Etiket arşivi: bela

Her musibet kendi günahımızın sonucu mudur?

Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir. Üstelik günahlarınızın birçoğunu da Allah affeder. (42:30)”

”Ben 35 yaşımdan beri 20 yıldır OKB, vesvese hastasıyım. Yukarıdaki ayeti okuyunca “Bu hastalık benim günahım yüzünden olmuş” diye mi düşünmem gerek? Bir de sakat doğan çocuklar var, onların günahı yok… Ya da bir yaşında yanan bir çocuğu düşünürsek… Başına bir dert gelmiş ama günahsız; nasıl anlamamız lazım? Bu ayete göre, “Bazı musibetler sizin yaptıklarınız yüzünden başınıza gelir” denilmemiş, “hepsi” denmiş… (Elif)”

Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkün.

yıldırım şimşekBirincisi: insanın başına gelen musibetler, kendi eliyle işlediği günahların sonucudur. Üstelik Allah birçok günahı baştan affediyor. Yoksa her hatanın karşılığı dünyada verilseydi, insan felaketten felakete sürüklenirdi.

Peygamberimiz, bu âyeti Hz. Ali’ye şöyle açıklıyor: “Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık, bir musibet veya bir bela sizin kazandıklarınızdandır. Allah, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış ise Allah bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerim’dir.”

Âyetin ikinci anlamı da başa gelen musibetler ya insanın sabrının sınanması, ruhen olgunlaşması, sevap ve yüksek mertebeler elde etmesidir veya günahlarının bağışlanmasına vesiledir.

Bu âyet nazil olduğunda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kamışın yaralanması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışlaması ise daha çoktur.”

Sizde vesvesenin olması, sizin bir günahınızın sonucundan öte, Allah’ın bir sınamasıdır, bir imtihandır, bir sabır denemesidir. Vesvese şeytandan olduğuna göre, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır; bu yönüyle ibadettir, sevap kazanmanıza bir vesiledir.

Vesveseyi, şüphe ettiğin bir şeyin aslını öğrenmeye sebep olduğu için Peygamberimiz, “Vesvese imanın ta kendisidir” buyurarak meselenin bu yönüne de işaret eder.

Vesveseden kurtulmanın en pratik yolu, önem vermemek, üzerinde durmamak, gözünde büyütmemek, korkmamak, endişeye düşmemek, onu şeytandan gelen bir kuruntu olarak bilip Allah’a sığınmaktır.

Bazı çocukların sakat doğması veya bir yaşındaki bir çocuğun yanması gibi musibetleri farklı düşünmek gerekir.

Bu çocukların hiçbir suçu ve günahı yoktur. Bir kere her şeyin sahibi Allah’tır. Yüce Allah yarattığı bir varlık üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bunun mutlaka bir hikmeti, kaderî bir boyutu vardır.

Bir an için kendi tasarrufumuz altındaki varlıklar üzerinde istediğimiz işlemi yaptığımızı düşünelim:

Tavuğu alıyoruz, kesiyoruz, etini pişiriyoruz, misafirlerimize ikram ediyoruz. Tavuğa haksızlık mı etmiş oluyoruz?

Kuzuyu tutup kesiyoruz, etini kebap yapıyoruz, kuzuya eziyet mi ediyoruz?

Bütün bu soruların tek bir cevabı var: Hayır, iyi yapıyoruz.

Neden mi? Çünkü bu varlıklar bizim için yaratılmış, istediğimiz gibi onları kullanabiliyoruz.

Çocukların başına gelen musibetler de bir zulüm ve haksızlık değildir. Onlar için bir azap ve eziyet hiç değildir.

Çünkü onları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Rahmeti, şefkati ve sevgisi ile yaşatan da O’dur.

Allah onları daha çok seviyor ve daha çok düşünüyor. Onlara hastalık, kaza ve musibet gibi bazı sıkıntılar veriyorsa, daha büyük sıkıntılardan kurtarıyor. Hayatın zorluklarına alıştırıyor. Daha çetin ve zor engelleri aşmak için bir geçiş oluyor.

Zaten hayatın başına gelen her şey güzeldir. Önemli olan kimden geldiğini bilmektir.

Mehmet PAKSU

Allah’ım! Bu bela neden bana geldi?

Başımıza herhangi bir musibet geldiğinde, Allah c.c. dostları ve bazı mütevekkil bahtiyarlar hariç, genelde hepimiz “Eyy Allah’ım! NEDEN BEN?…” ..diye yakınırız. Adeta Yüce yaratıcıyı “Bu musibet, niçin bana geldi? Niçin beni seçtin?” dercesine sorgularız, değil mi?

1999 Yalova depreminden sonra, nasipsiz bazı gazeteler, “..Adalet mi bu?” (HÂŞÂ) gibi ve bu minvalde manşetler bile attılar.

Bir de îman ile müşerref olan bahtiyarlara bakalım…

İlk örnek dünyaca ünlü bir şampiyon olan, Arthur Ashe’den:

“Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından, kendisine mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesinde, şöyle bir soru soruluyordu:

-Tanrı (!) böylesine kötü bir hastalık için, neden seni seçti? Arthur Ashe ise şöyle çok ilginç bir cevap verdi:

-Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 Milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 Bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. İşte o 50 000 000 kişiden ve neticede de o iki kişiden birisi benim.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Yüce yaratıcıya, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım da, şimdi sancı çekerken, Yüce yaratıcıya, ‘Niçin ben’ nasıl derim? Buna hiç hakkım yok…

***

Bu ilginç anekdottan sonra, Hz. Eyyüp A.S.’ın musibetler sonrası verdiği, o harika cevaplarını hatırlamamak mümkün mü?

Çoğunuzun da bildiği gibi, Murâd-ı İlâhî olarak Eyyûb A.S.’a, 60 yaşından sonra (imtihan gereği) peş peşe 5 ayrı musîbet gelir…

1.) Bâbil kavmi askerlerinin, tarlalarında çalışan mâsum Eyyûb kavmini katletmeleri…

2.) Yıldırımlar düşerek, verimli arâzileri ve o arâzilerdeki kavmini yakması…

3.) Eşkiyâların, tarlalarındaki ve dağlardaki kavmini öldürüp sürülerini alıp gitmeleri…

4.) Bu olayların şoku ve etkileriyle kavminin çoğunun, Eyyüb A.S.’a isyânı…

5.) Zelzelede çöken okulun enkâzı altında, beş oğlunun da vefât etmeleri… gibi.

Ben sadece bunlardan birini arz edeceğim:

Bu sonuncu (yani 5 inci) olayı da yerinde incelemek için enkâza giden Hz. Eyyûb a.s., enkâzı elleriyle kazarak oğullarının cansız bedenlerini buldukça, kısa bir süre kendinden geçer…

Her oğlunun cesedinin gözüken kısmını tutup sevdikçe, ağıt yakmaya başlar:

“-Evlâtlarım… Hangi birinizi sevip okşasam?…”

“-Hanginizin üstünlüklerinizi yâd etsem?”

“-Sen büyük oğlum, bu güçlü kollarınla, ben fakirlere erzak taşırken, çuvalları sırtına alıp bana yardım edişlerini mi yâd etsem?…”

“-Yoksa, sen küçük oğlum, yorgun argın eve geldiğimde, bu güzel başını göğsüme dayayıp beni dinlendirişini mi?…”

“-Yoksa sen ortanca oğlum!…” ………..

…Derken, birden irkilir! Kendi ağzına bir avuç toprak atarak, önce kendine bir cezâ verir.

Sonra da secdeye kapanarak, tevbe-i istiğfâr etmeye başlar:

“- Eyy Yüce Rabb’im, benim kusurumu affet! Mel’ûn şeytan, çocuklarımın vefâtını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi…

Senin bana emânet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hâdisenin gafletine daldım ve onları bir ân tamamen benim sandım!…

Oysa, bütün Kâinâtın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!…

Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatâdan (zelle’den) dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabb’im!…”

İşte, Yüce Rabbini ve Kâinâtın sahibi olan Allah’ı (c.c.), görüyormuş gibi inanan, bilen ve tanıyan bir peygamberin teslimiyeti…

Ve bizlere göre, “dayanılmaz” olaylar karşısındaki huzûru ve O’nun (c.c.) bizzat “Huzurunda“ymış gibi duruşu…

***

Ayrıca; yukarıda bir kısmı zikredilen felâketlerden sonra, sağ kalan kavmi Eyyüp A.S.’a, ısrarla şöyle sitem ederler:

“.. Ey yüce peygamber, varımızı yoğumuzu kaybettik, artık Allaha (c.c.) bir niyâzda bulun da, bu mallarımız geri gelsin…”

..gibi isteklerinin karşısında, Eyyûb A.S.’ın o hârika ve ibret dolu cevâbı şöyledir:

“- Varımızı yoğumuzu kaybetmedik… Çünkü, HEPSİ ONUNDU!…

Bizleri imtihan etmek için, geçici olarak verdiği emânetlerdi onlar! Sadece onları aldı!…”

“- Bu emânetlerin alınmasıyla bile, hiç mi kalbin kırılmadı..?.” ..diye tekrar soran kavmine:

“- Ben kalbimi Allaha c.c., Dünyaya ait emânetlerin ipiyle bağlamadım ki, onların kopmasıyla benim kalbim de kırılsın… Anamın bağrından çıplak doğdum, toprağın bağrına da çıplak gireceğim…”

***

Sınav gereği; bu musibetlerden başka Eyyüb A.S.’ın vücudu, öyle yaralı-bereli hâle gelmişti ki, çok ciddi ızdıraplar çekiyordu. Hanımı bir gün ona:

-Ey yüce Peygamber, yıllardan beri bu sıkıntıları çekiyorsun da, Yüce Rabbimize “bu hastalığı alması için” niçin niyazda bulunmuyorsun? Der.

Cevap ise daha ilginç:

“- Eyy benim hanımım, Allah c.c. benim vücudumu 60 yıl, benim iradem dışında sağlıklı tutmuşken, sadece şu altı yıllık hastalık için, nasıl şikâyette bulunayım?…

Bu vücut O’nun (c.c.) emaneti değil mi?…

Şunu unutmayalım ki O (c.c)., mülkünde istediği gibi tasarruf eder…”

***

Bütün bunlara mukabil Ebu Cehil’e, Firavun’a v.s. ömür boyu hiçbir musibetin, hatta tek bir diş ağrısının dahi verilmemesinin çok hikmetlerinden sadece birisi: Allah c.c., onların isyanlarına mukabil, onların kendisine el açıp niyazda bulunmalarını dahi istemiyor. Yani onlara, neticesi MUTLAK MÜKÂFAT olacak bir randevuyu vermiyor…

***

Bediüzzaman Hz. duâ-yı âzamın, sadece لَهُ الْمُلْكُ (Lehül mülk)kelimesini şöyle açıklıyor:

-“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün (kulusun), hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et (güvenerek yaslan) , rahmetini ittiham etme (suçlama) . Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…”. ..Vesselâm…

NOT: Google çubuğuna, Mülk umumen onundur Necmi yazınız, Necmi İlgen’den tamamını dinleyiniz. Çünkü, ben sadece tadımlık olarak, yarım paragraf ekleyebildim.

 A. Raif Öztürk

Belâ Nasıl Güzelleşir?

Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı…

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.

Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek…

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi

Mehmet Paksu / Moral Haber

Bela ve Musibetlerin Altındaki Rahmet Cilveleri

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Bu hal çok zordur, ama büyük mükafatlara vesiledir.

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Amellerin en efdali, zor olanıdır.” buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki: “Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır. “Allah sabredenler ile beraberdir.” ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de “Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”, “Sabreden zafere ulaşır.”, “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”, “Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”, “Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “ gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikayet ederim” demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “

İnsan derdini kula değil, Allah’a arz etmelidir.

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır.

Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem cemal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,”kahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır.

Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır.

Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

Mehmet KIRKINCI

İnsanın başına gelen sıkıntılar

Bela ve musibetlerden korunmak için Peygamberimiz sadaka vermemizi tavsiye etmektedir. Ayrıca müminin başına gelen sıkıntıların bir sebebi de işlediği günahlardır. Çünkü Allahu Teala müminin günahlarını bu dünyadaki musibetlerle temizler ki ahirette hesabı kolay olsun. Bu bakımdan günahlara girmemek de musibetlerin gelmemesine vesiledir. Ayrıca dua etmek de insanı musibetlerden korur.

İnsanın başına gelen musibetler günahların affına vesile olduğu için bir nevi rahmettir. Musibet geldiği zaman sabredip şükretmek kulluğun gereğidir.

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel… Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret…

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

Alaattin Başar

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet