Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

FETÖ/PDY olayından Kemalist ve Lâiklere Ekmek Çıkmaz

FETÖ olayından Hedef Saptıranlara:

FETÖ’den, Kemalistlere ve Ehl-i Sünnet Tasavvuf Düşmanlarına Ekmek Çıkmaz!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / ayhank27@gmail.com

Önceki yazımızda, FETO’nun kitap ve konuşmalarındaki İslâm ve Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerin; ayrıca kendindeki kibir ve seçilmiş, üstün kişi olduğu inancını gösteren cümlelerin; ayrıca konjonktür ve menfaatine göre dün dediği, bugün dediğinin zıttı olan ifadelerin ve son olarakta söyledikleriyle – yaptıkları arasındaki tutarsızlık ve çelişkilerin tespit ve tahliline çalışacağız demiş ve şu ikazı yapmıştık: En kötü ve aldatıcı, gizli ve sinsi yalan; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalandır! Bir yem işlevi gören o doğrularla insanları avlarlar; “bunlar doğruysa, şu dedikleri de yüksek olasılıkla doğru olabilir ve doğrudur” ihtimâl ve zannına yol açarak; o doğrularla, böylece diğer yalanları da peyderpey yuttururlar! Bedi’üzzaman Said Nursi’nin (R.Â.) dediği gibi; bütün bâtıl cemaât ve mezhep, eğri felsefî ve siyasî doktrinlerin herbirisinde; o ekolün hayatta kalıp, taraftar bulmasını sağlayan bir “dâne-i hakikât” bulunur. Tüm sapkın gruplar o “dâne-i hakikât”in üzerine bina ederler diğer yalan ve yanlış fikir ve davranış ve politikalarını. Yani söylenilen şeyin doğru olması yetmez, bir de o doğru’nun neden / niçin söylendiği; yani batıla alet edilip edilmediği de sorgulanmalı!

Burada konuya girmeden önce; FETÖ/PDY olayından Kemalizm ve Lâiklik’e övgü düzenler ile bu terörist örgütün sapıklıklarını, diğer müstakim cemât ve tarikâtlere de teşmile yeltenen; hatta bazen ölçüyü kaçırıp “tüm dini cemaat ve tarikâtler kötüdür”e vardıran bazı gruplardan bahsetmemiz  gerekiyor.

Bir kere FETÖ/PDY olayından Kemalist ve Lâiklere ekmek çıkmaz! Bilâkis bu tür sapık ve terörist, sinsi ve gizli örgütlenmelerin “menfî” açıdan birinci derece sorumlusu “Kemalist İdeoloji” ve “din düşmanı” tarzında “hard lâik” politika ve uygulamalarıdır!

FETÖ/PDY olayından Kemalizm ve Lâiklik’e övgü düzüp, tarikât – tekkelerin kapatılmasını haklı görenlere sözüm: Zaten bu gibi “underground / yeraltı çeteler”, kamusal alanda müslüman kimliğini yok etmeye ve devlet yönetiminden uzak tutmaya azmetmiş Kemalizm’in sonucu! Tarikat – tekkelerimizi kapattığınız, vakıf – medreselerimizin malvarlıklarını gasbettiğiniz, sisteminize uymayan bazı hoca ve âlimlerimizi astığınız, hapis ve sürgünlerde süründürdüğünüz için; cemaât – tarikât – medreseler yeraltına çekildi! Şeffaflık ve denetimden uzak, karanlık ve kayıtdışı ilişkilerin yeşermesine müsait loş bir alanda faâliyetlerine devam ettiler!

Sizin sorumlusu olduğunuz bu, müslümanı “münafık” gibi saklanma ve riyaya zorlayan bu baskıcı düzende, birçok karanlık cemaât ve örgütün çıkmasına mı şaşırıyorsunuz!? Sizin sorumlusu olduğunuz bu düzen ve baskılarını gösterip, kendilerine mazeret üreten; “zamanın icabı – zaruret – maslahat” diyerek haram – helâl arasını yaklaştırıp, bulanıklaştıran bu tip sapık cemaât ve grupların birince derece sorumlusu sizsiniz! Sizin kurduğunuz bu düzen sayesinde “zaruret / mecburiyet / tedbir / ehvenüşşer” diyerek “takiyye” ve “olmadığı gibi görünmek” pik yaptı! “Filleri ürkütmeme, yumurtaları kırmama, civcivleri muhafaza” diyerek her türlü su-i istimâl ve yalan, hile ve takiyyenin dibi bulundu!…

Sizi tebrik ediyoruz, çünkü geçmişte savaşlarda yenilip, kaybetseydik ve ülkemiz işgal edilseydi, düşmanın yapamayacağını siz yaptınız! Vallahi “gâvur” bile kendi İslâm alfabemizi bir gecede “latin alfabesi”ne çeviremezdi! Ne tarikat – tekke, medreselerimizi kapatabilir; ne halifeliği kaldırıp, mevcut halifeyi yurtdışına sürebilirdi! Ne de çıkardığı bir kanunla sarığımızı yasaklayıp, kendi şapkasını başımıza zorla geçirebilirdi! Sizin o övmekten yere göğe sığdıramadığınız adamınızın yaptığının onda birini gâvur yapsaydı, ülkede “infiâl” çıkardı!…

Milyon kilometre kare ülke toprağından % 90’ını kaybetmişiz sonra da “zafer kazandık, düşmanı yendik, ülkeden düşmanı kovduk” diye sahte zafer narâları atıyorsunuz! Neymiş efendim “ama Anadolu’yu da alacaklardı, İstanbul’u da alacaklardı kurtardık”mışmış!…

Ülkeyi o kurtardı, o olmasa zavallı millet kurtulamazdı” diye milleti aşağılayarak, yücelttiğiniz o kişi; elde ettiği malvarlığını nasıl, hangi maaşla, hem de savaş şartlarında kazanmış, hiç sormak aklınıza geldi mi acaba!? Neymiş “efendim tüm malvarlığını halka bağışlamış”mış! Kimin malını kime bağışlıyor!?

Hiç sordunuz mu: Hilâfet’in kurtuluşu amacıyla Hindistan Halkından gelen yardım paralarını nasıl gasbedip, kendi mülkiyetine almış; o paralarla kurduğu İş Bankası’nı nasıl kendi partisi ve arkadaşlarına peşkeş çekmiş!?…

Sizin sayenizde; dışarıda kâfirin veremediği zararı, içimizdeki münafıklar verdi ve halâ da veriyor! Meclis kayıtlarına da girmiş, internette videosu da olan o adamınızın: “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz…” demesi, müslüman olduğunu mu gösteriyor, kitapsız kâfir olduğunu mu!?

Gelelim FETO üzerinden, başta Said Nursi Hazretleri’nin yolunu takip eden has talebelerini zan altında bırakıp; oradan da diğer tarikat ve cemaâtleri kötüleyip; aba altından sopa gösterenlere!

Bunlardan Yeni Şafak’taki Ömer LEKESİZ isimli Yazar “FETÖcüler buharlaşmadan yapılması gereken” isimli yazısında; FETO’yu kastederek, “İlk merdiveni neden Said Nursi’dir? Onun eserlerinde kendi yolunu inşa etmek için hangi malzemeleri bulmuştur? Diğer bir soruşla Said Nursi’nin düşünceleri gerçekten istismara çok mu açıktır? Esas aldığımız bağlamda, Said Nursi’nin hakkını gözeterek, fincancı katırlarını da ürkütmeksizin bu soruların cevabını arayabilmeliyiz. Kör bağlılığı üreten nedenlerin temeline inmezsek, FETÖ takiyyecilerinden kurtulma gayretiyle sadece boşa kürek çekmiş oluruz” diyerek; FETO üzerinden Said Nursi Hazretlerini de lekelemeye ve FETO’ya duyulan nefreti Bedi’üzzaman Hazretlerine de kanalize etmeye çalışmış! Ayrıca FETÖ’cülerdeki “kör bağlılığın” nedeninin Said Nursi Hazretleri olabileceği ve olduğu zan ve algısı üretmeye çalışmış! Güya Bediüzzaman Hazretlerini töhmet altında bırakarak, buradan talebelerini savunma pozisyonu almaya zorlayacak!

LEKESİZ’in bu alelacele vardığı sonuç ve yaptığı tespitlerden, kendisinin Said Nursi Hazretlerinin eserlerini hiç okumadığını, ikinci elden okumalar ve kulaktan duyma fikirlerle bu sonuca vardığını anlıyoruz. FETO’nun müntesiplerini motive edip, kendine bağlarken kullandığı kitap ve vaâzlarından da habersiz olduğunu anlıyoruz. Yani LEKESİZ’in bu yazısı “içeriksel”, yani “bilgi” olarak yanlışlarla malûl! Üstelik “biçimsel”; yani sonuca giderken kullandığı “yöntem” ve “mantık” açısından da eksik ve yanlışlarla malûl!

İçeriksel / Bilgi olarak yanlışları: Yazar alelacele vardığı bu sonuçları basın yoluyla yaymadan önce, hiç değilse birkaç saatini ayırıp, FETO’nun kitap – vaazlarını incelemiş olsaydı; burada FETO’nun Risaleler’den önce, referans olarak Kur’ân ve Siyer ve Hadis’ten örnekler getirerek mensuplarını sevk ve kontrol ve idare ettiğini görecekti. FETO’nun kitap – vaazlarında Risaleler ve Üstad’a yapılan atıf ve referansların oran olarak % 5’i bile bulmadığını görecekti! Yani FETO’nun kirli amaçları için su-i istimal etmeye çalıştıklarının listesini yapmak gerekirse; “Kur’an – Hadis – Siyer”den sonra Üstad belki 3 – 4. sırada gelir.

LEKESİZ’in yazısında kullandığı Yöntem ve Mantık olarak yanlışları: Kaldı ki Lekesiz’in “İlk merdiveni neden Said Nursi’dir? Onun eserlerinde kendi yolunu inşa etmek için hangi malzemeleri bulmuştur? Diğer bir soruşla Said Nursi’nin düşünceleri gerçekten istismara çok mu açıktır?” şeklinde Bedi’üzzaman Hazretleri’ni, FETO  ve FETÖ’nün neden ve baş sorumlusuymuş gibi göstermekteki mantık ve düşünce biçimi de yanlış! Yazısının içeriğinden bağımsız olarak; kurduğu mantıksal düşünce biçimi, neden – sonuç ilişkisi mantıksız ve bâtıl!

Çünkü Peygamber Efendimiz’in (S.Â.V.) vefatından itibaren, çıkan tüm itikadî ve siyasî fırka ve gruplar incelendiğinde görülecektir ki: Hak – batıl hepsi de refarans olarak en başta Kur’ân ve Hadis ve Siyer’den örnekler getirmişlerdir!

