Etiket arşivi: baki çimiç

Şehzadeler Şehri’nde Risale-i Nur okumak

amasya.okuma“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.”1 diyen Bediüzzaman Hazretleri ne kadar mükemmel bir hakîkate işâret etmiş.

Âhirzamânda sanal dünya ve görsel âlemin, insanları kendisine celb ve esir ettiği bir zamanda okumak ne kadar önemli bir haslet!

Allah’ın ilk emri de zaten oku değil mi? “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alekadan [kan pıhtısından] yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.”2 ”Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku!”3 Okumak ve yazmak ile ilgili Rabbimiz böyle hitap ediyor biz kullarına. Oku emrini öncelikle kendi nefsimize almalıyız. Çünkü Rabbimiz “Oku!” diye direkt nefsimize hitap etmektedir. Sanırım okumak çok yönlü olmalı. İnsanı, çiçeği, böceği, hayvanları ve bitkileri mânâ-i harfî olarak tefekkürî okumak. Tekrâr tekrâr tâ başa dönerek okumak. Çünkü tekrârda te’kîd vardır. “Tuğla tuğla üstüne koymak tekrâr değil te’sîstir.” der Zübeyir ağabey.

Evet, nasıl ve neyi okumak? Önce Allah’ın adıyla “Bismillâh” ile başlayarak okumak. İnsanın simâsındaki Ehâdiyet tecellisini okumak, âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanı okumak, önce enfüsî sonra afakî tefekkür sırasına uyarak, eşyâyı ve eşyâda tecelli eden esmâyı okumak.

Kur’ân’ı, kelâm-ı ezelî olarak, Cebrâil’in (as) Efendimiz’e (asm) okuduğu anı hatırlayarak okumak. Risâle-i Nûr’u, Kur’ân’a muhâtap olarak ve kudsiyetini Kur’ân’dan aldığını bilerek ve me’hazdaki kudsiyete şeffaf bir ayna olduğuna inanarak okumak.

Cisimleşmiş Kur’ân ve tecellî-i esmâ olan kitab-ı kâinat satırlarını okumak. Bürhan-ı nâtık (konuşan delil) olan Efendimiz’in (asm) hayatını ve onun (asm) hayatının her bir karesini ve sünnetini okumak ve yaşamak. Asr-ı Saâdet’in karelerini, her asra bakan cihetlerini atlamadan satır satır okumak. Sinekleri, böcekleri, hayvanları, bitkileri ve hâkezâ bütün mahlûkatı okumak.

Velhasıl “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor.”4 İşte onu dinlemek, o nûr ile nûrlanmak için onun sevdasına kapılarak geldik Şehzâdeler Şehri Amasya ilimize.

Gazetemizde hep gençlerimizin okuma programlarını ve onların tefekkürlerini okuyorduk. Şevk dolar ve gençlerimizi tebrîk ederdik. Âhirzamânda genç olmak zordu, ancak gençlerimiz o zorluğa rağmen okumayı başarıyorlardı. Ne bahtiyar gençlerdi onlar? “Dünya mâdem fânidir. Hem mâdem ömür kısadır. Hem mâdem gâyet lüzûmlu vazîfeler çoktur. Hem mâdem hayât-ı ebediye burada kazanılacaktır.”5 Öyleyse bizler de bir şeyler yapmalı ve okuma halkasına katılmalıydık.

Önce bölge toplantılarında aldık okuma programı kararını. Çünkü şahs-ı mânevînin kuvvet-i zahrını hissetmeliydik âlemimizde. Karar, Şehzâdeler Şerhi Amasya ili olarak tespit edilmişti. 6-12 Ağustos 2012 tarihleri arası Amasya ilimizde 5 ilden (Samsun, Tokat, Amasya, Çorum, Ordu) en az ikişer kişi katılacaktı programa. Meşâgil-i dünyeviye veya zarûrî gerekçeler olacak ki Çorum ve Ordu illerimiz programa katılamadılar. Biz Samsun’dan Selim ağabeyle 5 Ağustos günü yola çıktık. Tokat ekibi ise daha kalabalık gelecek biliyoruz. Hakîkaten de öyle oldu. Ahmet Kara ağabey, Mehmet Erbaş hocamız, Ömer hocamız, Halil hocamız ve hafta sonu da M. Ali Kaya ve Cihad hocalarımız Tokat ekibi olarak programa iştirâk ettiler.

Burada Amasya cemaati ağabeylerimize ayrı bir paragraf açmak zarûretini hissediyorum. İlk gün ihlâsı, sîmâsı ve etvârı ile i’timâd ve muhabbet evsâflarını üzerinde toplayan Oğuz ağabey o mütebessim hâli ile karşıladı bizleri. Engin, Tekin, Sedat, Burhan ve diğer ağabey ve kardeşlerimiz de aynı samîmiyet ve muhabbetle muhâtab oldular bizlere. İftâr ve sahûr programlarında ciddî hazırlıklar yaparak mahcûbiyet yaşattılar bizlere. Allah onlardan ebeden râzı olsun. Nûrun fedakâr kahramanları olmanın insicâmını ve sevdâsını yaşattırdılar bizlere.

Amasya insanlarında çok farklı seciyeler hissettik. Çok sıcakkanlı ve sâkin insanlar olarak gördük onları. Şehirde bir sâkinlik ve sessizlik var sanki. Bunun sebebini de âcizâne şöyle tefekkür ettik. Amasya Osmanlı Şehzâdelerinin terbiye-i İslâmiye ile eğitildiği bir şehir. Bu hâl asırlardır devam etmiş olmalı ki şehir insanlarına da yansımış. Zaten târihî mekânları ve camileri ile asırlara götürüyor Amasya bizleri. Târîh kokuyor her tarafı sanki. II. Beyâzıd Camii’nde namaz kılmak ayrı bir huşû’ veriyor insana. Zaten Ramazân Ayı’nın bereketi ve mâneviyatı bütün hasselerimize işliyor program boyunca.

İlk akşam her günümüzü saat saat planlayarak başladık okuma programımıza. Meşveret ile planladık zamanımızı. Sabah saat 09.00-11.00 arası şahsî okuma. 11.00-12.30 müzâkereli ders. 12.30-13.30 arası öğle namazı. 13.30-15.00 şahsî kemalât, Kur’ân ve cevşen okuma. 15.00-16.30 mütalâalı ders. 16.30-18.30 ikindi namazı, serbest okuma ve gezi. 18.30-19.30 Beraber Hizmet Rehberi okunması. 19.30-22.30 iftâr vakti, akşam, yatsı ve terâvîh namazları. 22.30-23.00 cemaat dersi. 23.00-24.00 soru-cevap tarzında külliyattan dersler ve merak ettiklerimiz. 24.00-02.30 uyku saati. 02.30-04.00 arası sahûr. 04.00-06.30 arası sabah namazı ve sabah dersi. (Sabah derslerimizde Hutbe-i Şâmiye derslerinin verimini unutamayız. Harîka hakîkatlerle müşerref olduk. Yeni yeni tefekkür pencerelerinin açıldığını hissettik elhamdülillâh.) 06.30-09.00 arası dinlenme olarak bir günlük programımız tamamlanmış oluyordu. Bu programda çok küçük şahsî aksamaların dışında genelde bir aksama yaşanmadı. Program çok verimli ve bereketli geçiyordu. Bundaki sırrın da şahs-ı mânevînin tezâhürü ve bereketi olduğuna inanıyorduk. Çünkü bu okuma programı bölge meşveret kararı ile alınmıştı.

Son olarak özellikle müzâkereli ve araştırmaya dayalı derslerimizden de bahsetmek istiyorum. Çünkü programın en verimli ve kalıcı olan okumaları bu bölümde olduğuna inanıyorum. Müzâkereli derslerde özellikle fikr-i infirâdîden kaçınmak ve kardeşlerin nazarı ile bakabilmek ve aklı ile düşünebilmek gerekiyor. Şahs-ı mânevînin bereketi ve te’sîri çok önem arzediyor olmalı.

Ayrıca “sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi kâideleri ise o iştirâk-i a’mâlden hâsıl olan umûm yekûn ve umûm nûr6” her birimizin âlemine inikâs ediyor ümidindeyim.

Araştırmaya dayalı Risâle-i Nûr derslerimizden de çok istifâde ettik. Özellikle Üstad’ın “Cadde-i Kübra-i Kur’âniye” dediği mesleği nedir ve bu bağlamda meslek-meşrep ayrımlarını paylaştık. Yalan bitti! Ya doğru ya sükût bağlamında Külliyat’ı taramamız ve ilgili bahisleri bir bütün olarak okumamız ise çok faklı pencerelerin âlemimizde açılmasına vesile oldu. “Sırr-ı inna a’tayna”dan, âhirzamân eşhaslarına ve hizmetimize tevâfuk eden hadîslere kadar paylaşımlarımız da çok şevk verici ve bir o kadar da merak uyandıran okumalarımızdı. Üstad’ın hayatına tevâfuk eden ve Üç Said’i net olarak gösteren hadîsler ise ayrı bir heyecan verdi bizlere. Nazar konusu, mezheplerin tevhid edilmesi bahsi, insaniyet-i kübra olan İslâmiyet ve müsbet Avrupa bahisleri de çok feyizli geçen derslerimizdi. Ağabeylerimiz hem not alıyor, hem de kısa kısa bahislerin Külliyat’tan yerlerini indeks olarak tutuyordu. Günler geçiyor bizler hızla okumalarımıza devam ediyor ve her gün yeni yeni hakîkat perdelerinin aralanması ile Risâle-i Nûr’dan yeni hakîkatlerle mülâki oluyorduk.

Elhamdülillâh bir haftada enfüsî âlemimizde bir tecdîd ve dezenfekte olmaya vesîle olan okumalarımız olmuştu. Artık ayrılık zamanı gelmişti; ağabeylerimize sarılarak helâlleştik ve mahall-i ikâmetlerimize avdet ettik elhamdülillâh. Tekrârını kaçırmamak dileğiyle herkese çok çok teşekkür ediyor ve özellikle Amasyalı ağabeylerden Allah ebeden râzı olsun diyorum.

Baki Çimiç

www.sentezhaber.com

Dipnotlar:

1- Sözler, 2004, s. 1121, 2- Alâk Sûresi-1,2,3,4,5, 3- Kehf Suresi, 27, 4- Sözler, 2004, s. 58, 5- Mektubat, 2005, s. 118, 6- Lem’alar, 2005, s.399

 

Ezber Bozan Kelimeler

Risâle-i Nûr’da öyle ifâde ve kavramlar vardır ki, sosyal hayatta kullandığımız zaman sanki yanlış kullanılmış gibi algılanmaktadır. Hatta bu ifâdeleri ilk duyanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyor, hatalı kelime ve cümle kullandığımızı imâ eder bir duruş ve söz ile karşılık veriyorlar.

Meselâ, “Onların şu edepli muâmele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden…”1, “Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim”2, “Gördüm ki, ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış”3 gibi cümlelerde geçen ”hoşuna geldiğinden”, “ileriye nazarımı gönderdim” ve “ihtiyarlandım, ihtiyarlanmış” kelimeleri bu mânâda kavramlardır.

Meselâ “hoşuna geldiğinden” kavram ve ifâdesi sosyal hayatta “hoşuna geldiğinden” değil de “hoşuna gittiğinden” olarak kullanılıyor. Hakîkaten bizler de bu cümledeki ifâdeye kadar hiç başka türlü düşünmemiş ve herkesin kullandığı gibi “hoşuna gittiğinden” olarak bu ifâdeyi kullanıyorduk. Ancak On Birinci Söz’de Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri yine ezberimizi bozarak, bizim ünsiyet ettiğimiz ve yıllarca “hoşuna gittiğinden” olarak kullana geldiğimiz bu ifâdeyi “hoşuna geldiğinden” şekliyle söyleyerek, bizlere çok ince ve dakîk dersler veriyor.

