Etiket arşivi: barla

Said Nursi’nin Mezarını Ben Buldum!

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer ve Haber Türk yazarı Murat Bardakçı bugünkü köşelerinde Said Nursi’nin naaşının Urfa’dan kaçırıldıktan sonra denize atıldığını ileri sürdüler. Ancak Said Nursi’nin talebeleri bu iddianın doğru olmadığını çeşitli defalar dile getirdiler.

Urfa’dan sonra Isparta mesarlığına defnedilen Said Nursi’nin naaşı tevafuk eseri bulunur ve oradan başka yere defnedilir. Isparta’daki mesarı bulan Mustafa Pestil o anları “Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan‘a anlattı.

Mustafa Pestil’le görüşmesini Risale Haber’le paylaşan Ömer Özcan, naaşın denize atılmasının da gerçek dışı bir iddia olduğunu söyledi.

İşte Mustafa Pestil’in Said Nursi’nin mezarını bulması ve sonrasında yaşanan gelişmeleri anlattığı sözleri:

Malum, Üstad’ın, mezarının bilinmemesi için vasiyeti vardır. Senirkentli Ali İhsan Tola’nın da bulunduğu bir sırada, “Talebelerimden 12 kişi benim mezarımı bilse zarar vermez” diyor Üstad. Üstad’ın saçları 10 santim kadar uzunmuş ve saçlarına kına yakarmış. Bu vaziyette iken, Urfa yolculuğuna çıkıyor. Orada vefat ediyor. Biz burada Isparta’dayız. Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey var burada. Biz Üstad’ın vefatını geç haber aldık, o yüzden gidemedik. Üstad’ı Urfa’ya defnediyorlar. Yolda giderken Üstad bir talebesine, ‘Beni Hz. İbrahim (a.s.) çağırdı’ diyor.

“60 ihtilâlinde başta Türkeş olarak karar alıyorlar; Üstad’ın kardeşi Abdülmecit’i alarak, kabrini tahta bir tabuta koyup, galvanizli sac’a koyup lehimliyorlar. Boşlukları da kaba talaşla dolduruyorlar. Geceleyin uçakla götürüyorlar, ama Abdülmecit de bilmiyor nereye gittiklerini; fakat ‘Bir gölün üstünden geçtik, bir demir kapıdan geçip oraya defnettik’ diyor; ama muhit neresi, bilinmiyor. Bu böyle kaldı. Sonra polisler
orada nöbet beklediler, ama niçin beklediler bilinmiyor, ama mezarlık tespit edilmişti.

Derken Isparta’da olduğu anlaşılmaya başlandı, ama tam kesinlik kazanmadı. Böyle dokuz sene geçti aradan. Dokuz sene zarfında herkes kendi kafasına göre ‘Acaba burada mı?’ diye aramalar yapıyor. Galvanizli sacla gömüldüğü belli ya… Bu yüzden Rüştü Ağabey, ‘Şişle bile aradım ağabey!’ dedi.

Bir gün Sav’a derse gitmiştik, orada bu konu açıldı. Herkes bir şey söylüyordu. Ben de dedim: ‘Allah’ın izniyle Üstad’ı ben bulacağım.’ Öyle dedim orada o zaman. Sonra benim yeğenimin bir çocuğu doğdu; sonra öldü! Çocuğu yıkadık, koyduk taksiye… Kış günü, çok soğuk… Gittik mezarlığa. Yalnız benimle gidenler bu işleri bilmiyorlardı; ağabeyim de var, ama bu işlerden haberdar değildi. Mezar yeri için karar verdim, ‘Şurayı eşin’ dedim. Bana o anda, kazma vurulunca sanki Üstad’ın başına vurmuşlar gibi bir his geldi… Diz çöktüm, Yâsin okumaya başladım.

Ben Yâsin okurken benim amcaoğlu, ‘Amca burada bir sac çıktı; bu ne olabilir?’ dedi. Ben hemen anladım tabii… ‘Hastahanelerde ölenleri böyle yaparlar, getirirler, böyle gömerler’ dedim. Biraz ilerisini kazdık, çocuğu gömdük. ‘Siz haydi gidin bakalım’ dedim diğerlerine. Onlar gittiler.

