Etiket arşivi: Berrin Göncü Işıkoğlu

Çocukla oyun oynama sanatının incelikleri…

Oyun oynamak bir sanattır. Oyun duygusal açlığı giderir. Ruhunuzu çocuğun ruhuna akıtan, onunla hem dem olabilmenizi sağlayan bir terkip, şifalı bir ilaç gibidir oyun…

Çocuğumuzun genetik kodlarıyla oynayamayız lakin onunla oyun oynayabiliriz. Oyun oynama sanatını, hakkını vererek icra edersek sağlıklı ruh haline sahip bir çocuğun temelini de atmış oluruz.

Bir düşünelim, çocuğumuzun fiziksel anlamda büyümesi ve gelişmesi için varımızla yoğumuzla çalışırken, duygusal açıdan olgunlaşabilmesi için neler yapıyoruz? Karnını doyurduk, ya kalbini?

Bazen küçük danışanlarımla görüşürken ev ödevleri veririm. Sadece miniklere değil anne ve babalarına da… Bu ev ödevlerinden biri de ailece oynanan oyunlar olur. Bu ödeve en çok sevinen de minik danışanlarım olur. Bir zaman sonra da ailesi sevinir. Çünkü semeresini toplamaya başlar.

En son görüştüğüm bir ailenin söyledikleri fikrimi destekler nitelikte: “Hocam bu oyun ödevi sonrasında kızımız bizi daha çok dikkate alıp dinliyor, sanki bizi kırmamak için adeta belirgin şekilde çaba harcıyor…”

Neden oyun oynama ödevi veriyorum? Çünkü oyunun iyileştirici gücüne inanıyorum. Yıllar içinde defalarca tanıklık ettim gücüne…

Vicdanı ve davranışları eğittiğine,

İletişimi güçlendirdiğine,

Yeni bakış açıları kazandırdığına,

Sorun çözdüğüne,

Bozuk bir ilişkinin tamirini ve bakımını yaptığına,

Duyguları ve davranışları yönlendirdiğine,

Duygusal açıdan olgunlaşmaya vesile olduğuna…

Çok oyuncak almak mı?

Oyuncağın çocuk eğitimindeki yeri tartışılmaz şüphesiz! Ama oynamaya zaman ayırabilecek anne ya da baba yoksa o oyuncağın ne kadar katkısı olacağı yönünde şüphelerim var. Yeni oyuncaklar almak yerine çocuğun yaşına ve ilgisine uygun doğru oyuncaklarla oyun oynamayı öğrenebilirsek daha faydalı olacağı kanaatindeyim.

Gelişmek için çocuğun oyuncaktan ziyade oyun oynamaya ihtiyacı vardır. Ancak bunu bir görev edasıyla yapmayalım. Oynamış olmak için oynamayalım. Mış gibi davrananla, samimi davrananı çocuklar sezgileriyle kolayca ayırt eder. Kendinizi o oyuna verin. Zihnen, kalben ve bedenen orada olun. İşte o zaman oyuncak ruh bulur. Böyle oynanan oyun çocuğun zihinsel, sosyal ve psikolojik gelişimine katkıda bulunur.

Oyun yönteminin yönlendiren ve yönlendirmeyen olmak üzere iki formu bulunmaktadır. Her ikisini de eşgüdümlü olarak kullanabilmek oyun yönteminin kilididir. Yalnız, her şeyden önce yönlendirmeyen oyunu iyi uygulayabilmek gerekmektedir. Çünkü ”Nasihat muhabbet iledir” hükmünce önce sağlam, güçlü ve sıcak bir ilişkinin tesis edilmesi gerekir. Yani, ebeveyn olarak yönlendirmeyen oyun tarzını etkin şekilde kullanıp çocukla aramızda duygusal köprüyü inşa ettikten sonra yönlendiren ve mesajı olan oyunlara geçiş yapılabilir.

Çocuk merkezli oyun nasıl oynanır?

Çocuk gideceği yolu bilir. Biz yol güzergahında arkadaşlık yaparız.

Seçme ve karar verme hakkı çocuğa aittir.

Çocuk bizim gölgemizde oynamaz, etrafı kendisi aydınlatır.

Araçları ve malzemeleri kendisi belirler.

Bu oyun kısıtlamalardan, eleştiriden ve yorumdan uzaktır.

Bir şeyler öğretmeye çalışmaz, anlamaya çalışır.

Ebeveyne/terapiste çocuğu gerçekten tanımak için fırsatlar sunar.

Yönlendirmeyen oyunun faydaları

Çocuk olduğu gibi kabul edildiği için duygularını dışa vurur.

İç gerginliği, çatışmaları ve kaygıları zamanla azalır.

Kendisine ayna tutulduğu için olumsuz davranışlarını söylemeksizin kendisi zamanla fark eder.

Aynı zamanda çocuğa fark ettiği şeyleri düzeltmesi için de imkan tanır.

Duygusal iyileşme süreci başlar.

Sorunlar büyüyüp kök salmadan tedbir alınmış olur.

Yönlendirici oyun nedir, nasıl oynanır?

Yönlendirici oyun formu ise prospektüsüne bağlı kalındığı zaman başarılı olmaktadır. Bu tarz oyunda başarı, yönlendirmeyen oyunda kurulan çocuk ve ebeveyn/terapist arasındaki iletişimin gücüne bağlıdır. Bir kaşık vererek şifaya sebebiyet veren bir ilaç, beş kaşık verildiği zaman insanı nasıl komaya sokabiliyorsa mesajı olan daha eğitsel ve yönlendirici oyunlar için de aynı esas geçerlidir.

Bu tarz oyunun doğrudan bilgi yüklemesi yaparak sıkıcı hale getirilme riskini de göz ardı etmemek gerek! Öyküleme tekniklerinde olduğu gibi hedef kendiliğinden ve kurgunun içinde işlenebilirse başarılı olur. Şayet çocuk, bizim oyundan bazı beklentilerimiz olduğunu hissederse, oyunu sonlandırabilir.

Ana hatlarıyla oyunun neden oynanacağı, yani geminin nereye yol aldığı, başka bir deyişle bir hedefi vardır bu oyunun.

Bu oyun bir amaç dahilinde oynanan yapılandırılmış kısa bir uygulamadır.

Oyunda odak noktasında özel bir konu ya da problem yer alır.

Ana konudan uzaklaşmamak esastır. Uzaklaşma anında hassas bir şekilde toparlanma sağlanmalıdır.

Oyunu yönlendiren çocuk değil ebeveyn/terapisttir. Yani oyun ebeveynin rehberliğinde ilerler.

Zaman sınırlandırması vardır.

Çocuğun bakış açısı değiştirilir

Yönlendirici oyun tarzı eğitsel yöntemi esas aldığı için özünde çocuğa yaşadığı sıkıntıyla ilgili alternatif beceriler öğretme ya da sorunla baş etme teknikleri öğretir. Yani birtakım beceriler çocuğa oyun esnasında kazandırılır. Mesela olumlu davranışlar, sağlıklı ve olumlu düşünce, bakış açısını düzenleyen kalıplar oyun içine ustaca yerleştirilir.

Gerekirse oyunun akışında Sokrat tarzı açık uçlu sorular sorularak gerekli duygusal paylaşıma da kapı aralanır.

Model alma bu oyunun en güçlü araçlarındandır. Çocuğun nasıl düşünmesini nasıl davranmasını istiyorsak bu bir kuklaya ya da bir figüre yaptırılarak gösterilir.

Daha büyük çocuklarda rol oynama teknikleri dahil edilir. Yani çocuktan izlediklerini yine bir oyun içinde dramatize etmesi istenir.

Pozitif pekiştirme bu oyunun alet çantasında yer alır. Çocuğa davranışlarıyla ilgili geribildirim verilir. Olumlu davranışları pekiştirilir ve yorumlanır. Bu pekiştirme çoğu zaman bir kukla ya da oyuncak figür üstünden gerçekleştirilir. Mesela bir oyundaki bir kuklanın olumsuz davranışları görmezden gelinir. Olumlu davranışlarıysa takdir edilir.

Farklı formlarda oynanan oyunlara iki örnek çalışma

Mevlana Mesnevi’de hayvanlar dünyasından yola çıkarak kıssadan hisseye giderken; kişilik çözümlemelerinde de hayvanlar metaforik anlamda kullanılmaktadır. Şimdi hayvanlar üzerine inşa edilen bir oyunla iki oyun tekniğini karşılaştıralım.

Yönlendirmeyen bir oyun başlangıcı

Çocuğa vahşi ve evcil hayvanların yavru ve annelerin olduğu hayvan sepeti verilir. ”Sepete bak. İstediğin hayvanla oynayabilirsin” yönergesinden sonra oyunun akışına göre çocuğun iç dünyasını açığa çıkaracak sorular sorulur, “Buna nasıl karar verdin?” gibi. Akışa ve zuhurata tabi olunur. ”Hangi oyuncakları tercih ediyor, nasıl oynuyor?” tarzında gözlemler eşliğinde iletişime devam edilir. Bu yönlendirici olmayan bir oyunun başlangıcıdır.

