Etiket arşivi: Beraberlik

Cemaat Din Değildir!

Cemaat Din Değildir!

 

     “Tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer; fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.” [1]

 

Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir.

 

Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.” [2]

 

            Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

 

            İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde bir şey yoktur.” der kandırır.” [3]

 

Malumdur ki herbir insan bir alemdir. Kendi iki ayaklı cismani aleminin içerisinde var olan şeyleri açıp genişletsek karşımıza mini bir alem çıkacaktır. Ama bu hususi alemin şekli ve hususiyeti hakkında bir şey söylemek şimdi söz konusu değil.

 

Zaten insan olmanın bir hassası ise başkası ile de alakadar olmaktır. İnsanın fıtratı yani sistemi bu şekilde programlanmıştır.  “insan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor.” [4]  “insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.” [5] insanın hem elem hem neşesi sadece kendi elinde de değildir. Bir yerde bir elim hadise veya sevince medar bir hadise ile insanı psikolojisi değişmektedir.

 

Bir insan tek başına olması bu cihetle düşünülmesi söz konusu olamaz. O halde “Kârgir kemerlerin taşları gibi..” [6] insanların içtimai münasetlerde birbiri ile tam manasıyla alaka peyda etmek mecburiyetinde kalacaktır.

 

İslamiyeti daha kolay ve etken ve etkili olarak yaşamak için de küçük hamiyet-i İslamiye manasında olan meslek ve meşrebler var. Bu meslek ve meşrebler ise deccalizmle bölgesel mücadele manasına gelmektedir. Ama bu mücadele maddi kuvvetle değil manevi sahada iman, ahlak, fazilet sahasındadır. “Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.” [7]

 

Tenvir ve irşad sahasında ise meslek ve meşrebler çok sayıda var. Bu sayı ise ihtilaf ve tefrika yani ayrılık ve parçalanmak manasında değildir. Bir iş bölümü ve kategorize etmektir.  Mesela düşünün ki çiçek desem herkesin aklına farklı bir çiçek gelir menekşe, orkide, gül..

 

Bunların hepsi çiçek familyasındandır. Ne kadar çok çiçek çeşidi olursa o familya o kadar zengin demektir. Nasıl ki çiçek sadece gülden ibaret değilse islamiyete hizmet eden meslek ve meşreblerde sadece tek bir usul, metot ve tarzdan ibaret değildir. Tasavvuf mesleği, kelam mesleği, nurculuk.. gibi meslek var.

 

Bu meslek ve mesleklerin içisinde ki kollar manasında olan meşrebler ise birer zenginlik ve anlayış tarzıdır. Birbirini tamamlayan yap-boz parçaları gibidir. Bir takımın azalarıdır. Bir teşbihin taneleridir.

 

Bir teşbih tanesinden teşbih, bir çiçekten bahçe, bir un’dan ekmek.. olmayacağı herkesçe malumdur.

 

Din düşmanları bir zamanlar bu islami meslek ve meşreb zenginliğini birer ayrışma, kavga sebebi göstermek içindeler. Halende din düşmanları bu metot ve usul farkını körükleyerek Müslümanları tesanüdünü engellemek ve ittifak edip bir vücudun azaları gibi olmasını engellemek emelini gütmekteler. Ta Adem (as)’a secde etmeyen iblisten beri bu böyle olup kıyamete dek süreceği muhakkaktır.

 

Heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvet ile muhabbettir.[8] Bizler ise meslek ve meşreblerimizde fark olsa da hepimiz islamiyetten birer cüz’üz. Kül olamak için ise maksadda ittifak ve ittihad edip bir olmamız gerekmektedir. Zındıka cereyanının bizleri birbirimize düşürtmeye çalışması karşısında uyanık olup onların oyununa gelmemeliyiz. Bunun için birbirimize muhabbet ve mütemmim manasında tamamlayıcı ve muavin olarak bakmalıyız.

 

“Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.” [9] bu kaideyi içtimai hayata tatbik etmeliyiz. Kalblerimiz bir olduktan sonra metot ve usulde farklılık arzetmek ise daha çok kimseye ulaşmak için bir taktiktir. Tebrike şayandır.

 

Bunları kabul etmeyip İslamiyet’i sadece biz temsil ediyoruz gerisi sapıtmış, fırka-i naciye biziz gibi bir anlayışa sahip olmak ise ekseriya islami hizmetlerle yeni tanışan kimselerde görünmektedir. Bir süre sonra bu düşünce hakikatleri anlamakla herkesi kucaklayıcı ümmetçi bir anlayışa geçmektedir. Bu mevzu da yeni ferdleri İslamiyet muhabbeti ile alıp İslamiyet davası şuuru içerisinde eeritip tüm mü’minlere bir vücudun azaları gibi bakmasını sağlamak ise bu şuura ermiş olanların teavünü ve yardımıyla mümkün olacaktır.

 

Yoksa “hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.” [10]

 

Bazı yeni fertler veya meslek ve meşrebi çok beğenen kimselerde çocukların kendi aralarında dediği benim babam senin babanı döver gibisinde benim cemaatim senin cemaatini döver gibisinden sözler sarfedilebiliyor. Halbuki bir taburu teşkil eden çeşitli bölüklerden tabur oluşur. Yoksa tek bir bölükten tabur, taburlardan alay, alaylardan tümen teşkil edilir. Muazzam bir kuvvet elde edilir.

 

Bu meseleyi zındıka cereyanı anlamış ki biz ehl-i imana çok şekillerde hücum ediyorlar ve bir cemaat suretinde duruyorlar. “ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.” [11] bizler de maddi ve manevi istidad ve kabiliyetlerimizi inkişaf ve inbisat ederek bir cemaat suretinde olan zındıka cereyanına mukabele edebiliriz. Yoksa bir cemaat suretinde olan zındıkaya tek başına mıkabele eden fertler kaybetmeye mahkumdur.

 

Hal bu iken bizler şahsi hukuka bakan kusurları sebebi ile islam davasında refiki olduğumuz kardeşlerimizin şahsi kusurları sebebi ile hücum etmemeliyiz.

 

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir de­sise-i şey­taniye şu­dur ki: Bir mü’minin birtek seyyi­esiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu de­sisesini dinleyen insafsız­lar,  mü’­mine adâvet ederler.

 

Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, ha­senâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbi­yeti noktasında hükmey­ler.

 

Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay oldu­ğun­dan, bazan birtek hasene ile çok sey­yiâtını ör­ter.” [12]

 

Mü’minler arasında var olan ve olması lazım olan uhuvvet ve muhabbet ile rıza-yı ilahi yolunda el ele ittihad ve ittifak ile islam davasına hzmet etmekle mükellefiz.

 

“ehl-i dalalete karşı mağlub olmamak için ve muhtaçları hakikata ve ihlasa davet etmekte bir şübhe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faidelerinden çekiniyorlar.” [13]

 

Davamızı tebliğ ederken Allah rızasından başka bir maksad gütmeden hizmet ederek muvaffak olabiliriz. Yoksa başka hesabı ve defteri olanlar günü gelir şiddetli bir şekilde bunun tokadını yer.

 

Meselemiz oculuk, buculuk, şuculuk değil. Zaten O, BU, ŞU Birer araçtır amaç değildir. Kur’an âyine ister, vekil istemez! [14] kanaat önderleri ve meslek ve meşrebler Kur’an’a bir ayinedir. Kur’an ve Hz. Peygamber (asv) yerine kaim olacak olan kimse ve şeyler değildir.

 

Bu ve daha nice sebeple Müslümanlar ve islama hizmet dava eden tüm meslek ve meşrebler sun’i ihtilafı ve cehaleti kenara koyup beraber organize olarak hizmet etmeliyiz.           “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” [15]

 

Hiçbir cemaat, meslek ve meşreb din değildir! Din içinden bir şubedir. Unutmayalım Ki Din-i Mübin-i islama hücum eden nice zındıka cereyanı varken birde bizler kendi aramızda ihtilafla onların hücumlarını kolaylaştırmayalım. Safları sıklaştıralım ki şeytan aramıza nifak sokmasın! Bu mevzuda daha çok kelam edilebilir lakin mesele güneş gibi aşikar görülmektedir. Güneş varken güneşi vasfetmeye lüzum yoktur.

 

Yaşasın ittihad-ı islam! Yaşasın ittihad-ı islam!

 

“Biz âcizleri

böyle eserleri okumak şerefiyle müşerref kılan

Cenab-ı Hakk’a

binler, yüzbinler defa

hamd ü sena ediyoruz.

 

Bütün dünyanın asırlardan beri beklediği

ve nurundan istifade etmek için can attığı;

 fakat muvaffak olamadığı

böyle bir hazine-i ilmiyeyi bizlere

 okumayı nasib eden

o Hâlık-ı Zîşan’a

teşekküren âhir ömrümüze kadar

secdeden başımızı kaldırmasak

yeridir…” [16]

 

 

Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Tarihçe-i Hayat ( 19 )

[2] Mesnevi-i Nuriye ( 180 )

[3] Lem’alar ( 89 )

[4] Lem’alar ( 116 )

[5] Asa-yı Musa ( 47 )

[6] Mesnevi-i Nuriye ( 144 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 29 )

[8] İşarat-ül İ’caz ( 84 )

[9] Kastamonu Lahikası ( 247 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 619 )

[11] Kastamonu Lahikası ( 55 )

[12] Lem’alar ( 88 )

[13] Tarihçe-i Hayat ( 731 )

[14] Sözler ( 740 )

[15] Mektubat ( 269 )

[16] Hanımlar Rehberi ( 140 – 141 )

 

 

 

www.nurnet.org

Müslümana Karşı Müslüman Fitnesi.. Neden “Birlik ve Beraberliğe” Mecburuz?

Günümüz İslam dünyasının durumunu değerlendirdiğimizde dikkatimizi çeken ilk şey, Müslümanlar arasındaki parçalanmışlık ve düşmanlıktır. Kimi İslam ülkeleri, milletleri, cemaatleri ve cemiyetleri arasında derin anlaşmazlık ve ihtilaflar vardır.

Müslüman ülkelerin bazılarında çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle iç savaş ve çatışmalar yaşanmaktadır. Maalesef bu ayrılık ve çatışmalardan da en fazla istifade edenler, İslam düşmanlarıdır. Yani Müslümanları vurmaya çalışanların, bir Müslüman gurubu kendine alet edip, diğer Müslüman gurubu onunla ezdiğine, sonra kullandığı o aleti de kırdığına tarih şahittir.

Bu konuda asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlıyı asıl yıkanın, düşmanın kuvvetinin değil, bizzat yavruları ve kardeşleri hükmündeki Müslümanların olduğunu şöyle ifade etmektedir:

İşte Hind, düşman zannederek halbuki pederini öldürmüş ayak ucunda oturmuş bağırıyor. İşte Kafkas ve Türkistan, öldürülmesine yardım ettiği şahıs biçare valideleri olduğunu ” ba’de harabil Basra” ( iş işten geçtikten sonra ) anlıyor, baş ucunda ağlıyor. İşte Afrika, kahraman kardeşini bilmeyerek öldürdü, şimdi vaveyla ( ağıt ) ediyor. İşte Arap, kardeşini tanımayarak öldürdü, şimdi hayretinden ağlamayı da bilmiyor.“( Sünuhat)

Evet İngilizler Hintli Müslümanları kullanarak Osmanlıyı vurdular, ama Hindistan’ı da kırdılar. Ruslar Kafkaslı kardeşlerimizi aleyhte kullandılar ama onları da ezdiler. İtalyan ve Fransızlar Kuzey Afrika’yı bizden ayırdılar, ama onlar oradan ayrılmadılar. Arapları alet ettiler, ama Arapların her yönden rahat etmedikleri ortada. İşte Filistin, işte Irak, işte Suriye…

Diğer yandan İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden farklı dini yorumlar, görüşler ve modeller hakimdir. Bu yorum, görüş ve modellerin birbirinden farklı oluşu, Müslümanların birbirine düşman olmasına değil, aksine birbirlerine yardım etmelerine vesile olması gerekir. Nasıl ki, vücut azalarının birbirinden farklı olması, ruhun ihtiyacını karşılamaktadır. Bir uzvun olmaması veya sakat olması tüm vücudun hareketini sınırlandırmaktadır. Aynı şekilde “Milliyetimiz bir vücuddur, ruhu İslamiyet aklı iman ve Kur’andır” (Münazarat) hakikatinden hareketle ruhumuz hükmündeki İslamiyet’e, her millet ve cemaat bir uzuv gibi hizmet etmekte ve bir vazifeyi icra etmektedir. O millet ve cemaatin olmaması veya sakat olması durumunda, herkesin zarar göreceği muhakkaktır.

