Etiket arşivi: bereket

Son okçular tepesi; EVİMİZ

Okçular tepesi, ümmet olarak Kur’an ve Sünnetin talimatlarına uymayınca nasıl bir bozgunla karşılaşabileceğimizi özetleyen İslam tarihimizdeki en önemli sembollerden biridir.
Uhud savaşı sırasında Efendimiz (s.a.s)’in;
“Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin akbabalar tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293) emrine rağmen sahabe efendilerimizin bir kısmının vaktinden önce görev yerlerini terk etmeleri nedeniyle Uhud, bir zafer olmaktan çıkmış, Hz. Hamza (r.a) ve Mus’ab bin Umeyr (r.a) başta olmak üzere 70 kadar sahabe efendilerimiz şehit edilmişti.
Ümmet olarak okçular tepesinden sonra da Kur’an ve Sünnetin ne olursa olsun terk edilmemesi talimatına rağmen birçok tepeyi terk ederek büyük bozgunlar yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Asla ayrılmamamız gereken İslam Birliği tepesini terk ettiğimiz için ümmet coğrafyamız askeri ve siyasi olarak emperyalizm ve Siyonizm tarafından işgal edildi. 
Faizsiz İslam ekonomisi tepesini terk ettiğimiz için çarşılarımız, pazarlarımız, ceplerimiz ve ekonomimiz faizci kapitalist nizamın kontrolüne girdi. 
Ümmet olarak Kur’an ve Sünnetin asla terk etmeyin dediği görev yerlerimizi terk ettiğimiz için askeri, siyasi ve ekonomik açıdan büyük bir bozguna uğradık. 
Bu bozgunla birlikte başlayan geri çekilme, elimizde kalan son okçular tepesi olan evlerimizin sınırlarına kadar dayandı.
Bu geri çekilme esnasında evlerimizi müdafaa ile görevli anne ve babalar olarak maalesef iyi bir sınav veremedik. Bu müdafaanın başkomutanlarından olan analarımız, kimi zaman haklı ekonomik gerekçeler ve geçim derdiyle, kimi zaman da diploma sevdasının, akademik kariyer planlarının, iş hayatının parlak unvanlarının, çift maaş hayallerinin dayanılmaz bir ganimet sevdasına dönüşmesiyle evlerini ve asli görevlerini terk ettiler ya da terk etmek zorunda bırakıldılar.
Analarımızın evlerimizden uzaklaştırılmasıyla birlikte nesillerimizi tehdit eden büyük facia başlamış oldu. Evde ana kalmayınca anaokulları açtık, huzur kalmayınca huzur evleri açtık. Ancak hiçbir suni tedbir bu bozgunun önüne geçemedi. 
Kreşlerin, bakıcıların ve bakım evlerinin bağrında yetişen nesillerimiz avuçlarımızdan kayıp gitti. 
O gün okçular tepeyi terk ettiği için Hz. Hamza (r.a) ciğeri parçalanarak şehit edilmişti. 
Bugün analarımız evlerimizi terk ettiği için nice Hamzalar, Mus’ablar televizyonun, internetin ve dizilerin pençesinde kalpleri, zihinleri paramparça edilerek heba edildi.
Dünyevileşmenin iliklerimize kadar işlemesiyle birlikte nesillerimizin geleceği ile ilgili önceliklerimiz değişti. Evlatlarımızın aldığı notlar ya da kaçırdığı deneme sınavları yüzünden neredeyse depresyona girerken, her gün kaçırdıkları namazlar için yüzümüzü bile ekşitmez olduk.
Dershane taksitleri ve özel ders ücretleri arasında sıkışan babalarımızın, ailelerini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından koruyacak ne takatleri kaldı ne de vakitleri.
Tapusu bize ait olan evlerimizin başköşesini televizyon, gündemini de dizler ve magazin programları işgal etti. 
Geniş odalar, salonlar, mutfaklar, mobilyalar arasında afiyeti, huzuru ve bereketi kaybettik. 
Daha konforlu bir hayat, daha iyi bir ev, daha iyi bir araba hayalleri kurarken İslami hedef ve ideallerimizi unuttuk.
Muhafazakâr demokrasinin pençesinde din ve dünya arasında gidip gelen nesillerimizi bu keşmekeşten kurtaracak ve yeniden ihya edebilecek son sığınak evlerimizdir. Okçular tepesinde Abdullah b. Cübeyr (r.a) bilinciyle müdafaa etmemiz gereken son tepe evlerimizidir. 
Bu büyük müdafaada en büyük görev, annelerimize düşmektedir. 
Bir evde asli görevinin şuuruna varmış bir anne varsa o ev yıkılmaz bir kale gibidir. Şuurlu annelerin bulunduğu evlerin gündemleri Kur’an ve Sünnettir. 
O evlerde erkeğin ya da kadının da değil sadece Allah’ın sözü geçer. 
Abdülaziz Kıranşal

Zekât ve Sadakada İstikamet

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, ticarette doğru, zekat ve sadaka verme hususunda çok titiz davranan tacirler, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir.