Yani Lekesiz’in kullandığı bu mantığı doğru kabul edersek; yani bu yanlış düşünce biçimine göre sapık FETO / FETÖ üzerinden, diğer müstakim cemaât ve fırkaları da töhmet altında bırakmak eğer doğru olsaydı; bu mantığa göre günümüzde FETÖ/PDY olmak üzere, tarihte diğer Haricî, Mu’tezilî, Şiî, Vehhabî, Kadiyanî tüm batıl ve sapık cemaât / mezhep / fırkaların dayandığı ilk merdiven ve referans ve kullandıkları delil – ispat – örneklere bakarak; hedef saptırmamız gerekirdi! Yani “ilk basamak, ilk merdiven, ilk neden” yanlış tespitiyle, Kitap ve Hadis için de aynı soruları sormak zorunda kalacaktık!

Elhasıl tüm sapık mezhep – fırkaların çıkışı nedenini arama ameliyemizde, bunların istismar edip, yanlış yorumladıkları kaynaklara bakarak; bu kaynakları sorumlu tutmak bizi doğru yere götürmez! Bu yanlış yöntemle yola çıkarsak, su-i zanlarımızın Kitap – Hadis – Siyer’e sirayet etmesi kaçınılmaz olur! Elhasıl bu yanlış yöntemle, töhmet ve zan altında kalmayan hiçbir şey kalmaz!

Lekesiz’in Mantık ve Yöntem olarak 3. Yanlışı: Kaldı ki “dil” ve “mantık”ta yoruma kapalı, te’vil ve yorumu mümkün olmayan; dolayısıyle yanlış kullanım ve istimara açık olmayan bir cümle ve ifade biçimi olmadığını; dilin mantığı veya mantığın dili ve yapıları gereği bunun mümkün olmadığını LEKESİZ bilmiyor mu!?

“Dilsel ve Yazılı olarak ifade edilmiş” Kur’ân ve Hadis ve Siyer’de te’vil ve yoruma; buradan, dolayısıyle istismara açık olmayan bir cümle olabilir mi!? Zaten hak veya batıl tüm mezhep ve meşrep, meslek ve gruplar, bu te’vil – tefsir – ta’bir – yorum veya su-i te’vil ve istimâl ve istismarların sonucu olarak doğmadı  mı!?

Kur’ân’da müteşabih olmayan, muhkem âyetleri bile “bu ayetler muhkem değil, müteşabih ve mecaz” veya “sadece o devirde geçerli, yani tarihsel olup; günümüzde uygulanması gerekmiyor” veya “o ayette geçen şu kelimenin anlamı o değil, bu” veya “ayetten maksad o değil, bu” veya “bu ayetten maksad suçu önlemektir, bunun yöntem ve cezası zaman ve yere değişir” gibi yalan – yanlış te’vil ve yorumlarla “Sünnet ve Hadisler”i bile reddeden; Ehl-i Sünnet’in 1450 senelik birikimini “uydurulmuş din”(!) diye bir çırpıda silen günümüzün sahte din adamları nasıl çıktı zannediyorsunuz!?

Yanlış yorum ve istismara örnek olarak: “Teşbihte hata olmaz” cümlesinin ifade ettiği, “teşbih ve benzetmeyi doğru ve nezih örnekler üzerinden yapın” ikazı bile; tam tersi olarak nasıl “teşbih ve benzetmeyi nasıl ve hangi örnek üzerinden yaparsan yap, hatalı olmaz, meramını doğru anlatsın yeter”e evrilip, yorumlanabiliyor!?

FETO’nun çamur ve pisliklerini Risale-i Nur’a sıçratmaya teşebbüs eden; böyle bir ihtimâl ve algıya yolaçan Lekesiz bilmiyor mu ki tarih ve günümüzde su-i istimâl edilmemiş veya yanlış anlaşılmamış veya batıla alet edilmemiş hiçbir kurum, kitap, peygamber yoktur! Hak dinler nasıl bozuldu sanıyor, başlangıçtaki gövde olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât’ten diğer fırkalar nasıl çıktı sanıyor!?

Elhasıl problem FETO’da! Problem FETO’nun (bütünsel okumaktan uzak, seçmeci ve eklektik bir tavırla) Âyet ve Hadis ve Siyer ve Risaleler’den amacına uygun olanları seçmesi ve yorumlamasında yatıyor! Başrolünde olup, içinde bizzat yaşadığı realite ve gerçekleri bile, sempatizan ve üyelerine eğip – büküp, çarpıtarak yansıtan bu şahsın; Âyet – Hadis – Siyerin anlamını bükmeye çalışmaması mümkün mü!? İçlerinden amaçlarına uygun olanları seçip, diğerlerini görmezden gelmesi veya eğmesi gayet olağan değil mi!?

Elhasıl “amaç, niyet, nazar” yanlış olunca; kişinin okuduğu Kur’ân bile olsa, bu ancak o kişinin dalâletini arttırır! Okuduğu, fayda yerine, zarar verir! Güneş herşeyi ısı – ışığıyla aydınlatıp, okşarken; yerdeki eşyanın su-i istimâliyle aldığı kötü renk – tat ve kokudan Güneş sorumlu tutulamaz; kötü netice Güneş’ten değil, eşyanın kendisindendir!

Şimdi LEKESİZ’in soyut ve mücerred ve havada kalan iddiasını Üstad Hazretlerinin yaşayış ve kitaplarından göstereceği bir örnekle somutlaştırmasını istemek hakkımız! Mes’elâ Üstad 6 bin küsur sayfalık eserlerinin neresinde veya hayatındaki hangi davranış, söylem ve eylemlerinde; acaba nerede kendisinin “üstün – seçilmiş, tartışılmaz, mehdi, kurtarıcı” olduğunu söylemiş ve talebelerinden bu konuda ve diğer konularda mutlak itaât ve şartsız itimat talep etmiştir!? Halbuki Risaleler’de aksi yönde bir sürü örnek bulunurken! Hangi davranışıyla, siyasî veya başka maddî – manevî nüfuz ve rant arayışına girmiştir!?

Selâm verenden bile maddî – manevî bağış, yardım, himmet toplamaya çalışan FETO nerede; almak zorunda kalırsa, bedelini ödemeden bir çorbayı bile içmeyen Üstad nerede!?

Bir de FETO’yu halâ Mehdi, İsa, Hızır görenlere sözüm: Faraza FETO Mehdi, hatta peygamber bile olsa; Allah’ın kitabında haram dediğini helâl; helâl dediğini haram yapamaz; haram ve günah birşey emir ve tavsiye edemez; dinin herhangi bir hükmünü tarihsel ve konjonktürel ve geçersiz kılamaz! Peygamber’in bile haramı helâl, helâli haram yetkisi olmadığını bilen FETÖcüler, halâ FETO’nun emir ve işlerinde bir hikmet ve sevap arıyorlarsa; bunlara “saf ve cahil” demek, saflık ve cehalete hakarettir!

Burada FETO’nun kendisi ve örgütünün “seçilmiş, özel insan”(!) olduğunu imâ ve ihsas eden ve kendisine sorgusuz suâlsiz mutlak itaât isteyen; kitaplarından 2 – 3 alıntı ve “Peygamber Vekili”(!) olduğunu sarih olarak ifade eden 1 video görüntüsünü eklemek gerekiyor:

FETO: “İstesek biz de cinlerle meşgul olabilir ve onları bazılarının üzerine salar, hatta akılları ile de oynayabiliriz. Ama hiçbir peygamber bu yolda yürümemiş, tebliğ irşadına bunları bulaştırmamıştır. Süleyman (AS)’ın durumu —belki hususiyetlerden dolayı eğer böyle bir istihdam sözkonusu ise— istisna teşkil eder…” (Kaynak: Fasıldan Fasıla 2, Sayfa 99 – Basım: İzmir / 1995)

FETO: “Size bir sırrımı söyleyeceğim… Meselâ, ben bir takım tutsam, kaybeder. Birisine dünyasını kazansın diye dua etsem zannediyorum kazanamaz. Evet, tecrübât-ı kesiremle sabittir ki, hayatım boyunca bu hep böyle olmuştur. Neden mi? Tam bilemeyeceğim ama, Rabbimin beni zaaflarımla başbaşa bırakmadığı da bir gerçek.” (Kaynak: Fasıldan Fasıla 2, Sayfa 344 – Basım: İzmir / 1995)

FETO: “Kayyimlik çok mühim bir vazifedir. Cehennem melekleri, yani zebânîler de kayyimdir. Bu vazifelerinden dolayı onlara hakaret edenin küfründen korkulur… Bizim kayyimliğimiz, insanları ellerinden tutup, cennete doğru götürmektir. Bu yönüyle de tezyif ve tahkire değil, takdir ve tebcile lâyıktır.” (Kaynak: Fasıldan Fasıla 1, Sayfa 331 – Basım: İzmir / 1995)

FETO’nun “hizmet ve da’vaya sadakât ve sebat” gibi güzel haslet ve kavramları, “kendisine mutlak itaât”e evriltip, büken sözleri: “… Zira büyük işler, ancak sadık kimselerle gerçekleştirilir… Bu da ‘neden, niçin?’ demeden gösterilen hedefe yürümeyi gerektirir. ‘Neden?’ diye sormak sadakat ruhunu zedeler. Bu çerçevede sadık iseniz: 1) Arzunuz ve görüşünüz sorulursa, anlatırsınız. Yoksa teslim olursunuz. 2) Hedefe yürürken, cenneti gösterip de ‘İşte cennet, girin’ deseler, ‘Hayır, görüşmem lâzım’ demelisiniz. 3) ‘Şu noktaya gelirsen cehennemden kurtulacaksın’ dediklerinde de ‘cehennemden kurtulmak büyük bir şeydir ama, yine görüşmem lazım’ karşılığını vermelisiniz!” (Kaynak: Fasıldan Fasıla 1, Sayfa 180 – Basım: İzmir / 1995) (Burada cümlelerde geçen “görüşmem lâzım” kelimesi, aslında “FETO’ya sormam ve danışmam ve izin almam lâzım” anlamına geldiği unutulmamalı!)

Bilimsel Bilim’in Masalları!

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Elhasıl “Bilim”e göre, fiil failsiz; eser, müessirsiz olmaktadır! Bunun sonucu olarak; “bu tencere, ocak, bıçak, ateş, soğanın (yani madde, tabiat, tesadüf, zorunluluk, kanun, kuvvetlerin) bu yemeği yapması mantıklı ve mümkün ve gerçek mi?” sorusunu gündeme bile getirmeden; “evet mümkün ve vaki, zaten olan da bu” anlamına gelen tasvir ve nedensellemeleriyle; “aşçı kim?” sorusunu bile doğmadan öldürmekte, böyle bir merakın doğmasına izin bile vermemektedir Bilim! “Fail ve özneye ihtiyaç ve zaruret olmadan kâinatın varlık ve devam ve çalışması ve bu eser / sonuçları üretebilmesi mümkün ve vakiymiş” gibi yaptığı evren tasvirleriyle; böylece “fail ve aşçı kim” sorusunu daha bizde doğmadan öldürmekte; peşinen verdiği hazır “yanlış soru – cevaplarla” bu soru ve merakın zihinde uyanmasına engel olmaktadır!

