Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN DIŞ SİYASET DEĞERLENDİRMESİ

ATLANTİK PAKTI VE TÜRKİYE (NATO)

 

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN DIŞ SİYASET DEĞERLENDİRMESİ

16/Eylül/1950’de, Türkiye’nin Atlantik Paktı’na girmesine dair yaptığı müracaatına, İngilizler karşı çıktı ve o defa müracaat kabul görmedi. Ertesi sene 23 Temmuz 1951 tarihinde Amerikan filosu İstanbul’a geldi. Bu hareket ile Amerikan Hükûmeti; Türkiye’yi İngiliz ve Fransızların karşı olmalarına rağmen NATO’ya almaya dair bir kararı gibi idi… Ve nitekim 17 Ekim 1951’de Türkiye’nin Atlantik Paktı’na, NATO’ya iltihakına dair protokol Londra’da imzalandı.

Bu tarihten önce, Üstâd’ın Emirdağ’daki bazı talebeleri, İngilizlerin Türkiye’nin müracaatına ihanetkârane karşı çıkmalarına üzüldüklerini görmüş ve 26/6/1951’de şu gelecek değerlendirmeyi yaparak hakikat‑ı hali beyan etmiştir:

“Demokratlar içerisinde meb’us Gazi ve Gazi gibi dindarlar ve Isparta’da Rüştü ve akrabası ve Emirdağı’nda Mehmet Çalışkan ve Hamza gibi demokratların hatırı için yalnız bir saat dünyaya baktım.

Said Nursi

 

Aziz kardeşlerim! (Bu yazıyı Üstadımız yazdırdılar)

İngilizlerin bizi Atlantik Paktı’na almadıklarına müteessir olmuştuk. Bilakis Üstadımızın bize beyan ettiği bu hakikatlar karşısında alınmadığımıza ruh-u canımızla memnun olduk.

Mehmet, Hamza

 

  İNGİLTERE’NİN İSLAMİYET’E KARŞI DÜŞMANLIĞI

Ellibeş sene önce İngiltere’nin Hindistan Müstemleke Nazırı Matbuatta intişar eden bir makalesinde, müslümanların elinde Kur’an bulundukça İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamayacağını tam hakimiyetin tesisi için Kur’an’ın sûkut ettirilmesi icab ettiğini yazmak suretiyle, hükümetinin İslamiyet hakkındaki gizli siyasetini açığa koymuştu. İngiltere hükümeti, İslamlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir.

Birisi: O zamanın İslamların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmaya ve Kur’an-ı Türkiye’de sûkut ettirmeye çalışmakta idiler.

Diğeri de: Türkiye’den başka memleketlerdeki müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden, Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı. Lozan Muahedesi’nde İngilizler, İslamiyet ve Kur’an aleyhinde olan siyasetlerine devam ederek, o zamanki Türk hükümetiyle İslamiyeti Türkiye’den kaldırmak esasında anlaşmaya varmışlardı. Eski İngiliz Başvekili Loid Corc ölünceye kadar bu siyaseti izhar etmiştir. Lozan Antlaşmasına göre zamanın hükümeti İngilizlere İslamiyeti peşkeş çekmişler,([1][1]) Türkiye’den İslamiyeti otuz sene zarfında kaldıracaklarını tahmin ederek ona göre teşkilatlar vücuda getirerek çalışmaya başlamışlardı. Otuz sene geçince, bu müddetin kafi gelmediğini görerek tekrar otuz sene daha çalışmak icab ettiğini o zamanın başvekili Meclis’te([2][2]) açıklamıştı. Şimdiki Demokratların bazı dindarları eski İttihad-ı Muhammedi gayesini tahakkuk ettirmek için çalışanlarla birlikte idiler.

Demokratların eski hükümet gibi dini ve şeair-i İslamiyeyi İngilizlere rüşvet vermeğe kalkmamaları icab eder. Zira artık buna hüküm kalmamıştır. İngilizler son resmi beyanatlarında, Türklerin Asyalı ve müslüman bulunmalarından dolayı onlarla işbirliği yapılamayacağını açıklamışlardır. Halen Ehli Salib fikrini devam ettirdiklerine bu aşikar bir delildir. İngilizler de zaten İkinci Cihan Harbinden sonra Amerika’nın gölgesinde kalarak, tali derecede bir devlet olmuştur.