İttihâd-ı İslâmın, yani İslam birliğinin varlığı ve devamı için:

1- İslâm milliyetini – ümmetçiliği – esas alıp, ırkçılık fikrini bırakmak;

Böylece her millet kendi nüfusu ve gücü kadar değil, İslam dinine mensup olan fertler ve milletler kadar güç ve kuvvet kazanacaktır. İşte o zaman dünyaya hakiki adaleti yerleştirebilecek ve gücün nerede kullanılması gerektiğini gösterebilecektir. Yoksa “Ne hayatımızı muhafaza ve ne de hukukumuzu müdafaa edebiliriz.”

2- İslâm dünyasındaki dini cemaatler, tarikatlar ve mezhepler gayede ve dinin esaslarında ittifak edip teferruat meseleleri münakaşa etmemek;

Çünkü, İslam toplumu; büyük bîr ordu gibidir, bu orduda da her türlü kısımlar ve guruplar mevcuttur. Fakat bu kısımların ve gurupların ayrılığı sadece isim olarak vardır. Yani Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri v.s. gibi isim almaktadırlar. Ama bunların binler tarzda ve şekillerde birlikleri var. Devletleri bir, vatanları bir, bayrakları bir, orduları birdir.

Aynı şekilde Müslüman milletlerin ve cemaatlerin sadece isimleri farklıdır. Ama Halıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, bir, bir, bir, bir., binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir, birler; kardeşliği, sevgiyi ve birliği gerektirir. Yoksa “Müslümanları birbirine bağlayan manevi rabıtaları bilmemek“, bir Müslüman için en büyük bir talihsizlik ve felakettir.

3- İslâm devletleri arasında, meşvereti yaygınlaştırmak;

Meşveret etmek manevî bir cihattır. Meşveret, tıptaki koruyucu hekimliği andırıyor. Hastalığın vuku bulmaması için gerekli tedbirleri almak en büyük tedavidir. Bunda başarılı olmadığımız zaman diğer tedavi yollarına ve en sonunda da ameliyata sıra gelir. Her ne kadar koruyucu hekimlik uzun zaman ve büyük sabır istese de ameliyattan kurtulmak gibi büyük bir faydayı temin ettiği için bu zor yola severek girmek gerek.

Bu maddeler, Müslümanların birlik ve beraberliği için ehemmiyet arz eden sebeplerden sadece üç tanesidir.

Müslümanların bu dinî kardeşliğinden gelen ve birbirlerine destek olmaktan oluşan bu muazzam kuvvetle, dinimiz, milletimiz, vatanımız her türlü tehlike ve düşmanlardan muhafaza edilir ve toplumsal barışa vesile olur.

Bunun içindir ki, bu maddî ve mânevi kuvvetin karşısında dayanamayacağını çok iyi bilen din düşmanları, bu kuvvetin dağılıp parçalanması için her çeşit hîle ve plânlarla Âlem-i İslâm’ın birlik ve beraberliğini bozmağa çalışmaktadırlar.

İşte bu bozguncuların aldatmalarına karşı uyanık olmağa ve dinimizin çok ehemmiyetle emrettiği İslâm kardeşliğinin mâna ve ehemmiyetini bilmeğe ve icaplarını yapmağa gayret göstermek gerektir. Bu konuda tüm İslam milletleri, devletleri ve özellikle Türk ve Araplara büyük işler düşmektedir. Çünkü İslam ordusunun iki mühim kanadını, bu iki hakiki kardeş ve bahadır millet oluşturmaktadır.

Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi Şam’da verdiği meşhur hutbede; “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise Îslâmiyet’tir. Ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin kalesi hükmünde Araplar ve Türkler hakiki iki kardeş olarak, o kudsi kalenin nöbetçileridirler.

İşte, bu kudsî İslam milliyetinin manevi bağlarıyla, umum Müslümanlar bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin fertleri gibi İslâm milletleri de, birbirine manevi bağlar ile irtibat ve alâka kurarlar. Birbirlerine manen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm milletleri bir nurani zincir ile birbirine bağlıdır.

Şu ayet, Müslümanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma olmaması halinde büyük fesatların meydana geleceğini haber vermektedir:

Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.” (Enfal suresi,73)

Bu ayetin ne kadar doğru olduğunu, dünyadaki kaos ve zulüm ateşine, hakkın değil kuvvetin esas olduğuna bakarak anlamak mümkündür.

İslam alemi hangi sıkıntıyla sancı çekiyorsa, vatanımız da aynı hastalıkla muzdariptir. Burada da birlik ve beraberliğimizi bozacak tarzdaki çalışmalar bütün şiddetiyle devam etmektedir.

Bu vatan hepimizin ve hepimiz bir vücut gibiyiz. Beğenmediğimiz ve hasta olan organlarımız da bizim. Bunları bünyemizden söküp atamayız.

Hastahanelerde, sıra sıra dizilmiş kalabalıklar bize bu dersi vermiyorlar mı? Bunların her birisi vücudunun bir yerinden, bir organından rahatsız değiller mi? Ama niçin tedaviye koşuyorlar? O hasta uzvu iyileştirmek için değil mi? Biz de hastalara değil hastalıklara düşman olsak ve sosyal bünyemizin sıhhate kavuşması için elimizden gelen bütün gayreti göstersek, erişemediğimiz ve güç yetiremediğimiz sahalarda Rabbimizin lütuflarına erecek, yardımını göreceğiz.

Ama biz hastaları daha da hasta edecek bir yola koyulmuşsak ve bunu da sıhhat adına yaptığımızı zannediyorsak, yanıldığımızı anlayıncaya kadar çok kan kaybedecek ve kuvvetimiz her geçen gün biraz daha azalacak.

Bunun ise, daha önce de belirttiğimiz gibi sadece ve sadece düşmanlarımızın işine yarayacağında şüphe yok. “Zararın neresinden dönülse kârdır” derler. Geliniz, kendimizle kavgayı bırakalım. Birbirimizi tedaviye gönül verelim. Zira, âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihanın şanı yüce efendisi Peygamberimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde: “Müminler bir binanın taşları gibidirler. Birbirlerini yıkılmaktan muhafaza ederler” buyurarak müminler arasındaki muhabbet ve kardeşliğin önemini en veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Sorularlaislamiyet

Hep Birlikte “Kardeşliğimizi Koruma” Görevimiz…

İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin korunması” olmuştur.

Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu, halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir.

Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:

farklı renklerdeki ellerUhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor, hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik beraberliğimizi bozsun!..

Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası cayi dikkattir!..

Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime.. Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü meşguliyetlerle?..

Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden, bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden..

Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu..

Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.

Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!..

Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur…

Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde sonuç bu kadar büyüktür..

Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak, neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da!..

Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!..

Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan, bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!..

Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!.

Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri kalmayalım!.”

Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız!

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr

Birlik ve beraberliğin sevdalıları…

Kainatta çokluk, çeşitlilik yani kesret görünür fakat bu kesrette bir vahdet vardır.

Bunun için her şey bir nizam içindedir. Nasıl ki Müslümanların yüz şekilleri birbirinden farklı ise İslami anlayışları da az çok birbirinden farklılık gösterebilir. Benim İslami anlayışımla oğlumun-kızımın İslami anlayışları bile farklı!

Nasıl ki güneşten gıdalanan bitkiler ayrı ayrı renklere, tada, lezzete sahipse Müslümanlar da İslam güneşinden gıdalanır; zekâsına, zevkine, kültürüne ve çevresine göre bir İslami anlayışa sahip olur. Müslümanların inancındaki, kültüründeki bu farklılıklar, farklı gruplaşmaları (cemaatleri) meydana getirir, vahdetten çok kesret hali görülür. Sahabe-i kiramın da İslami yaşayışı birbirinden farklı idi amma hepsi imanda, ibadette bütünleşmişti. İslam’ı yaşayan fertler ve cemaatler Allah’ın askeridir. Bölük bölük, tabur tabur bölünmeleri, öğretimin kolaylığı içindir. Cemaatler de bir ordunun bölükleri, taburları gibidir. Piyade ne kadar gerekliyse topçu da o kadar gereklidir. Eğer bu cemaatler birbirini selamlar ve birbirinin aleyhinde konuşmazlarsa ümmet olurlar, bütünlük gösterirler; kesrette vahdeti bulmuş olurlar.

Cemaatler, İslam üniversitesinin fakülteleridir. Edebiyat fakültesi öğrencisi, fen fakültesi öğrencisine karşı çıkamaz. Çıkması, akla ve mantığa aykırıdır.

Cemaatler ormana benzer. Seller ve fırtınalar, ormana zarar veremez. Ayrıca ormanlara yağmur çok yağar. Demek ki Allah’ın rahmeti cemaatler üzerindedir.

Seviyeli insanlar cemaate üstünlük kazandırırken, cemaat de fertleri korur.

Irklar için de durum aynıdır. Nasıl ki Bilal-i Habeşi (ra), Selman-ı Farisi (ra), ırklarını inkâr etmemiş, Peygamberimiz de (sas) onlara “ırkınızı söylemeyin” dememişse ve her ırktan kimseler İslamiyet’i öğrenip, anlayıp, yaşamakta bütünleşmişse, bizim de bugün yapacağımız şey aynıdır. Türk, Kürt, Laz, Çerkez… “Mü’minler kardeştir” ayetinde bütünleşecek.

Muhalefet duygusu her insanın içinde vardır. İnsan, bu duygusunu kanalize etmezse, günahlarına, din düşmanlarına muhalefet edecek yerde kalkıp Müslümanlara muhalefet ederse, muhalefet etmeyi üstünlük sayarsa, ne cemaat ne de ümmet gerçekleşir. Bugün Müslümanlarda muhalefet duygusu çok yaygın. Particilerden başlayıp cemaatlere ve fertlere kadar dalga dalga yayılmaktadır. Muhalefetin olduğu yerde ne ümmet ne de İslam devleti olur. Ümmet ve İslam devleti de herhangi bir yerden gelmez. Müslümanların İslamiyet’i yaşamasıyla kendi kendine teşekkül eder. Bunun için tenkitten çok takdim ve iltifat gerekir.

İman, bir enerjidir. Mü’mini gayrete getirir. Sırtında yumurta küfesi olmayanlar, istediği gibi hareket etse de, Müslüman’a yakışan, ağzına süzgeç koymaktır. Birlik ve beraberliğin sevdalıları bilirler ki, Müslüman’ı beğenmemek, İslam’ın şanına yakışmaz. Tenkit ve karşı çıkmak mutlaka yıkıcıdır.

Unutmamak lazımdır ki; İslam’ın “tenkit edin” diye bir emri yok, “tebliğ edin” diye bir emri vardır…

Bilhassa Risale-i Nur talebelerinin bu noktaya çok dikkat etmeleri lazım çünkü cemaat liderleri içinde sadece Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri İhlas ve Uhuvvet risaleleri yazmıştır…

Düşmanlara bayram ettirmemek lazım…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

“Birliğimizi Korumak” Kendi İrademize Bırakılmıştır!..

Biz Müslümanlar olarak kendi içimizde ve aramızda nasıl birlik beraberlik ruhu ve anlayışı içinde olmamız gerektiğine önemli ikaz ve işaretlerde bulunan bu yazıyı Kırık Testi’den derleyerek yerimizin aldığı kadarını arz etme gereği duydum. Konu okununca anlaşılacak ki, ülke içinde birlik beraberliğimizi korumak ve güçlendirmek bizim bir imtihanımız olarak kendi gayret ve irademize bırakılmıştır.

İnsanlar bizzat bu iradeyi kullanmaktan sorumlu tutulmuştur. Sanırım siz de Efendimizin (sas) bu husustaki kabul olan olmayan şu iki duasını dikkatle okuyacak, benim gibi siz de ibretle düşüneceksiniz.

Hakkımızda kabul olan ve olmayan iki dua:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ümmet-i Muhammed’in kökten ve toptan yok edilmemesi, umumi bir kıtlığa maruz kalmaması ve çoğunu helak edecek bir düşmanın onlara musallat kılınmaması için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmış ve Allah (c.c) Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın bu duasını kabul buyurmuştur!.

Buna göre bu ümmet, umumi bir helake uğramayacağı gibi, devamlı olarak başkalarının hâkimiyeti altında,işgal ve istilasında da kalmayacaktır!.

Ancak Efendimizin (sas) bu ümmetin kendi arasında birbirleriyle vuruşmamaları, birbirlerine düşmemeleri için yapmış olduğu duasının Cenâb-ı Hak tarafından kabul buyrulmadığı da ifade edilmiştir. (Müslim, Fiten, 19/20)

Bu son talebin kabul edilmeyiş hikmetiyle alâkalı şu önemli husus dile getirilebilir:

Bu birlik beraberlik konusu, insanların kendi irade ve gayretleriyle çözüp gerçekleştirecekleri bir konudur.

Zira insan akıl ve şuur sahibi bir varlıktır. Kendi iradesi işin içinde olmadan  bir yere toplanmak, ağaçlar gibi üst üste yığılıp bir arada bulunmak insan haysiyet ve şerefine terstir!. Bunun yerine insanın, iradesinin hakkını vererek bir arada yaşayabilme ve başkalarıyla beraberlik tesis edebilme yollarını araştırması, çaresini bulması insanlığının gereğidir!.

Nitekim Cenâb-ı Hak farklı âyet-i kerimelerde tekrar tekrar insanların birbiriyle imtihan edileceğini ifade buyurarak Ümmet-i Muhammed’in maruz kalabileceği bu büyük fitne hususunda bizi ikaz etmektedir.

Bazınızı bazınızla imtihan edeceğiz”  (En’âm Suresi, 6/53)

 Evet, Allah (celle celâlühu) bizi pek çok şeyle imtihan etmektedir. Bazen hastalıklarla, bazen musibetlerle, bazen ibadat- ü taatle, bazen de günahlarla yani günahlara karşı bize verdiği zaaflarla imtihan ediyor.

İşte bu imtihanlardan biri de bazımızın bazımızla imtihan edilmemizdir. Çünkü insanın yaratılışı çok farklıdır. Allah (c.c.) insan nevinde değişik neviler yaratmıştır. İnsanlardan her bir fert başlı başına bir nev gibidir. Herkesin mizaç ve huyu farklıdır. Kimse kimseye benzemez. Allah insanları bu şekilde farklı farklı yaratmakla, esma-i ilâhiye ve sıfat-ı sübhaniyesinin tecellilerini gösteriyor. Ve aynı zamanda bununla bizi imtihan ediyor ve imtihanda başarılı olanlara mükâfat vaad ediyor. Yani senin huyun onun huyuna uymadığı gibi, onun huyu da sana uymayacak. Sen ayrı bir meşrebin çocuğu, o ayrı bir mizacın çocuğu, öbürü de yine ayrı bir mezağın evladı olacak. Ancak aranızdaki bütün bu farklılıklara rağmen, siz birlik ve beraberlik tesis edebilmenin, beraber yaşayabilmenin yollarını arayacak,böylece imtihanı kazanacaksınız!.      

Bu itibarla bazı huyları kötü olan bir insan, “ tümüyle kötü insan” demek değildir.. Aranızda böyle farklılıklardan dolayı hırgür çıkabilir. Ancak burada yapılması gereken biri birinize hemen kötü damgası yapıştırmak değil, bir yolunu bulup aradaki kırgınlığı gidermek, kardeşliğin gereği olan saygı sevgiyi sürdürmektir.

 Bunun için böyle devrelerde tavır ve davranışlarımızı kontrol etme görevi bizim irademize verilmiştir..

Nitekim fertler arasında oluşan kırgınlıktan sonra ilk defa özür dileyip “kusura bakma kardeşim, hakkını helal et” diyen kimse işin ilk kahramanı sayılır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususa işaret eder ve birbirine küsen iki kişiden hayırlı olanın, önce teşebbüse geçerek selâm veren,el uzatan olduğunu ifade buyurur.

Bundan dolayı kardeşler arasında kollarını açıp kucaklaşmaya ilk yürüyen kimse, barış görevini başlatan ilk irade kahramanı sayılmıştır.

Ahmet Şahin