Etiket arşivi: bahar

Kör ve Nankör

Varlıklar içerisinde en fazla ikrama layık görülen varlık, insandır. Kâinat ve içindeki her şey insan için yaratılmıştır. Bütün varlıklar ve canlılar, Allah’ın emriyle insana hizmetkâr olarak yaratılmıştır.

Her şey insan için çalışıyor, insanın yardımına koşuyor ve ona hizmet ediyor. Bütün varlıklar içinde Cenab-ı Hak, insanı kendisine muhatap seçmiştir. İnsan en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İnsan, görünen ve görünmeyen ( maddi – manevi ) sayısız nimetlere sahiptir.

Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerimdeki, “Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz” mealindeki ayet de bu konuya ışık tutmaktadır. İnsan şu kâinatın sultanıdır.

Örneğin; Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle;

Şu dünya insanın evi, Hayvanlar hizmetçisi, Güneş soba ve lambası, Bahar bir deste gül, Yaz bir nimet sofrası, Ay gece lambası, Yıldızlar karanlık gökyüzünü süsleyen mumlar, Dağlar ise dünya evimizin su depolarıdır…

İşte bir insanın bu dünyada hiçbir şeyi olmazsa bile böyle mükemmel bir zenginliğe – her insan- sahiptir. Ayrıca; akıl nimeti, var olma nimeti, sağlık nimeti, İslamiyet nimeti, insan olma nimeti, hayat nimeti gibi daha birçok asıl zenginlikler ve nimetler…

İşte bir insanın bunca nimetleri görmemesi ve bilmemesi körlüktür. Bu nimetlere imanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla ve kulluğuyla layık olmaya çalışmaması ise nankörlüktür…
Rabbim bizi kör ve nankörlerden eylemesin. Sahip olduğu nimetlerin farkında olan ve bu nimetlere layık olmaya çalışanlardan eylesin. Âmin…

İbrahim Yardım / İlahiyatçı – Yazar

Nevruz kutlamaları caiz midir?

Nevroz veya yeni yıl, noel kutlayan Müslüman dinden çıkar mı?

Nevruz’un lûgat mânâsı yeni gün demektir. Eski İranlıların yılbaşı olarak bildikleri günün adıdır. Nevruz, güneşin hamel (kuzu) burcuna girdiği gün olup, Milâdî Mart’ın 22’sine rastlar. Bugün, ilkbaharın başlangıcı, bitkilerin toprak yüzüne çıktığı, ağaçların yeşerdiği, hayvanların inlerinden, kuşların yuvalarından çıkıp dünyayı şenlendirdiği bir gün olarak bilinir. Bugün İran ve Irak’ta halen bayram olarak kutlanır.

Nevruz’un dinî bir mahiyeti olmamakla berebar, mahlûkatın yeryüzünü canlandırıp şenlendirdiği gün olduğu için bir nevi “bayram” havası yaşanır. Bugünün nasıl, ne şekilde ve nerede, kim tarafından tespit edilip bir bayram şekline getirildiği hususunda farklı görüşler vardır. Bazı rivayetlerde Cenab-ı Hakkın âlemi ve Hz. Âdem’i yarattığı gün olarak bilindiği gibi, şöyle bir rivayet de vardır:

İran sultanlarından Cemşid, dünyayı dolaştıktan, Azerbaycan’ı beğenip oraya bir taht kurduktan sonra sırtına süslü bir elbise giyip, başına da mücevherlerle işlenmiş bir taç koyup tahta oturdu. Güneş doğup, taca yansıyınca etrafı ışıklandırdı. Halk bu günü mesut bir gün sayarak sevindiler, o günü apayrı bir gün bilerek “Nevruz” dediler. Büyük şenlik yapıp ondan sonra her sene bu merasimi tekrarladılar. Buna “Nevruz-i amme” denilir.