Bu yüzden kendilerine fazla ehemmiyet verip, dostluğunu temin için dini rüşvet vermeğe ve onlara yaranmağa çalışmanın lüzumu kalmamıştır. İngilizler’in kendisi de bugün Amerika’nın yardımına muhtaç bir haldedir.

Demokratlar dörtyüz milyon müslümanın nefretini kazanmış olan İngilizler’in dostluğu yerine bilakis müslümanları intibaha getirip onlarla kardeşlik ittifakı yaparak, onların eskiden olduğu gibi önderliğini yapmağa çalışmalıdırlar.

Elbette bu daha çok hayırlıdır. Bu hayırlı nokta-i istinadı kazanmak için ezan-ı Muhammed-i gibi dinin diğer şeairini de yerine getirmek, yeni hükümetin en büyük vazifesi olmalıdır. Yeni hükümet İngiliz dostluğundan ziyade, Amerika’nın dostluğuna ehemmiyet vermelidir. Çünkü Amerika ve Amerikan halkının Alem-i İslamla dost olmaları daima menfaatleri icabıdır. Ve İngilizler gibi İslamiyet aleyhine bir siyasetleri yoktur.

İşte ben ellibeş seneden beri İngilizlerin bu gizli çalışan Kur’an düşmanlarına karşı Risale-i Nur’u ikameye çalıştım. Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki, Risale-i Nurların bu sinsi siyasetine karşı geldi ve onları mağlup etti. Eski İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedi’nin arkadaşı olan Demokratların bazı dindarları, herşeyden önce elmas bir kılınç gibi Kur’an-i hakikatlar olan Risale-i Nur’u ellerinde tutarak Alem-i İslamın kardeşliğini kazanmaya ve aynı zamanda İngilizlerin son beyanatlarıyla bize karşı takip ettikleri siyaset ellibeş sene önceki siyasetin aynı olduğu anlaşıldığına nazaran içimizde bulundurdukları ifsat komitelerini yok etmeğe çalışmalıdırlar. (Haşiye)

Hamza Mehmet, Nuri”

(Elyazma Emirdağ Lahikası‑ll Müntehap dosya sıra no: 53)

 

Hazret‑i Üstâd’ın üstteki acib açıklaması yapıldığı o günlerden az önce, “BÜYÜK DOĞU” Mecmuasının da 25.9.1950 ve 29. sayısında “LOZAN’IN  İÇ YÜZÜ” yazısında Lozan Antlaşması’nda İngilizler  tarafından ileri sürülmüş şartlarını, İnönü’nün bilerek kabullendiğini yazıyordu. (Mufassal Tarihçe-i Hayat)

Bugün de buna yakın hadiseler zuhur etmektedir. Bazı meselelerimize ışık tutması ümidiyle bu yazıyı tekrar neşrediyoruz. Bir tarafta Avrupa Birliğine girmek için yapılan çabalar, bir tarafta Amerikayla dostluk meselesi, ittifak şartları hala konuşulan meseleler olarak milletin ve yöneticilerin önünde duruyor.

Bu mektup hükümetin dış siyasetine yön verecek mahiyettedir. Bediüzzaman Hazretlerinin beyanları umum zamanlara hatta gelecek zamanlara daha çok bakmaktadır.

________________

([1][1]) 1923’de Türk Hükümeti Lozan Antlaşması gereğ’ince hilâfeti ilga etmesi üzerine, Hindistan Müslümanları işin İngilizlerin oyunundan geldiğini bildikleri için, çok sert tepki göstererek Türk hükûmetin reislerine mektuplar yazdılar. İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey de hilâfetin ilgasına dair bir makale yazdı. Tanin gibi bazı gazeteler bu yazıyı neşretti. Bu yüzden İstanbul’da İstiklal Mahkemesi kuruldu. Fikri Bey idam talebiyle yargılandı.