Başlangıçta “yok(muş)” tarafını tutan ateizm inancını önvarsayıp, bu varsayıma inandıkları için, bu paradigmalarının doğal sonucu olarak, örneğin: Ekmeği ölçülü kesen bıçaktaki eli (yani arkasındaki fail / özneyi) gör(e)medikleri ve zaten böyle bir faile ihtiyaç ve zaruret olmadığına inandıkları ve buna ihtimâl bile vermeyip, reddettikleri için ve “bıçağın uçup, ekmeği ölçülü kesebilmesi için; bıçağı tutup, çekim rüzgârını yönlendiren ilim – irade – kudret sahibi hayattar bir fail ve özneye ihtiyaç ve zorunluluk yok” iddiasına inandıkları için; ekmeğin kesilmesinin nedeni olarak madde bıçağının “hareket”i; maddî bıçağın hareket nedeni olarakta, gene “madde”den kaynaklandığına inandıkları bir takım “çekim, kuvvet ve süreçleri” görüyor ve gösteriyorlar!

Yani “taş, demir, toprak” gibi alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi; evrendeki madde ve zerrelerin de, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf ve zorunluluk, kuvvet ve kurallarla, kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve hatta “hayat, şuur, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde “canlılar” ve “uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinde çiçek üretilen saksılar, çiçek çıkan tohumlar, (şapkadan tavşan çıkması gibi) içinden ağaç çıkan topraklar, kuş çıkan yumurtalar” inşa ettiklerine inandırmaya çalışıyor bizi Bilimsel Bilim!

Erzağı, yağmurlama, temizleme sistemleri, zararlı ışık ve göktaşlarına koruma kalkanları düşünülmüş; boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – çekim kuvvetleri, tabiât kuralları” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan ve testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, böylece imâl edilen masa – sandalyeler; hasılı “çizgi animasyon” gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise! Bir de “bilim, doğanın büyüsünü bozdu, sırrını çözdü” derler!

Bilim’in zihin ve hayâl dünyamıza çizdiği bu sahte ve masalımsı kâinat kurgu ve ilüzyonuna göre; etrafta çeşitli enerji ve kanunlarla sihirli bir biçimde uçuşan “soğan, bıçak, ocaklar; dönen tencere, tavalar; esrarengiz bir biçimde biraraya gelen sandalye, masa, kaşıklar” var! Atomlar ve elementler birleşip ağaç oluyor, meyve oluyor, hayvan oluyor, demir oluyor, su oluyor! Buradan dağılıp, başka başka şeylerin inşâsında kullanılıyor! Üstelilk kendilerinde bile olmayan özellik ve sıfatlar, parçası oldukları bütünlerde veya “sebep”i sayıldıkları “sonuç” ve “eserleri”nde, sihirli bir biçimde ortaya çıkıyor! Yani cüz’leri oldukları bütün’ün parçalarına indirgenemez ve mantıkî olarak nedensellenip – açıklanamaz ve rasyonalize edilemez şekilde! Çünkü parçalar’ın birleşimiyle, bütünü’nde ortaya çıkan özellik ve sıfatlar; yani sebep ve sonucu sayılan şeydeki nitelik ve özellikler; olay sihrin sonucuymuş gibi “yok(luk)tan” yaratılıyor!

Çocuğunuza masal okuduğunuz zaman, bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun! Burada baraj yapmayı bilen zeki ve şuurlu hayvanlar; plânlama yapan ve güneş ışığından besin – enerji elde etmesini bilip – uygulayan (veya bilmeden uygulayan!) bitkiler; karanlık denizlerde yol alıp, bugünkü teknolojiyi bile aşan ışıklı denizaltıları; gizli ve sihirli içgüdü ve yönlendiriciler; tesadüf tanrıları; uçan peri atomları ve harikulade inşa ettikleri büyük saraylar; full otomatik makina ve bilgisayarlar, organik robotlar; Büyük Patlamalarla ortaya çıkan muhteşem topaçlar ve uzay gemileri göreceksiniz! Bunlar ve daha fazlası büyüklere bu masallarda! Gerçi bu masallar, büyüklerin inanabileceği şekilde tasarlanmış! Ama olsun şimdiden gelecek nesilleri formatlayıp, programlamaya başlamış olursunuz!…

Bütün bu failsiz fiil, fiilsiz eser, ustasız eser ve yazarsız yazı, nakkaşsız nakışların olması ve madde ve mahiyet ve özellikleri su’dan farklı ve zıt olan hidrojen oksijenin birleşiminden “su”yun icad ve ibdası gibi; atomlarda olmayan nitelik ve vasıfların, birleştiklerinde, “madde”nin özellik ve niteliklerinde ortaya çıkabilmesi Bilim’e göre gayet mümkün ve rasyonel ve mantıklı! Çünkü ona göre mümkün ki oluyor! Halbuki olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; bilâkis olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyor ve inanıyoruz!

Bu batıl veya yanlış inanca bizdeki alışkanlık ve “ülfet” sebep olmakla birlikte; mevcut Bilim de buna “bilimsel” hâle getiriyor! Halbuki “mümkün” tanım kümemize, yani “nelerin mümkün olabileceği ve olduğu”na gene mevcud olanlardan delil getirmek; yani “bak mümkün ki oluyor; oluyor ki mümkün; mümkün olmasa olmazdı” demek açıkça bir totoloji ve kısır döngüdür! “Mümkün”ün tanım ve ta’rifine delili olarak; “Bak mümkün olmasa bu iş / eserler olmazdı. Failsiz olması mümkün olmasa, bu varlık olmazdı” diyerek; “failsiz mümkün olduğuna” gene olanların olmasını gösterme totoloji ve kısır döngüsüne giriyoruz! Halbuki o iş ve eserleri Rabbimiz yaptığı ve yarattığı için, bütün bunlar “mümkün” ve “vâki” ve “vacib” olarak meydana geliyor! Fail ve müessir ve yok(luk)tan var eden Rabbimiz olmasa; eşyanın varlığının değil mümkün ve ihtimâl dahilinde olması; yokluğu zarurî ve vacip olacaktı!

Elhasıl Bilim, gerçekten zihninin dışında böyle “sihirli” bir evren olup, işlediğine inanıyor! Bu evren ve içindeki maddenin, fail ve müessire ihtiyaç olmadan çalışabileceğine ihtimâl verip, bunu mümkün ve vâki görüyor! Zorunlu olan aksine “ihtimâl” bile vermediğinden, Rabbimiz’i teori ve hipotez ve model bazında bile denklemlerine dahil etmiyor! Kendi ateist ve materyalist önvarsayımına duyduğu inanç ve güvenle; eserin fiilsiz ve fiilin failsiz ve ürünün ustasız olduğu ve çalıştığı bir kâinat tevehhüm ve tahayyül, tasavvur ve tasvir ediyor!

Bu zanlarla, mevcudatın gözlem – ölçümlerinden elde edilen “ham bilgi (data – information – knowledge)”, Bilim’in Bilimsel Filtre ve katkı maddelerinden geçip, hurafelerine boyandıktan sonra, “bilim (science)”a dönüşüyor! Bunun sonucu olarak Kâinat Kitabı; Bilim’in gözünde müthiş bir Fizik, Kimya, Matematik, Mühendislik, Elektrik – Elektronik veya Biyoloji Kitabı olabilmekte; fakat her nedense ve nasılsa Âlemlerin Rabbi’nin Yazdığı Kitap bir türlü olamamakta!

Bilim’in tanımı ve Bilimsel Yöntem olarak ‘kim’ sorusunu sormayacağım; çünkü amaç ve niyetim olayların failsiz ve öznesiz olarak; yani doğal ve fizikî sebeplerle olabileceğini; yani bunların İlâhî değil tabiî ve mu’cizevî değil doğal hâdiseler olduğunu göstermek ve bunların Allah’ın iş – icraat ve eserleri değil; madde ve süreçlerin işleyişinin doğal sonucu olduğunu anlatmak; yani görünenin dışına çıkmadan (ve “kim” sorusuna gerek kalmadan) bütün bunların neden – nasıl – niçininin çözüp – açıklanabileceğini ispat etmek!” diyerek kendi yöntem ve tanım, niyet ve taraf, amaç ve sınırlarını belirleyen Bilim; bu niyet ve kendine çizdiği sınırlarının doğal sonucu olarak neyi ararsa onu buluyor; sormadığı sorunun cevabını göremiyor; görse de farketmiyor, farketse de bozuyor!

Olaylar Bilim’in prizmasında kırılıp, renklenip – filtrelenerek; Rabbimiz’e çıkan ve çıkabilecek soru ve cevaplar, başka sahte fail ve sebeplerle; hiçbir sebep ve özne bulunamazsa; oluşan açık, görünmez ve herşeye muktedir, hem her yerde hem hiçbir yerde olan, soyut ve manevîtabiât, tesadüf, uzun zaman (evrim), kanun, içgüdü” gibi operatör sebepler, operasyonel kavramlar ve soyut süreçlerle kapatılıp, köreltiliyor!

Buradan Bilimsel Makale ve ifadelerde; Sevk-i İlâhî, sevk-i tabiîye; yaratma, oluşmaya; Allah’ın mu’cizesi, doğanın mu’cizesine; Kanun-u İlâhî / Sünnetullah (yani İrade-i İlâhî), Fizik – Tabiat Kanunlarına dönüşüyor. Olay; mevcut kanun, teori veya modellerle açıklanamadığı için öngörülemeyen, hesaplarda çıkmayan istisnaî bir durumsa, “tesadüf” veya “Bilim ileride çözecek, nice bilinmeyenleri çözdü” inancına sığınılıyor!

Elhasıl “şu adaptasyonla, bu mutasyonla, şu çekimle, bu basınçla, şu suyun buharlaşmasıyla, bu fotosentezle, bu bileşkeyle” gibi isimlendirme, isim takma ve tasvirlerle; işleyişin nasılını nedenselledikleri algısı uyandırıyorlar! Varlık ve işleyiş ve sonuçlarını nedenselleyip, açıkladıkları; nasıl’a cevap verip, çözdükleri ilüzyonu uyandırıyor Bilimsellik Felsefesi’nin ürünü ve sonucu olan Bilim, Bilimsel Bilim!

Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan “Bilim”in eksik ve yanlış ve zararlarına haftaya devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 11.Haziran.2016

(Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi)

Bilimsellik’in Zararları

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi

Bilimsellik’in Zararları

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Elhasıl Bilim ve “Bilimsel” ismiyle müsemma Yönteminin “mana-yı ismî” okuyuşundan, dinimizin “mana-yı harfî” okuyuşuna geçmeliyiz. Bilim’in evrenden “bilgi edinme yöntemi” olan “Bilimsel Yöntem” ve “Bilimsellik Kriterleri”ne bağ(ım)lı kaldığımız müddetçe Rabbimiz ve “Kur’ân-ı Kerîm, melekler, ahiret, nübüvvet, nur, kader, Âlem-i Misâl” halâ “metafizik” diye fizik evrenin dışına itilmeye devam edilecek! Halbuki Kâinat Kitabı’nda yazılmış Âyet ve kelimelerin ifade ettiği anlam ve işaret edip, gösterdiği ma’nalar bunlar! Yani metafizik olmayıp, fizik evrenin dışında değil, içinde!

Bilim’in “araştırma ve gözlem yapılamaz, delil – ispatı da yapılamaz” diye evrenin işleyişinde yoksaydığı bu varlıklar olmazsa; ruh çıkınca fizik bedenin dağılması gibi fizik evren de dağılır gider. “Madde” o ruh ve manayı taşıyan cesed olup, varlık ve devamı o ruh ve anlamla kaim.

Biz ise halâ Bilim’in “bunlar spekülâtif konular olup, inanç ve felsefenin işidir; bilim ve araştırma, bilgi ve gözlemin değil” safsatalarıyla aldatılmaya devam ediyoruz! Bilim’in yapay ışıklarıyla nursuz gecelerimiz aydınlanıyor ama gündüzlerimiz karanlık, içimiz ise simsiyah! 50 – 60 senelik bir ömürden sonrasına faydası dokunmayan, oralardan hiç haber vermeyen Bilim’in; öldüğümüzde bize nur olarak değil, malâyaniyat; hatta daha büyük ihtimâl zulümât olarak dönmesi mümkün!…

Elhasıl Bilimsellik Kıskacında esir olduğumuz müddetçe; kapana kısılmış bir fare gibi sistem kendi sınırlarını dayatacak ve sistem dışına çıkmaya müsaâde etmeyecek! Bilimsellik Kapalı Sistemi’nde çatlak oluşturup, duvarlarını kırmadıkça; “vahiy / nübüvvet”in üflediği bilgi ve hava akışına müsaâde edilmeyecek.

Bilimsellik’in dar ve sığ sularında yüzdükçe, kâinatta atom zerresi kadar bile yer işgal etmeyen “dünya” ve dünyada da atom zerresi kadar yer işgal etmeyen “insan”; milyarlarca süre geçse de “ahiret, melek, melek, nur, âlem-i misâl” gibi manevî, nuranî veya yarınuranî diğer varlık çeşitlerini bilemeyecek veya keşfedemeyecek. Hatta yolda karşılaşsa tanımayacak! “Sıfır kütleli maddî madde dalgası” gibi isimler takarak; bulduğu herşeyi madde’nin özelliği görmeye ve madde’ye indirgemeye çalışacak; indirgemeyi başaramasa bile bunun gene de madde’den kaynaklandığına inanmaya devam edecektir!

Çünkü dediğimiz gibi; evrendeki dünya ve dünyadaki insanın bu atomik küçüklüğünden başka, üstüne bu insanın acziyet ve zayıflığından; bu maddî olmayan varlık ve âlemleri keşfedip – gözleyebilmesi, hatta varlıklarından haberdar olabilmesi çok zor olması yetmezmiş gibi; üstüne Bilimsel Yöntem de bunların gözlem ve araştırma, hiç değilse mantıkî ve matematikî delil – ispatını ve bu konuda teori – hipotezler geliştirmeyi yasaklıyor! Bilimsel Yöntem bu hâliyle ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor! Bilimsellik Paradigması’na bağlı kaldığımız müddetçe biz müslümanlar da ateist – materyalist istikamette gitmeye devam edeceğiz!

Madde’nin işaret edip, gösterdiği mânaya kör, taşıdığı mesaja yabancı “Bilim”; Rabbimiz’in fiil ve eseri milyarlar mu’cize gördüğü ve eline alıp, incelediği hâlde; sebebini bulduklarını “madde–enerji ve kuvvetlere”; sebebini bulamadıklarını da “tabiât, tesadüf, otomatik sistem ve mekanizmalar, kanun, evrim ve uzun zamanlar” gibi soyut ve gayrî maddî şey ve süreç ve isimlere vermeye ve bunlara inanmaya devam edecek! Hiçbirşeye bağlayamadıklarını ise; “Bilim ileride çözecek, nice bilinmeyenleri çözdü” inancına sarılacaktır!

İşte Rabbimiz cansız zerreden “hayat ve canlılığı” yaratıyor; cansız zerrelerden “et” üretiyor; alâkasız, hatta zıt ve muhalif şeylerden (yanıcı ve patlayıcı gaz H ve O gibi), hiç’ten “su” icad ediyor! (H ve O, suyun “inşa ve terkib sebebi” ve yapıtaşlarıdır; hiç’ten yaratılan suyun varlık ve özelliklerinin “ibda ve ihtira sebebi” değil.) Yani parça, bütünü’nden farklı, hatta zıt özellik ve yapıdayken; dolayısıyle “bütün”, “parçaları”na indirgenemiyor, nedensellenemiyor ve rasyonalize edilemiyorken; bütün bu “mu’cizevî” ve yoktan yaratılış sonucu olan varlık ve özelliklerini halâ “madde”ye vermeye ve bunun teorisini yapıp, ispatını yapmaya çalışıyoruz. Sadece Rabbimiz’in yapabileceği ve yaptığı bütün bu madde’yi aşan ve aciz bırakan “mu’cizevî” varlık ve işleyişi; halâ madde ve tesadüf, uzun zaman ve evrimin yapabileceği ve yaptığına taassupla sarılıyoruz!…

Elhasıl “Big Bang” gibi patlamaların (şapkadan tavşan çıkması gibi) kâinat ve içindeki düzeni inşa edip, yarattığına; tesadüf’ün madde ve evrimle elele verip, sistemi kurduğuna ve sürdürdüğüne inanmaktansa; tek ve kudretli ve sonsuz Allah’a inanmak ve kabul etmek çok daha ma’kûl ve mantıklı ve vakıâ da bu değil mi! Buna velev “inanç” ve “varsayım” olarak bile bakılsa; ideâl teoride istenen, en az varsayım ve bilinmeyen bulunan teori bu teori değil mi!?

Öyle ya milyarlarca çarpışma – sıkışma – patlama, ısınma – soğuma, tesadüfî rastgelelik ve deterministik zorunluluğun; trilyonlarca defa atılan çok yüzlü trilyonlarca zarların hep altı altı gelmesine sebep olup, doğurduğuna inanmak ve buna ihtimâl vermektense ve üstüne daha imkânsız olan; “cansız ve şuursuz ve ilimsiz” atom ve maddelerin, “hayat ve bilinç ve bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan şeyleri doğurduğu ve sebep olduğu gibi mantıken muhâl ve imkânsız inanç esaslarına inanmaktansa; bütün bunları yapanın Allahû Teâlâ olabileceği ve olduğunu kabul etmek çok daha kolay ve buna “teori” olarak bakılsa bile; en az varsayım ve bilinmeyen taşıyan teori bu değil mi!?

Elhasıl Bilim’in inanmamızı istediği amentü ve iman şartları çok daha fazla sayı ve çeşitte; üstelik bunların delil – ispatı ve gözlem deney – ölçümü Bilimsel Yöntemle bile yapılamıyor, yapılamaz! Çünkü, yukarıda belirttiğimiz gibi; Bilim’in görmeden, etkileriyle bir takım delillerden varlığına inandığı “yerçekimi”  ve geçmişte gerçekleştiği için “deney – gözlem – ölçme – araştırma” sahası dışında olup, algılayamadığı “Big Bang”in gerçekleştiğine bazı delil – ispat ve matematikî çıkarımlardan varması gibi; geçmiş ve gelecek’le ilgili bilgi ve haber, olay ve olgular (şimdiki zaman’ın dışında olduğu için) deney ve gözlem, ölçme ve araştırma yapılması mümkün değil.

Evrendeki madde ve kuvvet ve sebepler; evrenin var olup, üstelik varlıkta durmaya devam etmesine; bu sistemin işleyiş ve devamına yeterli değildir; bütün bunlara neden ve sebep, izah ve açıklama da olamaz. Rabbimiz’in Esma-ül Hüsnâ tecelli ve tezahür, etki ve programları olmadıkça; madde kendi başına ayakta bile duramaz, nerede kaldı ki başka şey(ler)e sebep olsun!

Bilimsel Yöntem’de manevîyatı keşfedecek ve gözleyip, teori – denklemlerine ekleyecek alet – edevat yok. Evrende manevî ve soyut şeyleri görse bile farkedip, algılayacak zihin yapısı ve kavramlardan yoksun! Zaten başlangıçta kendini ayırtedici tanım ve ta’rif olarak “manevîyatı reddetme ve kabul etmeme ve herşeyi madde ve sebeplerle açıklama ve tasvir edip, nedensellemeyi” ana yöntem olarak belirlemiş ve seçmiş Bilim’in, “manevî varlıkları” keşfetme gibi bir amacı da yoktur! Zaten “maddî evrenin” varlık ve işlemesi için manevî varlık ve âlemlere ihtiyaç ve zaruret olmadığına inanmakta; bu inancı sebebiyle görünen madde’yi gene görünen sebep – sonuçlarla izah etmeyi yeterli bulmakta; “manevî sebep”e ihtiyaç görmemektedir.

Başta “yanlış sorunun doğru cevabı olmaz; önce soruyu düzeltmek gerekir” demiştik. Bilim(sellik)’in ateist ve materyalist koşullamalara göre dizayn edilmiş ve “kaybettiğimiz şeyi yanlış yerde aramak” gibi zihnimizi gene kâinat içinde başka bir sebebe atıf yapmaya yönlendiren “Varlık ve işleyişinin failsiz nedeni, öznesiz sebebi, ustasız niçin’i nedir ve hangi sebeplerdir?” yanlış sorusu; İslâmî B/ilim’in şu doğru sorusuyla düzeltilmeli: “Allahû Teâlâ olmadan ve kudret eliyle tutup, hareket ettirmeden; madde ve varlığın varlıkta durup, işlemesi ve kâinattaki bu eserlerin olması mümkün mü?

Bilim’in “ateist ve materyalist” olduğu ve buna delil üretmeye çalıştığı hâlde “ben Tanrı’yı kabul de etmiyorum, ret de etmiyorum; çünkü Bilimsel Yöntemime göre Tanrı’nın doğrulama – yanlışlaması mümkün değil, yani konum değil” demesi. Üstüne; “hem yaptığım gözlem – ölçümlerde, madde’nin varlık ve işleyiş ve sonuçlarında ‘Tanrı’ gibi bir neden ve sebep ve faile mantıkî bir zorunluluk ve ampirik bir ihtiyaç görmedim ve görmüyorum” dediği hâlde bir de “inanç ve taraftan bağımsız ve tarafsız, nötr ve olgusal” olduğu yalanı söylemesi ve Bilimsel Yöntem ve Kriterlerini “Allah yokmuş gibi” dizayn etmesi ve Bilimsel Gözlem ve Ölçüm ve İfadelerini bu batıl inancına kurgulaması; açık ve net olarak “Allah yok” demesinden çok daha tehlikeli, çok daha münafıkâne ve sinsicedir! Çünkü “tarafsız ilim yapıyoruz” ambalajıyla gizli olarak çalışıp, her kapıya girebiliyor ve genel kabul görüyor!