Nevruz-i hassa” ise, “nevruz-i amme”den altı gün sonradır. O gün Cemşid tahta oturup devlet erkânına şöyle dedi:

Cenab-ı Hak hepimizi yoktan var ederek akıl ve fikirle diğer hayvanlardan mümtaz kıldı. Bu sebeple hepimize lâzım ve lâyık olan temiz su ile yıkanıp Allah’ın dergâhına secdeye kapanarak şükredelim. Sonra bu günü ve bu usülü yapmaya dikkat etmenizi isterim.

Cemşid’in bu isteği kabul edilerek ondan sonra her sene, iki nevruz arasında kalan bu altı gün kutlandı. O gün, kral herkesin arzusunu yerine getirir, millet bayram ederdi. Daha sonra bu âdet Selçuklular ve Osmanlılarda da devam etmiştir. Hattâ Osmanlı şairleri Ramazan, bayram, bahar ve kış vesilesiyle olduğu gibi, “Nevruz” için de kasideler yazar, “Nevruziye” adını verdikleri bu kasideleri takdim ettikleri devlet adamlarından “câizehediye” alırlardı. Yine Osmanlılar zamanında Nevruz’da değişik bir tatlı yapılarak başta saray erkânı olmak üzere halka dağıtılırdı. Bugün de yurdumuzun bazı bölgelerinde “Hıdırellez” gibi Nevruz günü de kutlanmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri de Nevruz gününe ayrı bir ehemmiyet verirdi. Talebelerinden Muhsin Alev bu hususta şöyle bir hatırasını anlatır:

Üstad gezmeyi, bilhassa bahar ve yaz aylarında kırlarda dolaşmayı çok severdi. Mahlûkatla, mevcudatla baş başa kalıp derin derin tefekkür ederdi. İstanbul’da Nevruz günü kıra giderken bizi de yanında götürürdü. Kırda,’Bugün mahlûkatın bayramıdır’ diye Nevruz’un önemini bize anlatmıştı. Kırda köpeklere ekmek parçası verip, “Bugün, bu Nevruz bayramından bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim’ demişti. Çok sevinçli bir hali vardı Nevruz günü…

Baharı, haşrin, yani öldükten sonra dirilmenin bir nümunesi olarak bilen ve her baharda bitki ve hayvanların yeniden yeryüzüne çıkıp canlanmasını, haşri en güzel şekilde isbat eden bir delil olarak gören Bediüzzaman, “Nevruz günü bahar mevsimine işarettir” der ve haşrin isbatı hususunda baharı şöyle misal verir:

Haşr-i baharîde (bahar haşrinde) görüyoruz ki, (Cenab-ı Hak) beş-altı gün zarfında küçük ve büük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden ziyade envaı (türleri) haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip (diriltip) iâde ediyor. Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken kemal-i imtiyaz (mükemmel olarak ayrılarak) ve teşhis ile o kadar sür’at ve vüs’at (genişlik) ve sühulet (kolaylık) içinde kemal-i intizam ve mizan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kâbil midir ki, bu işleri yapan zata birşey ağır gelebilsin; semavat ve arzı altı günde halk edemesin, insanı bir sayha ile (sesle) haşredemesin, hâşâ!

Bahara ve mahlûkata bu gözle, îman dürbünüyle bakılırsa, bütün bahar günlerinden mânen istifade edildiği gibi, Nevruz gününden de istifade edilir. Ama bugün, kutlanacaksa bile, meşruiyet ve helâl dairesini aşmamak lâzımdır. “Nevruz’dur” diyerek başka zamanlar haram ve caiz olmayan şeyler meşrulaştırılamaz. Kırlara çıkmak, yemek içmek, helâl dairede eğlenmek, ziyaretlerde bulunmak mümkün ve güzeldir. Fakat hiçbir surette ne içki içmek, ne de nâmahremlik sınırlarını aşan davranışlar helâl olur.

Bu vesile ile şu hususu da hatırlatalım: Nevruz’da oruç tutmak mekruhtur. O gün oruç tutmamak daha faziletlidir. Çünkü bugüne dinî bir hüviyet verip, mübarek gün gibi görmek caiz görülmemektedir. Ancak Ramazan’a rastlarsa tutmak gerekir, çünkü farz oruçtur.