24 Kasım 1923 Hint Müslüman Iiderlerinden Ağa Han ile Emir Ali, İsmet İnönü’nün hilâfeti koruması için ve hilâfetin muhafaza içinde bırakılması hususunda mektuplar yazdılar. Bu mektuplar 5 Aralık 1923’de bazı İstanbul gazetelerinde neşredildiği için. İstanbul’da kurulu İstiklal Mahkemesi bu gazetecileri de yargıladı… Ve bu haberi yayınlayan gazeteciler tutuklandı ve tâ Aralık 1923’de İstiklal Mahkemesi bu gazetecileri yargılamaya başladı. Bazı gazeteler kapatıldı. Bazıları hüküm giydi vesaire (Bkz. Elli Yılın Tutanağı S:13‑15).

([2][2]) 1946 yılı içinde, TBMM Kürsüsünde Başbakan Şükrü Saraçoğlu: “Din zehirdir. Türkiyeden dini tamamen atabilmek için bize 30 zene daha lazım” diyordu. 1948 de Adliye Vekili Fuad Sirmenin meclisteki konuşmasıda benzeri şeyleri söylüyordu. Hz. Üstâd bunlara işaret ediyor. (Bkz. Sebilür Reşad Sayı:103, Mayıs 1951) (Mufassal Tarihçe-i Hayat)

(Haşiye): Otuzbeş seneden beri “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti” diyen ve siyasetle hiç alakadar olmayan Bediüzzaman, yalnız bugün 20/06/1951’de bir saat iç dünya ile meşgul olmuş ve bu hakikatleri yazdırmıştır.

 

www.NurNet.org

Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe verirler

Bugün dünyayı sâri bir illet gibi saran maddi ve manevî hastalıkların birçoğu bir şekilde Yahudi iltisaklı olarak dünyaya bulaşmış. Derler ki, Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmezler.

Dünyaya yayılan bu illetlerden İslam toplumunun da kendini kurtaramadığı, hatta kıyametin de kopmasına sebep olacağı anlaşılan hastalıklardır.

Dünyevileşmenin tüm hızıyla devam ettiği toplumlarda maddeyi ve dünyayı putlaştırma, sekülerleşme, paraya ve maddeye daha çok tamah etme ve dinin her hükmünün önüne geçirme, rüşvet, faiz, hile, sahtekârlık, zina… Allah’ın hükümlerini sadece sosyal kültürel bir anlayış şekline indirgemek, “olsa da olur olmasa da” şeklinde düşünmek insanın ahiret gözünün kapanıp hüsrana uğrayacağının en büyük alametlerindendir.

Bunun neticesinde kendi adetlerine uydurma, kitapla amel etmeme, hükümleri kendine uydurmak, taassup, ırkçılık, sihir, fesadı yayma, bozgunculuk, kendini tabulaştırma, servete, ziynete, gösterişe önem verme, hırs, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, kibir, zulüm, Cehennemin ebedî olmadığını düşünmek ve azabını istihfaf etmek… gibi nice hükümlerin tam tersi davranmak tuzlu olan deniz suyunu içmek gibidir. İçtikçe susatır, susadıkça içirir ve insanı helak eder.

Yahudiler tarihte bu şekilde dalalete sürüklenip manen helak olmuş ve senelerce de “zillet ve meskenete”[1] düçar olmuşlardır. Bir müslümana yakışan şey Yahudilerin tarihte zillet ve meskenete düştüğü şeylerden uzak durmak ve her daim temkinli davranmaktır.

Bu ve buna benzer hastalıkların hemen hepsi maalesef günümüz Müslümanını da esir almış durumda. Yahudiler mazide Samiri’nin yaptığı altından buzağıya tapıyorlardı. Şimdi de o altın buzağıya karşılık maddenin ve dünyanın her türlü ziyneti ve cazibesi insanı dünyaya tapar bir surete getirmektedir.

Dünyamızı şekillendirirken Hak din olan İslamiyet’in hükümlerini göz kulak ardı etmemeli bilakis o hükümlerle dünyamızı imar etmeliyiz. Dünyamızı bu şekilde imar edersek ahiretimizi de imar etmiş oluruz.

