirli olduğunu gösteren sözleri var. (Hatırlarsınız; daha önceleri de, Rabbimiz’den vahiy getiren Cebrail Âleyhisselâm’ı dinlemeyeceğini ifade eden videosunu yayımlamıştık!)

FETO, Peygamberimizi bile Dinlemezmiş!

http://www.metabilgi.org/feto-peygamberimizi-bile-dinlemezmis/

Sorry, site not recognized

  1. Video: FETO’nun Cumhurbaşkanımız ERDOĞAN’a zina iftirası ve “ölümüm için 10 defa büyü yaptırdı” iftirası var!

FETO’dan ERDOĞAN’a Zina İftirası!

https://youtu.be/9etNrfQo29c

  1. Video: Konuyla ilgili olmasa da; kapatılmadan önce Samanyolu TV’nin çarpıtma / yalan haberlerinden bir örneği de ibret ve kayıt için koyduk.

Samanyolu TV’nin Çarpıtma Haberlerinden bir Örnek!

https://youtu.be/re2IBpKtv78

Bu yazıyı burada bitirecektik ama üstad Bedî’üzzaman’ı zan ve töhmetlerle perdelememek ve gelebilecek şüphe ve iftiraları bertaraf etmek için bir konuyu daha netleştirmemiz gerekiyor. O da şu: Yukarıda Bedî’üzzaman’dan yaptığımız nakillerden de anlaşılacağı gibi; O asla Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini, İslam’a girmeseler bile kurtulacaklarını söylememiştir!

Ayrıca 1951 yılında Vatikan’la kurduğu münasebette İslâmiyet’in tebliğini yapmıştır, öyle Papa’ya diyalog ve ortak işbirliği mektubu ve teklifi göndermemiştir! Tam tersine Hz. Muhammed Efendimiz’in (A.S.M.) peygamberliğini ve Kur’ân’ın mu’cizelik ve Allahu Teâlâ’dan geldiğini, Tevhid ve Haşri izah ve isbat eden “Zülfikar Mecmuâsı” ve “Asâ-yı Musa” kitabını Papa’ya göndermiştir. Yani Papa’nın enesi ve temsil ettiği makamın hassasiyetini dikkate alarak, İslâm’ı indirekt tebliğ ve teklif etmiştir.

Öyle; Vatikan’ın projesi olup, FETO’dan çok önceleri başlatılan “Dinlerarası Diyalog” projesinin Türkiye (ve/veya Ortadoğu) sorumlusu olmayı gönüllü olarak, hem de sevinç ve minnetle isteyen, bunu talep ve kabul eden FETO’nun 10.Şubat.1998 Zaman Gazetesi’nde yayınlanan, Papa II. John Paul’a yazdığı mektupta dediği gibi: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde, hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik” [Kaynak: Mesut Erişen, Mustafa Ermek – Roma / VATİKAN (Zaman) 10 Şubat 1998 Zaman Gazetesi] dememiştir!

Risaleler’de geçen; bazı ehl-i kitabın, “ehl-i necat” olabileceği ifadesi de “ehli fetret”, hususan 2. Dünya Savaşı gibi bir afette ölen mazlûm ve ma’sum gayri müslimler için olup; bu tespit veya kanaâti de, İslâm Tefekküründe yeni ortaya çıkmış bid’ât bir görüş ve içtihad veya şaz bir yorum değildir. O bu ifadesiyle, “ehli fetretin kurtulabileceğini” söyleyen İmam-ı Gazalî (R.Â.) ve İmam-ı Şafiî (R.Â) ve İmam-ı Eş’ârî’nin (R.Â.) içtihad ve kanaâtlerini ifade ve izah, tasdik ve kabul etmiştir sadece. Bedî’üzzaman’ın konuyla ilgili sözleri aynen şöyle:

Şiddet-i şefkât ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semavîye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken; Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkâte bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semavîyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve Din-i Muhammedîye (A.S.M.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (Â.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (Â.S.) mensup Hıristiyanların mazlûmları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikâtten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı dinîyeyi ve mukaddesat-ı semavîyeyi ve hukuk-u insanîyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. (Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kastamonu Lâhikası, 76. Mektub)

Bizim de “Biz Resul göndermediğimiz bir kavme azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) Âyeti Kerîmesi sırrınca kurtulabileceklerine kanaâtimiz var. Bu, yukarıda Bedî’üzzaman Hazretlerinin naklettiğimiz yazısında da belirttiği gibi, kendi kanaâtinden ibarettir. Kanaâte de; Kur’ân, Sünnet ve İcma-yı Ümmet’e aykırı olmamak şartıyla itiraz edilmez.