Eştim baktım, galvanizli sac ve lehimli… ‘Tamam!’ dedim. Ama içini daha bilmiyorum… Sonra küreğin ucuyla kanırttım, o lehimleri söktüm. Üstad’ın kafası önüme çıktı. Pırıl pırıl… Üstad’ın saçları kınalı; bir şey olmamış gibi, hiç bozulmamış… Üstad, sarığı başından hiç çıkarmazdı, o yüzden her tarafı tamam, tanıdım; fakat saçlarını bilemedim.
Neyse kapattım üstünü, örttüm.

Kimseye bir şey diyemiyordum, çünkü Üstad’a karşı bir yanlışlık olur diye korkuyordum. Sonra Bozanönü’nde Şaban’a sordum, başkasına sordum. Tarif ediyorlar; fakat bir tanesi bile ‘Üstad’ın saçları kınalıdır’ demiyordu. Bir hafta uğraştım, ama demiyorum kimseye. Hiç kimse kınalı demiyor. Allah, Allah! Ezener vardı mesela, o da diyemiyor kınalı diye. Hepsi, her şey tamam, ‘kınalı’ deseler iş bitecek. Sonra Senirkent’e Ali İhsan Tola Ağabeye gittim, ona sordum. ‘Üstad’ın saçları nasıldır?’ diye. ‘Üstad’ın saçları 10 santim uzunluktadır ve kınalıdır’ dedi. Babasına rahmet, düğüm çözülmüştü şimdi!

Bir de tersine koymuşlar tabutu, geceleyin ayaklar kıbleye gelmiş. Fıkıha göre araştırdık, tabutun kıbleye dönmesi lazım geliyordu. Ama tek kişi bunu yapacak güçte değildi. Bunu üç-dört kişiye anlattık, tabutu oradan çıkardık. Mezarı eştik, tabutu çıkardık. Kanırttığımız yerden Üstad’ın yüzünü tekrar gördük. Ondan sonra çok derin bir mezar kazdık orada, altını da epey saptırdık. Bizde çıkarırlar korkusu vardı…

Rahmetli Hacı Nureddin vardı, Atasoyların Ahmet’in babası, İslâmköy’dendir. Nurettin’e dedim ki: ‘Bunu buradan çıkarmasınlar. Buraya bir mezar yap, ama boşluğa koyacaksın; göçtü mü anlarız! Oraya öyle bir beton koyacaksın ki kolay kolay çıkaramayacaklar…’ Böyle bir tertip aldık. Fakat mübarek, bunu ihmal etmiş, yapmamış… Babası Osman Ağabey vardı, rahmetli oldu, o da gidiyor Isparta’da bulunan bir ağabeye anlatıyor. ‘Minareci böyle böyle… Üstad’ı bulmuş!’ diye anlatıyor. O ağabey de emir veriyor, ‘Çıkarın!’ diye. Salim Gümüş ile Sav’dan Bekir Hafız, bir kişiyi de alıyorlar, tabutu çıkarıyorlar… Götürüyorlar ve başka yere defnediyorlar.

Kaynak: Risale Haber

Milyonların Temel Taşları Barla Sıddıkları

Bediüzzaman, Barla’ya sürgüne gönderildiğinde tek başınaydı. Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” dedi. Bugün milyonlarca insana ulaşan Kur’an hizmetinin temelini onlarla attı Bediüzzaman.

Bediüzzaman Said Nursi, Barla’ya ilk geldiğinde tek başına sürgündeydi. İkamet etme mecburiyetinde kaldığı karakolda, askerler, geceleri uyumayıp ibadet eden bu zatı burada daha fazla tutamayacaklarını anlayarak, onu imam olan Muhacir Hafız Ahmed’in evine “O imam, bu hoca. İkisi iyi anlaşırlar” diyerek gönderdiler.

Bediüzzaman Said Nursi’nin ilk talebelerinden olan Muhacir Hafız Ahmed’in ruhu, misafirle gelen müjdeyi sezmişti. Hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” diyordu.

Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı.