Bu meseleler tüm insanlara bakmakta ve insanlığı tehdit etmektedir. Müslümanların da azami derecede dikkat etmesi gerekmektedir. Çünkü Kabil’i aldatan nefs-i emaresi olduğu gibi tüm insanları da adım adım dalalete sürükleyen gene aynı aktör olan nefs-i emmaredir.[2] Emmare olan nefis herkeste olduğu için din diyanet fark etmemektedir. Herkesi aldatabilir.

Selam ve selamet Hakka teslim olanlara olsun. Rabbim bizleri de bahtiyarlar zümresinden etsin, amin.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette zillet, on altı âyette aynı kökten isim ve fiiller başlıca üç anlam çevresinde toplanır. 1. Bazı âyetlerde zillet ve türevleri yaygın kullanımına uygun biçimde “aşağılanma, âcizlik” mânasına gelir. Bir âyette kudreti ve hükümranlığı mutlak olan Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kılacağı belirtilir (Âl-i İmrân 3/26). İsrâiloğulları’nın Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri sert ve saygısız tavırları, Medine yahudilerinin Resûl-i Ekrem’e yönelik hasmane tutumları sebebiyle zilletle damgalandıkları (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112), Mûsâ’nın Tûrisînâ’ya çıkmasının ardından buzağıya tapmaya kalkışan İsrâiloğulları’nın Allah’ın öfkesine ve dünya hayatında zillete mâruz kaldıkları (el-A‘râf 7/152), İslâm aleyhine yahudilerle iş birliği yapan Medine münafıklarının da zillete düşürülenler arasında yer alacakları (el-Mücâdile 58/20) bildirilir. Zillet kavramı altı âyette inkârcıların âhiretteki değersizliğini ve aşağılanmışlık durumunu anlatır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẕll” md.). Sabâ melikesi Hz. Süleyman’dan aldığı mektup üzerine çevresindekilere bilgi verirken, “Krallar bir ülkeye girdiler mi oranın altını üstüne getirir, halkının ulularını zelil yaparlar” demişti (en-Neml 27/34). 2. Bir kısım âyetlerde zillet kavramı cümledeki bağlamına göre olumlu anlamda da kullanılır. Meselâ evlâdın ebeveynine karşı görevleri arasında sayılan zül (el-İsrâ 17/24), müminlerin nitelikleri arasında zikredilen ezille (el-Mâide 5/54) “şefkat, merhamet, tevazu, yumuşaklık” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, IV, 626-627; VIII, 61; İbn Sîde, XI, 47; Şevkânî, II, 60; III, 247-248). 3. Âyetlerde zillet kavramı “bir şeyin elde edilebilir, kullanışlı ve yararlanılabilir olması” anlamında da geçer. Dünyanın ve dünyevî nimetlerin insanların yararlanmasına elverişli kılınması (el-Bakara 2/71; Yâsîn 36/72; el-Mülk 67/15), cennet meyvelerinin uzanıp alınabilecek kadar yakın olması (el-İnsân 76/14; krş. Taberî, XII, 364-365; Şevkânî, V, 404) bu kavramla ifade edilmiştir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/zillet

[2]Nefs-i emare, kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim. Nefis tezkiyesi kademelerinden ilkidir. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet mevcuttur. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğü emreder.

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvî olan zekât

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvî olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan “Ez-zekâtü kantaratü’l-İslâmî” hadis-i şerifi mervîdir.

Yani

Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır.

İnsanların hey’et-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekâttır.

Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar.

İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryaki, ilâcı muavenettir.

Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, hey’et-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün:

•  Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne.”

•  İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren, ancak zekâttır.

Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Hey’et-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.

Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekât ve muavenettir. Halbuki, vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz.

Bu yüzdendir ki aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sedaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir.

Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucib iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor.

Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak; istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülâsa: Tabakalar arasında musalâhanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

Sadaka ve Zekat | İşârâtü’l-İ’caz (45)

Bediüzzaman Said Nursi

www.NurNet.org

Süleyman Hilmi Tunahan’ın vefatını öğrenen Said Nursi’nin verdiği tepki

16 Eylül 1959 tarihinde vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerini rahmetle anıyoruz.

Tunahan, 1888’de bugün Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Silistre’de dünyaya gözlerini açtı. İlk ve orta öğrenimini Silistre’de yaptıktan sonra medrese tahsili için 1907 yılında İstanbul’a geldi. İstanbul’da Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’den icazet aldı. 

