Etiket arşivi: bediüzzaman

Risale-i Nur Nedir? Nasıl Bir Tefsirdir?

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI, dili ve muhtevasıyla olduğu kadar, telif tarzı ve tertibiyle de sıradan İslami eserlerden farklı bir eserdir. Ekseriyetle dağlarda, kırlarda, yahut zindanların amansız şartları altında telif edilen bu eser, telif şartlarından hiç beklenmeyecek bir şekilde, en ağır, en derin, en muğlâk ilmî meseleleri incelemekte, en çetin soruları ele almakta, yüzyıllar boyunca tartışma konusu teşkil edegelmiş problemler için çözümler ortaya koymakta, çağın tereddütlerine cevap getirmekte, üstelik bütün bunları, tamamen kendisine has bir üslûp ve metod içerisinde gerçekleştirmektedir.

Risale-i Nur, yaygın bir şekilde, “çağdaş bir tefsir” olarak tarif edilegelmiştir. Doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanması ve bilhassa imana dair bir kısım âyet-i kerimeleri geniş şekilde açıklaması sebebiyle, bu tarif bir hakikati aksettirmektedir. Ancak, gerek tertip itibarıyla, gerekse açıklama tarzıyla Risale-i Nur alışılagelen tefsirlerden ayrıldığı gibi, Külliyatın bazı parçaları (On Dokuzuncu Mektup, Yirmi Dokuzuncu Lem’a, On Dokuzuncu Söz, umumiyetle lâhikalar ve müdafaalar gibi) daha başka ilim dalları içinde mütalâa edilebilecek eserleri teşkil etmektedir. Meselâ İşârâtü’l-İ’câz ile Sünuhat’ın aynı tasnif içine girecek eserler olmadığı, ilk bakışta kolayca anlaşılacaktır.

Risale-i Nur’un en az tefsir kadar önem taşıyan bir diğer cephesi, kelâm ilmiyle ilgilidir. Belki de Külliyatın ekseriyetini kelâm ilmi içinde mütalâa etmek daha doğru olacaktır. Başta lâhikalar olmak üzere geri kalan bölümlerde ise, hizmet metodları ile ilgili bahisler önemli bir ağırlık teşkil etmektedir.

Kelâm tarihi ve klâsik kelâm eserleri ile mukayese edildiğinde, Risale-i Nur’un bu sahada yep yeni bir tarz geliştirdiğini, hattâ bir çığır açmış olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. Zaten Risale-i Nur Müellifi, eserlerinin çeşitli yerlerinde bu hususu açıkça dile getirmektedir.

***

Risale-i Nur, konuları ele alış tarzı, muhtevasındaki derinliği ve kapsamlılığı birçok kesimin yoğun ilgisini çekmiştir. Bir yandan yurt içinde ve dışında çeşitli halk kesimleri tarafından okunmakta ve diğer yandan hakkında uluslararası sempozyumlar düzenlenmekte ve birçok akademik makale ve tezlere konu olmaktadır.

Meselâ bunlar arasında çağdaş düşünürlerden Faslı Prof. Dr. Taha Abdurrahman, Risale-i Nur’un düşünce dünyasında yaptığı büyük devrimden söz ederken, onun diğer yönlerinin yanında bu yönünün de kayda değer olduğuna dikkat çekmektedir:

Bazı Batılı filozoflar, her şeyin merkezine aklı aldılar ve sadece aklın ürünü olan hususlara itibar ettiler. Hattâ bu hususta öyle ileri gittiler ki, İncil ve Kur’ân gibi semâvî kitapları ve temsil ettikleri dinleri de aklın etrafında dönen diğer eşya arasına katarak, aklî sistem içinde onlara bir tanım getirdiler. Yani, tıpkı eski insanların dünyayı sabit sanıp güneşin de onun etrafında döndüğünü tevehhüm ettikleri gibi, aklı sabit kabul ederek semavî kitap ve dinleri onun etrafında gezdirdiler.

İşte Bediüzzaman, Risale-i Nur’la düşünce dünyasındaki bu gidişatı olması gereken mecraya çevirdi-tıpkı ilim dünyasında Kopernik’in yaptığı gibi. Nasıl ki Kopernik, ‘Dünyanın sabit, güneşin onun etrafında döndüğü şeklindeki eski görüşü ortadan kaldırıp; onun yerine, dünyanın hem kendi etrafında, hem güneşin etrafında döndüğünü’ ispat etti; Bediüzzaman da Risale-i Nur’la düşünce dünyasında buna benzer bir inkılâp gerçekleştirdi: ‘İnsanın düşünce dünyası sabit olamaz. Düşünce dünyası hem kendi ekseni etrafında döner, hem de vahiy güneşinin etrafında döner’ diyerek insan düşüncesinin olması gereken asıl yerini tespit etmiş, aklı yalnızlık ve karanlıktan kurtararak aydınlatmış ve rahatlatmıştır.

Ayrıca Risale-i Nur, bir Kur’ân tefsiri olması itibariyle, aklın yanı sıra, kalb, ruh ve diğer bütün duygulara da hitap etmektedir. Ahlâkın bütün boyutlarına ışık tutmakta ve bir çok sosyal probleme çözümler sunmaktadır. Ancak onun bu ve benzeri daha bir çok meziyetini en iyi şekilde anlamanın yolu her halde onu açıp bizatihi okumak ve yaşamakla olur.

***

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını açıklar, izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle açıklar, isbat ve izah ederler. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Birinci kısım tefsirler, bu ikinci kısmı bazan özet bir tarzda ele alıyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, benzersiz bir şekilde inatçı filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur, her asırda milyonlarca insanın rehberi olan mukaddes kitabımız Kur’ân’ın hakikatlerini subjektif nazariye ve mütâlaalardan uzak olarak, rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır.

Risale-i Nur, Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiridir. Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhendir. En avamdan en havassa kadar her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış ve müsbet ilimlerle mücehhezdir.

Risale-i Nur, asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Vesveseli şübhecileri ikna eder. Hattâ en inatçı filozofları dahi teslime mecbur eder.

Risale-i Nur, akla gelen bütün istifhamları bertaraf eder. Zerrelerden güneşlere kadar îman mertebelerini açıklar. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi ve nübüvvetin hakikatini ispat eder.

Risale-i Nur, yer ve göklerin tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mâhiyetinden; ebedî saadet ve şekavetin kaynağına kadar, akla gelebilecek bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle aklen, ilmen ve mantıken ispat eder… Pozitif ilimleri teşvik eder. Kesin delillerle aklı ve kalbi ikna eder ve merakları izale eder.

***

Büyük şâirimiz merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demişti.

***

Bediüzzaman, Risale-i Nur’la beşeri sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkib etmez. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterir, hissi mağlûb eder, kalb ve ruhu hissiyata mağlûb olmaktan korur. Küfür ve dalâlette de, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu, dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini; buna mukabil îmanda, İslâmiyet ve ibâdette leziz lezzetler ve zevkler bulunduğunu ve Cennet çekirdeği ve meyveleri gibi dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat eder.

***

Kur’ân-ı Azîmüşşan bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve ferdlerine hitaben Arş-ı A’lâdan irad edilen İlahî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamana ait pek çok fenleri ve ilimleri câmi’dir.

Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz. Çünki Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi’ bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur’âniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.

Binaenaleyh Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin; ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.

Evet Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada mâlik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.

***

İşte büyük ulemâ-i İslâm ve meşâyih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman’ın eserleri, sünuhât-ı kalbîye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdîrine mazhardır.

***

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii ve müzekkîsidir.

***

İşte Bediüzzaman Said Nursi; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve îzah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.

Söz Basım Yayın Külliyatı’nın önsözünden alınmıştır.




Menfi Milliyetçilik – Irkçılık (Video)

Menfi milliyetçiliğin (ırkçılığın) damarlara işlediğinde ne kadar kötü sonuçlar doğurabileceğini gösteren bir video.

Sorulan sorular ve cevapları:

  • Irkçılık ve Milliyetçilik Islam’da yasak mı? Ruhun ırkı var mıdır?
  • MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık nedir?
  • Milliyetçilik, ırkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Kendi milletimi diğer milletlerden daha fazla sevmem caiz midir?
  • Bediüzzaman’ın ırkçılığa bakışı nasıldır?
  • Irkçılık Ve Milliyetçilik İle İlgili Hadisler

    Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

    “Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112)

    Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

    Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)
    “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

    “Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)

    “Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

    “Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’ min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)

    “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.

    “Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” (İbn Mâce, Fiten 7)

    “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)

    “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)

    Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

    “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah, Kıyamet gününde, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı zamanda, onları kendi gölgesinde gölgelendirecektir:

    1- Adaletli davranan yönetici.

    2- Allaha ibadet ederek büyüyüp yetişen genç.

    3- Çıkıp dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kişi.

    4- Buluştuklarında da, ayrıldıklarında da Allah sevgisinde birleşip, birbirini seven iki kişi.

    5- Alımlı bir kadın kendisini sevişmeye davet edince, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım,” diyen namuslu kişi.

    6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilemiyecek derecede yardımını gizli yapan insan.

    7- Issız yerde Allahı anıp da gözleri dolu dolu olan kişi.”

    Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.

    Çağın büyük müfessiri Bediüzzaman

    (Bediüzzaman Said Nursi, 1876 – 1960 yılları arasında yaşadı. Ülkemizde ve ülkemiz dışında milyonlarca insan Onun Risale-i Nur isimli tefsirinden istifade etti. O, hep “Nurlar Vadisinde” gezdi. Karanlık vadilerde gezenler, yarasanın ışıktan hoşlanmaması misali bu nurdan rahatsızlık duydu. Ama O, aldırmadı. “Elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar” dedi ve yoluna devam etti… Bu araştırmamızda, kendisinin hayatına, fikirlerine ve mücadelesine kuşbakışı bir bakışla bakmaya çalışacak, doğrudan eserlerinden alınan cümlelerle bazı değerlendirmelerde bulunacağız.)

    Kur’an Müfessiri

    Bediüzzamanın en belirgin vasfı, Kur’an müfessiri olmasıdır. Bu konuda şöyle der:

    “Kur’an-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim.”

    “Derd benimdir, deva Kur’anındır.”

    Yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatı, ayetlerin ve hadislerin yorumundan ibarettir. Risaleler müstakil bir dava olmayıp, İslam davasının izah ve isbatından ibarettir.

    Çağın Önünde Bir Âlim

    Bediüzzaman, çağın gereklerini anlamış ve ona göre hizmetini yapmış bir İslam âlimidir. Bazıları bu zamanın şartlarıyla eski zamanın şartlarını birbirinden ayırt edememişler, adeta zamanımıza gelememişlerdir. O, bu konuda şu veciz ölçüyü ortaya koyar:

    “Eski hal muhal…

    Ya yeni hal veya izmihlal!”

    Yani, zaman değişmiştir. Zamanın çarklarını geriye doğru çeviremeyiz. Ya yeni hale uyum sağlanacak veya durum çok vahim olacaktır.

    Eski devirlerde bileği kuvvetli olan galip gelirmiş. Ama artık günümüzde bilim ve fen ön plana çıkmış. Kaliteli aydın bir insan, sıradan binlerce kişiye bedel olabilir. Kim daha ziyade bilim ve fenne dayanırsa, o galip gelir. Yabancılar bununla bize galip geldiler. Artık sadece kalbin cesur olması yetmemektedir.

    Geleceğe yatırım

    Ahirzaman, manen kış bir mevsimdir. Pek çok âlim bu kışın şiddetinden feryad eder, ama nedense kıştan sonra gelecek bahara bir hazırlık yapmazlar. Bediüzzaman ise şöyle der: “Çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.”

    Hizmet insanı

    Bazı âlimler vardır, kendi köşelerinde kalmış, ilmini başkalarıyla pek paylaş(a)mamıştır. Bediüzzaman ise bir “hizmet adamı”dır. O, şöyle der:

    “Bir adamın kıy­meti, himmeti nisbetindedir.

    Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba­şıyla küçük bir millettir.”

    İnsan, sosyal bir varlıktır. Hay­van gibi bir postla yaşayamadığından, toplum halinde yaşamaya mecburdur. Toplum halinde yaşama­nın da, kolaylıklarıyla beraber, bir takım sorumlulukları vardır. Her insan kendi çapında başkalarını da düşünmekle mükelleftir.

    Bediüzzaman, “Âlim olan mazur değil­dir.” der. Kendisi âlim biri olarak şunu söyler:

    “İlim itibariyle insanlara bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim.”

    O, hizmet etmeyi doğal bir görev olarak görür. Arı için bal vermek ne kadar doğalsa Bediüzzaman için de Kur’ana hizmet etmek, insanları aydınlatmaya çalışmak o derece doğaldır.

    Etrafı aydınlatmak isteyen nice insan yangın çıkarmakla suçlandığı gibi, bazıları da Bediüzzamana nedense ön yargıyla bakmışlardır. O, bunlara şöyle cevap verir:

    “Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”

    “Ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.”

    İçimizden Biri

    Bir batılı “yolu sormuyorum, arkadaş arıyorum” der. Bediüzzaman da benzeri bir şekilde kendine mürid değil dava arkadaşı arar. O, çevresindekileri her söylediğini düşünmeden onaylayan kimseler olarak değil, araştırmacı muhakkikler olarak yetiştirmek ister. Bu meyanda şöyle der:

    “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görü­nür. Yahut bâtılı hak görür.

    Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’

    Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.

    Zîrâ çok silik söz ticarette geziyor.

    Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyo­rum.

    Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.

    İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

    Bir kısım toplum önderleri kendilerini adeta kusursuz göstermek için gayret sarfederken, O şöyle der:

    “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”

    Ayrıca, kendisini hatasız zannetmenin hatalarına şöyle dikkat çeker:

    “Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî (hatasız) değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.”

    “Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım!

    Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım.

    Hattâ başıma vursanız, ‘Allah razı olsun’ diyeceğim.

    Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz.”

    Karizmatik bir lider

    Lider bir insan, beraber yürüdüğü insanları onure etmeyi bilir, bir problem olduğunda en tatlı bir şekilde halleder, hatta gerekirse etrafta suçlu aramak yerine kendini suçlu olarak görür. Bediüzzamanın etrafında bulunan bazı kimseler kendi aralarında bir problem yaşadıklarında O, şu ibretli mektubu gönderir:

    “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve “haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”

    Zühd insanı

    Zühd, kalben dünyayı terk etmektir. Bediüzzaman, şayet istese dünyada saltanat sürebileceği halde, sade bir hayatı tercih etmiştir. Hediye kabul etmemesi buna güzel bir örnektir. Aslında hediyeleşmek sünnettir. Ama bazı özel durumlarda hediye almamak daha isabetli olur. Mesela, adaletiyle meşhur Ömer bin Abdülaziz, Emevi hükümdarı olduktan sonra hediye almadı. Kendisine “sünnete muhalif olarak niçin hediye almıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevabı verirdi:

    “Hz. Peygamber zamanında hediye gerçekten hediye idi. Ama günümüzde rüşvet haline geldi.”

    Bediüzzaman hediye almama sebebini şöyle anlatır:

    “Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim.

    “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim.

    Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?”

    Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise,

    sadaka almaya mecbur olmuş,

    ehl-i servete tasannua muztar kalmış,

    tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş,

    sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş,

    âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.

    İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme!

    O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.”

    Şefkat insanı

    O, bahar çiçeklerinin solmasından ızdırap duyacak kadar engin bir şefkate sahiptir. İhtiyarlara yönelik yazdığı “İhtiyarlar Risalesinde” geçen şu ifadelerinde, bu engin şefkatin yansımalarını açıkça görmekteyiz:

    “Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım.

    Ve siz ne kadar firak (ayrılık) belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız.

    Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum.

    Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!”

    Bir aile reisinin kendi ev ve evladıyla alakadar olması gibi, Bediüzzaman bütün vatan evladını kendi çocukları ve tüm İslam Dünyasını kendi evi olarak kabul etmiştir.

    1952 de Eşref Edib’in kendisiyle yaptığı bir röportajda ifade ettiği şu cümleler O’nun iç dünyasını tahlilde bize mühim ipuçları sunar:

    “Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir… Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

    Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

    Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

    Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum.”

    Dâhili ve Harici Cihad Farkı

    Bazıları “cihad” denildiğinde “savaş” anlasalar da, cihad savaş demek değildir. Cihad kelimesi, cehdetmek, gayret göstermek anlamındadır. Çevremize baktığımızda, büyük bir faaliyet ve hareketlilik gözümüze çarpar. Kavram olarak cihad, bu faaliyet ve hareketliliğin Allah yolunda yönlendirilmiş şeklidir.

    Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihad ile, dış düşmanlara karşı yapılacak cihadı çok net ifadelerle birbirinden ayırır. Sözgelimi, dıştan bir ülke saldırdığında silahla karşılık verilir ve savaşılır. Ama ülke dâhilinde yapılacak olan cihad, manevi bir mücadeledir.

    Kendisinin ifadesiyle:

    “Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

    …Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

    Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir… Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir… Vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

    …Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.

    …Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz.”

    Müsbet Hareket:

    Ülke dâhilinde yapılacak cihadda en mühim bir esas müsbet hareket etmektir. Bediüzzamanın ifadesiyle:

    “Aziz kardeşlerim,

    Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.”

    “Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.” (Yani din ülke içinde menfi olaylara alet edilemez.)

    Yapılması gereken,

    · insanları dine meylettirmek

    · onları teşvik etmek

    · dinî görevlerini hatırlatmaktır.

    Yoksa “dinsizsiniz!” dese onları tecavüze sevkeder.

    Din aslında hiçbir zümrenin tekelinde değildir. Herkesin hak dinden istifade etmek, hem hakkı, hem görevidir.

    Müsbet hareket, “kahrolsun karanlık!” demek yerine bir mum yakmayı öğretir. Batıl ilahlara sövmek yerine Allah’ın adını anmayı ders verir.

    Müsbet hareket, yıkmayı değil yapmayı, tahribi değil tamiri esas alır.

    Müsbet hareket, başkalarının kusur ve noksanlarını ortaya koymak yerine, İslamın güzelliğini ilan etmeyi öğretir.

    Müsbet hareket, mutedil hareketi netice verir, insanı taşkınlık ve şaşkınlıktan kurtarır, fevrî davranışlara sed çeker.

    Müsbet hareket, görünüşte pasif, ama gerçekte en etkili bir metottur. Meşhur örnek ile anlatmak gerekirse, rüzgar ve güneş yolda giden bir adamın sırtındaki paltoyu çıkartmak için bahse girmişler. Önce rüzgar denemiş, gittikçe sür’atini artırarak adamın paltosunu çıkarmaya çalışmış. O şiddetini artırdıkça adam paltosuna daha şiddetle sarılmış. Ardından güneş devreye girmiş, hararetini azıcık artırması adamın paltoyu çıkarmasına yetmiş.

    İşte müsbet hareket, temsildeki güneşin hareketine benzer. İlk bakışta ortalıkta bir şey yok gibidir. Ama sonuca baktığımızda muhteşem bir sonuç bizi beklemektedir.

    Cahilliğe-Fakirliğe-Ayrılığa Karşı Cihad:

    20. yüzyılın başlarında, Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihadla ilgili olarak şu hedefi gösterir:

    “Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilaftır.’

    Bu üç düşmana karşı ‘san’at, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz.”

    Aradan geçen bir asırlık zaman biriminde bu üç düşmanla yapılan cihad henüz kazanılmış değildir. Cahillik, ekonomik geri kalmışlık ve Müslümanlar arasında ayrılık hâlâ devam etmektedir.

    Yaşadığımız çağa “bilgi ve teknoloji çağı” adı verilmektedir. İlk emri “oku!” olan bir dinin mensupları bu meselede çağa ayak uydurmada zorlanmamaları gerekir.

    Öte yandan, ekonomik alanda nice gayr-ı Müslim ülke Müslümanlardan daha ileri vaziyettedir. Böyle bir durum ise, İslamın evrensel intişarına ciddi bir engeldir.

    Ayrıca, aynı dine mensup olan, aynı gaye için çalışan, aynı değerleri paylaşan Müslümanların adeta “ittifak etmeme hususunda ittifak etmeleri” acı bir gerçektir.

    İşte, bu üç düşmana karşı verilecek mücadele, Müslümanları canlandıracak, evrensel barışa muazzam bir katkıda bulunacaktır.

    Sivil itaatsizlik:

    Bediüzzaman 1926-1950 yılları arasında sürgün hayatı yaşadı, bu arada üç defa hapsedildi. Vefat ettiği yıl olan 1960’a kadar da gözetlemeler devam etti. Fakat O, hiçbir zaman devlete isyan eden biri olmadı ve talebelerini de öyle hareketlerden alıkoydu.

    Şüphesiz O’nun bu tarz tavrı, o dönemlerde yapılan bir takım yanlışları kabul etmek anlamına gelmiyordu. Kendisinin mahkemede kullandığı şu ifadelerinde bu noktayı açıkça görebiliriz:

    “Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır.

    Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.”

    Bediüzzamanın savunduğu bu ince noktalar, artık günümüzde evrensel hukuk çerçevesinde gittikçe yükselen kıymetler halini almaktadır. Din ve vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti gibi değerler dünyanın her tarafında genel kabul görmeğe başlamıştır.

    Bediüzzaman yanlış uygulamalara “fikren ve kalben taraftar olmadıklarını” açıkça beyan etmekten çekinmez. Fakat bu yanlış uygulamalardan hareketle isyan cihetine de gitmez. Böyle bir hareketin çok acı sonuçlar doğurabileceğini nazara verir. İdarede olanlara şöyle seslenir:

    “Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “kalp de bizi sevsin” demeye?”

    Bediüzzamanın nazara verdiği “bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır” manası günümüz dünyasında geniş revaç bulmaktadır. Özellikle sivil toplum kuruluşları mevcut hükümetlerin yanlışları olduğunda harekete geçip bu yanlışların önünü almaya çalışmaktadırlar. Bu bir isyan değildir, ama aynen kabul de değildir. Hata hata olarak görülmekte, bünyede zarar vermeksizin tedavisi cihetine gidilmektedir.

    Asayiş muhafızı:

    Bediüzzaman asayişi “her türlü dünyevi saadetin esası” olarak görür. “Yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum” der.

    Talebelerini de asayişin manevi muhafızları olarak yetiştirir. Uhuvvet Risalesinde verdiği şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

    “Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

    Terör eylemlerinde ise böyle bir ince ölçü, böylesine insaflı bir yaklaşım asla söz konusu değildir. Terörün hâkim olduğu toplumlar mayınlı arazi gibi güvenden uzak olur. Her an bir bomba patlayabilir, her an serseri bir kurşun hedefe veya bir masuma isabet edebilir.

    Bir Müslüman, eğer dini gerçek şekliyle biliyorsa asla terörist olamaz. Ancak “dinde hassas, aklî muhakemede noksan” bazıları hemen her toplumda görüldüğü gibi, İslam toplumlarında da bulunabilir. Böylelerinin yanlışlarıyla İslamı ve Müslümanları karalamaya çalışmak akla- mantığa ve insafa sığan bir tavır olamaz.

    Siyasetüstü Bir Kur’an Hizmeti:

    Siyaset, yönetime talip olmaktır. Şüphesiz bazıları siyaseti esas alıp hizmet etmeye çalışabilirler ve hizmet de edebilirler. Bediüzzaman ise siyasetüstü bir hizmet metoduyla insanlara faydalı olmaya çalışır.

    Bediüzzaman “Kur’ân ve iman hizmetinin kendisini siyasetten men ettiğini söyler ve bunu şöyle açıklar:

    “Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, kandırılabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir siyaset propagandası değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”

    İşte böyle ciddi sebeplerden dolayı siyasetin içine girmeden vatan evladına faydalı olmaya çalışan Bediüzzaman, siyasilere de zaman zaman mektuplar göndererek Kur’an- iman hesabına tavsiyelerde bulunur.

    Bu siyasetüstü metodun sonucu olarak, çeşitli partilere mensup kimseler günümüzde de O’nun eserlerinden istifade etmektedirler.

    Medenilere Galebe:

    14 asırlık İslam tarihine baktığımızda gayr-ı Müslimlerle yapılan pek çok kanlı savaşlar görürüz. Günümüzde dıştan bir saldırı olduğunda “sıcak savaş” bir hak, hatta bir görev olmakla beraber, Bediüzzaman normal şartlar altında barış ve diyaloğa taraftardır. Bunu şöyle ifade eder:

    “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.

    Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.”

    İslamın güzelliğini fiilen göstermek onu en güzel bir şekilde temsil ve tebliğ etmek anlamına gelir. Bu layıkıyla yapıldığında dünyanın her tarafından nice insanlar gruplar halinde İslama koşacaklardır.

    Kendisinin şu cümleleriyle konuyu noktalayalım:

    “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim;

    sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz…

    Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacak­tır.”

    Prof. Dr. Şadi Eren