Dünya şartları itibarıyla bakıldığında, Bediüzzaman ile tanışmaları, onlar için, çileli bir hayatın başlangıcı demekti: Takipler, işkenceler, sorgular, tevkifler, hapisler, gittikçe şiddetini arttıracak ve sonu hiç gelmeyecek baskılar…

Fakat insanın yaratılışındaki cevherleri ortaya çıkaracak şartlar da böyle ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar değil mi? Kendi hallerinde kalsalar öylesine yaşayıp gidecek olan o mütevazı insanlar, onca çilelerin arasında bir sadakat destanı yazdılar, yüzyıllara damgasını vuracak bir iman inkılâbının vücuda gelmesine vesile oldular. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” adını verdi.

Ve onlarla geçen yıllarını, hayatının en mesut günleri olarak yad etti. Bediüzzaman, Barla Sıddıkları hakkında şöyle demektedir: “Cenab-ı Hakka şükrediyorum ki, böyle hâlis, muhlis ve başkalara hüsn-ü misal olan sadık şakirtleri Risale-i Nur’a vermiş ki, daimî hakta hulûs ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar. O Meyvecinin civarında, ismini söylemediğim malûm ve çok alâkadar olduğum kardeşlerim, hususan Barla sıddıkları, beni çok defa hayalen eski zamana ve o memlekete celb ediyorlar, Barla ve dağlarında gezdiriyorlar. Ben, onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum.

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde Risale-i Nur vasıtasıyla bir insanın kalbine bir iman ateşi düştüğü, yahut onun marifetullah ve muhabbetullah dolu bahislerinden bir bahis okunduğu zaman, Barla Sıddıklarının zaferlerine bir zafer daha ekleniyor. Onlar, burada adı geçenlerden ibaret değil elbette. İsimleri bilinen ve bilinmeyen daha niceleri var.

Ruhlarına Fatiha’lar.

Barla Sıddıkları:

Hulusi Yahyagil (Emekli Albay)

(1895-1986)

Birinci Dünya Harbinde, Çanakkale ve Kafkas Savaşlarında bulundu. Üç yerinden yaralandığı Çanakkale’deki günlerini, “Pilav yemeye gider gibi bir hevesle harbe gitmiştik” diye anlatır. Yüzbaşı rütbesiyle Eğirdir’de görev yaparken Üstad ile tanışmıştır. İlmi, irfanı, keskin zekâ ve kavrayışıyla Bediüzzaman’a seçkin bir muhatap olmuş, Risalelerden birçoğu onun soruları üzerine yazılmıştır.

(Santral) Sabri Arseven

(1893-1954)

Eğirdir’in Bedre Köyü imamı. Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur talebelerine Hulûsi Bey ile birlikte örnek olarak gösterdiği şahsiyet. Yazılan risaleler, Hoca Sabri Efendi vasıtasıyla yurdun dört bir tarafına dağıtılıyor, tashih için gelenler yine onun vasıtasıyla Üstada intikal ettiriliyordu. Son derece tehlikeli şartlar altında yıllarca devam ettirdiği bu fedakârca vazifesi sebebiyle Üstad onu “Nur İskelesi,” “Santral Sabri,” “Risale-i Nur’un kaptanı” ve “Sıddık Sabri” ünvanlarıyla anardı.

Hafız Ali

(1898-1944)

İslamköy’de dünyaya geldi. Bir yandan imamlık yaparken, bir yandan da talebe yetiştiriyordu. Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risalelerin yazılması eklendi. Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömrü Denizli hapsinde şehidlikle tamamladı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali.

Refet Barutçu

(1886-1975)

Emekli Yüzbaşı. Beykozlu bir “İstanbul beyefendisi.” Sualleriyle pek çok meselenin Bediüzzaman tarafından açıklanmasına vesile oldu; bir kısım risaleler onun sualleri üzerine telif edildi. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde Bediüzzaman ile beraber bulundu. Emekliliğinden sonra Beşiktaş Vişnezade Camiinde imamlık yaptı. Ondan gelen bir mektubun başına, Üstadın eklediği takdim cümlesi şöyle: “Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Beyin mektubudur.

Ahmed Hüsrev Altınbaşak

(1899-1977)

Isparta’nın Senirce Köyünde dünyaya geldi. İstiklâl Harbinde savaştı, esir düştü. 1931’de Bediüzzaman’ın hizmetine girdi ve Risale-i Nur’un en önde gelen talebelerinden biri oldu. Üstad ile beraber Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde yattı. Özellikle Kur’an hattını muhafaza ve gelecek nesillere aktarma hususunda emsalsiz hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman’ın tarifi üzerine yazdığı tevafuklu Mushaf, bugün halk arasında en çok beğenilen hat olma özelliğini koruyor.

Hakkı Tığlı

(1875-1968)

Risale-i Nur’un ilk talebelerinden. Hulûsi Beyin yakın arkadaşı. Eskişehir Hapishanesi’nde Bediüzzaman ile beraber yattı. Lakin o hapis günleri, kendi ifadesiyle, hayatının en mesut günleriydi. Bediüzzaman onun için şu ifadeleri kullanmıştı: “Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.” “Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum.

Muhacir Hafız Ahmed

(1894-1948)

Macaristan muhacirlerinden. Bediüzzaman’ın medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinin imamı. Üstadın Barla’daki ilk ev sahibi. Barla’ya ayak bastığında, Üstad yirmi gün kadar onun evinde misafir kaldı. Hanımı, iki kızı, oğlu ve damatları ile birlikte, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a büyük hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman, ikâmet etmek üzere evine gönderildiğinde hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” demişti.

Sıddık Süleyman Kervancı

(1898-1965)

Bediüzzaman Barla’ya sürgün gönderildiğinde, onun hizmetine koşan ilk kahramanlardan. Bediüzzaman’ın hizmetine girdiğinde otuz yaşında ve iki kız çocuğu babası idi. Geçimini, tarlasında yetiştirdiği sebzeleri satarak sağlıyordu. Dürüstlüğüyle tanınan ve herkes tarafından güvenilen bir kimseydi. Sekiz sene boyunca Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a fedakârca hizmetlerde bulundu. “Sıddık” ünvanını ona Bediüzzaman verdi. Ankara’da vefat etti; Barla Mezarlığı’na defnedildi.

Şamlı Hafız Tevfik Göksu

(1887-1965)

Üsküdar’da doğdu. Babası Yüzbaşı Hafız Veli Beyin vazifesi sebebiyle yıllarca Şam’da kaldığı için, “Şamlı” lakabıyla anılır oldu. Barla’daki Çeşnigir Camiinde imam hatiplik yaptı. Bediüzzaman buraya sürgün olarak geldiğinde, ona talebe oldu ve kâtiplik yaptı. Risalelerin gerek ilk olarak yazılmasında, gerekse çoğaltılmasında büyük hizmetleri geçti. Eskişehir ve Denizli hapislerinde Bediüzzaman ile beraber yattı. Barla’da vefat etti ve Barla mezarlığına defnedildi.

Bedrettin Uşaklıgil

(1920- )

Öğretmen. Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Refet Barutçu’nun üvey oğlu. Bediüzzaman tarafından da manevî evlat kabul edildi. Şu ifadeleri Bediüzzaman onun için kullanmıştır: “Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşaallah Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bedreddin’in validesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünkü onun en birinci üstadı odur.”

Mustafa Çavuş (Güvenç)

(1882-1939)

İstiklal Harbi ve Çanakkale gazisi. Hayatının on sekiz senesi askerlikte geçti. Barla yıllarında Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde bulundu. “Harika sadakati” ile Bediüzzaman’ın örnek gösterdiği bir Risale-i Nur talebesi idi Mustafa Çavuş. Uzun zaman yanına hiçbir ziyaretçi kabul etmeyecek olsa, bu kaidenin üç dört istisnasından biri Mustafa Çavuş olurdu: “Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hafız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Hafız Halid Tekin

(1891- 1946)

Barlalı. Öğretmen ve imam. Risale-i Nur’un telif edildiği yıllarda Bediüzzaman’ın müsvedde kâtipliğini yaptı. Bediüzzaman ondan “âhiret kardeşim” şeklinde söz eder. On Yedinci Mektup olan Çocuk Taziyenamesi, Hafız Halid’in sekiz yaşındaki oğlu Enver’in ölümü üzerine telif edilmiştir. Barla Lâhikasında da Hafız Halid’in Risale-i Nur’u ve Müellifini anlatan bir mektubu yer almaktadır.

Abdullah Çavuş (Yavaşer)

(1892-1960)

Bediüzzaman’ın Barla’daki komşusu. Yıllarca onun en yakın hizmetinde bulunan birkaç kişiden birisi. Denizli hapsinde de Bediüzzaman ile birlikte yattı. Bediüzzaman’ın mektuplarında Abdullah Çavuş ile ilgili ifadelerden, onun, pek az kimseye nasip olacak bir şekilde Said Nursî’ye yakınlığının bulunduğu anlaşılmaktadır.

Muallim Ahmet Galip Keskin

(1900 – 1939)

İlim ve sanat ehli, yüksek ruhlu bir zat. Divan sahibi. Ayrıca çeşitli edebî eserleri var. Barla’da öğretmenlik yaptı. Bediüzzaman ile beraber Eskişehir’de mevkuf kaldı. Bediüzzaman’ın Muallim Ahmet Galip Bey hakkındaki sözleri şöyle: “Bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemâl-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu.

Abdullah Kula

(1901 – 1987)

İslamköylü Nur Postacısı. Risale-i Nur’un büyük kısmının telif edildiği Barla döneminde, Bediüzzaman ile yurdun çeşitli yerlerindeki talebeleri arasında haberleşmeyi temin eden bahtiyarlardan. Ovalara, dağlara akşam çöktü mü, onun mesaisi başlardı. Çantasını omzuna atar, o dağ senin, bu tepe benim, Barla yoluna koyulurdu. Sabah vakti Üstadına ulaşır, emanetleri teslim eder, namazını onunla beraber kıldıktan sonra istirahate çekilirdi.

Mübarek Süleyman (Köse)

(1898 – 1963)

Çam dağlarında, insanlardan uzakta, uzun tefekkür gecelerinden birinde Bediüzzaman’a misafir olma arzusu düşmüştü Süleyman’ın içine. Bir tepedeki ağacın dalları arasında buldukları bir ekmek için “Bu ekmek bize helâl olur mu?” diye sorması üzerine Üstad “Vay mübarek vay!” demiş, ondan sonra da adı “Mübarek Süleyman” olarak kalmıştı.

Risale-i Nur, kibrit kutularına yazıldı, duvarlarda saklandı

Bediüzzaman’ın “Yaz kardeşim” sözüyle kalemler yazmaya başladı. Dağda, evde, bahçede, yolda… “Yaz kardeşim” sözü üzerine yazmaya başlayan kalemler gece gündüz sessizce yazdı. Sessizce işleyen matbaalar kuruldu köylerde kasabalarda. Yüklüklerin ardında tezgâhlar kuruldu. Bazen hanımlar mum tuttu, beyler yazdı, bazen hanımlı, çocuklu, büyüklü herkes çalıştı. Yazılan Risaleler tashih edilmesi için gizlice müellifine ulaştırıldı. Sonra yüz binlerce Nur Risalesi, gizlice dağıtıldı yurdun her köşesine. Nur santralları arasında postacılar dolaştı. Çantalar sırtlarda gece boyu yol tepildi. Kuş uçurtmayan takip ve baskı altında hiç sekmeyen bir saat gibi çalışıldı.

Bu yıllarda en çok sıkıntısı çekilen şey kâğıt oldu. Kâğıdın değeri daha çok anlaşılıyor bulunmadığında. Risale-i Nurlar sigara kâğıtlarından kibrit kutularına, yırtık defterlerden parmak kadar kâğıt atıklarına kadar yazıldı.

Kâğıdın yokluğu bir sorun, yazılanları muhafaza ise ayrı bir sorundu. Denetim ve baskı had safhadaydı. Bin bir güçlükle yazılan Risalelere yapılan baskınlar sonucu el konuyordu. Hafız Ali, gecesi ve gündüzünü Risalelerin yazılmasına adamış, Bediüzzaman’dan gelen eserleri el yazısıyla yazıyordu. Sıkıntı ve baskılar Hafız Ali’ye bir çözüm yolu geliştirdi; teneke kutular yaptırmak ve eserleri bunlara koyarak duvarlar içine saklamak. Hafız Ali, yaptırdığı teneke kutulara eliyle yazdığı Risaleleri koyarak duvarlara yerleştirdikten sonra kutuların üzerine tekrar duvar ördü. Bir gün gelecek, elbette duvarlar yıkılacak, eserler meydana çıkacaktı.

www.moraldergisi.com