1914’te açılan Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’ni üç senede bitirdikten sonra Medresetü’l-mütehassısîn’in tefsir-hadis bölümüne girdi ve 1919’da burayı birinci dereceyle bitirdi. Medresetü’l-kudât adında en üst düzey medrese olan kadılar medresesinin imtihanını birincilik kazandı.

Tevhid-i tedrisat kanunu ve harf inkılabından sonra eski görevlerine devam edemeyen Tunahan, gizlice talebe yetiştirdi. 1937’de Diyanet reisi olarak tekrar memurluğa başladıktan sonra gizli ders halkaları oluşturdu, Kur’an hizmetine devam etti. Bu süre zarfında birçok kez mahkemeye çıkarıldı ve işkence gördü.

Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, aynı zamanda bir mürşiddi. Nakşibendiyye usulüyle tasavvuf eğitimi alan Süleyman Efendi, İstanbul’da Nakşibendiyye’nin Müceddidiyye koluna mensup Özbekistanlı Şeyh Selâhaddin b. Mevlânâ Sirâceddin’in rehberliğinde Bursa Uludağ’da erbaîn çıkarmış ve seyrü sülûkünü tamamladı. (İslam Ansiklopedisi yıl: 2012, cilt: 41,  sayfa: 375-377)

Bediüzzaman vefatını hissedip hastalanmıştı

Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan aynı devirde yaşamalarına rağmen birbirleriyle karşılaşmadı. Ancak Said Nursi Hazretleri, mana aleminde tanıştıklarını, evradının sevabına Süleyman Hilmi Tunahan ve talebelerini ortak ettiğini söylemiştir. (Mehmed Emre, Hatıralarım. s:55-56, Erhan yay.)

Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Mustafa Sungur ağabey şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetli rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu.

O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti.

Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin” dedi.

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.org

Sırlı Bir Madde ve İki İnsan: Tesla ve Bediüzzaman

Yaşadığı 1856 ve 1943 yılları arasında yaptığı çalışmalarla pek çok teknolojik gelişmeye yol gösterdi. Şimdi bile günümüzün çok ilerisinde bir beyin olduğunu artık tüm dünya kabul ediyor.

Kablosuz elektrik iletimi üzerine çalışmalarıyla adını daha çok duyduğumuz bu dehanın, birçok temel fizik yasası ve astronomi ile ilgili önemli çalışmaları da bulunuyor.

Gün geçtikçe hayatına ve çalışmalarına dair bazı sır perdeleri kalkıyor ve bu da onu daha iyi anlamamızı sağlıyor. İşte bunlardan birisi de keşfedildiği andan itibaren bilim dünyasını şoka uğratan “antigravite” ve “eter” ile ilgili çalışmalarıdır.

Tesla’nın, esir maddesi kavramına dair açıklamaları ve düşünceleri dikkat çekiyor. Ayrıca onun gizlenen ve açıklanması istenmeyen buluşları olduğu da iddia edilmektedir. Bunlardan birisi de “Esir Maddesi”dir.

Gelecekte birçok garip keşifler esir maddesi ve enerjisi ile ilgili olabilir mi?

Tesla’nın çalışmaları, radyo, televizyon, AC elektrik, Tesla bobini, floresan aydınlatma, neon aydınlatma, radyo kontrol cihazları, robotik, X-ışınları, radar, mikro dalgalar gibi düzinelerce teknolojiye ilham olmuştu.

Gizli Eter Fiziği kitabının yazarı ve Tesla konusunda uzman bilim insanı William R. Lyne, Tesla’nın evinde bulunan el yazmalarında antigravite hakkında çok sayıda çalışmanın olduğunu iddia ediyor.

Çağdaşlarının ve şimdikilerin de pek anlamadığı zamanını aşan bir başka insan da daha çok din adamı ve âlim sıfatı ile tanıdığımız Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Esir maddesini ayrıntıları ile gündeme getirenlerden birisi de o olmuştu.

“Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin (gök cisimlerinin) câzibe ve dâfia (çekme ve itme) gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri (neşreden, yayan) ve nâkili (nakleden) o fezayı dolduran bir madde mevcuttur.” (12. Lem’a) diyerek esir maddesine dikkat çekmişti.

Esir (eter), uzay boşluğunda kuvvetlerin aktarımını sağlayan bir ortam görevi gören ve antik dönemlerden bu yana insanların kafa yorduğu bir kavramdır.

Tesla’ya göre Einstein esir maddesini kabul etmeyerek hayatının en büyük hatasını yapmıştır.

Esirin yokluğuna delil gösterilen Michelson Morley deneyi 100 yıl sonra (1986) tekrarlanarak o tarihlerde deneyin yanlış yorumlandığı ve yanlış icra edildiğine dair kayıtlar bulunmaktadır.

Tesla’ya göre, çekim yasası, kuvvet alanları ve uzay eğriliği ESİR maddesi ile ilgili bazı konularda Einstein yanıldı. Tesla’nın açıklamalarına göre eter, olgular denilen evrensel yer çekimi, atalet, momentum ve gök cisimlerinin hareketinin yanı sıra tüm atomik ve moleküler maddelerde var olan kuvvetler için vazgeçilmez bir işleve sahiptir.

Tesla, “İnsanlığın Büyük Başarısı” başlıklı bir makalesinde Dinamik Gravite Teorisi hakkında şunları söylemiştir:

Aydınlık eter, tüm uzaydaki boş alanı dolduruyor. Eter, Yaratıcının gücü ile yaşamı etkiliyor (hayat kaynağı oluyor). Işık hızına yakın bir hareketi ile sonsuz küçük kıvrımlar halinde etkili oluyor ve madde haline geliyor. Kuvvet kaybolduğunda ve hareket kesildiğinde, madde tekrar etere dönüyor. Maddenin asli yapısının “dalga-enerji” olduğunu unutmayalım.

Teslaya göre tüm alanı dolduran aydınlık eter, Yaratıcı Kudret tarafından yönlendiriliyor. Eter, ışık hızının yakınında “sonsuz küçük kıvrımlarla” maddeye dönüşebiliyor ve tekrar eski formuna geri dönebiliyor.

Yine Teslaya göre, esirin sırlarına vakıf olabilirsek maddeyi etere (bir tür ışın yapı) dönüştürmek mümkün hale gelir ve ışınlama gerçekleşebilir; maddi ve sürekli-bitmeyen (hatta sürekli çoğalan) enerji oluşturulabilir; boyut değiştirme mümkün hale gelir; iklimler kontrol altına alınabilir; evrenin uzak bölgelerine gitmek (tayyı mekan) için teknoloji geliştirilebilir; Dünya ve uzayda yerçekimi etkileri, atalet ve momentum oluşmaları sağlanabilir…

Notlarında esir konusunda detaylı çalıştığının altını çizen Tesla, gök cisimlerinin hareketinin esir ile ilgili olduğunu belirtir.

Şimdi gelelim Bediüzzaman’ın esir maddesine yüklediği fonksiyon ve özelliklere:

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi esir maddesi “ruha yakın” bir yapıda ve “vücudun en zayıf mertebesi”dir. Bu yüzden “esir”i anlaşılır kılmak kolay bir mesele değildir.

Evrenin sırlarını Kur’an’ın ışığında keşfeden Bediüzzaman’ın ifadelerinden, esir maddesinin “Nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz” edildiği, ilahi arşlardan biri olduğunu anlamaktayız. Elbetteki esir ortamındaki faaliyetler, su ve toprak arşlarındakinden farklı olacaktır. Çünkü esir, Cenab-ı Hakk’ın “en nazenin bir hulle-i icraatı”dır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhani ve manevi varlıkların da yaşama ortamı ve faaliyet alanı olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan, hava unsurunun manevi cephesi olan esir “bir hüve olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar” olmaktadır. Bu sebeple “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir madde” olarak esir, madde âlemini mana âlemlerine bağlayan, hem bu âleme hem de öbür âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır.

Evet bu konudaki çalışmalar, yani fiilî dualar devam ettikçe esir maddesi ve sırları da keşfedilecektir.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi