Etiket arşivi: big bang

Yaratılış Çekirdeği ve Peygamber Nuru

BIG BANG yaratılış patlaması ve kâinatın bir balon gibi şiştiği ve büyüdüğü, galaksilerin büyük bir sür’atle birbirlerinden uzaklaştığının keşfi, geçtiğimiz yüzyılda kozmoloji denen evren-bilimin en büyük zaferlerinden birisi olmuş, bu keşifle birlikte bilimde yeni bir dönem başlamıştı. Kâinat her geçen gün şişip büyüyor, akıl almaz süratte genişliyordu. Demek ki evren elbette ki, geçmişte daha küçüktü. Galaksiler ve galaksiler arasındaki ‘uzay’ birbirine yakın hattâ bitişikti. Daha da önceki dönemlere gidildiğinde hiçbir genişlemenin olmadığı bir ‘zaman aralığı’ bulunmalıydı.

Yaratılıştan öte ‘belirsiz ve tarifsiz’ durumlarla karşılaşılmıştı. Yani fizik ötesi bir durum arz ediyordu yaratılış çekirdeği. Soyut bir öz çıkıyordu karşımıza. Kâinatın bir çekirdekten çıktığı, bu çekirdeğin ise madde cinsinden olmadığı açıkça belirmişti. Bediüzzaman, kâinatın Peygamberin nurundan yaratıldığını muhtelif eserlerinde dile getirir. ‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur’1 hadisini buna delil gösterir. Yine Bediüzzaman, her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının bir çekirdekten yaratılmasının İlâhî hikmete daha uygun olduğunu ifade eder ve tüm varlıkların hakikat-ı Muhammediye’den nur aldığını ve o nurla alâkalı olduğunu ve temelde o nurun bulunduğu üzerinde durur.

Evet Big Bang Teorisi’ne göre âlem nihayet derecede küçük bir ‘kozmik yumurta’dan açılmıştı. Bu kozmik yumurtayı Peygamberin nuru ile ilişkilendirebilir miyiz? Malum, bir damla su okyanusu temsil edebilir. Hücrede insanı, atomda galaksiyi görebiliriz. Maddîliğin sırrı, kuant denen en küçük ‘boyutsuz’ bir koordinat noktasından itibaren başlaması; bundan önce her şeyin ‘Nur-Takyon’ denen ‘sonsuz bir kudret’ etkisinde kalması temeldeki madde ötesi bir mahiyete işaret etmektedir. Acaba tüm varlığı içine alan o metafizik mahiyeti, ‘Peygamber nuru’ ile ilişkilendirebilir miyiz?

Tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olmasını ‘Kuantum Teorisi’nin ortaya koyduğu, inkılapçı bakış açısından değerlendirdiğimizde açıklayıcı sonuçlara ulaşmaktayız. Atom fiziği alanında gözlenen parçacıklar, kendi başlarına izole edilmiş varlıklar olarak hiç bir mânâ ifade etmez. Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları mevcuttur. Böylece fert (cüz), tüm olana (küll) bağlanır. Tüm parçaların arasında münasebetlerin devam ettiği bir doku ve örgü bütünlüğü vardır. Buna ‘Hologram Teorisi’ de destek vermektedir. Bu teori, bütün var edilmişlerin aynı bütünün parçaları olduğunu, dolayısı ile hepsinin özlerinin bir ve birbirine eş bulunduğunu, her birinin bütünün bilgisini içinde taşıdığını ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceğini ileri sürmektedir. Bütün bilgilerin her an ve her yerde kullanıma hazır bulunduğunu söyler. Evrenin parçalanamaz bütünlüğü ve her şeyin her şeyle bağlılığı, yani evrendeki birlik, bilimcilerin en çok dikkatini çeken kozmos gerçeği haline geldi. Bu gelişmeler ışığında Bediüzzaman’ın vurguladığı, tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olması ve o ‘hakikatin özünü’ taşıması konusu daha anlamlı ve anlaşılır hale gelmektedir.

Tasavvufta Nur-u Muhammedî

Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu, bütün varlık âlemlerinin peygamberin nurundan yaratıldığı teması tasavvuf anlayışında genişçe yer alır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kudsî hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım’2 ifadesiyle varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır. Risale-i Nur’un birçok yerinde de bu hadis nazarlara sunularak kâinatın yaratılış sebebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gösterilir.

Emirdağ Lahikası’ndaki bir mektupta, bu hadis-i kudsîye dair yazılan ‘Bu hitap zahiren Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevil hayata racidir’ şeklindeki bilgiyi Bediüzzaman tadile muhtaç görür ve şöyle izah getirir: ‘Çünkü küllî hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i Âzam’ın tecellî-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından…’ Hz. Peygamber’in (sav) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: ‘Hz. Âdem, henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim’ buyurmaktadır. Bu mesele, tasavvufçularca ‘hakikat-ı Ahmediyye’ unvanıyla geniş bir şekilde ele alınır. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kâinatın da hakikati olarak işlenir.

Yaratılış Ağacı

Sonsuz küçüklerden Planck uzayının da altından galaksi sistemlerine kadar varlık âlemi, her birim, bir üst sistemin bilgisi ve denetimi altında bir iş bölümü düzen içinde yaratılmıştır. Varlığı bir piramit gibi aşağıdan yukarı düzene koyduğumuzda piramitin tepe noktasında insanın yer aldığını göreceğiz. Veya bu âlemi bir ağaca benzetelim. Bu muhteşem ağacın meyvesi insandan başkası değildir. O muhteşem ağaçta Arzımız, Güneş sisteminden bir dal ya da yaprak mesabesinde kalır. Bahar midemize çalışıyor, Güneş gözümüze; ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Çiçekler bizim için bezenmişler. Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmektedir. Bütün ihtişamıyla üzerimizde boy gösteren gök kubbeyi bir kitap gibi okur, mütalâa eder, ondaki sırları çözeriz. Bu şeref sadece bize, yani insanlara verilmiş. İlâhî hikmetin gereği, yaratılış ağacının da bir çekirdekten yaratılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, madde âleminden başka diğer âlemlerin numunesini ve esaslarını da içine alsın. Çünkü binler muhtelif âlemleri içine alan kâinatın asli çekirdeği ve menşei kuru bir madde olamaz. Madem kâinat ağacından daha evvel, o türden başka ağaç yok. Öyle ise, ona kök ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine kâinat ağacında bir meyve elbisesinin giydirilmesi, yine Hakim isminin gereğidir.

Kâinatın gerek İlâhî ilimdeki ilk özetine, gerek fizik âleme çıkışındaki o çekirdek varlığa ‘Nur-u Muhammed denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebeye ulaşan, Allah Resulü’dür (a.s.m.). Bütün İlâhî isimlerin en ileri mertebesine de O (a.s.m.) mazhardır. Bu durumda, kâinatın yaratılmasından asıl gaye de O olacaktır. Yaratılış sırlarını Kur’ân’ın ışığında dile getiren Bediüzzaman, koskoca kâinat ağacının peygamberimizin bir insanın mahiyetinden yaratılmasını akla sığıştıramayanlara şöyle cevap verir:

‘Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadir-i Zülcelâl, şu kâinatı, Nur-u Muhammedi’den (a.s.m.) nasıl halk etmesin veya edemesin!’ ‘Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makâsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ olduğuna göre âleme çekirdek olmaya en lâyık da Hz Muhammed’dir (a.s.m.)3

‘Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.’4

‘Hem sabıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sanii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediyye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sani-i kâinatın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lazım geliyor. Çünki; Bir şey’in neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek; vücuden en ahiri manen de en evveldir. Halbuki: Zat-ı Ahmediyye, (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecell-i icada mazhar, Onun nuru olmak lazım gelir.’

Osman Çakmak / Zafer Dergisi

dipnotlar:

1-Keşfü’l Hafâ, 1:265

2-Aclunî, II: 164; Hakim el-Müstedrek, II: 615

3-Sözler, 568

4-Lemalar, 356

5-Sözler, 579-580

Kur’an’da Büyük Patlama Big Bang

Aslında tarihi olarak Hubble gözlemlerini yayımlamadan önce, Einstein’ın 1916 yılında ortaya koyduğu kütle çekimi denklemlerini kullanan Friedmann, kainatın genişlemesi gerektiğini 1922 yılında yayımladığı bir çalışmayla ortaya koymuştu. Fakat o yıllarda, büyük ölçüde felsefi sebeplerden, kainatın durağan (static) olması gerektiği düşüncesi oldukça baskındı.
Bu yüzden, ilk ortaya koyduğu denklemlerin dinamik bir kainat öngörmesinden hoşlanmayan Einstein, durağan kainat modeli elde edebilmek için denklemlerinde küçük bir değişiklik yapmıştı. (Hubble’ın gözlemlerinden sonra Einstein bu değişikliği kariyerinin en büyük hatası olarak tanımlamıştır.) Bu yüzden Hubble’ın gözleme dayalı verileri büyük bir şaşkınlık ve heyecan uyandırmıştı.
Zaman içinde Hubble’ın neticelerini destekleyen başka gözlemlerin yapılmasıyla, genişleyen kainat düşüncesi karşı konulması güç bir gerçek olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabii, kainat genişliyorsa geçmişte daha küçük olmalıydı ve belki bütün kainatın küçük bir hacim olarak ortaya çıktığı bir andan bahsedilebilirdi.
Bu bulguları ciddiye alan bir grup fizikçi, kainatın (yani uzay-zaman ve içindeki bütün maddenin) doğumu ve gelişimi hakkında teorik araştırmalar yapmaya başlamışlardı. Bütün bu gelişmeleri (büyük ihtimal) şaşkınlıkla izleyen ve kainatın ezeli olması gerektiğini düşünen diğer bir grup fizikçi ise, Hubble’ın gözlemlerini açıklamanın alternatif yolları olabileceğini düşünüp, durağan kainat düşüncesinde ısrar ediyordu.
Bunlardan biri olan Hoyle, 1949 yılında BBC radyoda katıldığı bir programda, genişleyen kainat ve dolayısıyla kainatın başlangıcı fikrini eleştirmek için “büyük patlama” (big-bang) ifadesini kullanmıştı. O programda kinayeli bir üslupla ifade edilen büyük-patlama tanımlaması zaman içerisinde genişleyen kainat modelini adlandırmak için kullanılmaya başlanmıştı. Böylece kainat hakkında kimsenin tahmin dahi edemeyeceği yepyeni bir model ortaya çıkmıştı.

Büyük patlama modelinin önemli öngörülerinden biri olan ve patlama sonrası ortaya çıkması beklenen (bu, yeni ateşlenmiş bir silahtan çıkması beklenen duman şeklinde düşünülebilir) elektro-magnetik radyasyonun (kozmik mikrodalga fon radyasyonu) Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlemlenmesiyle, model hakkındaki tereddütler (neredeyse) tamamen ortadan kalkmıştır.

Zaman içinde teknolojinin de gelişmesiyle, büyük-patlama modelini destekleyen farklı birçok gözlem ve hassas ölçüm yapılmıştır. Elde edilen gözlem sonuçlarını açıklayabilecek bugün için başka bir kozmolojik model de bulunmamaktadır. Bu sebeple büyük-patlama modeli fizikçiler arasında genel kabul görmüştür. Bu tarihi bilimsel gelişmelerde hiçbir Müslüman bilim adamının katkısının olmaması acı gerçeğini (şimdilik) bir kenara bırakıp, kainat hakkında gözlem ve teorilere dayanarak elde edilmiş bazı bilgiler vermeye çalışalım.

Kainat Hakkında Bildiklerimiz

Galaksiler kainat içindeki tipik yapılardır. Güneş Sistemi’nin içinde bulunduğu Samanyolu disk tipinde bir galaksidir. Yapılan ölçümler Samanyolu disk yarıçapının 100.000 ışık yılı, kalınlığının ise 100 ışık yılı olduğunu göstermiştir (1 ışık yılı, ışığın 1 yılda katettiği mesafe yaklaşık 10 trilyon km. olarak tanımlanır.

Işık hızı maddenin erişebileceği en yüksek hız olarak kabul edilmektedir. Işık saniyede yaklaşık 300.000 km. yol alır.) Samanyolu galaksisinde güneş gibi yaklaşık 100 milyar yıldız bulunmaktadır. Kütle çekimi dolayısıyla, galaksi merkezlerinde yıldız yoğunluğu daha fazladır (yine kütle çekimi dolayısıyla galaksi merkezlerinde kara-deliklerin var olduğu düşünülmektedir).

Gece gökyüzünde gözle görülebilen yıldızlar, Samanyolu içindeki yıldızlardır. (şehirlerden uzak yerlerde, Samanyolunun merkezini parlak bir disk olarak fark etmek mümkündür). Fakat teleskoplar ile daha uzak mesafelere odaklanıldığında, artık başka galaksiler parlak noktasal cisimler olarak gözlenirler (Hubble kainatın genişlediği sonucuna uzak galaksiler üzerine yaptığı gözlemler sonucunda ulaşmıştı). Galaksilerin bir araya gelmesiyle galaksi kümeleri, ve kümelerin birlikteliğinden ise super-galaksi kümeleri oluşur. Bütün bu baş döndürücü mesafeleri ifade etmek için ışık yılı bile oldukça küçük bir uzaklık birimi olarak kalmaktadır.
Kainatı tasvir açısından elimizdeki en başarılı teorik model Einstein’ın genel izafiyet teorisidir. Genel izafiyet teorisine göre, uzay-zaman dinamik bir objedir ve eğilip, bükülebilir. Bizim kütle çekimi olarak hissettiğimiz kuvvet ise uzay-zamanın eğriliğinin bir neticesidir. Büyük-patlama modeli, genel izafiyet teorisi içinde tabii olarak ortaya çıkar. Kainat hakkında aşağıda bir kısmından bahsedeceğimiz temel bilgiler, genelde gözleme dayalı veriler ile genel izafiyet teorisi kullanılarak elde edilmektedir.

Büyük-patlama modeline göre, kainat yaklaşık 13,7 milyar yıl önce çok sıcak ve çok yoğun bir halde doğmuştur. Burada kainat derken uzay-zaman ve içindeki her şeyin kastedildiğini hatırlatmakta fayda vardır. Demek oluyor ki, bizim bildiğimiz zaman ve mekan da büyük patlama ile ortaya çıkmıştır.

Bu yüzden, büyük patlama öncesinde ne vardı sorusu, model için manasız bir sorudur. Benzer şekilde, günlük hayattan aşina olduğumuz genişleme kavramı bir şeyin başka bir şey içinde ilerlemesini çağrıştırsa da, kainatın genişlemesini iç ve dış kavramlarına ihtiyaç olmadan, yani kainatın içinde genişlediği başka bir ortamı düşünmeden, tanımlamak mümkündür.

Büyük-patlama modelinin önemli öngörülerinden biri geçmişte kainatın termal (ısısal) bir dengede olduğudur. Bu öngörüyü destekleyen gözleme dayalı önemli veriler de bulunmaktadır. Bu sebeple büyük-patlama kelimesi kaotik bir hadiseyi çağrıştırsa da, kainatın ortaya çıkışında çok önemli bir denge hali mevcuttur. Bu denge halinin kendiliğinden oluşmasının imkansızlığı birçok fizikçi tarafından dile getirilmiştir.

Çok sıcak ve çok yoğun bir denge halinde doğan kainat, genişledikçe soğumaya başlamıştır. İlk dönemlerdeki sıcaklık o kadar fazladır ki, maddenin en küçük yapı taşlarından oluşan bir plazma (çorba) hali mevcuttur. Sıcaklık azaldıkça plazmanın yapısı değişir ve farklı kozmolojik evreler ortaya çıkar. Mesela sıcaklık 1010 dereceye düştüğünde, proton ve nötronlardan atom çekirdekleri oluşmaya başlar.

Sıcaklık 3.000 dereceye düştüğünde ise atomlar oluşur. Bu değişik evrelerin varlığını destekleyen birçok gözlem yapılmıştır. Mesela Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlenen kozmik mikrodalga fon radyasyonu, ilk atomların oluştuğu evreden sonra serbest kalan fotonlardan (yani ışıktan) oluşur.

Büyük-patlama modeli daha birçok önemli detaya sahiptir ve bugüne kadar bu model kullanılarak yapılan hesaplar gözlemlerle uyum içinde olmuştur. Bununla birlikte bilinen fiziğin patlama anına (sıfır zamanına) yaklaştıkça geçerliliğini yitirdiğini ve yeni teorilere ihtiyaç olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Kur’an-ı Kerim’de Kainatın Genişlemesi

Kur’an-ı Kerim’de kainatın genişlemesine açık olarak işaret edilmiştir. Zariyat Suresi’nin 47. ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz.” ayette kainatın genişlemesine “musiun” kelimesi ile işaret edilmiştir. Fakat burada asıl enteresan olan kelimenin kullanılış şeklidir.

Müfessirlere göre ayette geçen “Ve inna lemusiun” bir isim cümlesidir ve Arapçada isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. Dolayısıyla “Ve inna lemusiun” cümlesine “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” manası verilebilir. Büyük-patlama modeline göre de kainat doğduğu andan itibaren sürekli genişlemektedir. Bu ayetle Kur’an yol gösterici olarak vazifesini de yerine getirmekte ve “genişletiyoruz” ifadesi ile genişlemenin kendi kendine değil bizzat Allah’ın kudretiyle gerçekleştirildiğini vurgulamaktadır.

Büyük Patlama İle İlgisi Olabilecek ayetler
Enbiya Suresi 30. ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: “O kafirler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hala inanmayacaklar mı?” Bazı müfessirlere göre bu ayette geçen “ratk” (bitişik) ve “fetk” (ayırma) kelimeleri büyük-patlama anına işaret ediyor olabilir. Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi büyük-patlama anında bütün kainat çok küçük bir hacim halinde bir arada bulunmaktaydı ve daha sonra genişleyerek büyümeye başladı. Kainat genişledikçe, içindekiler birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Ayette geçen “ratk” ve “fetk” kelimeleri ile bu hadiseler zinciri işaret ediliyor olabilir.
Bununla birlikte, bazı müfessirler bu ayetin Güneş Sistemi’nin, Dünya’nın ve atmosferinin oluşumuna işaret ettiğini düşünmüşlerdir. Bunun sebebi ayetin devamında canlı varlıkların yaratılmasından bahsedilmesidir. Bu durumda “ratk” güneş sisteminin birlikte olduğu duruma; “fetk” ise gezegenlerin ve Dünya’nın Güneş’ten kopup atmosferin oluşmasına işaret ediyor olabilir.
Belirtmek gerekir ki Güneş Sistemi gibi sistemlerin galaksiler içinde oluşması da büyük-patlama modeli içinde düşünülmektedir (bü­yük-patlama modeli sıfır zamanından bugüne kadar bütün evreleri ifade etmek için kullanılır). Dolayısıyla her iki muhtemel açıklamayı da büyük-patlama modeli ile irtibatlandırmak mümkündür.

Büyük-patlama ile ilgili olabileceğini düşündüğümüz başka bir ifade de En’am 14, Yusuf 101, İbrahim 10, Fatır 1, Zümer 46 ve Şura 11. ayetlerde geçen “fatıri’s semavati ve’l ard” ifadesidir. Benzer şekilde Enbiya Suresi 56. ayette de gökler ve yerler ile ilgili “fatarahünne” ifadesi kullanılmıştır. Genel olarak meallerde “fatara” kelimesi “yaratma” olarak tercüme edilmiştir. Fakat Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde “fatara” kelimesinin “yarmak”, “uzunluğuna yarmak” ve “bir misal sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” manalarına da geldiğini anlatmıştır.

“Fatara” kelimesinin bu manalarına bakıldığında, “fatıri’s semavati ve’l ard” ifadesinin büyük-patlamaya işaret edebileceği düşünülebilir. Şöyle ki, büyük-patlama bütün kainatın ortaya çıktığı ilk özel yaratılma anını anlatmaktadır. Bu sebeple “bir misal sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” manası büyük-patlamanın bu özelliğine işaret ediyor olabilir.

Ayrıca “yarma” kelimesi büyük-patlama anını “patlama” kelimesinden daha iyi ifade etmektedir. Uzay-zamanın ortaya çıkması bir tohumun yarılıp çatlayıp ortaya çıkması ile gayet güzel tasvir edilebilir.

“Fatara” kelimesinin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından zikredilen manalarından “uzunluğuna yarmak” ifadesi de oldukça dikkat çekicidir. Büyük-patlama ile ilgili önemli yanlış anlamalardan biri, kainatın bir noktadan doğduğunu düşünüp başka bir boşluk içinde genişlediğini hayal etmektir. Büyük-patlama tek bir noktada meydana gelmemiştir.

Bugünkü teorik anlayışımıza göre büyük-patlama ile bütün uzay bir anda ve birden ortaya çıkmıştır (yaratılmıştır). Başka bir ifadeyle büyük patlama her yerde meydana gelmiştir. “Fatara” kelimesinin “uzunluğuna yarmak” manası asıl alınırsa, bunun büyük-patlamanın bir noktada gerçekleşmediğine işaret ediyor olabileceği düşünülebilir.

Sonuç
Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız hususlar göz önüne alındığında, Kur’an’da kai­natın yaratılması ile ilgili ayetleri açıkça mu’­cizevi olarak nitelemek mümkündür. Tabii, konu başka açılardan da ele alınıp genişletilebilir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de yedi ayette geçen “yedi-sema” kelimesi ile büyük-patlama sonrası meydana gelen değişik evreler (evrelerin tam sayısını belirlemek mümkün olmasa da Arapçada yedi, yetmiş ve yedi yüz sayılarının kesretten kinaye yani çokluğu ifade için kullanıldığını belirtmekte fayda vardır) veya bazı teorilerin öngördüğü ekstra boyutlara (enteresan olarak son yılların en çok çalışılan teorilerinden sicim teorisinde -string theory- yedi ekstra boyutun varlığı öngörülmektedir) işaret ediliyor olabilir.
Son olarak bu çalışmanın sadece amatör bir deneme olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Asıl yapılması gerekenin ise fizikçiler (özellikle uzmanlık alanı kozmoloji olanlar) ile tefsir ilimlerine vakıf insanlardan oluşan bir heyetin, konu ile ilgili bütün ayetleri bir bütün halinde sistematik olarak ele alması ve hiçbir önyargıya sahip olmadan (Arapça gramer, kelime bilgisi ve tefsir usulü çerçevesinde) analiz edip anlamaya çalışmasıdır. Böyle bir çalışmanın Kur’an mu’cizesini çok daha iyi ortaya koyacağı aşikardır.
Kaynak : Yeni Ümit Dergisi

Kur’an’dan Bir kelime ”Duhân”

Duhân, Arapça bir kelimedir ve ‘duman’ mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime sadece iki ayette geçer. Çok ilginçtir ki, birisi kâinatın, yerin ve göğün yaratılması anlatılırken, diğeri ise kıyamet tasvir edilirken kullanılmıştır. Fussilet Suresi, 10-12. âyetlerde kâinatın yaratılışı şöyle aktarılır: ‘O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar yarattı. Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek ve istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik. Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.’
İsmini, içinde geçen 10. ayetteki bir kelimeden alan Duhân Suresi’nde kıyamet sahneleri şöyle canlandırılır: ‘Öyleyse gözle. Göğün açıkça bir duman çıkaracağı gün, bu duman bütün insanları bürüyecektir. Şüphesiz ki bu, elem verici bir azaptır.’ Âyette geçen ‘Duhân’ kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir.1
kuranDuhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde ‘haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân’2 şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır: ‘…Semânın sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi’ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar…’3
Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır. Kur’an’ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur’an’ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?
Kâinatın yaratılışı ve Duhân günümüz bilimi, bütün kâinatın büyük bir patlamayla meydana geldiğini kabul etmektedir. Big Bang Teorisi olarak anılan bu görüşe göre, bundan 12-16 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlamanın ardından çok yoğun miktarda toz bulutları açığa çıkmıştır. Milyarlarca seneyle ifade edilebilecek zaman dilimleri içinde bu gaz ve toz bulutları belli yerlerde yoğunlaşmaya, büzüşmeye ve yoğunlaşmanın çok güçlü olduğu yerlerde kendi etraflarında dönmeye başlamışlardır. Bu yoğunlaşmalar ve dönüşler sonucu uzayın derinliklerinde milyarlarca galaksi ve yıldız sistemleri meydana gelmiştir. Bu büyük hadise ve ilk yaratılış Enbiyâ Suresin’in 30. ayetinde şöyle özetlenir: ‘O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’ Yani her şey, hattâ henüz yaratılmamış olan ‘gökler ve yer’ bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Gerek Big Bang teorisi, gerekse yukarıdaki açıklamalar, ilk başta verdiğimiz ve duhân kelimesini ilk yaratılış esnasında göklerin bir ‘duman’ halinde olduğunu ifade eden ayetlerle büyük bir paralellik arzetmektedir.
Duhân’dan nebulaya gerek kâinatın ilk yaratılışı esnasındaki oluşumları göstermek için, gerekse kıyametin gelişini haber veren bir alâmet veya kıyâmetten sonraki aşamada meydana gelecek bir olay şeklinde sunulan ‘Duhân’, bizlere günümüz biliminin tespit ettiği bir kavramı çağrıştırmaktadır: Nebula.
Şimdi nebula hakkında biraz bilgi verelim:
Nebula, en kısa tanımıyla, uzayın derinliklerinde bulunan gaz ve atomik toz bulutlarıdır. Bu toz bulutları bir yandan çok büyük boyutlardaki yıldızların ömürlerini tamamladıktan sonra patlamalarıyla oluşurlar, diğer yandan zaman içerisinde yeni doğacak yıldızlar için adeta beşiklik yaparlar. Dev boyutlarda bir yıldız büyük bir patlamayla yaşamının sonuna gelir ve Nebulalar ortaya çıkar; ancak ölen yıldız başka milyonlarca yıldızın doğumu için gereken maddeyi uzay boşluğuna yayar. Zamanla atomik reaksiyon içinde sıkışır, ısınır ve nükleer patlamalar ile yıldız topluluklarını oluştururlar. Galaksiler içindeki dev yıldızlar ve küçük yıldızlar yakıtları tükenerek içlerine çöker ve parçalanırlar ve süper novaları oluştururlar. Daha sonra süper novalar da fizyon olayı ile patlar ve süper nova olayı meydana gelir. Süper nova patlaması uzayda bir bayram şenliği gibidir. Çok muhteşem bir ışık seli halinde uzayı aydınlatır.
Kıyamet ve Nebula dünya üzerindeki sayısız kıyamet örnekleri, bizim için büyük kıyamete misâl teşkil eder. Aslında aynı durum, boyutlarını ifade etmekte güçlük çektiğimiz galaksimizde ve belki milyarlarca galakside ve yine milyarlarca yıl zarfında meydana gelen hadiseler, inşâ ve tahripler için de geçerlidir. Çünkü. Biz bilsek de bilmesek de, tespit edebilsek de edemesek de, kâinatın her köşesindeki büyük çaplı doğum ve ölümler sürekli olarak tekrarlanır durur. Belki her an bir galakside bir kıyamet kopar. Şu ayetlerdeki sahneler uçsuz bucaksız kâinatın bir yerlerinde uygulanır: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’4 ‘Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.’5
Bu muazzam kıyâmetler de, tıpı bedenimizde, tıpkı yeryüzünde olduğu gibi, büyük kıyametin; ardından gelecek yeni bir âlemin ve yeni bir dirilişin habercisidir. Ve ilim yeni kıyâmetleri keşfettikçe, bizim önümüze, ‘Haşre mani hiçbir şey yoktur’ hakikatine dair inanılmaz tablolar ortaya koyacaktır.
1- İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C. 13, s. 7180-7187
2- Şuâlar, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, C. 1, s. 934.
3- Sözler, C.1, s. 177.
4- Tekvir Suresi, 81:1-3. 5- İnfitar Suresi, 82:1-3
Veli Sırım / Zafer Dergisi