Bilim / Bilimsellik Felsefesi’nin eksik ve yanlış ve zararlarına haftaya devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 24.Mayıs.2016 / ayhank27@gmail.com

Ümmî Peygamber neyi okudu, nasıl okudu?

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi

Ümmî Peygamber neyi okudu, nasıl okudu?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Elhasıl Bilimsellik Kriterleri ve Yöntemleri’nden, İslâmî B/ilim Yöntem ve Kriterleri’ne geçilmeli. Diğer deyişle: Bilimsellik’in ürün ve sonucu olan “Bilim” terkedilip, “İslâmî B/ilim”e geçilmeli.

Öyle zannedildiği gibi “bilim, bilimsellik” alternatifi olmayan birşey ve cehaletin zıttı değil ki; bunları terkedersek, cehalet karanlıklarına yuvarlanalım! Bilâkis mevcut Bilim Anlayışı, “öğrenilmiş cehalet”e iyi bir örnek oluşturmaktadır. Çünkü hâlihazırda Bilimsel Yöntem ve Bilimsel İfade / Açıklama denilen şey; “nasıl bir ‘yöntem’ izlersek; ‘kim’ sorusu ve ‘Allah’ı kâinat araştırma ve açıklamalarımızdan, neden ve nasıllarımızdan, zihin ve hayatımızdan çıkartabiliriz?!”in yöntemlerini vermektedir!…

Bilim” (science) ile “bilgi”yi (ilim, data – information – knowledge) aynı ve özdeş görme yanlışının sonucu olarak; Bilim ve Bilimsellik’i terkten, bazıları bilgi ve gözlem, ölçme ve deney terki anlıyor. Yani Bilim’i; cehaletin tam zıttı, karşı kutbu olarak konumlandırıyor. Halbuki tam tersi Bilim, “öğrenilmiş cehalet”’e tekabül ediyor; çünkü evrende küfür ve şirke yol açmaya, bunun ispat ve teorisini yapmaya; yani “var olmayanı”, “var(mış)” gibi yapmaya denk geliyor!

Elhasıl Ateist Bilimsel Yöntem ve Seküler Bilim Anlayışı’nı, “cahillik / cehalet”in zıttı olarak görmekten vazgeçmeliyiz! Halbuki çoğumuz sanki Bilim’i terkedersek, cehaletin kucağına düşeceğiz zannediyor! Mevcut teknolojik imkân ve ni’metleri bırakıp, mağaraya girip, artık hiçbir gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmayacağız anlıyor!

Halbuki “gözlem – ölçme – deney” Bilimsel Bilim’in malı değil ki ondan alayım, o icad etmiş değil ki ondan talep edeyim, o keşfetmiş değil ki ona sorayım, patenti ona ait değil ki ondan izin alayım! Yani bunlar Bilimsel Bilim’in tekelinde değil! Bunları gökten vahiyle almış veya ilk defa kendisi icat etmiş veya keşfetmişte değil! Bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bunu başlangıçta “ellerimizi ateşe sokmak” gibi basit yöntemlerle yapıyorduk ama vardı.

Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce “gözlem – deney – ölçme” yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş; sanki bu yöntemleri kendisi icad edip – bulmuş; sanki bunlara sadece kendisi sahip ve kendi tekelindeymiş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; bu yöntemlerin değişik şekil ve yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa “hristiyan grekoromenBatı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zembille inmiş değil! (Mevcut Bilim, içinde doğduğu Hristiyanlık Dini’nin Tanrı inancıyla çelişmeyip, uyumlu. Çünkü bu dinde Tanrı kâinatın “ilk sebep” ve “muharriki” olup, bundan sonra izleyici ve bazen mu’cizelerle müdahale edicidir. Bu “mu’cize” istisnaları dışında, herşey türlü sebep ve mekanizmalarla olmaktadır.)

Elhasıl İslâmî B/ilim “gözlem – ölçme ve deney” yapacak ama bu yöntemi ihtiyar etmekteki rehber ve öncüsü “Bilim” değil. Dediğimiz gibi; bu yöntemlerin sahibi ve kâşifi ve mucidi Bilim(sellik) değil ki, kâinat araştırmalarımızda onu taklid etmek, bunları ondan almak zorunda olalım! Kâinat tefekkür ve araştırmalarında (tanımı icabı) “gözlem, ölçme ve deney” zaten var. Hem zaten Kâinat Kitabındaki Âyetlerintelâffuz ve okunması” ancak bu yöntemle mümkün ama okuduklarımızın ne anlama geldiği, “tercüme ve deşifresi” için bu yöntem yeterli olmayıp, ikinci bir işlem gerekmekte. İşte burada; bu ikinci işlemi “Ateist – Materyalist Bilimsellik Kriterleri’ne göre mi yapacağız, yoksa ‘İslâmî B/ilim Kriterleri’ne göre mi yapacağız?” sorusu önem kazanmakta olup; bu soruya vereceğimiz cevap, zıt yönlerde giden 180 derecelik bir yol ayrımına neden olmaktadır…

“İslâmî B/ilim”in yöntem ve kriter, değer ve kavram haritasında rehberi olan “İslâm”; evrendeki bilgi’yi keşfedip, üretmek için araştırma – gözlem – deney – ölçmeyi emredip, şart koşar. Yani “İslâmî B/ilim” bu yöntemlere teşvik ve tavsiye ve emrini Bilim’den değil, direkt Peygamberinden (S.A.V.) – Kitabından alır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin ve niye okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri). Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani Rabbimiz “neden – niçin – niye”yi keşfedip, anlamamız için; “nasıl”ı da emredip, şart koşar) ve defalarca akıl, araştırma, düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması zaten Bilim’in doğuşundan 1200 sene önce başlamıştır! Hem de mevcut Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde. Ve en önemlisi: Bilim(sellik) Felsefesi’nin gafleti arttıran, dalâleti kalınlaştıran, şirk ve küfür / inkâra yol arayan yanlışlarına düşmeden!

Bu çalışmamızın konusu da; hem İslâmî B/ilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek ve “İslâmî B/ilim”in ayağını bastığı yerlere; Bilimsel Yöntem ve ürünü olan Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemeyeceği ve yetişemediğini göstermek üzerine.

Burada yanlış anlaşılmaması gereken diğer nokta: Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu ve ondan daha geniş ve derin olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî B/ilim; mevcut Bilim’in “gözlem – deney – ölçme” bilgi ve verilerinin yanlış olduğunu söylemiyor ve bu ham dataları da kullanır, zaten bizim karşı olduğumuz bu deney – ölçme verileri değil. Fakat gözden kaçan nokta: Bilim’in %1’i “gözlem – deney – ölçme”, kalan %99’u ise “yorum”dur. Yani Bilim’in %1’i “bilgi”, kalan %99’u ise bu bilginin analiz ve sentez, yorum ve teknolojik uygulaması olduğudur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ve “bilim” (science) farklı kavramlar olup, farklı süreçlere denk gelmektedir.

Biz burada Bilimin Bilimsel Yöntemi’nin, evrendeki mevcut bilgi’yi keşfetme ve üretmenin eksik ve yanlış ve zararlı bir yöntemi olduğunu söylemekteyiz. Her yalan ve yanlışta bile en az bir hakikât tanesi bulunduğuna göre; mevcut Bilim’in de elbette doğruları vardır; zaten bir meslek ve mezhebin tamamının batıl olması muhaldir. Zaten en tehlikeli ve aldatıcı yalan, içine doğrular serpiştirilmiş yalandır! Oltanın ucunda yem işlevi gören o doğrulara insanlar çekilip, avlanır ve sonra yönlendirilir! Elhasıl Bilim’in doğru keşif ve gözlem ve ölçüm verilerini kullanmak gayet normâl ve olması gereken davranış biçimidir. Çünkü doğru kimin elinden gelirse gelsin kabul etmek müslüman tavrıdır, bu konuda Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

Diğer nokta: “İslâmî B/ilim” kavramıyla yeni bir kutsal üretmiyoruz. Sonuçta insan ürünü olan ve insan araştırmalarıyla şekillenen / şekillenecek birşeyden bahsediyoruz. Ancak “bilim”i (science), “bilgi”ye (ilim, data – information – knowledge) eş ve eşit ve aynı anlamda görmekten ve “Bilimsel Yöntemi” de, evrenden bilgi elde etmenin alternatifi olmayan tek yolu görmekten vazgeçmeliyiz! Kur’ân bizden mahlûkatı Allah’ın ismiyle, O’nun adına (besmeleyle) okumamızı istiyor; Bilimsellik Felsefe ve Kriterleriyle değil! Üniversite, laboratuvar ve yayınlarda “ateist ve seküler”; dışarıda ve camide “müslüman ifadeler” kullanan “lâik”, çift kişilik ve rollerde insan istemiyor!

Kâinat Kitabının tercümesi olan Kur’ân-ı Kerîm’le ancak evrenin lisanını deşifre edebiliriz ve ancak ondan sonra eşyanın maddî fonksiyonlarından başka, diğer manevî fonksiyonlarını ve diğer boyut ve âlemlerle etkileşim ve yansımalarını keşfedebiliriz! Ve belki son aşama olarak; teknolojik alet ve makinalarla yapılan herşeyi ve daha fazlasını, o makine ve aletlere bağımlı olmadan yapmanın ve aynı sonuca daha kısa ve ekonomik yoldan ulaşmanın bir yöntemini bulabiliriz. Çünkü beşerin ürettiğinden çok daha iyi alet, araç ve teknolojileri; Rabbimiz zaten mahlûkatında, dünya ve evrende yaratmıştır! Öyleyse bizim öncelikli amacımız onların ilkel teknolojik taklidini yapmaktan önce; mahlûkatta mevcut o teknik ve teknolojiyi keşfedip, bunu evlerimize taşıma ve kullanmanın yöntemlerini araştırmak olmalı.