Sorularla İslamiyet

Kışın soğuğunda, baharın tebessümü saklıdır

Bir zamanlar, camı kırık, penceresi açık, kışın soğuk günlerinde hücresinde ölüme terk edilen pîr-i fâni bir İslâm mütefekkirinin, bir peygamber vârisinin arkasında saf tutmuş, dâvâsına gönül bağlamış milyonları, o günün şartları ve ortamı dahilinde, “ben acele ettim kışta geldim, siz cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” hakikatına vâkıf O bahtiyar insandan başka kim tahmin edebilirdi?

Evet, bir zorluğun arkasında iki kolaylığı müjdeleyen Zât-ı Akdes’in va’di elbette gerçekleşecekti.

Rahmet-i İlâhiyyenin izi, tozu ve yüzü görülecekti.

Kışın şiddetli soğuğu altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır.

Atmacanın serçe kuşuna musallat edilmesi, o küçük ve zayıf kuşun kabiliyet ve reflekslerinin gelişmesi adına pek çok maslahata ve güzel sonuçlara vesiledir.

Bedîüzzaman Hazretleri “savletli bid’alar” dan bahsetmiş.

İslâm toplumu arasında yaygınlaştırılmak istenen ve ecnebî gizli zındıka komitesi tarafından ortaya atılan ve bir takım ulemâi’s-sû’ tarafından destek gören mânevî marazlar, hastalıklar, bid’at ve hurâfeler, bünyede derin yaralar açmış, ta’mir ve islâhına çalışan İslâm âlimleri ve hassetsen asrın müceddidi Bedîüzzaman Said Nursî (r.a) büyük sıkıntı, sürgün, hapis, baskı ve işkencelere ma’rûz bırakılmıştır.

Kahhâr-ı Zülcelâl, âlemi çalkalandırırken, imân ehlinin sıkıntılara/eza ve cefalara mârûz kalması da imtihan sırrının bir gereği olsa gerek. Bu cüz’î arızalarla birlikte hıfz-ı İlâhî, istikamet dairesinde dîn-i mübîn-i İslâm’a hizmet eden ehl-i imân hakkında devam eder.

Kur’ânı indiren Allah Teâlâ olduğu gibi, O’nu ve O’nun talebelerini muhâfaza edecek olan da O’dur.

Hiçbir güç Kur’ân hizmetine mâni olamaz. Geçici bir kısım arızalar olabilir, ama İlâhî nûr asla sönmez ve söndürülemez.

Üstad Nursî şöyle bir müjde vermektedir: “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı ma’nevînizden vaz geçirmek için size hücûm etseler; onlara deyiniz: ‘Biz hizbü’l-Kur’ânız. (İnnâ nahnu nezzelnezzikre ve innâ lehû lehâfizûn= Kur’ânı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz-Hicr sûresi, 9) sırrıyla Kur’ânın kal’asındayız…”(Mektûbât, 29. Mektup, 6. Kısım, 2. Desise)

Bu müjdeye layık ve mazhar olabilmek için; Kitap ve Sünnete sarılmak, Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ edip bid’alardan uzak durmak gerek.
Hak ve hakîkatı kabul edip ona göre davranalım. Hak ve hakîkatın ölçüsü, edile-i şer’iyyedir. O da; Kur’ân, Hadîs, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır.

İçi bid’atla doldurulmuş, hevâ ve hevesi kamçılayan, şirk ve sanemperestlik üzerine müzikal enstürümanlarla bezenmiş papaların uydurdukları muharref bir dinin kokuşmuş görüntüsüne insanımızı feda etmeden, müçtehid imamların/asfiyânın/evliyanın istikametli yolundan tâviz vermeden yolumuza devam edelim.