Yönlendirici bir oyun başlangıcı

Aynı oyunu yönlendirici formatta oynarsak şöyle ilerler. ”Sepete bak, yüzlerini ve boylarını incele. Hangi hayvan kime benziyor?“

Süreç bu şekilde ilerler…

Diğer aşamada ”Sen bir hayvan olsan hangisi olurdun, neden? Hangi özellikleri sana benziyor?“ Aynı soru anne-baba, kardeş, öğretmen ve arkadaşları içinde sorularak oyun devam eder…

Berrin Göncü Işıkoğlu

Moral Dünyası Dergisi

İman eğitimi “yanmak”la olur…

O…

Kurratu ayn” yani gözbebeğiniz…

Saflığın, berraklığın ve temizliğin diğer adı…

O, fıtrat üzere yaratılan paha biçilemez bir cevher…

Cennet bahçesinin nazik ve nazenin ”inci tanesi”…

O, avuçlarınızdaki minicik bir nur tanesi…

Kim bilir, belki de kurtuluşunuzun sırlı bir anahtarı…

Ve siz…

Ne mutlu ki, onun annesi ve babası olmaya layık görüldünüz… Kavli ve fiili dualarınız neticelendi de o size bahşedildi, bağışlandı, lütfedildi. İnanması çok zor, ama gerçek değil mi? Milyonlarca insan içinden sadece siz, ikiniz…

Acaba böylesine kıymetli bir cevherin muhafazasında yükümlülüklerimizin farkında mıyız? Sonu olmayan hayat telaşının içinde, o cevherin içine dercedilmiş nurun inkişafı için neler yapıyoruz?

Hal böyleyken, nur çekirdekleri kâinata meydan okuyabilecekken neden bazıları ağaç olamadan ziyan oluyor? Çekirdeğin içindeki nur neden kuvvete dönüşemiyor? Ağaç olma yolundaki bu çekirdeğin muhafızları ne yapıyor, ya da ne yapmıyor?

Muhafız kendisinden bekleneni yapmazsa?

Muhafız muhafızlığını yapmazsa bu çekirdek yüreğindeki tonlarca ağırlıktaki yükle yaşamak zorunda kalır. Endişeler, kaygılar, korkular, mutsuzluklar… Bunalır, daralır. Altından inşa edilen gönül sarayı her türlü hayvanatın istilasına açık hale gelir. Sarayda sultanların tahtını haşereler alınca da, hisler devre dışı kalır. Nihayetinde canavarlaşır. İncitmekten, kırmaktan ve tahrip etmekten çekinmez hale gelir. Çünkü artık yüreği hissetmemektedir.

Anne ve baba sorgulamaya başlar kendini. “Yemedik yedirdik, bak şu hayırsız evlada” deyiverir bir çırpıda… Lakin sorulması gereken soru bu mudur? Gerçekten hayırlı anne-baba olabildik mi? Nerede yanlış yaptık? Evladımız duyarsız davranışlarıyla daha dünyadayken “davacıyım ailemden” mi diyordu acaba?

Çok çalıştık. Giymedik giydirdik. En güzel okullara gönderdik. Özel hocalar tuttuk. Kurs kurs dolaştırdık. Yetmedi yurt dışına yolladık. “Mesleğin bileziğin olmalı. Yoksa ileride ezilir, benim gibi olursun” dedik. Daha neler demedik ki? Fıtratındaki gizemi keşfetmek gibi bir derdimiz yoktu zaten.

Nihayetinde sadece aklını ve zihnini eğittik. Fakat hisleri, yüreği ve ruhu ikinci planda kaldı. Ruhuna ulaşamadık. Hissî melekelerini geliştiremedik. “Aklı ve kalbi eş zamanlı eğiterek bu ikisinin kaynaşmasıyla, hakikatin tecelli edeceğini düşünmedik. Ödevlerini yapsın, derslerinde başarılı olsun” da gerisi önemli değildi. Ödüller koyduk hedef için… Olmazsa ayrıcalıklarından mahrum (!) bıraktık. Hep çocuğumuzu eğitmeyi düşünürken, asıl eğitilmesi gerekeni eğitemedik.

Annelik ve babalık hayatımızın neresindeydi? Dünyaya dönük o kadar çok planımız vardı ki; anne-babalığı da kulluğumuz gibi aradan çıkarıverdik. Düşünmeden, hissedemeden… “Çalışıyor musun, mesleğin ne?” diye sorduklarında “Evet, çalışıyorum. Mesleğim annelik” demeyi yediremedik nefislerimize…

Çocuğumuz bizi yanına çağırdığında, ihtiyacı varken; bırakamadık haberleri, gazete makalelerini, dizileri ve sahte insanların renkli yaşamlarını. “Bir şey yaptım size göstereceğim” dediğinde, gidemedik o an yanına. “Her sanatkâr sanatını göstermek ister” hükmünü anlayamadık. “Hımmm” dedik baktık geçtik, ama göremedik! Bizim de bir hayatımız olmalıydı. Çocuğumuz tarafından esir alınmamalıydık ya! Kafamızı dağıtmalıydık televizyon ekranlarında, sosyal paylaşım sitelerinde. Sürekli birlikte mi zaman geçirecektik yani. Bir an önce uyusun diye gözünün içine baktık. Eşimizle baş başa (!) zaman geçirebilmeliydik ne de olsa.

Yıllar geçti, devran değişti. Bu sefer biz onu çağırmaya başladık. O zaman da evladımız meşguldü artık. Aradığınız kişiye ulaşılamıyordu…

Ne yazık ki, evladımızı ecdadımız gibi koyamadık hayatın merkezine.

Koyanları da suçladık, aşağıladık. Torunlarımız olunca, biraz fark ettik kaçırdıklarımızı, yaşayamadıklarımızı ve yaşatamadıklarımızı… Lakin tren çoktan kalkmıştı artık…

Muhafızdan istenen asıl şey neydi?

Tek şey, evet tek şeydi…

Yanmak…

Çekirdeğin içindeki nur ancak ve ancak muhafız yandıktan sonra inkişaf edecekti, kuvvete dönüşecekti de, sultan edecekti sahibini…

Hani bir talebe sormuştu şeyhine:

Rüyamda Güllerin Efendisini görmeyi çok arzuluyorum. Salavatlar, dualar ediyorum da, göremiyorum bir türlü. Ne yapmalıyım?

Şeyhin önerisi çok ilginçti, fakat denemeye değerdi. O akşam çok aşırı tuzlu yemekler yenecek ama kesinlikle su içilmeyecekti.

Formülü uygulayan talebe, sabaha dek pınarlardan, çeşmelerden, derelerden kana kana su içti rüyasında.

Suyun aşkıyla yandı. Rüyasında suyu gördü.

Talebe formülü öğrenmişti.

Yanmak…

Peki, biz yanıyor muyuz? Ya da ne kadar yanıyoruz? Alev alev mi? Kendimiz için, evladımız için ve diğer nur taneleri için… Yandığımız dertler ne?

İman yanmaktır. İman eğitimi yanma eğitimidir, yürek eğitimidir, “akleden ve hisseden bir kalp” inşasıdır. Yanma seviyemiz ölçüsünde yol kat edilen bir eğitimdir. Kalbi hisseder hale getiren bir eğitimdir. Yoksa bir et parçası olan kalp hissetmekten acizdir. Bu yüzden buyrulduğu üzere “Kalpleri vardır, hissetmezler; kulakları vardır duymazlar; gözleri vardır görmezler…

İşte bu kadar hayati mevzu… Çekirdekteki nur, iman aşkıyla yanınca açığa çıkıp kuvvete dönüşecek. Çekirdeğin içindeki o nur kuvvete dönüşünce, hayat yolculuğu huzur ve sükunet içinde nasıl da emniyetli geçecek; ah bir bilsek! Dünyanın sıkıntıları, tazyiki, baskısı boğmayacak.

Zorluklara isyan etmeyecek. Engellere takılmayacak, engellerden nasıl atlayacağını düşünecek. Çünkü onu seven, koruyup kollayan, hiç yalnız bırakmayan, gece gündüz her an ulaşabileceği sonsuz kudrete sahip biri olduğunu bilecek. Mutluluğu ve mutsuzluğu başına gelen olaylara endekslemeyecek. “Bir şey ya güzeldir ya da neticesi itibariyle güzeldir” nidasıyla yoluna devam edecek. Hem ta ötelerde de yine huzurla istirahat edecek.

Telkinat hal diliyle başlar

Bir çocuk dünyayı anne-babası aracılığıyla tanır ve anlamlandırır. Onların sunduğu pencereden izler kâinatı. Her an anne-babasını izleyerek insan-kâinat ilişkisini çözümlemeye çalışır. Gören gözler, duyan kulaklar ve hisseden bir kalp anne-babanın en büyük mirasıdır çocuğuna. İşte bu hal dili ile yapılan telkinat ise yürek eğitiminin püf noktasıdır. Yani hem hizmet etmesi beklenen bir memur, hem de hizmet edilen bir misafir gibi yaşamak… Önce ikramları tefekkür edip sonra hitap makamında mukabele etmek…

İşte anne anneliğini, baba babalığını yaparken ev sahibinin izni dairesinde, misafir gibi davranarak, an be an bu mirası aktarır çocuğuna… Bu da ancak kâinatın dikkatli bir seyircisi olmakla ve kâinat kitabının mütalaasıyla mümkündür. Bu mirasın aktarımında bize sunulan güzellikleri tabii bir şekilde karşılamamız çocuğu duyarsızlaştırır. Tam tersine günlük yaşamda sıradanlaşan, normalleştirdiğimiz şeylerin aslında ne kadar hayret verici olduğunu fark edip, fark ettirebilmek ise duyarlılığı artırır.

Bir başka deyişle; kâinattaki hadiseleri, harikulade bedî sanatları hayret makamında seyretme yeteneğidir imanî duyarlılığı artıran. Hani tıpkı bir yaşındaki çocuğun, karı ilk gördüğü an, verdiği tepkideki şaşkınlık ve hayret gibi.

Nur ağacının ilacı: Şefkat

Hal diliyle yapılan telkinatın gücü şefkat nispetinde artacaktır. Çünkü çocuğun beklediği, anladığı ve kavrayabildiği tek lisandır şefkat… Nazik, güler yüzlü, incitmeyen, hataları yüze vurmayan, ayıplamayan, kıyaslamayan, kalp kırmayan, tenkit etmeyen, hakarette bulunmayan ve kötü söz söylemeyen “Gül Ülkesi”nin lisanıdır şefkat… Şefkatte ikna vardır, zorlama yoktur. Şefkat lisanında çocukla iletişim kurabilmek ”çocuk işi” değildir. Hatta bir mana büyüğünün ifadesiyle ”Bir çocukla konuşup söz anlatmak bir filozofla konuşmak” kadar zordur.

Hasılı yerinde, mevsiminde ve zamanında kullanılmak şartıyla nur ağacının her derde deva ilacıdır şefkat… Ve içinde şefkati barındırmayan her eğitim hiç hükmündedir.

Kendisini ve şefkatini yürek eğitimine yanarak adamış bir annenin ilk adımı çocuğuyla sağlıklı bağlanmayı tesis etmektir. Çünkü çocuk gözünü açtığı ilk andan itibaren annesine bağlanırken, aynı zamanda Yaratan’a da bağlanmaktadır. Çocuk ağlar, annesi koşar. Acıkır, annesi koşar. Nazlanır, annesi koşar. Hastalanır, annesi koşar. Sonra gün gelir, o çocuk da Yaratan’ına koşar.

Çocukluk evresinde engellemeler koymak değil, aksine onun önü açmak gerek! Çünkü çocuk kâinatı tanıma ve keşfetme sürecine başlamıştır artık. Sürekli eleştirilerle, yasaklarla, bitmek bilmeyen ve esnetilemeyen kurallarla kendimizden soğutmamak gerek! “Ne yaparsa yapsın, onu çok seviyorum. Çünkü emredilmiş onu sevip korumam” diye düşünebilsek!

Atlanmaması gereken bir diğer husus da; çocuğuyla bağlanmayı tesis edebilecek bir annenin arkasında da aslan gibi bir baba olduğu gerçeğidir.

Takdir eden, şartsız seven, gören gözeten, koruyan kollayan, ailesini dinlemekten sıkılmayan bir baba… Yemeğin tuzunu, evin dağınıklığını mevzu etmeyen, açık aramayan bir baba… Eve gelip kapıyı çaldığında “Bakalım bu gün niçin bağıracak” diye eli ayağı korkudan titrerken, çil yavrusu gibi kaçılan bir baba değil; aile fertlerinin sevgiden kalbi titreyerek kapıya koştuğu bir baba olabilmek…

Formulü tekrar etmek gerekirse:

Yanan bir anne…

Yanan bir baba…

Ve…

Kâinata meydan okuyabilen bir nur tanesi…

Berrin Göncü Işıkoğlu / Moral Dünyası Dergisi