Örneğin: Evlerimizde buzdolabıyla Rabbimiz’in ni’metlerini soğutmaya bile gerek kalmadan (çürümeye neden olan bakteri vs.’leri uzak tutarak) taze tutmanın yollarını bulmak gibi. Veya barajlara, gaz ve nükleer santrallere gerek kalmadan; evlerimizde yeterli ve verimli “elektrik, ısı, ışık, enerji” üretmek gibi. Bunun için; aydınlatmada elektrik ve lâmba kullanmak yerine, ışıyan bakteri veya sun’î bileşik malzemeler kullanmak gibi… Uydu, baz istasyonu ve başka araç ve aracılara gerek kalmadan haberleşebilmek veya nisbeten basit bir aletle “magnetosfer” gibi atmosfer katmanlarını kullanarak, böylece uçak gibi araçlara bile gerek kalmadan uçabilmek gibi… Bütün bunlar için “güneş, rüzgâr” gibi temiz enerjiler kullanılabilir belki ama güneş akşam batar; her zaman, her yerde de yeterli rüzgâr esmez! Bunun için her yerde geçerli “dünyanın dönmesi” veya her yerde olan ulaşılabilir olan “manyetosfer” gibi atmosfer katmanları bile enerji ve nakil kaynağı olarak kullanılabilir… Veya bir ağacın rüzgârla hareket eden dal ve yapraklarının kinetik enerjisi ile rüzgâr türbinlerinin karşılaştırması acaba yapılmış mıdır? Ağaçlardaki muazzam hareketliliği, elektrik veya başka bir enerji çeşidine çevirmeyi sağlayabilirsek eğer; belki bu her yerde bulunan hazır türbinlerle, bizim yaptığımız ilkel türbinlere hiç ihtiyaç kalmayabilir… Hem yeryüzündeki mevcut bitki ve maden, minerâllerin faydaları keşfedildikçe; yapay ve sentetik (belki etken maddesinden çok daha fazla başka maddeler bulunan) ilâçların belki % 90 – 95’ine ihtiyaç veya zorunluluk kalmayabilir… Robot ve yapay zekâ çalışmalarına bu kadar ağırlık vermek yerine; önümüzde hazır yapılmış büyük – küçük, uçan – kaçan, herbiri değişik üstün özelliklerde bir sürü hayvanat varken; uzuvlarına takacağımız nisbeten basit bir alet veya beyinlerindeki akımları kontrol edip, bazı davranışlarını kontrol edebileceğimiz bir çiple daha ucuz ve kısa yoldan aynı sonuçlara ve daha fazlasına ulaşabiliriz… Bütün bu söylediklerimizde temel çıkış noktamız: Beşerin ürettiğinden çok daha iyi alet, araç ve teknolojileri; Rabbimiz zaten mahlûkatında, dünya ve evrende yaratmıştır! Bizim yapmamız gereken: Bu araç ve teknolojileri aynen evimize taşımanın yol ve yöntemlerini araştırmak. Çünkü hazır yapılmışı varken, yanında çok ilkel kalan “teknolojik taklidi”ni yapmak hem çok pahalı ve hem de verimli ve ekonomik değil, çevreye verdiği zarar da cabası!

Bilim / Bilimsellik Felsefesi’nin eksik ve yanlış ve zararlarına haftaya devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 12.Mayıs.2016

Risale–i Nur Bilim’e nasıl bakıyor?

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi

Risale–i Nur Bilim’e nasıl bakıyor?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bu yazımızda; kitap çalışmamızın ana konu ve temel tezi olarak savunduğumuz: Bilimsel Bilim”in terkedilip, yerine “hakikî ma’rifet ve hikmet, ilim ve fen” olan “İslâmî B/ilim”e geçilmesi önerimizin Risale-i Nur’daki referans ve bağlantılarından bahsedeceğiz. Ve “Bilimsellik Felsefe ve Paradigması” yerine “İslâmî Paradigmaya” geçmekten ne kasdettiğimizi ve bunun getirdiği avantajları göstermeye çalışacağız.

Bunun için önce Risale-i Nur’un tarafsız ve objektif, olgusal ve nesnel olduğu iddia edilen lâik ve seküler Bilim’e nasıl baktığının gösterilmesi gerekiyor. Bedî’üzzaman Hazretleri’nin ateist ve materyalist, determinist ve natüralist Bilim’in eksik ve yanlış ve zararları hakkında  Risaleler’de geçen bazı ifadelerini aşağıya aynen sıraladık. Böylece Risale-i Nur Külliyatı’ndaki “bilgi” (ilim, knowledde, data, info) ve “bilim” (science) ayrımı ve aralarındaki farklar da netleşmiş ve Risale-i Nur’un mevcut Bilim’e bakışı da görülmüş olacak.

Böyle bir çalışmaya ihtiyaç vardı, hatta çok geç kalındığını bile söyleyebiliriz. Çünkü Rabbimiz’in eşya ve işleyişiyle münasebeti konusunda maâlesef, Risale okuyan bizlerin de kafası karışık! Çünkü “evrenin, varlık ve devam ve işleyişi için Allah’a muhtaç ve mecbur olduğunu göster! Bilim’in gösterdiği hangi neden ve mekanizma yeterli gelmedi de; ‘şu işin şurasında (veya her noktasında) Allah devreye girmeli ve giriyor’ diye iddia ediyorsun!? Varlık ve işleyişte doğaüstü bir özne ve fail arıyorsun!” sorusuna net ve açık bir cevabımız yok!

Mevcut Bilim’in evren gözlem ve ölçümlerinde, eşyanın nedenselleme ve tasvirinde, herşeyi kurguladığı “sebep – sonuç” şablonlarıyla resmedip; böylece “bak bu işler failsiz ve öznesiz olabilir ve zaten oluyor; yani evrendeki işleyişe herhangi bir Tanrısal müdahale gerekmiyor. Zaten evren gözlem – ölçümlerimde de böyle bir müdahale gözlenmediği gibi, teorilerimize ‘Tanrı’ gibi (zaten kendisi ve eşyadaki fonksiyonu meçhul ve muamma!) yeni bir bilinmeyen eklememizi gerektirecek bir durum da yok! Durum buyken; kuramlarımıza yeni bir kavram, yeni bir postulat ve aksiyom eklemeye; açıklamalarımızı gereksiz genişletip – şişirmeye lüzum yok!” sözüne net ve açık bir cevabımız yok!

Aslında kâinata Bilimsel Paradigmadan bakış; kâinat gibi, Risale-i Nur’u da anlamamıza mâni oluyor! Yani Bilim/sellik Felsefesi, Bilimsel Zihniyet ve Bakış Açısıyla Risaleleri okuduğumuz için; Risaleler’de konuyla ilgili yerleri anlamıyor veya Bilim(sellik) lehine te’vil ediyoruz. Risaleler’de geçen “ilim – hikmet – ma’rifet – fen – felsefe” ayrım ve bağlantılarının sebebi ve bunların ortak noktalarının ne olduğu ve “bilim/sellik”in bunlardan nereye tekabül ettiği gibi soruları sormuyoruz. Bu soruları sormadığımızdan “maddiyyunluk, esbabperestlik, tabiatperestlik” gibi çoğu kavram ve ayrımların da anlamları zihnimizde net değil. Mes’elâ Risaleler’de geçen “sebeplerin hakikî te’siri yok” cümlesinden ne kastedildiği zihnimizde net değil.

Elhasıl kavramlar yerli yerine oturmadığı için kafamız karışık. Bunun sonucu olarak; herşeyi, Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nden ödünç aldığımız “Deterministik Paradigma”ya göre “sebep – sonuç etkileşim / ilişkileriyle” resmedip, anlatıyor ve sonunda da bu dediklerimizi yalanlar biçimde toptan “ama bu anlattığım faâliyetlerde aslında sebeplerin te’siri yok; hepsini Allah yapıyor!” diyerek İslâm’ın “Tevhidî Paradigma”sına sıçramadaki çelişkiyi farketmiyoruz!

yagmurMes’elâ Rabbimiz’in “yağmuru indirme, inzal, yağdırmafiilini, “yağmurun nazil olup, indirilmesivak’âsını, yağmur eserini okulda anlatırken; “soğuk havanın etkisiyle bulutta yoğunlaşıp – ağırlaşan buharın; yağmur olup, yerçekimi etkisiyle yere düşüp, yağması” şeklinde anlatarak, başta biz “varlık ve işleyişte Allah’a ihtiyaç duymayan kâinat tasviri” yapıyoruz; başta biz O’nun yağmur fiilindeki bağlantısını kapatıyoruz. Yağmurun O’na ihtiyaç duymayacak şekilde nasıl ve neden yağdığını anlatıyoruz, yani başta biz öğrencinin kafasına bunu sokuyoruz! Böyle yaparak; yağmuru Allah’ın fiil ve eseri, rızık ve ni’meti değilmiş gibi, hatta bunu inkâr edermiş bir imâyla; yani Allah’tan bağımsız ve kopuk anlatıyoruz! Üstelik buna bir takım “otomatik mekanizma ve sebep, kural ve kuvvetler”i delil göstererek; Allah yerine bunları ikame ederek; başta anlattığımız bu kopukluğun ispatına çalışıyor; böylece o yağmurun, failsiz kendi kendine yağdığını anlatıyoruz!

Eğer böyle yaparsak; yani “yağmurun oluşum ve yağma mekanizması, neden ve nasılı şöyledir” şeklinde “Bilim’in Deterministik Şablonu”nu kullanıp, “ateist ve materyalist” ifadelerini ödünç alarak ve cümlenin sonunda da “ben yağmurun yağmasını sebep – netice münasebetiyle ve bir takım mekanizma ve fizik kurallarıyla anlatıyorum ama aslında yağmurda bu anlattığım sebeplerin etki ve te’siri yok, yağmuru yağdıran fail ve asıl sebep aslında Allah’tır! Yağmur ni’met ve rızkını bize veren sadece O’dur! O olmazsa, bütün bu işler ol(a)maz!” derseniz; o zaman öğrenci “madem sebeplerin etkisi yokta neden başta sebeplerle anlattın olayı bize, bizle dalga mı geçiyorsun!? Hem yağmurun Allah’tan bağımsız ve kopuk olarak yağdığını başta kendin anlatıyor ve tasvir ediyorsun; sonra kendini yalanlar tarzda ‘yok olay aslında böyle gerçekleşmedi, böyle olmadı’ diyorsunuz!” derse verecek cevabımız olmaz!

Hem sen bile yağmuru anlatırken Allah’ı işin içine katmaya gerek görmedin ve cümlelerinde Allah gibi bir sebep ve failden bahsetmeye hiç ihtiyaç duymadın! Demek Allah olmadan da o iş olabiliyormuş! Hem söylesene Allah neresinde o olayın, olaya nerede müdahil oluyor; sebeplerin dolduramadığı hangi boşluğu dolduruyor!?” derse ne cevap vereceğiz!?

Cevabımız yok; çünkü okuduğumuz Risaleler’i, diğer okuduğumuz veya uzmanı olduğumuz fizik – kimya gibi bilimlere bağlamamışız! Çünkü Risaleler’i beynimizdeki “din” klasörüne atmışız; fizik – kimyayı da “bilim / bilimsel bilim” klasörüne kaydetmişiz! Büyük ihtimâl kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de çoğumuz için “din kitabı” kategorisinde; “hayat ve yaşam ve bilgi kitabı” kategorisine henüz girmemiş henüz! “İslâmiyet”i de büyük ihtimâl sadece “Din Dersi”nde anlatılması gereken; hayatımızın diğer kısımlarına dokunmayan; fizik – kimya gibi derslerden kopuk düşünüyoruz! Herhâlde Üstad’ın “Medresetüz Zehra” Projesini de; “Anadolu Fen İmamhatip Okulları”nın üniversite versiyonu gibi bir şey zannediyoruz!

İşte Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrim bence; Rabbimiz’in sadece “metafizik, felsefe, ilâhiyyatın” konusu olmadığını gösterip; aynı zamanda “fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya” gibi deney – gözleme dayalı b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!

Yani eşyanın varlık ve devamı, işleyiş ve kendi arasında ilişki – etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil, tecelli ve etkileri olmadan; sadece “madde – enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleri”yle hiçbirşeyin varlık ve devam, çalışma ve sonuçlarının açıklanamayacağı ve nedensellenemeyeceği; hatta nasıl’ının bile tasvir edilemeyip (nasıllanamayacağı) gerçeğidir! Tıpkı “Da Vinci” gibi bir özne ve fail olmadan, Mona Lisa’nın nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği; sadece “boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar” ile nasıl ve neden meydana geldiğinin açıklanamaması gibi!

Risaleler’in farkı: “Işık olmadan eşyayı göremem” veya “kulağım olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahû Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudret eliyle eşyayı çekip çevirmeden; sebepler ve eşya kendi acziyetiyle, bu şeyleri yapamaz”ın farkına vardırmasıdır! Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir, ikincisi olmayan yekta kuvvet ve etki sahibinin sadece O olduğunu göstermesidir!

Üstelik bu gerçeği; sadece duyularına tâbi olan, yani aklı gözünde olan insanlara da gösterebilmesidir! Yani bu gerçeği görmek ve farkedebilmek için “kâlp gözü, vicdan, sezgi, ilham, basiret, firaset” gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara veya fizik – kimya gibi uzmanlık alanlarına ihtiyaç ve zorunluluk olmadan veya tarikata girip, velâyet mertebelerinde yükselmeye gerek kalmadan; sadece çıplak baş gözümüze bile bunu göstermeyi başarmasıdır!

Eski zamana nisbetle, bu zamandaki küfür ve inkârın cehaletten değil;ateist ve materyalist (dinsiz), natüralist (tabiatperest) ve determinist (esbabperest)” Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nden geldiğini ve Kâinat Kitabındaki Âyetlere “mana-yı harfî” yerine “mana-yı ismî”yle; aklı gözünde maddî nazarla bakan Bilimsel(lik) Kriter ve Yöntemlerine bağ(ım)lı Bilimsel Bilim’in hakikât yerine “hurafe” ve safsata”, “malayaniyat” ve “dalâlet” ve “gaflet” doğuracağını izah ve ispat eden Risale-i Nur’dan bazı parçalar tevhid edilerek, vahdet aynasında görülmesi için aşağıda nazarınıza sunulmuştur. Bu konuda Risaleler’den başka parçalar da bulunabilir veya aşağıdakilerin eksikleri tamamlanabilir. Mes’elâ Lâhikalar’da şu meâlde geçen yeri bulamadım: “Arz soğudu, taşa; taş ufalandı toprağa döndü’ gibi ifadeler meslek / meşrebimize uygun düşmüyor.

Aşağıdaki nakillerde görüleceği üzere Üstad Bedî’üzzaman Hazretleri (R.Â.) “fen (bilim) – felsefe – hikmet – ilim” kavram ve sınıflandırmalarını genelde birbirinin müteradifi olarak kullanıyor. Bunun sebebi bu kavramlar aarsındaki ayrımın sun’î ve aldatıcı olmasından kaynaklanıyor olabilir veya bu, üçünün kesişim kümelerinin, kendilerinden çok daha büyük bir alana tekabül ettiği şeklinde de anlaşılabilir.

Risaleler’de genelde “fen (bilim) – felsefe – hikmet – ilim” kavramları, hepsi de “bilgi ve ilim”in bir çeşit ve yönü olması açısından birbirinden ayrı kullanılmaz. Bu kullanımın başka sebepleri de olabileceği gibi, bence en önemli sebeplerinden birisi: “Bilim”in, “felsefe”den ayrı görülemeyeceği ve ayrılamayacağı gerçeğidir.

Risaleler’de bu kavramların kullanıldığı yerleri taradığımızda çıkan sonuç: “Fen (bilim)” ile “felsefe” ve “yorum” arasındaki ayrımın sun’î olduğu; yani felsefesiz (yani bakış açısısız, tarafsız, nazar – niyet – amaçsız, yöntemsiz ve düşünce sistemi, aksiyom, önkabül, teori ve inançları olmadan) araştırma ve fen – bilim yapılamayacağını ve ol(a)mayacağını göstermektir. Zaten elde hazır bilgi olmadan, hiçbir bilgi ve gözlem  ve ölçüme dayanmadan “felsefe” yapmak, mümkün değil. Aynı şekilde elde hazır bir şablon ve yöntem, teori ve amaç, nazar ve hipotez olmadan da “gözlem – bilim” yapmak mümkün değil.

Artı olarak 1600 – 1700’li yıllardan önce; “mantık, matematik, fizik, kimya, sosyoloji, coğrafya, astronomi” gibi bilimler “felsefe”nin içerisinde olup; ayrı bir araştırma ve bilim, inceleme alanı olarak ayrılmamışlardı. Yani Üstad’ın o yılların “felsefe – hikmet – fen”den bahseden yazılarında buna da dikkat edilmesi gerekiyor.

Elhasıl herhangi bir felsefe, yani bakış açısı ve düşünme yöntemine dayanmadan; yani epistomoloji ve ontolojisi, hatta teolojisi olmadan zaten değil “bilim”; herhangi bir gözlem ve ölçüm ve bunun ifadelendirilmesi (cümle ve ifade biçimlerimizde “rızık ve ni’met” kelimesini mi tercih edeceğiz; yoksa “gıda maddesi, mal, emtia” kelimelerini mi? sorusunda olduğu gibi) bile yapılamaz.

Bu açıdan “Bilim – Felsefe” ayrımı sun’î ve aldatıcı bir ayrımdır. Yani “bilgi” ve “yorum” ve “felsefe” denilen şeyler, öyle birbirinden ayrı ve farklı kavramlar değil. Her fikir ve ifadenin olduğu gibi; Bilim’in de dayandığı (Deterministik Bilimsellik Felsefesi gibi) bir felsefe ve inanç, değer ve aksiyom, eşya ve Tanrı görüşü bulunmaktadır.

Bilim bu dünya görüşünü en çok “din” ve “inançlar”a bakışında ifşa eder! Bilim kendini ta’rif ve kullandığı Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik’in tanımını yaparken; bunu kendini din ve inançlara zıt ve üst bir konuma yerleştirerek yapar! Bunu, sanki herhangi bir felsefî ve ateistik inanca sahip değilmiş gibi, kendini onlardan ayırarak; onlardan fark ve üstünlüğünü anlatarak yapar!

Nübüvvet’e kulak vermeyen ve ölçülerine itaat etmeyen, yani “dinsiz” olan Bilim ve bu Bilim’in kural – tanım – yöntem – nazar – niyet ve bakış açısını belirleyen; yani mevcut Bilim’in mürşid ve hocası olan “ateist ve materyalist, determinist  ve natüralist” Felsefe’nin; hakikât yerine hurafe ve safsata, mâlâyâniyât ve gaflet ile dalâlet doğuracağını izah ve ispat eden Risale-i Nur’un çoğu parçalarını aynen aşağıya ekledik ki “İslâmî B/ilim” ve “Bilimsel Bilim” arasındaki fark biraz daha netleşsin inşâallah. Risaleler’de tarama yapılarak çok daha fazlası bulunabilir. Tamamı pdf olarak şu linkten indirilebilir:

http://www.metabilgi.org/Metabilgi/RisaleiNurunAteistMateryalistBilimeBakisi.pdf

Üstad’ın, mevcut Modern Seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilim’in eksik ve yanlış ve zararları hakkında  Risaleler’de geçen bazı ifadeleri şöyle:

Bu asırda ikinci dehşetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş…

*

Efendiler! Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belâya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır…

*

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan…

*

Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi…

*

Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki…

*

Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm…

*

Hikmet-i Kur’aniyeye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’an okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta…

*

Kozmoğrafya fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla… cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük…

*

Aynen öyle de, bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir…

*

Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere…

*

Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassungâhlarını bozuyor…

*

Sakın siz de terakkiyâtınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukûta vâsıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp, Esmâ-i Hüsnâ’ma dikkat ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız…

*

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’âttır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikât olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, (fizik–kimya A.K.) Cenâb-ı Hakkın (Celle Celâlühû) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol açar

*

Herşeyden Cenâb-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıp “Şâfi” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkezâ… Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriyye ve tabakat-ı kümmelîn-i insânîyyenin hakikatları, Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder…

*

İşte, şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethâneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukàbil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini, ehl-i imana, derecesine göre dünyada dahi tattırır…

*

Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve târifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki Ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı… Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki: O menba-ı hakaik olan Kur’anı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı…

*

Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor?… Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor… İlm-i Hikmet (fizik – kimya – biyoloji gibi A.K.) ise mevcudata mevcudat için bakıyor… Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Müthiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme…

*

İşte dünya, dünya itibâriyle hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sûreten incimâd etmiş, fikr-i tabiatla kesâfet ve küdûret peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakîme, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefîhenin câzibedar lehviyâtıyla, sarhoşâne hevesâtıyla o dünyanın hem cümûdetini ziyâde edip gafleti kalınlaştırmış, hem küdûretle bulanmasını taz’îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor…

*

İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor

*

Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde…

*

Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak…

*

Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar…

*

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misilli, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!…

*

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle… İşte ey Coğrafyacı Efendi, bu zemin kafası yüz bin ağız, her birinde yüz bin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen O’nu tanımazsan…

*

Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir… İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak, gözünü aç, kafa fenerini bırak…

*

Binaenaleyh, şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden filozoflar, hakkın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür…

*

Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan

*

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde engel olmuştu… Birden, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kur’ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler… Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyâniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki: Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: “Bu kâinattaki eşyanın tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?” O vakit, nur-u Kur’ân ile, sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti…

Dinimiz ve Tevhidî Paradigma, Bilimsellik Paradigması’nı reddeder

Elhasıl “Bilimsellik Kriteri” olarak sadece “görüp – ölçebildiğini” ve “test edip – deneyselleyebildiğini” konusu olarak seçen ve “Allah yok(muş)” gibi açıklamayı “bilimsellik”in en baş yöntemi olarak kabul eden ve “Rabbimiz, melekler, ahiret, nübüvvet”i de “bilgi ve araştırmanının konusu değil, bunlar “metafizik” ve “inanç” işi diyen bu Bilim’i revize etmekle uğraşmayalım! Zaten Bilim de bir derece haklı olarak: “Beni revize etme, ben sadece madde’yi konu olarak seçtim; manevî – soyut şeyler araştırma konum değil” diyor.