Bid’atlardan, günahlardan, şerirlerin şerrinden, Kur’ân, Hadîs ve onların mânevî tefsiri olan Risale-i Nurları tahrif etmek isteyen, hevâ ve hevesine göre değerlendiren/yorumlayan/anlayan/anlatan/gösteren/tanıtan bir takım gafil ve art niyetli odakların şerrinden rahmet-i İlâhiyyeye sığınalım.

İstikametimizi ve siperimizi terk etmeyelim. Celâl ve kahhâr bir el, bütün âlemi ve özellikle İslâm coğrafyasını çalkalandırırken, en fazla tokatı, istikametsiz, değerlerini koruyamamış, dinin aslına ve özüne sahip çıkamamış, Kur’ân ve Hadîs haricinde bir kısım arayışlara girmesi konusunda aldatılmış olan ehl-i imâna vuruyor. Sezilen bu celalli ele karşı tevbe/istiğfar/istikametle yeniden Kur’ân etrafında birleşerek tefrikaya düşmeden/düşürmeden/düşürülmeden özürle mukabele edelim.

Mülkün sahibi Allah’dır (c.c). O Mâlikü’l-Mülk, Ebû Hanifeyi, Seyyid Kutub’u, Bedîüzzaman’ı, İskilipli Atıf’ı ve daha nice iman erlerini/mücahidlerini hapse ve zindana atar, zâlimleri tahta oturtur. Bu işlerin/hikmetlerin aklen açıklanması mümkün mü?
Ehl-i imânın imtihanı zorlu ve meşakkatlidir. Ehl-i dalâletin ehl-i hidâyete üstün gelmesi geçici/muvakkattır. Eninde sonunda galebe/başarı/zafer ehl-i hidâyetin olacaktır.(bkz. A’râf, 182-183; Kalem, 44,45)

Gerçi son asırda yaşanan kırılmalar, yozlaşma ve dejenarasyonlar, hiçbir devirde yaşanmadı.

Müslümanların kafası karıştırıldı. Dinin tamamen tağyîr ve tahrîbe mârûz kalması adına yapılan sinsi çalışmalar, alınan sonuçlar, İslâm toplumlarını tereddüt ve şüpheye düşürdü. Kafalar karıştı. Melek’le şeytan birbirine karıştırıldı. Süfyanizmin dehşetli eli her tarafa, her yaştan ve meslekten zihinlere kadar ulaştı. İlmî, amelî, edebî sâhâlar bu kara propagandanın tesiri altına girdi. İmân ve Kur’ân nuruyla bakamayanlar kör oldu, sağır oldu, dilsiz oldu.

Ama şükürler olsun ki, sisler dağılmaya başlamış, kara bulutlar semâmızı terk etmeye yüz tutmuş, akıllar ferâseti yakalamış, iz’an ve idraklar yeniden rotasına oturmaya başlamıştır biiznillah…

Suskunluğun, sinmişliğin/sindirilmişliğin, baskının hâkim olduğu İslâm coğrafyasının her karesinde, sayıca az da olsa Kur’ânî sadâ ile ses verenler, izzetle ölümü zilletle mevte tercih edenler çıkmış, âlem-i İslâm’ın umudu, sesi, soluğu ve tercümanı olmuşlar. Kur’âna dellallık yapmış, Hak ve hakîkatı haykırmaktan asla geri durmamışlar.

Kırılan ümitler yeniden yeşermiş, eğilen başlar vakarla doğrulmuş, gönüller ümit, şevk ve cesâretle yoğrulmuştur.

Allah’ım! Va’dettiğin fütûhât-ı İslâmiyyeyi, neşr-i envârı Kur’âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyyenin dalga dalga ihyâsını tez zamanda müşâhedâtla bizlere müjdeni müyesser kıl ve göster. Âmîn…

İsmail Aksoy

Eğlencelerimiz, Pikniklerimiz, Değerlerimiz!

Her eğlence bizi kaldı‎rmıyor. Biz de her eğlenceyi kaldı‎ram‎ıyoruz. Çünkü bu gün eğlencelerin bir çoğu bid’at olmu‏ş, masumiyetini kaybetmiştir.