Acaba bu ifâdenin “hoşuna geldiğinden” olarak kullanılmasının altında ne yatıyor olabilir? Mutlaka bunda bir hikmet ve maslahat olmalıydı diye düşündük. Bu kavramın böyle söylenmesi boşuna olmamalıydı. Muhakkak farklı bir ciheti, ayrı bir mânâsı ve değişik bir tefekkür dersi olmalıydı. O halde bu ifâdeye mânâ-i harfî olarak yoğunlaşıp, farklı bakış açısı ile yeni tefekkür damlaları süzüp, değişik pencerelerden bakmalıydık. Çünkü asrın Bedîîsi lisânda ve Edebiyât’ta da mükemmel terkipler ve uslûplar kullanmakta, okuyanları ve dinleyenleri hayrette bırakacak bir dil kullanmaktaydı.

“Onların şu edepli muâmele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden” cümlesi On Birinci Söz’de saraya giren birinci gürûh insanların edepli muâmele ve vaziyetleri için kullanılıyor. Bu hâl padişahın “hoşuna geliyor”. Çünkü “edepli muâmele ve vaziyetler” hoş olan, sevimli ve memnun olunan davranışlardır. Hoş olan ve memnun olunan davranışlar uzaklaşmayı çağrıştıran “gittiğinden” kelimesi ile değil yakınlaşmayı ifâde eden “geldiğinden” kelimesi ile anlatılmıştır. Böylece sosyal hayatta kolayca “hoşuna gittiğinden” şeklinde kullanılabilen kelimeyi, Bedîüzzamân Hazretleri “hoşuna geldiğinden” şeklinde ifâde ederek tam olarak cümlenin mânâsına uygun kavramı kullanıyor. Hakîkaten hoş olan uzaklaşmaz, yaklaşır. Böylece Risâle-i Nûrlar’da kullanılan kelimelerin, ne kadar ma’nîdâr oldukları da aralanmış ve anlaşılmış olmaktadır. Risâle-i Nûr satırları içersinde böyle çok kelime ve kavramlar vardır.

Yine meselâ; “Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim” cümlesindeki “nazar göndermek” tabirini de incelemek gerekir. Nazar; bakmak, bakış mânâlarını taşıyor. Hakîkaten kelimeler çok ilginç tefekkürî mânâlar çağrıştırıyor. Nazar göndermek kavramı; kâinata mânâ-i ismî ile değil, mânâ-i harfî ile bakmak mânâlarını da içeriyor. Allah için bakmak ve marifetullah mânâsı ile bakışın “nazar göndermek” kelimeleri ile ne kadar uyumlu ve âhenkli olduğuna da “nazar göndermek” gerekir.

“İhtiyarlanmak” kelimesi üzerinde de durmaya çalışalım. “İhtiyarlanmak” ile “ihtiyarlamak” kelimeleri arasında tek bir harf farkı vardır. O da “n” harfidir. “İhtiyarlandım” dediğimizde ihtiyarlama işini bizim yapmadığımız ortaya çıkıyor ve “n” harfi ile bizi “Bir” başkasının ihtiyarlattığı hakîkati ile karşı karşıya kalıyoruz.

“İhtiyarladım” kelimesi ile ise “ihtiyarlama” işini sanki biz yapıyormuşuz gibi bir anlam ile karşı karşıya kalıyoruz ki, işte bu bakış açısı mânâ-i ismî bakış açısıdır. Bu da Risâle-i Nûr mesleği olan mânâ-i harfî ve nazar-ı fikrî olan tefekkür bakışına ve mesleğine uymuyor.

Bir de Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûr’da “Daha yok mu?” mânâsına gelen bir anlam için “Daha var mı?” ifadesini kullanıyor. Belki de “Daha yok mu?” tabirindeki “yok” kelimesi, yokluğu ve ademi çağrıştırdığı için yine Üstad kelimelerle bizlere tefekkürî dersler vermeye devam ediyor. Yok kelimesi yerine “var” kelimesini kullanarak varlığı ve vücûdu çağrıştıran tefekkürî kelime ile cümleyi kemâle erdiriyor. Bu da, şu hatırayı hatırlatıyor sanki:

Bedîüzzamân Hazretleri yumurtayı tam olarak kırmadan bir delik açtırır oradan içini aldırırmış. “Üstadım ‘Yumurtayı pişirirken bile kabuğunu tamamen kırdırmazdı. Küçük bir delik açtırarak oradan tabağa döktürürdü.’” Çünkü yumurtanın kırılması bile insanda menfî duyguları harekete geçiriyor ve insanın rûhuna ve duygularına müşevveşiyet veriyor olmalıdır.

Evet, Risâle-i Nûr eserleri tersine dönmüş itikadî ve İslâmî prensipleri aslına rücû ettirmektedir. Bizler kelimeleri Risâle-i Nûr satırlarında geçtiği şekliyle kullanmaya gayret edelim. Hem böylelikle, farklı ortamlarda Risâle-i Nûr’dan bahis açma ve onların ismini ve farklılığını gündeme getirme fırsatı da yakalamış oluruz.

Bedîüzzamân Hazretleri Otuz İkinci Söz’de “Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle sevme” demekte ve “‘Ne kadar güzel yapılmış’ de. ‘Ne kadar güzeldir’ deme” diye devam etmektedir. Öyleyse bizler de onun eserlerinde kullandığı ezber bozan kelime ve kavramları onun kullandığı gibi kullanmaya devam edelim.

Dipnotlar:
1- Sözler, 2004, s. 200
2- Lem’alar, 2005, s. 513
3- Lem’alar, 2005, s. 503

Bâkî Çimiç

www.SaidNursi.de

Japonya’da Hakikatı Arayanlar

Son Japonya depremi bizlere Risâle-i Nûr’daki Japonlarla ilgili bahisleri derhatır ettirdi. Risâle-i Nûr eserlerinde Japonlarla ilgili mevzûlar vardır. Bunlardan biri Nokta Risâlesi’ndeki “Müstemî (dinleyen), müteharrî-i hakikat (hakikati araştıran) bir Japondur”1 ifâdesidir.

Bu Risâlede Bedîüzzamân Japonları dinleme makâmında, hakîkati araştıran olarak ta’rîf eder. Hakîkaten Japonlar bu sıfata lâyıktırlar. Hatta Bedîüzzamân “Kesb-i medeniyette Japonlara iktidâ bize lâzımdır.2 demekte ve hakîkatleri, doğruları ve gerçekleri araştırmada Japonlara uymamızı tavsiye etmektedir. Çünkü Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla berâber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhâfaza ettiler.”3 diyerek Japonların, medeniyetin güzelliklerini alırken kendi âdetlerini ve kültürlerini muhâfaza ettiklerini belirtir.

Yine Risâle-i Nûr satırları arasında görüyoruz ki, bir Japon Başkomutanı İstanbul ulemâsına bazı suâller soruyor ve bu suâllere Bedîüzzamân cevaplar veriyor ve bu cevaplar Beşinci Şuâ’nın te’lîfine mukaddeme oluyor. Şöyle ki; “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.4

Hatta Muhâkemât’ta Japonlar’ın sordukları soruların ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. “Onlardan bir suâl: ‘Bizi, kendisine îmân etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? Mahlûkat neden yaratılmıştır? Yoktan mı? Maddeden mi? Yoksa onun zâtından mı? Ve diğer şüpheli sorular…’” gibi sorulan sorulara Bedîüzzamân, ilgili eserinde cevaplar vermiştir. Bu sorulardan da anlaşılıyor ki, Japonlar hakîkaten müteharrî-i hakîkat konumundadırlar. Bu sebepledir ki Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti aldılar ve terakkî ettiler. Dünyanın en ileri teknolojisine ve terakkîsine ulaştılar. Ancak noksan olan bir şeyler var ki, İlâhî ihtâr ile mânevî cihete sevk olunuyorlar. Muhâkemât’ta Allah’ın varlığına dair açık delilleri soruyorlar. Ancak ekser olarak, Allah’ın kâinattaki tevhid delillerine gerekli yönelmeyi yapamamış olacaklar ki İlâhî musîbetlerle, o cihete sevk olunuyorlar. Belki de, bu musîbetlerle Yüce Allah onlara aczlerini ve fakrlarını yakînen hissettirerek kalb ve rûhlarını ihtizâza getirip yüzlerini ve özlerini şu fânî dünyadan kendisine çevirmeyi irade etmektedir.

Japonlar teknoloji ve terakkîde dünya devletlerinin ilk sırasında yer alıyorlar. Ancak burada çok önemli ve tehlikeli bir durum olduğunu fark ediyoruz. On Dördüncü Söz’ün Hâtimesi’nde çok önemli ve ilginç bir açıklama dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler.”5 Burada geçen Allah’ın emri altında ve O’nun emrine âmâde olan zemin, beşerin sapıtmış, şirke bulaşmış, Cenâb-ı Hakk’ın dışında olanlardan yardım, medet umar hale gelmiş konumu ve teknolojik eserleri ile şükürsüz bir hâle düçâr olmuştur. Bu hâl o kadar ileri gitmiştir ki, yaptıkları eserler ile gurûra giriyor ve yapılan yolların, köprülerin en şiddetli depremlere bile dayanabileceği iddiâsında bulunabiliyorlar.

Kobe depremi öncesinde “Bu köprüleri ve üst geçitleri on iki şiddetinde deprem bile yıkamaz” iddiâ ve gururlarını Allah yerle bir ederek onlara ihtâr edip göstermişti. Hem “Zelzele gibi vâkı’alar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesâdüf oyuncağı değiller”6dir. Belki “küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mânevîyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd hâdisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gâyesiz, tesadüfî zannederek, bütün musîbetzedelerin elîm zâyi’âtını bedelsiz, hebâen mensûr gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle, ehl-i îmânın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günâhlara kefarettir.” 7

Belki de en önemli noktalardan bir tanesi şu olabilir: Artık yaşlı zeminimiz kıyamet öncesi, ölümün keşif kolları nev’înden ön ihtârlarla Allah’ın emri ile beşerin bütün bütün yoldan çıkmaması, maddî ve mânevî bir kıyametin arzın ecel-i fıtrîsinden evvel başına gelmemesi için son ikazlar yapılmaktadır. Yüce Allah, bütün insanlığa şöyle bir ders veriyor olmalıdır: Ey nev-i beşer, aklınızı başınıza alınız! Sizin enâniyetiniz ve gurûrunuz olan şirk-âlûd ve şükürsüz âsâr-ı beşeriyeniz sizi kurtaramaz. Siz onlara güvenmeyiniz ve onları güçlü görmeyiniz. Esâs güç ve kudret sahibi Benim. Sizin güçlü ve kuvvetli gördüğünüz ve çokça güvendiğiniz esbâb olan âsâr-ı beşeriyenizi silip süpürürüm. Benim kudretimin önünde onlar dayanamaz ve onları yıkar yok ederim.

Depremden sonra oluşan tsunami dalgalarının her yeri sürükleyip götürdüğü görüntülerini görünce, yüce Rabbimizin güç ve kudretinin sonsuzluğu gözler önüne serilmiş oluyor. Böylece musîbet nev-i beşere hakîkî bir nâsih ve uyarıcı vazîfesini yapmaya devam ediyor.

Japonlar soğukkanlı ve müteharrî-i hakîkat konumunda insanlardır. Dinlemeyi, öğrenmeyi, araştırmayı ve güzel şeyleri almayı severler. Öyleyse kâinatta en büyük hakîkat îmân olduğuna göre, Japonlar bu en büyük hakikate öncelikle Allah’a îmân cihetiyle kavuşmalıdır. Belki de fıtratlarındaki müteharrî-i hakîkat meylini bu yönde istimâl ettirmek için Rabbimiz onlara musîbet veriyor. Zira “hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar.” 8 “Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtâr, birer îkazdır.” 9 “Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevî huzur vermektir.”10

Elhâsıl: “Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukûş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umûmiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazîfelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musîbetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mâhiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisânla değil, belki herbir âzânın lisânıyla bir ilticâ’, bir istimdâd vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kasîde-i manzûme-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazîfe-i fıtratını ifâ eder.” 11

Baki ÇİMİÇ / Yeni Asya

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 384.
2- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
3- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
4- Şuâlar, 2005, s: 562.
5- Sözler, 2004, s: 227.
6- Sözler, 2004, s: 227.
7- Sözler, 2004, s: 227.
8- Lem’alar, 2005, s: 23.
9- Lem’alar, 2005, s: 27.
10- Lem’alar, 2005, s: 27.
11- Lem’alar, 2005, s: 30-31