Yani “Bilimsel Bilim’e ‘manevî’yi ekleriz, onarıp, yolumuza devam ederiz” diyorsak; o zaman “bilimsellik”e 180 derece ters olduğu için bunu da Bilim kabul etmez ve kabul etmemekte bir derece haklı da! Çünkü “benim konum, benim branşım, benim uzmanlık alanım sadece madde ve maddî olaylar” diyor bu Bilim. “İnanç ve metafizik’ konularına o kadar düşkünsen git ‘felsefe, ilâhiyat’ bölümünde oku. Fizik – kimya ile Din Dersini karıştırma!” diyor. Yani mevcut Bilimsel Bilim’e “haşir, melekler, ahiret” gibi konuları kabul ettirmek, “manevîyatı da araştırma konusuna dahil etsin” demek; “hinduizme, inek’i de yediğin menüye ekle” demeye benziyor; yani “inek’i kutsal kabul etmeyi bırak” demek, aslında “Hinduizm dinini bırak, terk et” demektir!

Elhasıl “Maddî – Ateist Bilimsellik Kriterleri”ne göre değil; “İslâmî Kriterler”e göre kendi B/ilimimizi kurmak en doğrusu olacak. Yani Üstadımız’ın Meyve Risalesi 6. Mes’ele’de geçen “fenkavram ve yöntemini benimseyerek kendi fenlerimizi kurmak çok daha doğru. Çünkü mevcut Bilimsel Bilim 6. Mes’elede geçen “Kâinatın Kimyageri, eczacısı, ustası, makinisti, kâtibi, yönetenini” kabul etmiyor; bilâkis “ilmî değil, bilgi ve araştırmanın konusu değil; metafizik olup, fizikle ve kâinatın işlemesiyle ilgisi yok; delilsiz – ispatsız inanç işi!” diyerek; ilmin kaynağı Rabbimiz’e “ilmî değil” diyor! Bu sebepten 6. Mes’elede geçen “muâllimleri değil onları dinleyiniz”i kendimize rehber yapıp; bilimadamlarını ve yazdıkları “ateist ve materyalist, determinist (esbabperest) ve natüralist (tabiâtperest) bilimselllik felsefesi”ne göre yazılmış kitaplarını değil, Üstad’ımın burada anlattığı kâinattan süzülen “gerçek bilgi” ve “gerçek fenni” esas almalıyız

Böylece “Fenni Hikmet” olan fizik – kimya’dan başka; 2. Şuâ’dan ilhâmen “Esmâ-ül Hüsnâ Anabilim Dalı, Kuddus Programı” gibi hakikî ma’rifet ve hikmet enstitülerimizi kurabiliriz… Bunları ateist – materyalist, herşeye mana-yı ismiyle bakan mevcut Bilimsel Bilim’in içinde kalarak kuramayız, gülerler bize! “Bizim maddîyatçı, esbabperest ve tabiatperest Bilimsellik Kriterlerimize uymaz bu!” derler.

Çözüm: Üstad’ın 6. Mes’ele’de önerdiği yeni bir fen; Bilimsel Yöntem’den çok daha geniş ve derin ve yüksek yeni bir İlmî Yöntem. Ama Bilimsel Bilim’in, Madde’yle ve maddî gözleriyle gördükleriyle sınırlı Bilimsel Yöntemiyle olmaz bu.

“Bilim (science)” ve “Bilgi” (ilim, knowledde, data, info) Farklı ve Ayrıdır

Kafalardaki karışıklık ve gelebilecek itirazların önemli bir sebebi de; “bilim (science)”i, “bilgi (ilim, knowledde, data, info)”yla eşanlamlı zannetmekten kaynaklanıyor. Bir de Bilimsel Bilim’in %1’i “gözlem – ölçüm bilgisi” ve diğer “nazarî – teorik konular”dan oluşup; kalan %99’unun ise “yorum ve teori, pratik ve teknoloji” olduğunu unutmamızdan kaynaklanıyor…

Elhasıl Bilimsel Yöntem ve Kriterleri; Üstad’ın 23. Lem’â, Tabiât Risalesi’nde geçen “esbabperest, tabiâtperest ve kendi kendine oldu” yöntemini benimsemiş; “diğer Yöntem Bilimsel değil” diyor. Ben de o zaman “alın Bilimsel Yönteminiz sizin olsun” diyorum. Üstad da öyle demiş zaten. Yani Eski Said’ken Bilimsel Yöntemi kabul etmiş ve kullanmış ama sonra dar ve sığlığını ve yanlış – eksiklerini görüp; Yeni Said’de bırakmış. 29. Mektub, 7. Risale / Kısım / İşarette geçen ifade aynen şöyle: “Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar.” Tamamı şöyle:

Yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?”

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.

Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?

Bilim’in kurguladığı Deterministik Evrende Rabbimiz ne iş yapar!?

Olaya buradan bakarsak; mevcut Bilim’in bu  “evrendeki varlıklar ve işleyişinde ‘fail’ yok ve olması da gerekmiyor. Çünkü sebepler, diğer sebep ve kuvvetlerin etkisiyle harekete geçip, bu sonuçları üretebilir. Yani evrende ‘fail kim’ sorusunu sormayı gerektirecek herhangi bir nedensel boşluk olmayıp; herşey neden – sonuç ilişki ve etkileşimiyle açıklanabilir” önvarsayımına göre şekillenmiş ve Bilimsellik Kriterleri buna göre tanımlanmıştır.

Bu Bilimsellik Felsefesi’nin “maddenin hareket ve sonuçlarını nedenselleyip, tasvir ve açıklayabilmek için ‘kim’ sorusuna mantıkî ve ampirik olarak ihtiyaç ve zaruret yok” diyerek; Bilimsel İfadelerinde, gördüğü herşeyi “yatay maddî sebep – sonuç şablonu” üzerinden kurgulaması “bilinçaltı kod” işlevi görüp; insan zihninde eşyanın Rabbi’yle bağlantısını kapatıp – kopartır! Bilim’in gösterdiği her neden, her Bilimsel İfade ve cümlelerdeki her tasvir, açıklama; “Bu işi Allah yapmıyor, bu faâliyete O karışmıyor! Bu meyve, tabiî bir sebep ve mekanizma, fizikî bir kural ve işleyişin ürünü olup; ilahî değil, doğal; sevk-i İlâhîyle değil, sevk-i tabiîyle olmuş(!)” gibi derin ve gizli altmesajları; subliminâl komutları (yani bilincimizin farkedip, işitemeyeceği frekanstaki fısıltı ve vesveseleri) bilinçaltımıza üfleyip, kodlar, bizi programlar!

Bilim’in evrenin işleyişinde “özne ve fail”e ihtiyaç ve zaruret görmeyerek kâinattaki hâdiseleri neden – sonuç iskeletine oturtması ve bu illiyet şablonuna göre tasvir edip, kurguladığı “kâinat senaryosu”yla zihni manüple edilip, algısı bozulan insan; bu zihinsel ilüzyon sonucu: “Evrende Bilim’in araştırıp, nedenini bulamadığı, böylelikle ‘hah işte fizik – kimya kanunlarıyla açıklanamayan bu iş Tanrı’nın işi’ diyebileceğimiz; yani doğaüstü bir müdahale gerektiren herhangi birşey yoktur(!)” gibi yanlış sonuçlara varmaktadır! “Evrende iman ve inanca herhangi bir delil ve gerekçe yok, olsaydı zaten Bilim bulurdu” gibi batıl sonuçlar üretmektedir!

Elhasıl mevcut Bilim objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel değil, gerçi “tarafsız olmak” bir değer ve meziyet değil; yani insan her zaman iyi – güzel – doğrudan taraf olmalı. Üstelik pratik olarak realitede ve teorik olarak dil ve mantık açısından “tarafsızlık” denilen şey zaten mümkün değil! Konuya Bilim’in Bilimsel gözlem ve ölçüm, araştırma ve deneylerinden örnek verirsek; birşeyi “ya Yaratıcı ve fâili var(mış)” gibi inceler ve nedenselleyip, tasvir ederiz veya  “Yaratıcı ve fâili yok(muş)” gibi.

Yani “var – yok”un ortası veya bunların dışarıdan eşit uzaklıktan bakabileceğimiz dış gözlem noktası olmadığı için; evren ve içindeki madde ve işleyişinin tasvir ve gözlem ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif olmak; dilin yapısı ve mantık açısından, realitede mümkün değil. Yani bu konuda tarafsız ve nötr bir cümle kurulamayacağı gibi; üstelik “agnostik” bir ifade biçimi de kurulamaz! (Bedi’üzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Bîtarafane muhakeme denilen şey, taraf-ı muhalifi iltizam etmektir, bâtıla tarafgirliktir; bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.”)

Elhasıl Bilimsellik Felsefesi; “kâinat ve içindeki maddenin, varlık ve devam ve işleyişinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret olmadığı” inancında! Çünkü “Allahû Tealâ yok(muş); varsa bile evrendeki herhangi birşeye müdahale ve etkisi yok(muş); çünkü herşey varlık ve devam ve işleyişinde O’ndan bağımsız ve ayrı olabilmesi mümkün(müş) ve zaten olan da bundan ibaret(miş)!” öninancına sahip! Çünkü “O olmadan da herşeyin mümkün olabileceği ve olduğu ve olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu!” önvarsayımına inanmakta!

Sonuç olarak: Bilim ateizme alet edilmiyor, aslında ateizmin ta kendisi olup; kâinatta keşfettiği Bilgi’yi de kendi ateizmine alet ediyor! Yani kâinatta keşfettiği bilgi ve ilim, gözlem ve ölçümlerini ateizmine alet ediyor! Kâinatta mevcut bilgi ve anlam, veri ve mesaj; Bilim(sellik) Paradigması tarafından manüple edilip, ateizm ve materyalizm inancına, determinizm ve natüralizmin şablonuna alet ediliyor!

Bu açıdan olaylara “Bilimsel Bakış” demek; varlık ve işleyişinin Rabbi’yle arasındaki bağlantıları zihin ve algıda kesme ve kopartma, karartma ve silmenin diğer adı olmakta olup; “Bilimselllik / Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey de bunun yöntemini vermektedir! Bu açıdan, “bilim/sellikparadigma ve felsefesi; ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefe ve inançlara delil ve meşruiyet sağlamaya çalışmanın diğer adı olmaktadır.

Elhasıl “gayb’a iman”ın, delilsiz – ispatsız inanmak olmadığını unutmayarak; kendimize sormamız gereken doğru soru şu: İslâmiyet’in doğru olduğunu “biliyor” muyuz, yoksa “inanıyor” muyuz!?

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 21.Nisan.2016 / ayhank27@gmail.com