Bu gün dünya, maalesef ya gayr-i meşru eğlence peşinde, ya da hile, kavga, savaş ve katliam peşinde. Biz böyle bir dünyanın peşinde ve içinde olmak istemiyoruz.

Umarım gayr-i meşru eğlence ve katliam peşinde olan bu çılgın dünya, kendi elleriyle kendi kıyametinin kopmasına sebep olmaz. Umarım bu çılgın dünyanın, çılgın ve müstehcen eğlencelerine benim gibi boykot edenler çoğalır. Umarım benim gibi boykotçulara sahip çıkan vefalı insanlar, kurumlar ve dernekler artar.

Bu yolda ben ve benim gibi düşünenler az olsak da, tek kalsak da haklıyız. Çünkü şu kâinatın ve Kur’an’ın sahibi olan Allah, açık açık buyuruyor ki:

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun oynamak için (veya oyuncular olarak) yaratmadık!” (1)

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri, (göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ı) hak ile (ansın ve anlatsın diye) yarattık!” (2)

Siz zannediyor musunuz ki biz sizi boş yere yarattık, başıboş bırakacağız? Ve siz zannediyor musunuz ki siz bize döndürülmeyecek (ve hesap vermeyecek)siniz?” (3) “Hayır hayır, ben insanları ve cinleri beni tanısın ve bana kulluk etsinler, ibadet etsinler diye yarattım.” (4)

Ağzımızdan çıkan her söz, yaptığımız her iş, sergilediğimiz her hareket düzenlediğimiz her eğlence, harcadığımız her kuruş kayıtlar altına alınmaktadır. (5) Bunlar kabrin öbür tarafında ya kurtuluşumuza vesile olacak, bizi cennete kavuşturacak, ya da ceza almamıza vesile olacak, -bir şefaat yetişmezse- alıp bizi cehenneme götürecektir.

KUR’AN, BİZE ŞİMDİDEN HABER VERİYOR

Cehennemdekilere sorulacak:

-Sizi cehenneme sürükleyen ne oldu? Cevap çok enteresan. Dediler ki:

-“Biz namaz kılanlardan olmadık, açları yedirip doyurmadık, (zekât ve sadaka vermedik), hesaba çekileceğimiz bir günü hesaba katmadık, ahireti inkâr ettik ve batıl eğlencelere dalanlarla beraber daldık gittik. Şimdi de cehennemle baş başa kaldık.” (6)

Bu ayetler ve uyarılar bizim ödümüzü koparmalı, düğünlere, pikniklere, partilere giderken çılgınlaşmamalı ve çıldırmamalıyız. Gecelerimizde gecelerin sahibine isyan etmemeliyiz. Bahar ve yaz aylarında o baharı ve yazı bize lutfeden Latif’i gücendirmemeliyiz. Pikniklerimiz, o sevinçli günleri bize lutfeden Allah’a isyana dönüşmemeli, tam tersi zikrimizi, şükrümüzü, artırmalı. Allah’ı anlatan, Peygamberi sevdiren, birlik-beraberliğe davet eden, anarşi ve terörü sindiren-söndüren sohbet ve nasihatlarla süslenmeli.

Biz bid’at eًğlencelere, gayr-i meşru eğlencelere pirim veremeyiz, vermemeliyiz. Biz de bunlara pirim verirsek kıyamet kopar. Yanlış yaşayanlar kadar doğru yaşayanlar da olmalı. Soyunanlar kadar, örtünenler de olmalı. İmansızlığı ve ahlaksızlığı hayat biçimi haline getirenler kadar, ahlaklı ve imanlı yaşamayı hayat biçimi haline getirenler de olmalı. Din ve maneviyat düşmanları kadar, dindarlar ve dini yaşayanlar da olmalı. Olmalı ki dünya ayakta durabilsin. Dünyanın sahibi dünyanın yaşamasına izin versin. Aksi halde dünyanın yaşamasının bir anlamı kalmaz. İşte o zaman kıyamet kopar.

Allah, neden kendisini tanımayanlardan razı olsun ve onlara böyle muhteşem bir konak hazırlasın ki? Hangi fabrikatör, kendisini tanımayan, takmayan işçilere fabrika açar? Veya açtığı fabrikayı ayakta tutar? Veya hangi fabrikatör, kendisine isyan edenlere maaş verir ve cezasız bırakır?

Bu mübarek Anadolu toprakları, veliler otağı‎, ş‏ehitler yata‎ğıdı‎r. Hâla bu vatan için ‏şehit vermeye devam ediyoruz.

Şüheda gövdesi bir baksana dağlar, taşlar,

O rükû olmazsa dünyada eğilmez başlar” diyor Âkif bu topraklar için.

Kurtuluş gecelerimiz, yılbaşı gecelerimiz, eğlencelerimiz, düğünlerimiz, pikniklerimiz bizi, değerlerimizi, evliya ve ş‏ehitlerimizi incitmemeli, Allah’ı‎, peygamberi, melekleri, velileri ve ehl-i nâmusu gücendirmemelidir.

Burası‎ imtihan dünyası‎dı‎r. İmtihanda kimseye dokunulmaz. Allah sabreder, mühlet verir ama unutmaz. Hiç kimsenin yaptığını, hiç bir zalimin zulmünü, hiçbir fasığın fıskını, hiçbir münafığın nifakını, hiçbir kâfirin küfrünü yanına koymaz. Şimdi bu çılgınların, asilerin, anarşist ve teröristlerin yaptıkları yanlarına kalacak mı sanıyorsunuz? Asla.

Biz, onların hesabını gözlerin kamaşacağı bir güne bırakıyoruz” (7) diyen Allah,“Ben onlara -adam olsunlar, akıllarını başlarına alsınlar diye- mühlet veriyorum. Benim tuzağım çok kuvvetlidir” (8) sözüyle de ihtarını çekmektedir.

Kanuni Sultan Süleyman, meyve aًğaçları‎nı saran‎ karı‎ncaların durumunu Zenbilli Ali Efendi’ye sorar:

– Aًğaçlar‎ı sarsa eًğer karı‎nca,

Zarar var m‎ı karı‎ncayı‎ kı‎rı‎nca.

Zenbilli Ali Efendi’nin cevabı‎ âlime yakışı‎‏‎r tarzda olur:

– Yar‎ın Hakk’ı‎n divan‎ına var‎ınca

Süleyman’dan alı‎r hakkı‎n kar‎ınca

Eko sistemde her varlığın bir faydası ve hikmeti vardır. Zararlı‎ olmadıkları takdirde hiçbir şeye zarar vermemeli ve incitilmemelidir.

Üstad-ı Muhterem ne güzel uyarıyor:

Ey insan! Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun? Sen kabiliyet açısından bütün canlıların üstünde olduğunu ve dünya hayatının levâzımatını tedârikte, bir serçe kuşu kadar bile güçlü olmadığını biliyorsun. Öyleyse neden anlamıyorsun ki, asıl vazifen hakikî bir insan gibi, hakikî ve ebedî bir hayat için (ahiret için) çalışmaktır. En lüzumlu vazifeleri bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz şeylerle vakit geçiriyorsun.

Geceleriniz, gündüzleriniz, baharınız, yazınız, piknikleriniz, düğünleriniz, eğlenceleriniz hayırlı ve bereketli olsun; olsun ama içinde isyanı, haramı ve günahı barındırmasın. Sizi Allah’tan, Peygamberden, güzel ahlaktan ve namazdan uzaklaştırmasın.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Enbiya, 21 / 16

2-Hicr, 15 / 85

3-Mü’minûn, 23 / 15

4-Zariyat, 51 / 56

5-Bkz.Kaf, 50 18

6-Müddessir, 74 / 42-47

7-İbrahim, 14 /42

8-A’raf, 7 / 183

Bahar mevsimindeki fırtınalı yağmur

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın(bitkilerin) tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak(ayrılık) perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir…

Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

18. Söz 2. Nokta