İmam-ı Gazalî’nin (R.Â.) Faysalü’t Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü şöyle: “İnancıma göre, İnşâallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hrıstiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: 1) Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismini hiç duymamış olanlar. 2) Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir. 3) Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu; bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘ismi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi(!)’ olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘El Mukaffa adında birisinin, Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini’ duymaları gibi. Kanaâtime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikâtı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.” (Faysalü’t Tefrika, İmam-ı Gazalî, sayfa 96)

Konuyla ilgili çeşitli İslâmî kaynaklarda yazanların özeti: “Ehl-i Fetret”; yani Peygamberimizi, İslâmiyet’i hiç duymamış, duymuşsa da hep “yalancı peygamber, deccal, bâtıl din” şeklinde hep menfî olarak işitmişler. Konu: Dünyanın, haberleşme imkânlarından mahrum ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı; bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği? Sonuçta herkes, gördüğü derslerden sorumlu olup, sınav soruları da buralardan çıkar…

Burada diğer bir ayrışma noktası: “Ehli Fetret”; Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikâtlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes’ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise; böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necattır. (Bedî’üzzaman da Şafiî mezhebindendir.) Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir…

Fetret”, inkıta manâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyla vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasında yaşayan insanlar gibi. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara “ehl-i fetret” denir. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde, toplum ve medeniyetlerden uzak, dağ ve ormanlarda yaşadıkları için kendilerine İslâm tebliği ulaşmayanlar da buna dahildir. Bunlar bu cihetle mazur olduklarından “namaz, oruç” gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahû Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre; vahiy olmadan mücerred akıl ve nazar, Allah’a iman ve O’nu tanımak için kâfi değildir. Bu sebepten “ehl-i fetret” iman etmediklerinden dolayı sorumlu olmamaları gerekir. Nitekim, “Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz” (İsrâ Sûresi, 15. Âyet) nass-ı Kur’ânîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridîyye İmamları derler ki: “Allahû Teâlâ’ya imân etmek fıtrat ve yaratılış muktezasıdır. Herkes, aklen, Rabbimiz’in varlık ve tekliğini kâinat ve kendi vicdanında görüp, hissedebilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazarına çarpan binlerce yaratılış mu’cizelerini görüp dururken; ‘bu mu’cizevî, harika şeylerin büyük bir yaratıcı ve gözeteni olmalı’ kanaât ve düşüncesinin akla gelmemesi mümkün olamaz. Akıl ve vicdan ve fıtratlarının iktizasına rağmen gene de bu kadarcık bile iman ve ma’rifet kazanamayan bu insanlar için ‘Biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz’ âyetiyle nefyolunan azaptan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu Âyet-i Kerîmenin anlattığı ‘azap etmeyiz’; salt akıl ve vicdanla bilinme ve idrâki mümkün olmayan ‘ahlâk ve ibadet-i şer’îyyenin uygulanmamasından dolayı azap etmeyiz’ demektir. Yani ‘azap etmeyiz’; aklen ve vicdanen idrak ve sezilmesi mümkün olan iman ve ma’rifetullahın terkini kapsamaz.

“Ehl-i fetret” hakkında detaylı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Ruh’ul Meânî, Al’usî, 15.Cilt, 42. Sayfa / Cevheretü’t Tevhid, İbrahim Lekkanî, 29. sayfa / Mezâhib-i Erbaa, Abdurrahman Cezerî / Şerhu’l-Emâli ve Şerh âlel-Fıkhi’l-Ekber, Aliyyü’l-Karî.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 29.Eylül.2016