Bütün İlahi fermanlarda imandan sonra salih amel zikredilir. Salih amelde ise öncelikle namaz ve zekat nazara verilir. Zira namaz bütün bedeni ibadetleri, zekat ise mali ibadetleri içine alır. Zekât, temizlik, artma ve bereket demektir. Başka bir ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın kendi lütfünden servet vermiş olduğu zenginlerin, sırf Allah rızası için mallarının belli bir miktarını, Allah’ın bildirdiği kimselere ve yerlere vermesidir. Böylece hem muhtaç olanların ihtiyaçları giderilmiş, hem sehavet gibi yüksek bir haslete mazhar olunmuş, hem de Allah’ın emri yerine getirilmekle O’nun rızası kazanılmış olur. Zekâtla hem mal sahibi temizlenir, hem de malında bereket görülür. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin…”1

Zekât, İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan önce farz kılınmıştır. Zekât hakkında otuzdan fazla ayet-i kerime vardır.

Zekât, her şeyden önce kulun Allah’ın emrine itaat etmesinin en güzel bir nişanesidir.

Zekât ve sadaka, insanı günah ve cimrilik kirlerinden temizler, mü’minin kalbinden mal sevgisini atıp, Allah’ın rızasını ve sevgisini esas maksat yaptırır.

Zekât ve sadaka; kin, kıskançlık, haset, fitne ve sosyal patlamaları ortadan kaldıran en mühim bir ilaçtır. Zira zekât ve sadaka, fertleri birbirine sevdiren, ve yardımlaşmalarını sağlayan sosyal bir düzenlemedir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.”2

Zekâta sadaka da denilmektedir. Ancak sadaka; hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde, zekât sadece farz olana mahsustur. Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artıran mühim bir ibadettir. İnsan, zekât ve sadaka vermekle hem nimetin şükrünü eda, hem de nefsini terbiye eder.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle bazı insanları zengin, bazısını da fakir etmiştir. Zenginleri servet ve mallarının zekâtını vermek ve gurura düşmemekten, fakirleri ise sabır ve kısmetine razı olmaktan imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır. İnsanların maişet cihetiyle birbirinden farklı olmaları, birbirlerine yardım etmelerine ve toplum hayatındaki nizamın devamına sebep olur. Bu şekilde muhtelif vazifeler ve hizmetler yerine getirilerek dünyevi maslahatlar temin edilir. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmiştir:

“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık…”3

Bundan dolayıdır ki, zenginlere dinin esaslarından biri olan zekât ve sadaka emredilmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar, kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye inecek derecede, ellerinin altındakilere (yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere) vermezler. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkar ediyorlar?”4

Bediüzzaman Hazretleri de zekatın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.”5

Cenab-ı Hak, insanın helal olan kazancından ihtiyaç sahibi kardeşlerine tasadduk etmesini emir buyurmaktadır. Allah ikramda bulunan kullarını sever. Himmetini yüksek tutan insan, alan değil, verendir. Peygamber Efendimiz (sav.): “Veren el, alan elden üstündür.” buyurmaktadır. Bir ayette de mealen şöyle buyurulmaktadır:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her biri yüz taneye sahip yedi başak bitiren bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazla verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi bilendir.”6

Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, gerek farz gerek nafile olarak mallarını Allah yolunda ve din uğrunda güzel bir niyetle sarf eden müminlerin hali, ekilen bir danenin haline benzer ki, bir dalda yedi başak ve her başakta yüz dane vardır.

Demek ki, bir insan ebediyete bakan küçük bir daneyi bile küçük görmemelidir. Belki insan onun ile kurtuluşa erebilir. Hangi amelin daha hayırlı olacağı ve insanın hangi amelinden dolayı Allah’ın rızasına mazhar olacağı hiç belli olmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Güzel bir söz, tatlı dil ve bir tebessüm sadaka sayıldığı gibi, kişinin cehennem ateşinden kurtulmasına da vesile olabilir.

Başka bir hadis-i şerifte de Resûlullah (sav.) şöyle buyurdu:

“Ey âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden üstündür (unutma).”

Diğer bir hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla onu büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, sadaka, cehennem ateşi ile veren arasında bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Peygamber Efendimiz (sav.),

“Az sadaka çok belayı def eder ve sadaka ömrü uzatır.” ve

“Sadaka yetmiş çeşit belaları def eder.”

buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir.

Bu bakımdan, İ’la-yı kelimatullah uğrunda çalışan fedakâr, hamiyetli ve alicenap insanlara maddi ve manevi yardımda bulunmak sadakanın en hayırlısıdır ve insanın başına gelebilecek birçok bela ve musibetlerin de def’ine sebeptir. Böyle bir sadakanın sevabı Allah katında nihayetsizdir. Allah, infak eden, malını Allah rızası için dağıtan kullarını ikramıyla mükâfatlandırır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette insanların yaptığı hayır ve hasenatı zayi etmez ve karşılığını mutlaka kat kat verir.

Sadaka ve zekât huzur ve saadetin kaynağıdır; toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Zekât ve sadaka, toplum hayatını zehirleyen haset, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. İnsanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli tiryak sadaka ve yardımlaşmadır. Bu vesileyle fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir. Böyle insanlar, ihtiyaç sahiplerinin daima duasını alırlar.

Erzurum’un Başkurtdere Köyünde Veyis Ağa adında zengin bir zat varmış. Bu zat, her yıl İstanbul’a büyükbaş hayvan ve koyun sürüsü götürüp satar, gerek kendi köyündeki gerekse etraf köylerdeki ihtiyaç sahipleri için de muhtelif giyecek malzemesi alır ve döndüğünde onlara dağıtırmış. O köylüler de bu zata daima hürmet gösterir ve sürekli dua ederlermiş. Hatta onların: “Allah’ım sen Veyis Ağaya ver, o bize verir.” duası darb-ı mesel olmuştur. İşte bu zat, Allah’ın kendisine ihsan ettiği imkânları ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmekle hem Allah’ın rızasına mazhar olmuş hem de o insanların duasını almıştır.

Lütuf ve ihsan sahibi olan zatlara karşı hürmet, dua ve muhabbet etmek vicdanî bir vazifedir. Zaten sahavet sahibi olanlar her zaman ve her yerde hürmet ve muhabbete mazhar olurlar. Cömert olan kişiler, ehl-i hak ve ehl-i insaf nazarında her zaman takdire şayandırlar.

Hz. Peygamber, şöyle buyurur:

Cömert kişi, Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın ve cehennem ateşinden uzaktır. Cimri insan, Allah’tan uzak, cennetten uzak ve cehennem ateşine yakındır.”

“Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.”7

“Gıpta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.”8

Yine Hz. Aişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmuşlardır:

“Sahavet bir şeceredir. Kökü cennettedir. Onun dal ve budakları dünyaya uzanmıştır. Bir kimse, o ağaçtan bir dalı tutarsa, (yani cömert olursa) o dal onu cennete götürür. Cimrilik de bir ağaçtır. Onun da kökü cehennemdedir; dal ve budağı dünyaya uzanmıştır. Bir kimse o ağaçtan bir dal tutarsa, (yani cimrilik ederse) o dal da onu cehenneme götürür.”

Bütün peygamberlerin güzel sıfatlarından olan sahavet ve cömertlik, en büyük bir meziyet ve en büyük bir fazilettir. Yapılan hayır ve hasenat ister takdir edilsin, ister edilmesin mühim değildir. İhlas sahibi olan kişi, şan, şöhret ve gösterişe değil, sadece Allah’ın rızasına taliptir ve O’na meftundur. Bu bakımdan o, yaptığı her hayır ve hasenatı halis bir niyetle yapar.

Cömert, eli açık ve kerem sahibi demektir. Cömertlik ise; cûd, sehâvet, ikram, ihsan ve yardım manalarına gelir.

Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için ihsan ve yardımda bulunmasıdır. Cömert kişi, “Rızkı veren Allah’’tır; ben sadece bir tevziat memuruyum.” der ve Allah’ın kendisine ihsan ettiği mallardan ihtiyaç sahiplerine tasadduk eder.

Cömertliğin Zirvesi

Cömertliğin en düşük derecesi, malının zekatını vermektir. Çünkü zekat fakirin hakkıdır ve kişinin onu vermesi zaten borcudur. Cûd ise, malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakmaktır. Cömertliğin üçüncü ve en büyük mertebesi ise; başkalarını kendi nefsine tercih etmektir ki, buna “isar hasleti” denilir. Başta Resûl-ü Ekrem (sav.) olmak üzere bütün peygamberlerin, sahabe-i kiram efendilerimizin ve mürşitlerin takip ettiği bu yol, faziletin, uhuvvetin ve sahavetin en üstün derecesi ve zirve noktasıdır. Asr-ı saadette bu hasletin akılları hayrette bırakan sayısız misalleri vardır. Burada sadece iki misali dikkatinize sunmak istiyorum.

Sahabenin büyüklerinden olan Hz. Talha’nın ahbaplarından birisi yanına gelerek ihtiyacı olduğunu söylemesi üzerine, Hz. Talha; “Vallahi benim sana verebileceğim bir dirhem nakdim yoktur, ancak yüz dirheme almış olduğum bir bağım var, git onu sat ve ihtiyacını temin et.” der.

Bütün kâinatta tecelli eden esma-i ilâhiyenin tamamı ruhunda kemal derecede tezahür eden Peygamber Efendimiz (sav.), seha ve cömertlikte de emsalsiz ve en büyük bir örnektir. Onun en sevdiği şey ikram etmekti. Mekke’ye gelen misafirleri evine götürüp ikramda bulunurdu. Kendisinden bir şey isteyeni asla geri çevirmezdi. Eğer yanında verilecek bir şey bulunmazsa, ya ashabından ödünç alarak verir ya da “Şu gün gel vereyim.” derdi.

Allah Resûlünün cömertliğini ifade den binlerce misallerden birini dikkatinize sunmak isterim:

Huneyn Savaş’nda ganimetten elde edilen ve Resûlullaha düşen develer için Safvan İbni Ümeyye: “Ne güzel develer.” deyince, Hz. Peygamber (sav.): “Öyle ise onlar senin olsun.” demiş ve hepsini Safvan’a hediye etmiştir. Bunun üzerine Safvan: “Bu kadar cömertlik ancak peygamberlerde bulunur.” diyerek hemen Müslüman olmuştur.

Cebrâil (a.s) şöyle der:

“Allah’ın Resûlü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir.”9

Hz. Peygamber, elinde olan maddî imkanlarını ihtiyaç sahiplerine dağıtınca şu ayet nazil oldu:

“Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), onu büsbütün de açıp saçma (israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve kendi kendine hayıflanacak duruma düşersin.”10

Peygamber Efendimiz (sav.):

“Ben dağıtıcıyım, veren Allah’tır. (Hazineler O’nundur.)”

“Veren el, alan elden üstündür.”

“Allah, cömerttir ve cömertliği sever.”

gibi hadis-i şerifleriyle, lütuf ve ikramın, ihsan ve cömertliğin ehemmiyetini vurgulamıştır.

Resûl-i Zîşan Efendimiz (sav.) diğer bir hadislerinde şöyle buyurdular:

“Cenab-ı Hakk’ın üç yüz altmış ahlak-ı mukaddesesi vardır. Her hangi bir mümin bunların biri ile vasıflanmış olarak Allah’ın huzuruna çıkarsa cennete girer. Bu güzel ahlakların Allah indinde en sevgilisi ise, sehadır, cömertliktir.”

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): “Ya Resullullah! Beyan buyurduğunuz bu hasletlerden biri ben de var mıdır?” deyince Allah Resûlü: “Yâ Ebu Bekir! Bunların hepsi sende vardır.” buyurarak, O yar-ı vefakârını tebşir etmiştir.

Bir mümin, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği maddî ve manevî varlığını Allah yolunda ve O’nun rızâsına uygun bir biçimde sarfetmelidir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: ‘Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve salihlerden olsam.’ demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.”11

Şunu da ifade edelim ki, bir kişinin şükrünü eda ettiği az mal, şükrünü eda edemediği çok maldan hayırlıdır. İnsan kendisine ihsan edilen maddî ve manevî nimetlerden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükretmelidir ki, o nimetler elinden çıkmasın ve ziyadeleşsin. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Eğer (ikram ve ihsanlarıma) şükrederseniz, ben de nimetlerimi ziyadeleştiririm.”12

Evet, insanlar, nimetin kadrini bilip şükür vazifesini ifa ederlerse, o nimet artarak devam eder. Nimete karşı nankörlük edip şükretmemek ve saygı göstermemek ise, o nimetin elden gitmesine sebep olur. Öyleyse kendine verilen nimetlerin ziyadeleşmesini ve elden gitmemesini isteyenler, şükür ve senada kusur etmemelidirler. Çünkü küfran-ı nimet, hem Hakk’a karşı, hem de halka karşı büyük bir nankörlüktür. Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “İyilik gördüğü insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”

Bediüzzaman Hazretlerinin şükürle ilgili şu vecîz ifadelerine de kulak verelim:

Halık-ı Rahmanın, kullarından istediği en mühim iş şükürdür.” 13

Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 14

İnsan, dünya nimetlerinde her zaman kendinden aşağı durumda olanlara bakmalıdır ki, elindeki nimetlerin kadrini bilsin ve şakirlerden olsun. Bu noktada kendinden üstün olanlara bakanlar küfran-ı nimet tehlikesine düşebilirler.

Şükrün zıddı ise, nimeti inkâr etmek ve ihsanı unutmaktır. Hayır ve hasenat yapmayan, sahip olduğu imkanlardan ihtiyaç sahiplerine vermeyip cimrilik eden ve şükür vazifesini ifâ etmeyen nankör insanlar, üzerinde hiçbir şey bitmeyen, çorak toprağa benzetilmişlerdir.

Yine Bediüzzaman Hazretleri umumi nimetlere daha ziyade şükredilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:

“Sem’, basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatları vardır.”

“Binaenaleyh o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır. Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına ait hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de şu umumî nimetler onlara şümulü yokmuş gibi fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki en büyük nimet, âmm ve daimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal ve ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delalet eder.”15

Evet, Cenab-ı Hakk’ın insanlara ihsan ettiği enfüsî ve afakî nimetler nihayetsizdir. Enfusî nimetler mi yoksa afakî nimetler mi daha kıymetli ve daha ehemmiyetli bir düşünelim. Acaba; “sema denizinde ziyadar bir kabarcık” olan, her gün ziyasını başımızdan aşağı döken ve bütün nebatatların neşv-u nema bulmasına vesile olan güneş mi daha kıymettar, yoksa gözümüz mü? Hava mı yoksa ciğerlerimiz mi? Toprak mı yoksa su mu? İnsan ülfetten dolayı afakî nimetlere bakamıyor ve onlara hamd ve şükretmek çoğu zaman aklına gelmiyor.

İnsanın arzuları ebede kadar uzanmış olduğundan her arzusuna nail olması mümkün değildir. Bu sebeple birçok insanın şükrü bırakıp, kanaatsizliğe ve nankörlüğe saptığı görülür.

Halbuki kişi, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlere kanaat etmelidir. Çünkü, “Kanaat bitmez, tükenmez bir hazinedir.” İmam-ı Gazzâli der ki: Malı olmayan kişide hırs değil kanaat; malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, insan her zaman hakkında hayırlı olanı istemelidir. Kişi, eğer malın çoğu hayırlı olacaksa onu, azı hayırlı olacaksa onu talep etmelidir. Zira insan, hakkında neyin hayırlı, neyin şer olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimini servet ile, kimini de makam ile imtihan eder. Kur’an’da bahsi geçen Karun’un durumu bu meseleyi ispata kâfidir.

Bu bakımdan insan, elindeki imkanlar ölçüsünde tasadduk etmelidir ki, Allah’ın rızasına mazhar olsun. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.”16

Müslümanların inşa ettikleri kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer meyvesidir.

Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir şey düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmak için, kişinin verdiği zekât ve sadakadan dolayı minnet ve eza etmemesi ve gururlanmaması gerekir. Zira mülk Allah’ındır, o sadece bir emanetçi ve bir tevziat memurudur. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve iyilik de zayi olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganidir, Halimdir.” 17

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağanağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” 18

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk’ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekât namına versen;Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?”19

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle methetmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.”20

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükafat vardır!”21

Zekât ve sadaka vermeyenlerin durumu ise bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“Altını, gümüşü hazineye tıkıp da onu Allah yolunda sarfetmeyenler ise, işte onları acı bir azap ile müjdele.”

“O gün bunlar (gümüş ve altın) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve ‘İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı.’ denilecek.”22

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakalarını başkalarının aracılığıyla verirler ki, sadakayı alan kimse mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”23

Adamın biri, alimin birine açıktan bir şey verdi. Alim onu kabul etmedi. Başka birisi aynı zata, gizli bir hediye verdi, onu kabul etti. Sebebi kendisine sorulduğunda: “Bu zat sadakanın usulüne riayet ederek gizli verdiği için kabul ettim, ötekisi nezaket kaidelerine riayet etmediğinden onun sadakasını reddettim,” diye cevap verdi.

Yine bir kimse, bir arife aleni olarak bir hediye vermek istedi, fakat arif almadı. Aynı adam aynı hediyeyi gizli verince arif bu kez kabul etti. Adam bunun sebebini sorunca, arif şöyle cevap verdi: “Sen onu aşikare vermekle riya ile Allah’a isyan ediyordun, ben de sana yardımcı olamazdım. Gizli vermekle (yalnız Allah rızasını kastetmiş olduğundan) Allah’a itaat etmiş oluyorsun. Sadakanı kabul etmekle bu iyiliğinde ben de sana yardımcı oldum.”

Cenab-ı Hak, sadaka ve ihsan ile muhtaçlara ve özellikle akrabalara yardım etmeyi emretmektedir. Akrabanın hukukuna riayet etmek ve onların yardımına koşmak son derece mühimdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmaktadır:

“Yoksullara verilen sadaka bir sadakadır, akrabalara verilen ise iki sadakadır.”

İslâm dini şefkat ve merhamet dini olduğundan sadakaya ve yardımlaşmaya büyük ehemmiyet vermektedir. Muhtaçlara yardım eden kimseler, “Allah’ın rahmeti ihsan edicilere yakındır.”24 hitabına mazhar olurlar.

Beled Suresinde de hayır ve hasenat yapmayanlar, yoksula ve yetime ikram etmeyenler şöyle ifade edilir:

“Biz ona iki göz bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona apaçık iki yolu göstermedik mi? Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi. Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat etmek, Veya salgın bir kıtlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmaktır. Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.”25

Zekât ve sadakanın verilmesinde şu hususlara dikkat edilmesi gerekir:

– Sadakayı vermekte israf olmaması.

– Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

– Minnet edilmemesi. (Çünkü nimeti veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır.)

– Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

– Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara yardım edilmesi.

– Sadakayı alan adamın, o sadakayı sefahette değil, ihtiyaçlarına sarf etmesi.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Tevbe Suresi 9/103.
2 Nursî, B.S İşaratul İ’caz.
3 Zuhruf Suresi, 43/32.
4 Nahl Suresi, 16/71.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Bakara Suresi, 2/261.
7 Tirmizî, Birr, 40.
8 Buhârî, Temennâ 5; Tevhid, 45.
9 Müslim, Fezâil 12, Hadis No: 2308.
10 İsrâ Suresi, 17/29.
11 Münafikun Suresi, 63/10.
12 İbrahim Suresi, 14/7.
13 Nursî, B.S Mektubat.
14 Nursî, B.S Mektubat.
15 Nursî B. S Mesnevi-i Nuriye.
16 Al-i İmrân Suresi, 3/92.
17 Bakara Suresi, 2/263.
18 Bakara Suresi, 2/264.
19 Nursî, B.S Mektubat.
20 Bakara Suresi, 2/274.
21 Hadid Suresi, 57/18.
22 Tevbe Suresi, 9/35.
23 Bakara Suresi, 2/270.
24 A’raf Suresi, 8/56.
25 Beled Suresi, 90/8-18.

Çocuklara iktisat bilinci nasıl kazandırılır?

Aile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder. Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir. Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor? Nimetlerin gerçek sahibi (Mün’im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken ‘Bismillah’ (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra ‘Elhamdülillah’ (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.

Çoğu evlerimizde çocuklara “Bismillah” ve “Elhamdülillah” (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz. Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

 Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

 “Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

 Yine denemek için dedim ki:

 “Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

 O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

 Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?” olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.

Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?” diye­rek dikkatini çeker. Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?” diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:

“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir. Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”

Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Allah’ın sana ayırdığına razı ol, “insanların en zengini” olursun!

Nice insanlar vardır ki malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevî duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadır.

Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan”, ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Rivâyete göre Hz. Mûsâ, Allahü Teâlâ’dan:

– Hangi kulun daha zengindir? diye istifsarda bulundu. Allahu Teâlâ:

– Verdiğime en çok kanaat eden, buyurdu (Gazzâlî, İhyâ, 3/529).

Toplumda nice insanlar vardır ki, malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevi duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadırlar. Gözleri sürekli daha fazla maldadır. Hiç bitmeyen bir hırsla sürekli “mal” ve “daha fazla kazanma” peşinde koşarlar. Paylaşma, yardımlaşma, sadaka ve zekât gibi değerler onların semtine hiç uğramaz. Çoğu kez kendi kazandıklarından kendileri bile yeterince istifade edemezler. Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan” “paylaşmak için kavga edilen” ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Oysaki, insan için gerçek zenginlik ahiret zenginliğidir. Eğer yapılan işler ve kazanılan mal ahiret adına bir değer ifade ediyorsa kıymetlidir. Yoksa kazandığı mallar, kıyamete kadar insanın sırtında bir yük olarak kalır. Sefasını başkası çeker; sahibi ise sürekli bir ıstırap, sıkıntı ve azap çeker. Zira gözü ve kalbi aç olan kimse bütün dünyaya sahip olsa da, fakirlikten kurtulamayacaktır.

Diğer taraftan toplumda nice kıt kanaat geçinen ama “gözü tok” kimseler vardır. Bu kimselerin malları az da olsa, gönülleri zengin olduğu için, elde olanla yetinmeyi bilip şükrederler. Aslında gerçek zengin onlardır.

Hedefi ahiret olan ve Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutan bir insan, dünyaya gereğinden fazla kıymet vermez. Servetinin hesabını bile bilmeyen nice zenginler bu dünyadan gelip geçmiştir. Hiçbirisi dünyada ebedi kalmamıştır. Peygamber Efendimiz bizleri ahiret yolcusu olmaya çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, kıyâmet 31)

Günümüzde dünyada oldukça fakir ülkelerin yanında çok geniş imkanlara sahip halkı zengin ve müreffeh devletler de vardır. Ne var ki zengin ülkelerin ekonomileri iyi olsa da, insanları mutlu değildir. Sahip oldukları onları mutlu etmemekte, sürekli yeni fanteziler peşinde koşmaktadırlar. Afrika’daki insanlar açlıktan ölürken, bu ülkelerde intihar edip hayatını sonlandıran insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Lükse, eğlenceye harcanan paralar ve yapılan israflarla bir ülke kendisi kadar ama fakir bir ülkeyi ihya edebilecek durumdadır.

Kanaat en büyük hazinedir

Bir insanın, Allah’ın kendisine takdir buyurduğu şeylere razı olması ancak kanaatle mümkündür. Kanaat, Müslümanlara verilmiş çok önemli bir huzur ve mutluluk formülüdür.

Günümüzde insanları mutsuz eden ve hırsa sevk eden faktörlerden biri, sürekli kendinden daha iyi konumdakilere bakmaları ve kendi durumlarını onlarla kıyas etmeleridir. Oysaki, kazanmanın ve zenginliğin insan açısından bir sınırı yoktur. Eğer bir insan bir hadiste ifade edildiği gibi bir vadi dolusu altını olsa bir ikincisini ister. Öyle ise bu yol, yani sürekli kendini daha iyi konumda olanlarla kıyaslama doğru değildir.

Özellikle her şeyden şikâyet eden ve sahip olduğu nimetlere karşı şükür vazifesi olduğunun şuurunda olmayan kimseler için, aslında şükür gerektiren ne çok şey olduğunu göstermesi bakımından, Peygamberimiz’in hayat tarzı bir ibret levhasıdır. Dünya kendisi hürmetine yaratılan Nebiler Sultanı’nın dünya karşısındaki duruşu, herkes için örnek alınması gereken bir husustur.

Yücel Erdoğan / Diyanet Haber

Peygamber(ASM)’a Uzaklık

BEREKET, İNSANLARA, imkânlara, ortamlara bakışımı belirleyen anahtar kelimelerden biri. Rabbimizin Kevser sûresiyle bize hediye ettiği kevser-ebter denklemini de zihnimde tutarak, bu kelimeyle değerlendirmeye gayret ediyorum kişileri, ortamları, olayları…

Meselâ, bir kişiyle olan teşrik-i mesai benim ibadetime, tefekkürüme, tezekkürüme olumlu bir tesir ediyorsa; onun hatırası namazımı daha dikkatle kılmama, zihnimi daha hayırlı işlerle meşgul etmeme, ahlâkımı daha güzel eyleme çabası içine girmeme, zikrullahta daha dikkatli olmama vesile oluyorsa, diyorum ki, bir ‘bereket’le karşı karşıyasın, karşında hayırlı bir insan var.

Aynı şekilde, bir ortam bana maneviyat noktasında kuvvet veriyor, kalbimi, aklımı, ruhumu hayır ve hak üzere ihtizaza getiriyorsa, diyorum ki, bereketli bir ortamdasın.

Meselâ davet edildiğim bir toplantıda, bir konuşmada sadece ‘veren’ değil aynı zamanda alan, yalnızca ‘öğreten’ değil aynı zamanda öğrenen durumunda oluyorsam (ki ‘alma’nın ve ‘öğrenme’nin yegâne yolu zihinden ve dimağdan geçmiyor), bunu, ilgili ortamda ve bu ortamda bulunan insanlarda bir bereket halinin varlığına yoruyorum.

Aynısı bir kitap, bir haber, bir olay, bir yazı.. için de geçerli.

‘Bereket’i bu nazarla ölçünce, insan bereketsiz kişi, ortam ve olayların da çetelesini zorlanmadan çıkarabiliyor. Nasıl bizi O’na yaklaştıran kişi ve ortamlar bir ‘bereket’in habercisi ise, bizi O’ndan uzaklaştıran kişi ve ortamlar da manevî havada bir kuraklığın, manevî zeminde bir çoraklığın habercisi…

Durum bu olunca, kuralını kendisini iman dairesinde tanımlıyor olsa dahi mü’minâne bir hayatın uzağında yaşayan insanların koyduğu, şartlarını onların belirlediği sosyal ortamlardan kalbim uzak durmayı yeğliyor. Çünkü böylesi ortamlarda nefsimizin dünyaya nazır pencereleri açılırken, ruhumuzun ahirete nazır pencerelerine kalın perdeler iniyor nedense. Böylesi ortamlara, velev ki ‘tebliğ’ kasdıyla olsun, ziyadesiyle dahil olmuş mü’minlere baktığımda, dile, hale, hareketlere, düşüncelere yansıyan bir gevşeme tablosu çıkıyor karşımıza. ‘Selamün aleyküm’den ‘merhaba’ya, ‘hayırlı günler’den ‘iyi günler’e geçiş, bunun en aşikâr misallerinden biri… Bir iç derinlikten yoksun ‘seküler’ kelimelerin havalarda uçuştuğu, Batı dillerinden ithal kelimelerin özel iltifat gördüğü bu ortamlarda, ‘mübarek’lerimiz ‘kutlu,’ ‘mukaddes’lerimiz ‘kutsal’ hale geliyorsa, varın kıyas edin gerisini… Dilimize bile gem vuran; Kur’ân’dan, hadisten dilimize taşınmış en mübarek kelimeleri bile içimize hapseden bir bereketsizlik…

Bugün sözümona siyasette, ekonomide ve akademyada hatırı sayılır bir güce eriştiği halde ehl-i dini bu derece edilgen, zayıf ve kırılgan halde tutan da, bu bereketsiz ortamlara râm oluşu, o ortamlara kendi rengini ikram edecek yerde o ortamların rengiyle ruhunu boyaması olsa gerek. Kimliğinden feragat ederek, bir mü’min olarak kişiliğinin ‘olmazsa olmaz’larını örtüp gizleyerek bir ‘birarada yaşama’ bereketsizliği.

Dün karşıma çıkan bir hadis, böylesi ortamlara dair kalbî çekincelerimin teyidi niteliğindeydi benim için. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, Ebu Davud ve Tirmizî’de geçen ve Cerîr b. Abdullah’ın rivayet ettiği hadisinde, “Ben müşriklerle iç içe yaşayan bir müslümandan uzağım” diye buyurmuştu sahabilerine.

Kalbimin ‘bereket’ bulamadığı ‘seküler’ ortamların da, bu ‘uzak’lığın kapsama alanı içinde düşünüyorum. Çünkü, kudsî nebînin sünnet-i seniyyesi bizim için bir yol haritası ise eğer, vâkıa o ki, bu ortamlarda değil sünnet, farzlardan bile uzaklaşma riski taşıyor insan. “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz” diyen düşünürün dikkat çektiği üzere, dilimiz, üslubumuz, halimiz, şekil ve şemailimiz ve hatta düşüncemiz değişiyor.

Hz. Peygamberin bu ‘uzak’lık uyarısının kapsama alanında olmak istemeyen, bir manevî bereketin hasıl olmadığı kişi ve ortamlarda, en fazla, ‘zarurete binaen’ ve ‘zaruret miktarınca’ bulunmalı. Ümmetin ifsada uğradığı bir zamanda sığınağımız, böylesi bir zamanda ona yapışana ‘yüz şehit sevabı’nın verildiği sünnet-i nebeviye olmalı…

Metin KARABAŞOĞLU