Etiket arşivi: bilimsel bilgi

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-2

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelelim “delil” ile “ispat” arasındaki münasebete. İspat ameliyesinde “delil”in fonksiyon ve işlevi nedir?, Deliller sadece aklî midir?, Delil ve ispat çeşitleri nelerdir?…

Aklın ve akla getirilen delil – ispat, bürhan ve hüccetler; İman Kalesi’nin üzerine konan şüphe sinekleri, kuşku kirleri, vehim tozları ve zan paslarını silmek ve temizlemek içindir. Yani delil’in işlevi “menfî”dir, müsbet değil; yani mevcut imanımıza taş eklemez, sadece mevcut taşları tamir ve muhafaza eder.

Yani “delil ve hüccet”, İman Kalesi’ni ayakta tutan binanın kolon – kiriş ve temel gibi taşıyıcı elemanlarından değildir. Demek delil – ispat; İman Kalesi’ni çatlak ve yıkılmasına ve kirlenmesine sebep olan zararlı şeylerden koruyan bir “bekçi” konumundadır.

Yani “akıl (akletme / düşünme)” dediğimiz şey; kendisine gelen veri ve haber ve bunların delil – açıklamalarını işleyip, kâlp/b veya şuur veya ene’nin onay ve reddine sunarak; mevcut iman’ın eskime ve zayıflama ve ölümüne engel olmaya çalışır.

Halbuki “iman”ın yaşayıp, ayakta durması ve kuvvetlenip, büyümesi için, “aklî deliller”den çok daha fazla şeye ihtiyacı vardır! Yani İman Kalesi’ni tek başına entelektüel zekâya hitap eden aklî deliller taşıyamaz; yoksa o bina en hafif “vehim zelzeleleri”yle bile yıkılmaya müsait, gevşek bir zemin ve temel üzerine kurulmuş demektir! “İman” (insanın enfüs ve afakını aydınlatan ve insanın davranışlarını kalibre edip, amele sevkeden ve herşeyle yakınlık ve kardeşlik ve ünsiyet kurmasına sebep olan) öyle bir nurdur ki; onun taşıyıcı ana elemanları aklî ve naklî delillerden çok daha kuvvetli ve farklı ve fazla sayı ve çeşittedir.

Kalbî Deliller, Aklî Deliller, Vicdanî Deliller, Vehmî Deliller, Hissî Deliller, Enfüsî ve Afakî Deliller gibi; insanın maddî ve manevî her kuvve ve duyu, his ve letaif, mide ve gözü için delil ve ispat, karine ve işaret çeşitleri farklıdır. Göz Midesi’nin rızkı ve gıdası, delil ve ispatı, elemi ve hazzı, hidayet ve dalâleti farklıdır; aklın ayrı, kalbin ayrı, vicdan’ın ayrı, sır’rın ayrı; kulak’ın farklı, dili’n farklı, elin farklı ve hiçbirisi birbirinkini anlamaz ve varlıklarını hissetmez; hatta gıda ve delil olarak bile kabul etmez!…

“Deney, gözlem, ölçmeyle” keşfedilecek “varlık” ve bunlar hakkında üretilecek “bilgi” çeşidi vardır. Peki bunun dışında olan (yani epistemolojik veya ontolojik veya teknolojik, yani beşerî sınırlarımızdan dolayı hiçbir zaman keşfedemeyeceğimiz) “varlık ve bilgiler” için (en azından bunların red veya kabulü, yanlışlama veya doğrulaması veya mümkün olup olmadığı için bile olsa) hangi yöntem(ler)i kullanabiliriz? Bunun anahtar ve yöntem ve cevapları, Risale–i Nur’da!

Burada “hakikât”i arama, keşif ve tespitinden önce cevaplanması gereken öncelikli soru bence şu: Ali’yi tanımayan ve hayatında Ali’yi hiç görmemiş birisi Ali’yi ararken, kalabalık içinde karşı karşıya gelse, hatta omzu çarpsa bile Ali’yi farkedememesi gibi; “hakikât”in ne olduğunu bilmeyen birisi, “hakikât”i aramak için çıktığı yolda bulduğu veya omzuna çarpan, önüne düşen şeyin “hakikât” olup olmadığını nasıl anlayıp, karar verecek!?

Şöyle: Hayatında hiç “limon” görmemiş ve ismini bile duymamış ve tatmamış birisi, limonu gördüğünde “rengi olduğu ve bunun da sarı” olduğunu görür ve tadarak limonun “bir tadı olduğu” ve “tadının da ekşi” olduğunu hisseder. Bu örnekteki gibi; o kişinin hayatında hiç “limon”un varlık ve özelliklerini, hatta ismini bile duymamış ve görmemiş olması; limonla karşılaştığında, limonu tanıyıp – tanışmasına mâni değil başlangıçtaki bu cehaleti.

İşte başlangıçta “hakikât”i bilmeyen ve tanımayan insanın durumu da bu limon örneğindeki gibidir. “Ateşin yaktığı, suyun boğduğu” gibi hakikâtleri yaşayarak öğrenir insan. Yani hakikât veya hakikâtin yansıması o insanın fıtratında kodlu, yaratılışında başlangıçta nefsinde tanımlıdır. “Ta’lim–i Esma” konusu biraz da buna bakıyor.

Peki “bâtıl”ı hak zannedip, bilip; hakikât diye yapışanların durumunu nasıl izah edeceğiz? Şöyle: İnsan bâtıl’ın “bâtıl” tarafına yapışmıyor zaten, o bâtıldaki “hak” kısma bakarak ve cazibesine kapılarak; o kapıdan bâtıl mesleğe girip, o porttan bağlanıyor ve taraftar oluyor bâtıl’a. “Mutlak Hak(ikât)” olduğu için “Mutlak Bâtıl”ın olması zaten imkânsız! Yani tüm bâtıllar, hak’la karışık olup; ancak bu hak’la bağlantısı yoluyla nefes alıp, ayakta durabiliyor ve taraftar bulabiliyor.

(Haşa!) “Allah yok” diyen bir insan bile hakikî anlamda Cenabı Hak’kı red ve inkâr etmiş olmuyor; kendisinin tanımladığı veya batıl din – felsefelerin tanımlayıp, anlattığı veya oradan buradan yalan – yanlış duyduğu; yani aslında hiç olmamış, vehmî bir Tanrıyı reddediyor! Çünkü ve zaten Rabbimiz’i hiç tanımamış ve doğru anlatan olmamış ki O’nu red ve inkâr edebilsin!

Bu açıdan ateistin kabul etmeyip, inkâr ve reddettiği zihnindeki o sahte Tanrıyı biz de reddediyoruz ve “evet senin dediğin gibi bir Tanrı gerçekten yok, bu konuda müslüman olarak biz de sizinle aynı fikirdeyiz” diyoruz.

Burada konuyu değiştiriyoruz, münasebetini daha sonra kurarız. “Kuvvet” nedir? Rabbimiz’in ezelî ve ebedî “kudret”inin eşyada tecelli ve tezahürü olan “kuvvet” nedir? Biz “kuvvet ve enerji”yi göremeyiz. Böyle birşeyin varolduğu ve özelliklerini, eşya üzerindeki te’sir ve etkilerinden farkedebiliriz. Eşyada “şiddetli ışık, ses, patlama, parçala(n)ma” gibi tezahür ve etki, eser ve sonuçlarını görebiliriz. (Burada “bilmek ve inanmak”, “delil ve ispat” konularını hatırlamakta yarar var.) Yani “kuvvet” denilen şey; mecazî değil kelimenin tam anlamıyla “soyut ve manevî” bir varlık ve etkidir!

Hatta “kuvvet’ denilen şey (eğer varsa); enerji ve maddeyi zorlayıcı yaptırım sahibi başlıbaşına bir varlık ve etki mi; yoksa eşyanın uyduğu kural / programlardan biz mi “bir kuvvet ve enerji var” zannına kapılıyoruz!?” gibi bir soru ve haklı bir şüphemiz de var ve saklı tutuyoruz!

Mes’elâ; bir bilgisayar simülâsyon / oyun / programında, “havaya atılan taş, devamlı yukarıdan aşağı düşsün” diye bir program / kural / kod / algoritma yazmış olsak; burada taşın düşmesinin sebebi; o bilgisayardaki taşın “kütlesi” ve bilgisayardaki yerin “çekim kuvveti” mi!? Hayır, o oyunda böyle bir “çekim” ve “kuvvet”i yok, taşın da “kütlesi” yok! Yani taşın düşmesinin tek ve yegâne ve asıl sebebi: Bilgisayarda yazdığımız o “program / kod / komut / emir / kanun;” yani bizim istek ve irademiz ve böyle bir tercihte bulunmamız.

Bunun gibi; reel evrenimizde de taş, herhangi bir “kuvvet / enerji” sebebiyle değil de; Rabbimiz’in yazdığı ve uyguladığı bir program ve kural, kanun ve irade, iş ve emir sebebiyle hep yere düşüyor olamaz mı!? Yani biz bu program ve irade, emir ve komut gibi soyut ve manevî yaptırım ve emirleri göremediğimizden; “yerin ve kütlelerin itme – çekme kuvveti var; taşlar bu sebeple yere düşüyor, gezegenler bu sebepten düşmüyor” gibi yanlış bir akıl yürütme ve delil – ispat, neticelendirme üretmiş olamaz mıyız!? Yani yaptığımız bu gözlemleri, yanlış bir neden – sonuç ilişki ve etkileşimi olduğu inancına oturtarak; yanlış yorumlamış ve açıklamış olamaz mıyız!?

Reel Evren’imizi Sanal Bilgisayar Evreni’ne kıyaslama ve benzetmenin, yanlış ve abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Ama gerçek evrenimizde de, yapısal olarak ve hammaddeleri de aynı olan atomların, (sadece proton – elektron ağırlık / sayı ve uzayda dizilişleri farklı 100 küsur element / atomun;) bir bilgisayar komutu gibi çalışarak, değişik varyasyonlarla biraraya gelerek; Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden farklı ve ayrı, hatta zıt özellik ve mahiyette varlıklar ortaya çıkmasına bakarsak; “Gerçek Evren – Sanal Evren” benzetme ve kıyasının abartılı olduğunu düşünmüyoruz; yanlış olduğunu ise hiç düşünmüyoruz!

Önceki haftalarda; yanıcı ve yakıcı ve patlayıcı ve doğada normâlde gaz hâlinde bulunan oksijen ve hidrojenin, Mikro’da biraraya gelerek, Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden ayrı ve farklı, hatta zıt özelliklerde (yani sıvı ve soğuk ve söndürücü ve harareti giderici) “su” meydana getirmesi gibi “bileşik”ler, buna örnek olarak verilmişti. Bütün’ün, parçası’na indirgenememesi nedeniyle; aralarındaki ilişki ve sonucun mantıksal tabana oturmaması ve su’yun inşa ve yapıtaşı nedeni ile varlık nedeni ayrımının yapılması gereği konularını önceki haftalarda yazmıştık.

Hatta mevcut evrenimizde; gayet yanlış ve eksik bir ifadeyle “fizik – kimya kanunları, tabiât yasaları” dediğimiz bu “İlâhî Kural / Kanun, yani Emirler”in; bilgisayar komut ve programlarından fazla bir farkları yok. “Kütle” gibi madde’nin bazı özellikleri dahi (görünmeyen anlamında) maddî ve fiziksel özellik ve somut nesneler değil…

Sonuç: Demek sadece “madde”yi konusu olarak kabul edip, maddî varlık ve süreçleri açıklamak için “manevî ve soyut varlıkları” ve “bunların işlev ve rollerini” kabul etmeyen, hatta reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi; bu ateist ve materyalist inancının sonucu olarak herşeyi madde’ye irca ve indirgemeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekli ve zorunlu…

Elhasıl biz “kuvvet”i ve kainatta uyduğu “kanunlar”ın varlığını; Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni beraber tazammun eden “kün” emrinin eşyanın alıcı ve verici mahiyetinde olan “melekûtî yön / vechesi”nin imtisaliyle; eşyanın maddî ve fiziksel, yani “mülk” boyutunun da ister istemez o “melekûtî” boyutunun emrine uymasını gözleyerek biliyor ve anlıyoruz.

buz dagiÖrneğin: Suya “don” emrini “soğuk”un lisanıyla emrediyor ve vahyediyor Rabbimiz. Kâinatta geçerli carî “kanunlar”; itibarî ve vehmî ve zihnî olup, haricî vücud / mevcudiyetleri yoktur; dolayısıyle “kuvvet ve enerjileri” de yoktur. O hâlde bu “kanunlar”ın; madde’yi belli hareketlere zorlayan ve belli yönlere sevkeden, madde’nin özellik ve mahiyetini belirleyen “sebep ve etken” olarak kabul edilmeleri mantıksal olarak yanlış ve saçmadır!

O itibarî kanunlara had ve sınır çizen; yani mevcut kuvvetlerin o kanunlara uymasını sağlayan ve eşyayı da o kuvvetlere uymaya zorlayan; kuvvetlerin hamele ve taşıyıcı ve iletici, alıcı – vericileri; hatta bazen o kuvvetlerin bizzat kendileri “melekler”dir. Yani Arş’tan ferşe, semâdan arza; eşyaya uymaya zorunlu oldukları emir ve vahiylerin tebliğ ve nakli de “melekler” vasıtasıyla olmaktadır. Yani kâinattaki kuvvet ve enerjileri, belli kaide / kanun / program / demiryollarına uymaya sevkeden ve zorlayan ve o kuvvetlerin taşıyıcı ve hamele, nazır ve ileticileri ve bazen de bizzat kendileri; meleklerdir! Zaten “melek” kelimesinin etimolojik kökeni de; onların bu nezaret ve görevlerine imâ ve işaret, bu rollerini ihsas ediyor.

Peki kâinattaki her nevi “kuvvet ve enerji”nin kaynağı nedir; “madde” midir? Hayır. Rabbimiz’in “kudreti”nin eşyada tezahür ve tecellisine “kuvvet” diyoruz biz.

“Kanun” ve “melekler”den konu açılmışken; o “kanun” ve “melekler”in kardeşi olan ve “emir, kanun, irade” cinsinden olan “ruh”tan bahsetmemek olmaz. Kâinatta hareket ve bir nev’i canlılık ve şuur’u sağlayan “melekler” gibi; ruh’ta aynı görevi bedenimizin hareket ve canlılık ve şuur’unu sağlayarak yapıyor. Cansız yaprağın veya atomun hareket etmesi ve zikri; “rüzgâr” gibi, “melekler” gibi dışarıdan bir etkiyle sağlanması gibi biyolojik bedenimizin hareket etme ve canlılığı da (ama bu sefer içeriden) ruh’la sağlanıyor. (Ayrıca “vahiy” kelimesinin etimolojisinin de “hayat” ve “ruh”la bağlantılı olduğunu not edelim.)

Âyette geçen ifadesiyle; ruh’un “Rabbimiz’in emir’lerinden” olması; yani ruh’umuzun “irade, emir, kanun, program, kuvvet” cinsinden olması; sanki ruh’un bir bilgisayar komut ve programı gibi (harddiskteki programların diskin ağırlık ve hacim ve kütlesini arttırmadan, diskte çalışması gibi; yani bilgisayardaki yazılımın yer kaplamayan, bir nevi zamansız ve mekânsız olması gibi;) ruh’ta fiziksel bedenimizde yer kaplamayarak (yani o da bir nevi zamansız ve mekânsız) sanki vücudumuzun canlılık ve hayatîyetini ve şuurunu sağlayan bir nevi program ve ana işletim sistemine benzemekte. Âyette ruh’a “emir” denmesi; bende bilgisayar komut ve programlarını benzediği işareti oluşturuyor.

Bu arada ruh’un etimolojik olarak “rüzgâr”la aynı kökten geldiğini de not edelim. İnsana ruh üflenerek canlanması, İsa Âleyhisselâm’ın çamurdan yaptığı kuşlara üfleyerek kuşların canlanması mu’cizelerini de buna ekleyelim. Ayrıca “konuşma” ve “kelâm etme”nin de bir nevi üfleme cinsinden olduğunu da unutmamak gerek.

Biz konuşmamızla muhatabımıza emir ve komut vermemiz veya etki edip, birşeylere ikna etmeye çalışmamız veya sözlerimizin te’siriyle düşünce ve duygu ve davranışlarında değişiklik meydana getirmeye çalışmamız; yani irademizle muhatabımızın iradesinde değişiklik meydana getirmek için; muhatabımıza doğru yönelerek, ona doğru konuşmak; konuşarak havada belli dalgalanma ve ihtizazlar meydana getirmemiz, hep bir nevi “emir, irade, üfleme”ye girer.

Rabbimiz’n “kün, kûl” gibi emirleri de bir çeşit konuşma / kelâm ile gerçekleşmekte olup; bu emir ve iradenin sonucu olarak “havada, atomda, esirde, eşyada” hareket ve ihtizaz ve dalgalanmalar meydana gelmektedir. Televizyonumuzun kumandasının tuşlarına basarak (elektromagnetik dalgalar, wifi, bluetooth, infrared vs.) cansız televizyona bir takım emirler vermemiz ve yaptırmamız da; “ruh, irade, emir, komut, konuşma, rüzgâr, elektomagnetik rüzgâr, dalgalanma, melekler, kanun, ilim – irade – kudret, kuvvet, enerji, madde, canlılık, hareket, zikir” gibi konular bağlamında ele alınabilir…

Tekrar konuyu değiştiriyoruz, birbirleriyle ilgisiz ve kopuk görünen bu konuları sonradan bir üst kümede bağlayabiliriz. Hz. Âdem (Â.S.)’ın zelle / hatası affedildi ama davranışının sonucu ve fıtratında yaptığı tahribat veya değişiklik aynı kaldı ve ihrac edildiği konum ve makama tekrar idhal ve iade edilmedi. Eski hâline iade için dünyada çalışması istendi. Buradan çıkan sonuçlardan biri: Yani Rabbimiz biz insanların hata – günahlarını (pişman olup, tevbe – istiğfar edersek) affedip, amel defterinden silebiliyor ve siliyor ama bu günahın fıtrat ve kaderimizde yaptığı değişikliğin tamir ve bakımı için ayrıca çalışmamız gerekiyor! Demek iyi – kötü her amel ve davranışımızın dünyada da mükâfat veya cezası var!

Demek ki her türlü amel ve davranış, sevap ve günahların tek karşılığı sadece kabir ve ahirette değil; dünyada da sonuç ve karşılıkları var. Hatta en basit görünen davranış ve amellerimizin bile; gelecek neslimiz ve şu ân içinde yaşadığımız topluma da yansıyan sonuç ve karşılık, yankı ve etki, yansıma ve izdüşümleri var!

Tamam kimse kimsenin günahını yüklenmiyor ama “maddî özellik, kusur ve zaafların” DNA’yla gelecek nesillere aktarılması gibi; “manevî özellik ve fazlalık – eksiklikler” de aktarılıyor. Yani imtihan sorularımız ve avantaj – dezavantajlarımız, imkân ve risklerimiz; geldiğimiz nesille ve içine doğduğumuz toplumla belirleniyor. Cinsiyet, milliyet, maddî–manevî artı ve eksiler, zenginlik, göz rengi, zekâ gibi.

İrademiz dışı geldiğimiz soy ve içine doğduğumuz aile ve toplumla belirlenen bu imkân – risk ve sorularda; bizim irade alanımız içerisinde olan, sadece vereceğimiz cevaplar, verdiğimiz tepkiler! Yani göreceğimiz müfredat ve dersler ve imtihan sorularını biz seçmiyoruz ama vereceğimiz yanıtlar; doğru veya yanlış cevap vermek irade alanımız içerisinde.

Gene başka ama ilgili bir konu: Rabbimiz’in bize irade ve ihtiyar vermesinin en büyük hikmetlerinden biri, bence: O irademizi gene kendi irademizle O’na teslim ve iade etmektir! Burada, O’nun emir – yasaklarına uymaktan daha üst bir aşamayı kastediyorum.

Böyle bir insan anlar ki: O’nun cebir ve emir ve zorlamaları, kendi tercih ve istek ve hürriyetimizden çok daha hayırlı ve faydalıdır! Yoksa iş bize kalsa, ne isteyeceğimizi bile bilemezdik! Hatta başlangıçta, yani Daire–i İlim’de olduğumuz zamanlarda; yaratılmayı bile isteyemezdik! Çünkü ilim dışında vücud giyip, mevcud olmamıştıkki!

Bu âlemde böyle bir soruya faraza cevap verebilsek bile; doğru cevap vereceğimiz şüpheli; çünkü “vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyaya hem de insan olarak gönderilmek ister misin?” sorusuna yanlış bile olsa bir cevap verebilmek için; “haricî vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyanın nasıl bir yer olduğu ve insan olmanın nasıl birşey olduğu ve bütün bunların getirdiği imkân ve risk, zorunluluk ve sorumluluklar” gibi konularda bir bilgi, en azından bir tahmin ve fikrimiz olmalı ki kendimiz için en doğru cevabı verebilelim.

Yeri gelmişken, bu konuyla bağlantılı olarak: Rabbimiz sonsuz bir dünyada sonsuz yaşasak ve her çeşit sonsuz sınavlardan geçsek; hangi cevapları vereceğimizi, hangi davranışlarda bulunacağımızı, hangi sınavlardan geçer veya kalır not alacağımızı; yani olasılık ve ihtimâlleri “olmuş kesinliğinde” biliyor, bu bilgi ilminde saklı. Emin değilim ama, belki Rabbimiz bize, bu dünya ve ahirette; bizim sonsuzda olan bu “Potansiyel Davranış Motifi” ve “Amel Terkibimiz”e, Sonsuz’da oluşan bu “Girişim Deseni”mize göre muâmele ediyor ve edecek ve buna göre Cennet veya Cehennem ve derecelerine yerleştirilecek olabiliriz!

Yani Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, “Sonsuz Ayhan Davranışları”nın terkip ve karşılık ve sonucu olarak, ahirette ve dünyada en münasip karşılıkları alıyor ve alacak olabiliriz! Dünyada başımıza gelenler ve kabir ve ahirette alacağımız ceza ve mükâfatlar, sadece bu dünyadaki 50 – 60 senede yaptığımız sınırlı davranışların karşılık ve sonucu olmayabilir. Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, Sonsuz Ayhanlar’ın, Sonsuz Adl–i İlâhî’de yaptığı etki veya sonuca göre; bize dünyada ve ahirette karşılık verilip, muâmele ediliyor / edilecek olabilir. Hem belki, öbür âlemde ebedî yaşayacak olmamızın ve alacağımız ceza ve mükâfatın da ebedî olmasının bir sırrı hikmeti de belki budur!

Zaten zaman ve mekândan münezzeh, ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in mahlûkatına nazar ve muâmelesi; bizim “dünya”da ve “şimdiki zaman–mekân”la sınırlı ve sonlu mevcudiyet ve davranışımıza bakarak olması mümkün değil! Biz bile geçmişten beri tanıdıklarımıza o geçmişte yaşadıklarımızı hafızada tutarak davranıyoruz; o tanıdığımıza davranış ve tutum ve hislerimizi, şu ândaki sohbetimizdeki davranışlarıyla belirlemiyoruz yani.

Bu ihtimâlin doğru olması tahminimiz eğer doğruysa; buradan “Kader ve Kaza, Hayır ve Şer” gibi konulara bir açılım çıkabilir. Hatta “Kötülük / Teodise (Şer) Problemi”ne de belki bir çözüm ve açıklama çıkabilir. Mes’elâ ma’sum bir bebeğin gördüğü fecî zulüm; o bebeğin (eğer ölmeyip) Sonsuz Yaşasaydı ve Sonsuz Çeşitte İmtihanlar’dan geçseydi çıkan sonuca göre; Rabbimiz’in Adalet ve Hikmet ve Rahmetiyle o bebeğe “şimdi”de uygun gördüğü en hayırlı “karşılık” veya “ceza” ve belki o bebek ölmeyip, yaşasaydı; küfre girip, Cehennem’e gitmesine engel olan bir “mükâfat” bile olabilir!

Kameramızla dünyanın şimdisi’nde yakın çekimde yaptığımız bir filmde; bir adamın koşarak olanca gücüyle başka bir adamı itip, önündeki çukura attığını gördüğümüz sahnede, zulüm ve şer olarak algıladığımız bu olay; kameranın açısını genişletip, sahnenin devamını izlediğimizde; o kişinin o kişiyi olanca gücüyle çukura itmekle, halbuki o insanı yukarıdan aşağıya düşen bir piyanodan veya çarpmakta olan bir otomobilden kurtarmaya çalıştığını göreceğiz. Elhasıl sonsuzda nasıl bir iz bıraktığımızı bilmiyoruz.

Burada anlattıklarımıza hem bir delil ve hem de bir örnek olarak; “Hızır Âleyhisselâm’ın ma’sum bebeği öldürme hâdisesi”ni verebiliriz. Bu hâdise; “gelecekte olacak bir hâdisenin, geçmişe etki ederek, olmasının önüne geçilmesi” olarakta okunabilir veya “Rabbimiz’in ilminde bulunup ama dünyada bilfiil gerçekleşmemiş bir davranışın, karşılığının verilmesi” olarakta okunabilir… (Doğrusunu Rabbimiz bilir.)

“İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın üçüncü ve son kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu / 29.Ocak.2016

Eşyayı Gösteren Rabbimiz’in Varlığı, O Eşyadan Daha Zahir ve Kesin

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: “Zihnimiz dışında bir eşya; varlık ve evren olduğu” inancıdır! Daha açık ifadeyle: “Zihin ve duyularımız haricinde eşyanın var olduğu ve bu eşyanın da, duyularımızın gösterdiği (algıladığımız) şekil ve özelliklerde olduğu” inancıdır!

Aslında sadece Bilim’in değil; tüm insanların ortak inancıdır bu! Duyularımızın dışında; ki buna aslında “duyularımızı” da katabiliriz; o zaman doğru ifade şöyle olur: “Zihin ve algılarımızın dışında; duyularımızla algıladığımız gibi maddî bir evren olduğu” inancı; tüm “biliyorum” deyip, bildiklerimiz ve emin olduklarımızın üzerine temellendiği en temel inançtır. Doğru olduğu önvarsayılan ve buna inanılan; fakat doğru – yanlışlığı ispatlanamaz bir aksiyom, bir postulattır bu.

Bizdeki hemen hemen tüm kesinlik ve eminlik ve bilme hisleri, en temelde bu inanç ve önkabüle yaslanır. Demek daha başlangıçta; dil ve mantık kurallarını oluştururken, yaptığımız “bilgi / bilmek” ve “inanç / inanmak” arasındaki ayrım yapay ve aldatıcı! Bununla bağlantılı olarak; “fizik – metafizik” ayrımının da yapay ve aldatıcı olduğu anlaşılabilir.

Dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir sebep ve haklı bir kuşku ve gerekçe yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz. Zaten fıtraten, default / önvarsayım olarak; bize gelen ve duyularımıza yansıyan herhangi bir bilgi ve haberin doğru olmadığına aksi bir delil yoksa; bunu o şeyin doğruluğuna yeterli bir delil ve karine ve haklı bir gerekçe sayarız.

Belki de bu sebepten; rü’yalarımızda rü’yada olduğumuzu farketmiyoruz; yani içine doğduğumuz gerçekliğin gerçekliğinden (daha doğrusu “gerçeklik sınıf ve derecesi”nden) şüphe duymayıp, bunu sorgulamadığımızdan!

Eşyaya dokunduğumuzda bizde oluşan o dokunma hissi, gerçekten o dokunduğumuzu zannettiğimiz eşyadan mı kaynaklanıyor!? Yoksa rü’yalarımızda olduğu gibi; bizim fizikî bedenimiz de dahil olmak üzere; dışarıda görüp – dokunduğumuzu zannettiğimiz o maddî sandalye ve bizde oluşan o hisler; dışsal karşılıkları (dışarıda hiçbir nesnel karşılıkları) olmayan salt algılardan ibaret olabilir mi!?

Peki bizdeki o algı ve hislerin, dışarıdaki o eşyanın birebir yansıması olduğunu nasıl anlayabiliriz? Örneğin: Dünya “kürevî / geoid” olduğu için mi kürevî algılıyoruz; yoksa bizim göz – zihin yapımız ve bizde kayıtlı veritabanı dünyayı ancak bu şekilde algılamaya elverişli olduğu için; yani bize gelen veriyi kendi algı / anlam kodlarımıza encode ettiğimiz için mi “dünya kürevîdir” diyoruz!? Diğer deyişle: Dünya “yuvarlak olduğu için mi” onu yuvarlak algılıyoruz; yoksa “yuvarlak algıladığımız için mi” dünyayı yuvarlak zannediyor / görüyoruz!?

Yani “dünya” pekalâ 11 – 12 boyut ve şekilli olup; bizde bu boyut / kodlar tanımlı olmadığı ve göz (ve zihin) yapımız da buna uygun olmadığı için, yani bizim aynamız çok boyutlu olmadığı için; zihnimize sadece dünyanın 3 – 4 boyutlu resmini çekebiliyorsak, bizdeki bu resim / algıya göre dünyayı kürevî görüyor olabiliriz! Bunun gibi; baktığımız herşeyi kendi kodlarımıza indirgeyerek, bozup eksilterek (yani görüp – işittiğimizi değiştirerek) algılıyor olabiliriz! Tıpkı en – boy olarak 2 boyutlu bir dünyada yaşayan ve “yükseklik” kavramını bilmeyen, “hacim”i tasavvur ve tahayyül bile edemeyen resim insanların, dünyalarına temas eden 3 boyutlu bir kürenin ancak dairesel izdüşümünü görüp, algılamaları gibi…

Yukarıda; “dünyaya gelirken içine doğdumuz, bize hazır verili bu dünyanın; gerçekten zihin ve algılarımız dışında da olduğuna inanmamamız için bir neden ve haklı bir gerekçe (yani ma’kûl bir şüphe) yoksa; bu dünyanın var olduğuna inanmayı seçeriz” demiştik.

Kendi fiziksel vücudumuz ve yaşadığımız bu hayat ve içinde bulunduğumuz bu maddî ve somut evrenin, gerçekten maddî ve fiziksel ve somut olduğuna inanmamız ve düşünmemiz ve bundan şüphe duymamamızda bir problem yok. Yani bunun doğruluk ve kesinliğine inanmayı tercih etmemiz gayet ma’kûl ve mantıklı, normâl ve olması gereken insan davranışı. Yoksa durup dururken agnostizm ve septizme kaymaya, çeşitli evhamlarla kendimizi zehirlemeye gerek yok!

Hakkında en küçük bir delil ve emare olmayan ihtimâllerle ve olması mümkün olup – olmadığı bile belli olmayan mümkün – gayrimümkün evren, farazîye ve hayâllerle, şüphe ve evham okyanuslarında kulaç atmaya gerek yok; buna ihtiyaç ve zaruret olmadığı gibi, pratik faydası da yok.

Yoksa “mümkün ki şu ân annem ölmüş olabilir, şu ân deprem olabilir, Van Gölü şu ânda yerin dibine geçmiş olabilir, Karadeniz tuz yerine şeker gibi tatlı suya dönüşmüş olabilir” gibilerinden zatî ve vehmî ve kentrilyarlarca ihtimâllere göre hayatımızı yönlendireceksek; örneğin: “şu ânda deprem olabilir ihtimâliyle” hiçbir zaman hiçbir evde oturmamamız ve oturursakta devamlı deprem korkusuyla tir tir titremememiz veya “annemin şu ânda” ölmüş olma ihtimâli var diye devamlı depresyon altında ve evhamlar içerisinde yaşamamız (daha doğrusu yaşamaya çalışmamız) gerekir!

İçinde yaşadığımız vücut ve evrenin; sadece “zihin ve duyusal algı” olarak değil; ayrıca dışımızda, haricî mevcudiyet ve gerçekliğine inanmayı tercih etmemiz ve bundan şüphe duymamamız gayet ma’kûl ve mantıklı, burada problem yok demiştik. Problem: Bu fikrin doğruluk veya yanlışlığını ispatlayamayacağımızı unutmakla başlıyor. Yani problem; bu fikrin “bilgi / kesin bilgi” olmayıp, sadece bir “inanç” ve “önvarsayım” olduğunu unutmamız ve bu varsayımı başlangıçta tercih ederek hayata başladığımızı unutmamızla başlıyor!

Evet aslında ve hakikâtte ve en temelde; zihin ve duyularımız dışında (haricî) ve nesnel ve somut ve maddî bir dünya, eşya ve işleyiş olduğu ve bu dünyayı, duyularımızın bize tıpkı bir ayna gibi aynen yansıttığı düşüncesi bir inançtır! Hem de gerek gözlem ve deney ve gerekse mantıkî olarak doğruluk veya yanlışlığı ispatlanamaz bir inançtır!

İnsanlık olarak durumumuzu kabaca (hatta yaklaşık olarak) şöyle ifade edebiliriz: Bu hâlimizle, 2 pencereli (iki gözümüze işarettir), 2 kollu, 2 ayaklı bir uzay gemisinde doğup, buradan hiç çıkmamış bir astronota benziyoruz! Geminin 2 koluyla etraftan örnekler toplayıp, çevreye dolaylı yoldan temas eden, herşeyi yarısaydam 2 cam arkasından gözleyen bir astronot! Hayatında hiç ışık girmemiş, ses duymamış; karanlık ve sessiz, ıpıssız kafatasının içinden; dış dünyadan bilgi toplamaya çalışan bir “beyin astronot!” Üstelik hiçbir astronot, birbirlerinin aracını ziyaret edipte, yanyana oturup, çay bile içemiyor; herkes kendi uzay gemisinde yalnız! (Hüseyin Rahmi GÖKTAŞ abi, kafatasının içindeki beynin durumunu “lâhit” olarak anlatır, aynı isimli kitabında.)

Elhasıl bu evren ve hayatın bir çeşit “rü’ya” olup – olmadığı ispat edilemez; çünkü getirilecek her delil gene bu hayatın içerisinden (eğer rü’yaysa gene bu rü’ya içerisinden); gene beyin ve zihin ve duyularımız vasıtasıyla elde edilecektir!

Yani eğer her insan doğduğu günden itibaren aslında kabrinden hiç çıkmamış olup; o kabirden kalkıp, haşirde diriltileceği güne kadar kollektif bir rü’yanın içerisindeyse ve ancak öldükten sonra kabrinde uyanıp, asıl âleme uyanacaksa; bu imkân ve ihtimâlin doğruluk veya yanlışlığı, hatta mümkün olup olmadığı bile; epistemolojik veya ontolojik, mantıksal veya ampirik olarak araştırılma ve çözüm yolu kapalı!

Elhasıl “biz mi bir dünya ve hayatın içinde yaşıyoruz; yoksa bu dünya ve hayatı biz mi içimizde yaşatıyoruz?” sorusu güncelliğini muhafaza ediyor. Aynı şekilde; “acaba evren gerçekten rasyonel ve mantıkî kurallara göre mi işliyor; yoksa biz o işleyişi anlamlandırabilmek için kendi mantığımıza mı uyduruyoruz? Hatta ‘bilgi ve öğrenme’ denilen şey; evren gözlemlerimizi kendi mantık ve anlayışımıza uydurma çabası mıdır sadece?” soruları da aynı derecede güncel ve önemli.

Yani “evren ve içindeki eşyanın mantıkî ve rasyonel, normâl kurallara göre işlediğine duyduğumuz güven” de bir “inanç” değil midir acaba? Çünkü bilemiyoruz ki; bu evren rasyonel kurallara göre mi işliyor; yoksa öyle evrensel bir mantık ve kuralları yokta; sadece biz bu işleyişi anlamlandırmak ve algılamak için kendi dil, mantık, anlayış ve rasyonel kalıplarımıza mı uydururuyoruz!?

Hem belki, kollektif bir rü’ya ve bir simülâsyonun içinde olup olmadığımızın da bir önemi yok. Önemi yok, çünkü “Ân’lık var – yok oluşları, ‘hareket’ olarak algılıyoruz” isimli Yazımızda dediğimiz gibi: “1 ân geçmiş ve 1 ân geleceğe gidemediğimiz için, fiziksel olarak sadece bölünemez o ‘şimdiki 1 ân / mekân’da varlık ve mevcudiyetimiz var.” Yani “şimdiki ân”dan 1 ân önce ve sonrası fizikî ve maddî olarak yok! Gelecek ânlar henüz yaratılmadı; yaratılıp “şimdi” olan ânlar da yok edildi / ediliyor!

Yani bilgisayar ekranındaki piksellerin sırayla yanıp sönmesiyle, bizde ekrandaki şekiller hareket ediyor izlenim ve algısı oluşması gibi; gerçek evrenimizde de aynı şekilde olan devamlı ânlık var – yok edilişlerle; kâinatta kesintisiz bir “varlık” ve “hareket” var(mış) algılıyoruz!

Yani “şimdiki ân / mekân”dan geçmişe geçen her ân / mekânımızın; “bir rü’ya, hafızada bir anı–hatıra ve evrende bir kayıttan” başka bir vücudu yok! Evet maddî ve somut varlık ve vücudumuz sadece “şimdiki 1 ân”da!

Sonuç? Bu yazının bir çok sonucu var veya çok yerlere bağlayabiliriz. Sonuç: Bilgi–inanç, epistemoloji–ontoloji, maddî–manevî, bilgi (knowledge)–bilim (science), fizik–metafizik gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmalar, yapay ve aldatıcı. Başka din, felsefe ve anlayışların kavram – ayrımlarıyla düşünmeye devam ederek kendi medeniyetimizi kuramayız. Bize yabancı bu dil ve düşünce aletleriyle kuracağımız medeniyet “bizim” olmaz, zaten “biz” de olmayız; başka birşey oluruz!

Sonuç: Anlam; Allah’tır! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran; hatta “şüphe” ve “inkâr”a bile anlamını veren; onlara mana kazandırıp, ruh üfleyen ve anlamlı hâle getiren Allah’tır!

Faraza eğer varsa (ki buna insan davranış ve tutumlarında çok rastlıyoruz); “absürd / saçmalık” ve “bilin(e)mezlik (agnostizm)” bile O’nunla anlam veya anlamsızlık kazanıyor. Velev zihnî ve soyut bir kavram bile olsalar; varlıkta durmak için O’na muhtaçlar! (C.C.)

Sonuç: İnsanın Rabbi’ne koşup, sığınması için önce O’na muhtaç olduğunu bilmesi gerekiyor. Çünkü susamadan suyu aramayız; bulsakta içmeyiz; içsekte lezzet almayız. Suyun önem ve değeri, bizim suya ihtiyacımızla doğru orantılı. O hâlde uçurumdan düşer gibi bir boşluğa düşmeden; tutunacak bir dalın bizim için bir kıymeti yok. O hâlde bizim uyanmamız ve sür’âtle düştüğümüzü farketmemiz gerekiyor. Belki bazı hayvanlar hissen biliyordur ama sadece insan, öleceğini bilen ve bildiğini bilen (bunun şuurunda olan) tek canlı! (Metin KARABAŞOĞLU abi, kutlanan Doğum günlerindeki tuhaflığa atıf yaparak “her sene yaşımız artmıyor, ömrümüz 1 sene daha eksiliyor!” der.)

Neyseki eşyayı gösteren Rabbimiz’in varlığı, o eşyanın varlık veya yokluğundan çok daha zahir ve kesin! Tabiri caizse; ressam – resim ilişkisi gibi; O kâinatın hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde!

Biz sadece kalemlerin ucu veya mürekkebi veya uzay – zamanımıza temas noktası olan atom noktalarını ve hareketlerini görüyoruz; bir de O’nun kudretinin izdüşüm ve yansıması olan kuvvet ve enerjiyi farkediyoruz. Madde içerisinde cereyan eden bu kuvvet ve enerjinin, madde ve kütleden mi kaynaklandığı; yoksa O’ndan mı geldiği ise ayrı bir inanç. Yoksa “bilgi” mi demeliydim!?

Sonuç: “Fizik–Metafizik” ayrımının yapay ve aldatıcı olduğunu unutmadan; fiziksiz, metafizik olmaz. Yani fiziği bilmeden, metafiziği anlamak mümkün değil. İşi anlayınca zaten bu ayrım, kavram, isimlendirmelerin; hakikâte yaklaşmak için kolaylaştırıcı ve basitleştirici aletler olduğu anlaşılacak. Bu kelime / isimlendirmelerin geçici olup; fonksiyonunun sadece, gerçeğin eksik ve tek yönlü resmini gösteren basit bir benzetme ve temsil, misâl ve işaretler ve realiteye bakmak veya yaklaştırmak için geçici bir dürbün ve menfezler olduğu anlaşılacak.

Ama anahtar “ben(lik) / ene”de. Çünkü “ben’in kim ve ne olduğu”; varlık ve hayat ve kâinatın ne olduğunu ve bunlara karşı bakış ve davranış kodlarımızı belirler! Ve daha önemlisi: Rabbimizle münasebetimizi belirler!

Allahû Teâlâ’yı unutarak, ölümü / öleceğimizi düşünmeden yaptığımız her davranış kusurlu ve yaralı! “Allah yok(muş)” gibi yaşamaya devam edersek, (Allah korusun) öyle de inanmaya başlarız! Parttime müslüman gibi sadece belli zamanlarda belli ritüellerde hatırlamayı alışkanlık hâline getirirsek…

Kimliğimizde din kısmında “İslâm” yazıyor ya; işte bunun anlamı: “Bir müslüman olarak benim yaşam tarzımı İslâm belirliyor” demektir. Çünkü “din”; yaşam tarzı demektir ve İslâm, Rabbimiz’le yapılmış bir akid, bir sözleşme demektir.
Haftaya devam edelim inşâallah.
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 07.Aralık.2015